Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

1- Sorunun Önemi Üzerine Birkaç Söz
Yaşadığımız tarihsel dönemde ülke ve dünya ölçeğinde devrim ve sosyalizm davası çok yönlü bir kuşatma altında bulunuyor. Bugün atılan her adım geleceği derinden belirlemektedir. Bu gerçek “orta yol bulmayı”, “ara konumda kalmayı” vb. önemli ölçüde dıştalıyor.
Öte yandan, yaşanmakta olan çok yönlü ve kapsamlı çatışma uluslararası sermaye ve onun manipülasyon aygıtları ile bulandırılmaya çalışılıyor; adeta insanlık afyonlanmaya çalışılıyor. İşte son 15 yıldır “küreselleşme” söylemi ekseninde emperyalist ideologlar, politikacılar tarafından uydurulan hurafeler ve masallar, vahşi sömürü, savaş ve aşırı sağ politika ve uygulamaların eşliğinde adeta yeni bir “din” gibi toplumların üstüne püskürtülüyor. Açlık, savaş, çıplak zor, ahlaki düşkünlük, yabancılaşma ile, bu hurafeler yan yana, iç içe duruyor. Bunlar aracılığıyla açlık, vahşi sömürü ve baskılar gizlenmeye çalışılıyor.
Hiç kuşkusuz, “küreselleşme” söylemi sadece hurafelerden, masallardan kaynaklanmıyor. Tersine çok güçlü bir nesnel zemine yaslanıyor. Küreselleşme, tüm kapitalist dünyada egemen olan neoliberal kapitalist ekonomi politikalarının güncel, inceltilmiş bir isimlendirmesidir.
Küreselleşme kavramı, dünyalılaşma, uluslararasılaşma, dar sınırları aşma vb. çağrışımlarla neoliberal vahşi ekonomi politikalarının narin örtüsü, onu güzellenmesinin ilk adımı oluyor.
Liberalizm ya da neoliberalizm doğrudan bir sınıfı ve sistemi işaret eder; burjuvazi ve kapitalist sistem. Emekçilerin yüzyıllardır burjuvaziye ve kapitalist sisteme karşı biriktirdiği mücadele deneyimi vahşi kapitalizmle özdeşleşmiş olan liberal veya neoliberal politikaların gündeme getirilmesi durumunda daha baştan ciddi bir tepki üretecektir. İşte burada tekelci burjuvazinin deney ve birikimi devreye girer; pazarlama ve manipülasyon ne güne durmaktadır. Acı ilaç iyi bir ambalajla pazarlanacaktır, vahşi kapitalizm “küreselleşme” adı altında piyasaya sürülecektir. Küreselleşme, liberalizmden, neoliberalizmden farklı olarak sınıfsal çağrışımlardan uzaktır. Enternasyonalci, insanlığı birleştirici vb. çağrışımlara sahiptir. Reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte dünyanın tümüne yakın bir bölümünün kapitalist pazara dahil olması durumunu da oldukça iyi ifade etmektedir. İşte, 1980’lerden itibaren devreye sokulan emperyalist restorasyon programının temel bir bileşeni olan neoliberal politikalar “monetarizm”, “sıkı para politikası” vb. isimlerle ambalajlandıktan sonra, 1990 başında nihayet en kalıcı ve en çok tutan “küreselleşme” kavramı ile tanımlanmaya/ambalajlanmaya başlandı.
Kısacası, küreselleşme denildiğinde bir gerçek, birde masal olan boyut sözkonusu. Gerçek olan neoliberal vahşi kapitalist sömürü modelidir. Masal olan ise vahşi sömürüyü allayıp pullayan aşağılık yalanlardır.
Küreselleşme masalının temel tezleri şöyle özetlenebilir; “Tarihin sonu” kapitalizmdir; dev teknolojik gelişmeler ve sermaye tüm kapalı alanlara ulaşmakta, tüm toplumları iktisadi, siyasi, kültürel olarak birbirine bağlamaktadır. Tek başına hiçbir ülke ayakta duramaz, küresel ekonomik sistem tüm ülkeleri içine almıştır, tüm ülkelerin çıkarı buradadır. Bu süreç bir zorunluluktur ve ülkelerin, halkların yararınadır. Pazar, yani “serbest piyasa” bu sistemin omurgasıdır, eski “bağımlılık” ilişkileri geride kaldı, şimdi “uzlaşma”, “karşılıklı bağımlılık” süreci yaşanmaktadır. Kapitalizm geliştikçe “modernizm” ve “demokrasi”de gelişecektir; demokrasi ve insan haklarının gelişmesinin tek yolu, küresel kapitalizmin önündeki “tutucu”, “kapalı” ilişkilerin parçalanmasıdır. Bundan, bu tren kaçırılmamalı, tüm halklar bu sürecin bir parçası olmalı, tersi, ilkel kabile ilişkisidir, çağdışılıktır.
O halde, “ulusal devlet” veya “sosyal devlet” gibi anlayışlar bir yana atılmalı, devlet “bekçi” rolü oynamalı, ekonomiye vb. müdahale etmemeli, gümrükler vb. kalkmalı, “bu global pazarda” herkes yarışmalı, güçlü olan ayakta kalmalı, açlık-yoksulluk-işsizlik yok olmalıdır.
Uçlarda olmak, “sınıf mücadelesinden” bahsetmek eski bir söylemdir, demokrasi ve insan haklarıyla çelişir. Hepimiz aynı gemideyiz, çağ bilgi ve uzlaşma çağıdır, vb..
Elbette bu masal yeni değil, ama yeni olgularla birlikte, yeni biçimde ambalajlanıyor. İleride ele alacağımız üzere, bu yeni olgular “reel sosyalizmin” çözülüşü, neoliberal politikalar temelinde özellikle mali sermaye eksenli olarak uluslararası sermayenin yayılma alanının ve yoğunluğunun genişlemesi, dünyanın çok parçalı ama tek bir kapitalist pazar haline gelmesi, vb.dir.
Emperyalist ideolojik aygıtlar her cepheden her türlü manipülasyon yolunu kullanarak gerçeğin tersyüz edilmiş halini ifade eden bu hurafeleri, masalları emekçilerin üzerine püskürtüyorlar.
Bu ideolojik ve politik saldırı ve kuşatma devrimci saflarda, sol ve emek yanlısı güçler arasında ve geniş emekçi kesimler içinde de kaçınılmaz olarak önemli sonuçlar yaratıyor.
Revizyonizmin tüm eskimiş tezleri bu kezde “küreselleşme” söylemi ekseninde yeniden canlandırılıyor. Neoliberal politikaların, daha geniş bağlamda emperyalist restorasyon politikalarının yarattığı toplumsal, kültürel zeminlerden de beslenerek “Marksizm” adına liberal rüzgarlar estiriliyor. Daha da ötesi, 1945’ler sonrasında belirleyici rol oynayan silahlı devrimci yapıların önemli bölümünün bu politikalar ekseninde sistem içine dahil edilmesi sağlanmıştır. Latin Amerika gerilla hareketindeki bu eksenli kırılma önemli derslerle doludur. Bu “geri düşüş” L. Amerika ile sınırlı değildir. Afrika’dan Asya’ya silahlı devrim hareketlerinin küçümsenemeyecek ölçüde bu rüzgarlardan değişik düzeylerde etkilendikleri görülüyor.
Emperyalizmin küreselleşme, demokrasi, insan hakları masallarının ortaya çıkışı, coğrafyamızda da yeni bir tasfiyeci dalga ile üst üste düşmüştür. Sol ve devrimci harekette tasfiyecilik yeni bir olgu değildir. Coğrafyamızdaki en büyük tasfiyeci dalgalardan biri ‘90 sonrasında uç vermiş, liberal tezlerle birlikte Türkiye ve Kuzey Mezopotamya devrimini kuşatmıştır. Kürt devrimi, tamda bu süreçte, önce devrimci demokrasi zemine düşmüş, İmralı süreci ile, saf değiştirerek liberal burjuva bir çizgide, Kürt devrimini tasfiye dayatılmıştır. Aynı süreçte, legalizmle sakatlanan sol ve devrimci harekette liberal-özgürlükçü tezler parlatılmış “emeğin avrupası” tezlerine kadar uzanan bir tasfiyeci dalga bu sürecin ayırt edici özelliği olmuştur.
Küreselleşme masalının temel söylemleri ile liberal tasfiyeci fikirlerin taşıdıkları benzerlikler onların aynı kaynaktan, burjuva düşünce dünyasından beslendiklerini, iç içe olduklarını apaçık göstermektedir.
Öte yandan, 1990’lı yılların sonları ve 2000’li yıllar küreselleşme masalının giderek etkisini yitirdiği, küreselleşme, yeni ekonomi vb. söylemlerle perdelenmeye çalışılan neoliberal vahşi kapitalist sömürü modelinin gerçeklerinin giderek daha fazla kavrandığı yıllar olarak gelişmeye başlamıştır. Ancak “küreselleşme” örtülü neoliberal kapitalist politikalara karşı gelişen tepkiler genel olarak anti-kapitalist, anti-emperyalist nitelik taşısalarda henüz bu karakteri güçlü ve net değildir. Devrimci sosyalist bir önderlikten de yoksundur.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, bu tarihsel kavşakta, tüm bu toz duman içinde devrimci sosyalizm, 150 yıllık tarihsel-siyasal birikimine dayanarak, ortaya çıkıyor. Bu çok yönlü, ideolojik-politik kuşatmayı da parçalayacak, devrimlerin önünü açacak, halklara ve proletaryaya yol gösterecek tek yol budur. Devrimci sosyalizmin tüm bunları önden karşılayan, sağlam ideolojik duruşu, politik hattı vardır. Bu hat ekseninde tasfiyeci-liberal rüzgarlara karşı ideolojik, politik, örgütsel ve diğer her alanda devrimci yenilenmeyi gerçekleştirmek bugünün görevdir.

2- Yeni Bir Çağ mı, Emperyalizm mi?
İddia ve çeşitli vesilelerle ileri sürülen tez şudur; çağ değişmiştir, “bilgi çağı”, “enformasyon çağı”, “bilgisayar çağı” söz konusudur. Emperyalizm geride kalmıştır; bu dönem, yeni bir çağdır, “imparatorluk” veya modernite ötesi, “postmodern” bir dönemdir.
Bu tür tezler yeni değil, bunların değişik versiyonları yüzyıl öncede “inter emperyalizm” veya “ultra emperyalizm” isimleriyle gündemleştirilmişti. 1. Paylaşım Savaşı yıllarında emperyalizmin ilerici olduğu, ulusal sınırları parçaladığı iddiasından “anavatan savunuculuğuna” kadar uzanan gerici tezler ileri sürüldü, “enternasyonalizm” adına ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gereksizliği savunuldu.
Sonraki yıllarda kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiğinden hareketle teknik buluşların proletaryanın devrimci rolünü ortadan kaldırdığını iddia eden “elveda proletarya” söylemi pompalandı. Tarihin sınıf mücadelesi değil, “uzlaşma” üzerinden, “barış içinde bir arada yaşamayı” içerdiği sık sık yinelendi. Bugünde benzer iddialar var.
Tarih tekerrür mü ediyor? Hayır, tarih tekerrür etmez. Tarih sayısız politik özne ve onların iradesinin bileşkesi olarak ortaya çıkıyor. İdealist veya ekonomist yorumların dışında, tarih sınıf mücadelesinin kendisidir; sürekli hareket halindedir, sarmal bir gelişim gösterir. Her tarihsel uğrak kendine özgü bir dizi öznenin konusudur ve bu anlarda asla kendini eski ile sınırlamaz veya tekrarlamaz. Ama tek başına tarih de bir şey öğretmez. Ancak politik özneler tarihin birikimini kendinde cisimleştirdiği ölçüde tarih öğretici olur. Tarih elbet yaşanan anı içeriyor ve “yaşanan an” önceki tarihsel süreçten, birikimden kopuk, soyut değildir, birebir devamı da değildir. Sıçramalı bir süreçtir; “inkar” değil “aşmayı” içerir.
Bu tarihsel gelişim düşüncenin evriminde, dönemsel ve tarihsel çözümlemelerde de görülür. Marksizm kendisinden önceki tüm burjuva ve küçük burjuva düşünce biçimlerinden süzülüyor, aydınlanma döneminin temel hatları üzerinden, bunları aşıyor, kendi sistemini kuruyor. Lenin “Emperyalizm..” çözümlemelerini yaparken benzer bir yöntemi kullanıyor. Kendi öncesi çalışmaları (Buharin, Hildferding, Kautsky, Rosa, vb.) inceliyor, bunları aşarak kendi teorisini kuruyor. Lenin “Emperyalizm” tartışmasına sonradan giriyor. Dönemin burjuva araştırmalarından da yararlanıyor; ve devrim arefesinde “Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” (1916) eserini yazıyor. Lenin’in “Emperyalizm” çözümlemeleri Marks’ın “Kapitalizm” çözümlemeleri gibi “ekonomik” yönü zayıf gibi görünse de, siyasal değeri son derece anlamlıdır ve doğrudan Marks’ın çözümlemelerinin devamıdır. Dahası tüm anti-Marksist söylem ve rüzgarlara rağmen değerinden bir milim kaybetmemiştir, tüm temel çözümlemeler bugünü, çağımızı anlamada anahtardır.
Emperyalizmin geride kaldığı söylemleri hiçbir nesnel somut çözümlemeye dayanmıyor; daha çok oluşan gerici ideolojik atmosferin yarattığı bulanıklığa ve karmaşık laf kalabalıklığına yaslanıyor. Bu noktada, Leninist “Emperyalizm” çözümlemesinin temel tezlerini ve mantığını ana hatlarıyla ele almak yararlı olacaktır.
İlk elde, yöntem üzerine şu söylenebilir; Lenin’in tarzı hangi sorunu ele alırsa alsın soruna bütünsel yaklaşmaktır. Örgüt sorununda “Ne Yapmalı” eserinde geliştirilen bu bütünsel yaklaşım, devrim arifesinde Emperyalizm çözümlemesinde de kullanılmıştır. Lenin parçalarla uğraşmaz, sağlam verilerden hareketle parçaları bütüne bağlar. 1920’de “Emperyalizm” eserine yazdığı Fransızca ve Almanca Önsöz’de bu yöntem şu sözlerle ifade edilir.
“(...) broşürün ana görevi, tartışma götürmez burjuva istatistiklerden derlenmiş verilere ve bütün ülkelerin burjuva bilginlerinin itiraflarına dayanarak, 20. yüzyılın başında, Birinci Emperyalist Dünya Savaşının arifesinde, uluslararası karşılıklı ilişkileri içinde kapitalist dünya ekonomisinin bütünlüklü bir tablosunu göstermektir.” (Lenin, S. Eserler 5, sf. 17)
Emperyalizm, kapitalizmin dışında değil, onun en yüksek ve son aşamasıdır. kapitalizm; ilkel birikim; ilkel birikim-merkantilizm, sanayi kapitalizmi dönemlerini yaşayarak, tekelci kapitalizme dönüşmüştür.
Kapitalizme karakterini veren tüm olgular emperyalizm aşamasında da varlığını sürdürür; ancak artık, küçük üretim, serbest rekabet, demokrasi dönemi geride kalmıştır, dünya bir avuç tekel tarafından paylaşılmış, demokrasi yerini siyasal gericiliğe bırakmıştır. Meta kapitalizmin hücresidir ve kapitalizm meta dolaşımı/ihracı olmaksızın varlığını sürdürümez. Ancak, emperyalizm döneminde, meta ihracının yanı sıra, sermaye ihracınında olması, ön plana çıkması sözkonusudur. Sermaye ve meta dolaşımı tüm ulusal çitleri parçalamakta, kendine yeni alanlar bulmaktadır. Böylece, dünyanın paylaşımı tamamlanır, buna paralel olarak, emperyalist güçler arası çıkar çatışması yaygınlaşır. Tekelleşme, temel özelliktir, üretimin yaygınlaşması ve merkezileşmesi, sanayi ve banka sermayesinde tekelleşmeye yol açmış, böylece mali sermaye oluşmuştur.
Tekelleşme 19. yüzyılın sonlarında başlıyor, 20, yüzyılın başında, kapitalizme egemen oluyor, “tekel, kapitalizmin temel yasası” oluyor. Bu dönemi Lenin üç aşamada ele almıştır;
“Buna göre tekellerin tarihinin en önemli sonuçları, şöyledir; 1) 1860-1870: Serbest rekabetin gelişmesinde en yüksek nokta; tekeller belli belirsiz embriyonlar halindedir. 2) 1873 bunalımından sonra karteller önemli ölçüde gelişiyor; fakat hala istisnai ve kalıcı değil geçici olgular durumundadır. 3) 19. yüzyılın sonunda görülen yükselme ve 1900-1903 bunalımı; karteller bütün ekonomik hayatın temeli haline geliyorlar. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.” (Lenin, S. Eserler, sf:29)
Serbest rekabetçi kapitalizm tekelci kapitalizme dönüşürken, Kırım Savaşı, Osmanlı-Rus savaşı dünyanın paylaşılmasında ilk işaretler oluyor; bu süreç ABD-İspanya savaşı ve Baer Savaşı ile tamamlanıyor. Tekelci sermayeye ulusal pazarlar yetmiyor, yeni pazarlara açılma bir ihtiyaç olarak çıkıyor. Bu süreç, emperyalist güçler arası ittifaklara, pazar kavgasına yol açıyor. İngiltere, en güçlü emperyalist güçtür, ancak, Fransa, Almanya, ABD, Rusya bunu zorlamakta, yeni pazar alanlarına göz dikmektedir. Dünya tümden paylaşıldığından “yeni pazar” veya “yeni nüfuz alanı” aynı zamanda mevcut “pazar” veya “nüfuz alanı”nın yeniden paylaşılması anlamına gelmektedir. Neye göre bu alanlar paylaşılacak? Güç ve sermaye. Bunlar paylaşımda temel rol oynayacak.
Özce; 1860’larda başlayan tekelleşme süreci, kapitalizmi yeni bir aşamaya sıçratıyor; bu evrim, mali oligarşinin oluştuğu, sermayenin uluslararasılaştığı, dünyanın paylaşımının tamamlandığı bir süreçtir. Lenin’in sözleriyle özetlersek, emperyalizmin tanımını şöyle ifade edebiliriz;
“... Bu bakımdan -bütün tanımlamaların, gelişmesini tamamlamış bir görüngünün bütün bağlantılarını kapsayamayacağından ötürü genelde itibari ve göreli bir önemini unutmadan emperyalizmin aşağıdaki beş temel özelliğini kapsayan bir tanımını yapmak zorundayız: 1) üretimin ve sermayenin yaygınlaşması, ekonomik yaşamda tayin edici rol oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir seviyeye ulaşmıştır; 2) banka sermayesi sanayi sermayesiyle iç içe geçmiş ve bu “mali sermaye” temelinde bir mali oligarşi oluşmuştur; 3) Meta ihracından farklı olarak sermaye ihracı özel bir önem kazanmıştır; 4) dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birlikler oluşmuştur; 5) kapitalist büyük güçler tarafından dünyanın teritoryal paylaşımı tamamlanmıştır. Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının birincil planda önem kazandığı, dünyanın uluslarası tröstler arasında palaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (S. Eserler-5, sf:91)
Lenin, özellikle 1902 bunalımını emperyalizm aşamasının başlangıcı olarak işaretler.
Lenin bütünlüklü çözümleme yöntemi ile bir yandan sağlam ve eksiksiz analizler yaparken, öte yandan bu yoldan yine bütünlüklü siyasal sonuçlar da çıkarır. Lenin nesnel koşullara ilişkin hiçbir çözümlemesini (ekonomik, toplumsal vb. çözümlemeler) asla salt durum tespiti bağlamında yapmaz. Mutlaka tüm çözümlemelerini devrimci politikaya bağlar, ona hizmet edecek sonuçlar çıkarır. Bu nokta onun emperyalizm çözümlemesinde de oldukça açıktır. Emperyalizm çözümlemesinden hareketle, bu “Önsöz”de de ifade edildiği üzere; eşitsiz gelişme yasası ve savaşların kaçınılmaz olduğu, savaşların devrim için gerekli olan nesnel zeminleri güçlü biçimde yarattığı, emperyalist-kapitalist sistemin iç çelişkilerinin bu noktada belirleyici rol oynadığı, bu anlamda emperyalizmin proletaryanın toplumsal devriminin arifesi olduğu sonuçları çıkarılır.
Lenin emperyalizmin aynı zamanda tüm dünya çapında devrim için gerekli nesnel koşulların oluşması anlamına geldiğini tespit etti. Bunu birbirini tamamlayan çözümlemeler zinciri ile oldukça net biçimde ortaya koydu.
Herşeyden önce emperyalizm, üretim araçlarının özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteliği arasındaki kutuplaşmanın en uç noktaya varması anlamını taşır. On binlerin, yüzbinlerin birleştiği üretim süreçlerinin nimetleri üretim araçlarına sahip olan bir avuç tekelci kapitalistin elinde toplanır. Bununla bağlantılı olarak; üretim sürecinin serbest rekabetçi dönemde sahip olduğu oldukça geniş gelişip serpilme olanakları ortadan kalkar. Üretici güçlerin gelişim seyri bir avuç tekelcinin denetimi altına girer, sınırlanır, kısıtlanır. Bunun yanısıra pazar alanlarının paylaşımı sorunu vardır.
Ve bu kaçınılmaz olarak savaşlarla olur; savaş üretici güçlerin büyük çapta tahribi demektir. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi tüm emperyalist sistemin hiyerarşik bir yapı kazanmasını beraberinde getirir. Hiyerarşinin en altında yer alan sömürge ve yarı/yeni- sömürgelerin tüm ekonomik, politik ve toplumsal dinamikleri tekellerin istemlerine bağlı olarak tahrip edilir.
Bu ülkelerde kriz en derin biçimde yaşanır. Hiyerarşik yapının içinde yer alan tüm güçler daha üst basamaklara tırmanmak için karşılıklı üretici güçleri tahrip eden yoğun mücadelelere girişirler. Emperyalizm bu yapısıyla serbest rekabetçi dönemden farklı olarak sürekli biçimde genel bunalım öğeleriyle yüklüdür. Genel bunalım süreklidir. Buna bağlı olarak sistem bir bütün olarak üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline gelmiştir. Bu bağlamda emperyalizm tüm dünya çapında devrimin nesnel koşullarının varlığı anlamına gelir. Devrim tüm dünya çapında güncel bir sorundur.
Genel bunalım sistemi içindeki her ülkenin eşitsiz gelişmesinden ötürü her ülkeye doğal olarak farklı düzeylerde yansır. Emperyalist hiyerarşi zinciri en zayıf halkasından, yani bunalımın en yoğun, en güçlü biçimde yansıdığı ülkede kopar. Bu bağlamda, her ülkede devrimin nesnel zeminini sistemin sürekli biçimde yaşadığı genel bunalımın yanısıra, genel bunalımdan ve bunun her ülkedeki özgün koşullarla bileşiminden ortaya çıkan milli kriz oluşturur.
Milli kriz kavramı bu özellikleriyle devrimin bir ülkedeki nesnel koşullarını tanımlaması bağlamında “devrimci durum” kavramı ile de ifade edilmiştir.
Lenin devrimci durumu şöyle ifade eder;
“Marksistler için, devrimci durum olmadan devrimin imkansız olduğu tartışma götürmez, fakat her devrimci durum da devrime götürmez. Genel olarak, söylendiğinde bir devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç ana özelliğe işaret edersek, kesinlikle yanlış yapmış olmayız. 1) Egemen sınıflar için, egemenliklerini değişmemiş biçimden sürdürmenin olanaksızlığı, “tepedekilerin” şu ya da bu krizi, egemen sınıfın politikasının krize düşmesi ve ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunun, öfkesinin, bu krizin yol açtığı çatlağı yararak patlaması. Bir devrimin patlak vermesi için, genellikle, “yönetilenlerin yönetilmek iştememesi” yetmez, aynı zamanda “yönetenlerin eskisi gibi yönetememeleri” de gerekir; 2) ezilen sınıfların yoksulluk ve sefaletinin alışılmış ölçülerin üzerine çıkması; 3) “barışçıl” dönemlerde kendilerini sessizce sömürten, fakat fırtınalı bir dönemde, kriz koşulları sayesinde, fakat aynı zamanda bizzat “tepedekiler” tarafından bağımsız tarihsel eyleme zorlanan kitlelerin eylemliliğinde -sözünü ettiğimiz nedenlerden kaynaklanan- önemli bir yükselmenin kaydedilmesi.
Sadece tek tek grupların ve partilerin değil, aynı zamanda tek tek sınıfların iradesinden de bağımsız olan bu nesnel değişiklikler olmadan devrim -genel kural itibariyle- imkansızdır. İşte bu nesnel değişikliklerin tümüne birden devrimci durum denir.” (S. Eserler-5, sf: 186-187)
Lenin milli kriz/devrimci durum kavramlarını esas olarak emperyalizm tespitleri üzerinden türetmiştir. Lenin’in emperyalizm çözümlemesinin temel tezlerini yoksayanlar, ya da bunları “küreselleşme” vb. söylemler ekseninde bulandırmaya çalışanlar esas olarak oklarını Lenin’in devrim çözümlemesine yöneltmişlerdir. Lenin’in devrim çözümlemesinin altını boşaltmayı hedeflemektedirler. Küreselleşme söyleminin tüm insanlığın zihnini adeta kaplayarak çölleştirdiği ‘90’lı yıllar sona ererken, küreselleşme söylemi ile türetilen yalanlarda gün yüzüne çıkmaya başlamıştı.
2004’lere geldiğimizde küreselleşme söylemi onu üretenler açısından da artık problemli hale gelmiş durumdadır. Küreselleşme söylemi onlar tarafından bile tek kurtuluş yolu olarak değil, problemli ve düzeltilmesi gereken bir yol olarak ortaya konmaktadır. Emperyalizmi küreselleşme vb. söylemlerle cilalama yılları artık yavaş yavaş geride kalmaktadır.
Leninist emperyalizm çözümlemesinin temel tezlerinin açıklayıcılığı artık daha net görülebilmektedir. Emperyalist neoliberal politikaların bu tezler ekseninde anlaşılması ve Leninist emperyalizm çözümlemesinin geliştirilmesi, yeni bir düzeye sıçratılması ise süreğen çalışmaları gereksiniyor.

3- Neoliberal “Küreseleşme”nin Ana Çizgileri
Küreselleşme günümüze özgü bir gelişme değil. Marx’ın Komünist Manifesto’da ifade ettiği gibi kapitalizme özgüdür. Hatta feodal ve köleci toplumlarda da küreselleşme eğilim, imparatorluklar yoluyla küresel devletler ve küresel düzen oluşturma eğilimi açık biçimde görülmüştür. Sermayenin ve sermaye düzeninin küreselleşmesi, yerel sermayelerin ulusal sınırları aşıp uluslararasılaşmasını, tüm dünyanın tek bir kapitalist pazar olarak bütünleşmesini, bu bütünleşme önündeki engellerin ortadan kaldırılması durumunu/sürecini ve eğilimini ifade ediyor.
Bu yönleriyle, bugün “küreselleşme” olarak ele alınan her şey kapitalizmde özsel olarak vardır ve Lenin’in “Emperyalizm” çözümlemesi sorunun anlaşılmasında teorik omurgayı oluşturur.
Öte yandan, 1980 sonrası devreye sokulan emperyalist restorasyon programını temel alan ve 1990’larda yaygınlaşan küreselleşme söylemi genel bir küreselleşme söyleminin (yani kapitalist sistemin dünya çapında yayılımının) ötesinde bir içeriğe sahiptir. Günümüzün küreselleşme söylemi yukarıda ana çizgileri konulan emperyalist dünya sisteminin neoliberal ekonomi politikaları (sömürü modeli) temelinde yeniden organize edilişini ifade etmektedir.
Bu noktada, emperyalist-kapitalist sistemin gelişim seyri ile sömürü modeli/politikaları arasındaki ilişkiye kısaca değinmek gerekiyor.
Kapitalist sistemin (ve onun emperyalizm çağının) gelişim seyrinin değişik tarihsel süreçlerinde farklı ekonomi politikaları-okulları egemen olmuşlardır. Her ekonomi okulu farklı bir sömürü (birikim) modeli anlamına gelmiştir. Sistem içi güç ilişkilerine, krizlerin yarattığı derin sonuçlara, kapitalist birikimin düzeyine, sistem karşıtı güçlerin karşı koyuşlarının etkisine vb. daha pek çok öğeye bağlı olarak biriken değişim dinamiklerinin zorlamasıyla ömürünü dolduran sömürü modeli (ekonomi politikası/okulu) yerini yeni bir sömürü modeline bırakmıştır. Merkantilizm (merkantilist okul), liberal ekonomi politikaları (klasik okul), izolasyonizm, Keynescilik ve benzeri ekonomi politikaları dünya kapitalist sisteminin değişik dönemlerinde başat ekonomi politikaları haline gelmişler ve dünya ekonomisi önemli ölçüde bu politikalara uygun olarak düzenlenmeştir.
1945 sonrasında ABD öncülüğünde birleşen (birleşmek zorunda kalan) dünya kapitalist ekonomisine damgasını vuran ekonomi (sömürü) politikası Keynescilik olmuştur. Keynesci politikalar önemli ölçüde sosyalizmin basıncı altında biçimlenmişti. İşçi sınıfının sosyalizme yönelişini durdurmak için sınıfın dayattığı pek çok sosyal hakkın kabulünü içermekteydi. Bu yoldan özellikle emperyalist metropollerde işçi sınıfının sisteme eklemlenmesi hedeflenmişti. Bu özelliklerinden ötürü, Keynesci ekonomi politikası, burjuva ideologlar ve politikacılar tarafından “refah ekonomisi”, bu düzenlemelerde önemli rol üstlenen kapitalist devlet ise “sosyal devlet” vb. biçimde tanımlanmıştır. 1970’lerin başlarında emperyalist-kapitalist sistemi biçimlendiren ekonomik, politik, kültürel vb. politikaların derin bir krize düşmesine paralel olarak, 1980’lerin başında yine ABD emperyalizminin öncülüğünde tıkanan sistemin önünü açmak için bütünlüklü bir restorasyon programı devreye sokulmuştur.
Bu programın temel bir parçası olarak; ekonomi politikalarında (sömürü modelinde) büyük bir değişime gidilmiş ve Keynesci ekonomi politikası terkedilerek, neoliberal ekonomi politikaları devreye sokulmuştur. Neoliberal ekonomi politikalarının da, tıpkı Keynescilik gibi şirin gösterilmesi, gerçek içeriğinin bulanıklaştırılması için yukarıda belirttiğimiz gibi “monetarist ekonomi”, “serbest piyasa ekonomisi”, “sıkı para politikası”, vb. biçimlerde tanımlanmaya çalışılmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte, kapitalist sistemin hemen hemen tüm coğrafi engellerden kurtularak (Küba, Vietnam, Kore DHC gibi istisnalar dışında) dünya çapında egemen olmasından hareketle, neoliberal sömürü modeli bu kez de küreselleşme politikaları olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Küreselleşme kavramı ilk anda nötr, daha da ötesinde daha önceki dönemin “refah ekonomisi”, “sosyal devlet” kavramları gibi olumlu çağrışımları nedeniyle tüm kapitalist ekonomi literatürüne yerleşmiş ve kalıcı hale gelmiştir. Bu nedenle, günümüzde kapitalist sistemde egemen olan sömürü modelini en doğru biçimde niteleyen kavram neoliberalizmdir, neoliberal sömürü modelidir. Yaklaşık olarak son 30 yılın kapitalist ekonomiye dair tartışmalarının hemen hemen tümü dayatılan neoliberal politikalar ekseninde gelişmektedir. Tüm sömürü ilişkileri esas olarak bu sömürü modelinden türetiliyor. Ama sadece bu değil, kapitalizme ilişkin tüm hurafelerde (küreselleşme söylemi etrafında türetilen de dahil olmak üzere) ondan türüyor.
Bu bağlamda neoliberal sömürü politikalarına ilişkin bütünlüklü bir bilince sahip olmayan bir devrimcinin, emekçinin yaşadığı ülke ve dünya gerçekliğini ve içinde bulunduğu sömürü koşullarını tam olarak kavraması ve sağlam bir mücadele hattı örmesi mümkün değildir.
Neoliberal sömürü politikalarının ana hatlarıyla da olsa ortaya koymak ve kavramak için onun içinden çıktığı koşullarla işe başlamak gerekiyor.
Neoliberal sömürü politikaları 1945 sonrasında emperyalist kapitalist dünya sistemine egemen olan Keynesci sömürü politikalarının tıkanmasına ve sistemin derin bir yapısal krize girmesine bağlı olarak geliştirilmiştir. Burjuva ideologlarınca kapitalizmin altın çağı olarak nitelenen 1945-70 arası yirmibeş yıl boyunca egemen olan Keynesci politikalar iki çok önemli dinamik üzerinden gelişti. Birincisi; II. Paylaşım Savaşının yarattığı yıkım sonucu tüm kapitalist dünyanın adeta yeniden imar edilmesi ve kapitalist ekonominin baştan aşağıya yeniden düzenlenmesi gereğinin ortaya çıkmasıdır. Paylaşım savaşlarının temel nedeni de zaten budur; dünyanın yeniden paylaşılması, bir kısım sermayenin savaşla yokedilmesi, el değiştirmesi ve sermayenin değerleneceği büyük ve yeni olanakların-alanların oluşması...
ABD emperyalizmi savaştan kapitalist dünyanın en azından birkaç onyıl için en büyük gücü olmayı garanti edecek denli güçlü çıktı. ABD düşmanlarını (Almanya, İtalya, Japonya) yenmiş ve işgal etmişti, bu ülkeler tam bir felakete uğramıştı. ABD’nin müttefiki olan Fransa ve İngiltere gibi emperyalistler ise savaşta tam bir yıkım yaşamış ve eski güçlerini önemli ölçüde yitirmişlerdi. Kapitalist sistemin varlığını sürdürmesi büyük bir imar hareketine ve sistemin yeniden örgütlenmesine bağlıdır. Bu ABD önderliğinde olacaktır. Böylece ABD’nin elinde birikmiş olan ve o güne değin, kapitalist dünyada ulaşılmış olan en büyük sermaye birikimi doğal olarak yüksek kar oranlarıyla değerleneceği alanı bulmuştur.
1945 sonrasında dünya kapitalizminin temel ekonomi politikası olan Keynesciliğin üzerinden yükseldiği ikinci temel dinamik sömürge ve yarı-sömürgeler dünyasında geliştirilen yeni-sömürgecilik ilişkileridir.
Sömürge ve yarı-sömürgeler savaş sonrasında kesin biçimde eski kölelik ilişkilerine kabul etmeyeceklerini yürüttükleri mücadeleler ile ortaya koymuşlardır. Yöneliş bağımsızlık, emperyalist sistemden kopuş ve sosyalizm doğrultusundadır. ABD ve diğer emperyalist güçler açısından bu durumun tersine çevrilmesi gereği açıktır. İkincisi sistemin yeni efendisi ABD, tüm sömürge ve yarı-sömürge alanların İngiltere, Fransa gibi ülkeler tarafından kontrol edilmesinden rahatsızdır. Bu ilişki tarzının tasfiye edilmesi ABD açısından kesinlikle zorunludur. Üçüncüsü, savaş sonrasında birçok ülkenin kapitalist sistemden koparak sosyalist bloka dahil olmasıyla yaşanan coğrafi daralmaya yeni açılımlarla çare bulunması gerekmektedir. Bunun görünen tek yolu pazar alanlarının hacminin mevcut pazarlarda derinleşme yoluyla büyütülmesidir. Derinleşmenin en önemli alanlarından biri de sömürge ve yarı-sömürgelerdir. Bu üç nokta eski sömürgeci ve yarı-sömürgeci ilişkilerin tasfiye edilerek yeni bir bağımlılık/sömürgecilik ilişkisinin kurulması gerektiğini gösteriyordu. Yeni ilişki tarzı yeni-sömürgeciliktir; sözde bağımsız devletler, yukarıdan aşağıya örgütlenmiş faşist bir devlet yapısı, emperyalist tekeller ve işbirlikçileri tarafından ihtal ikameciliği esas olan hafif ve orta sanayiye dayalı tümüyle bağımlı ve empeyalistlerin istemlerine tabi olan bir tekelci kapitalist ekonominin egemen kılınması, bu yolla milyarlarca insanın kapitalist pazar ağına dahil edilmesi...
1945 sonrası ortaya çıkan bu iki önemli dinamik yeni bir sömürü modelinin geliştirilmesini zorunlu kıldı. 1929 krizi ile darmadağın olmuş liberal ekonomi politikasıyla artık yürünümezdi. Sosyalist blokun ortaya çıkışını, işçi sınıfının önünde büyük bir alternatifin olduğunu hesaba katan, sistemin toparlanması sürecini düzenli biçimde gerçekleştirmeye olanak tanıyan bir yoldan yürünmeliydi. İşte İngiliz iktisatçı Keynes’in formülü ettiği; tam istihdamın sağlanması, ekonomide devletin hem doğrudan yatırımlar, hem de düzenleyici uygulamalar yoluyla rolünün arttırılması, vb. bir dizi yaklaşımı esas alan ve kendi adıyla anılan Keynesci sömürü politikaları tam da bu noktada öne çıktı. ABD’nin tüm kapitalist dünyanın yeniden imarı ve kapitalist ekonominin dünya çapında örgütlenmesi ve finansını sağlaması, bu yoldan elinde biriken büyük sermaye için değerlenecek alanlar yaratırken, diğer kapitalist ülkelerin tekrar ayağa kalkması, tam istihdamın sağlanması, devletin ekonomide düzenleyeci rolünün arttırılması ve doğrudan yatırımlar yoluyla devlet kapitalizminin geliştirilmesi, büyük çaplı standart üretime olanak sağlayan fordist iş örgütlenmesinin başat iş örgütlenmesi haline gelmesi, otomotiv, beyaz eşya, demir çeliğin hegemonik sektörler haline gelmesi, vb. öğeler yeni dönemin sömürü modelinin başlıca unsurları durumundaydılar. Sömürge ve yarı-sömürgelerin yeni-sömürgeleştirilmesi sürecinin en temel unsuru olan çarpık ve bağımlı kapitalist yapıda Keynesçi sömürü modelini elbette çok daha sınırlı ve adeta karikatürleştirilmiş tarzda örnek aldı. Yeni-sömürge kapitalizmlerinin temel politikası olan ihtal ikameci sanayileşme, bir yanıyla Keynesçi sömürü modelinin bir bileşeni olarak gelişti.
Başta ABD olmak üzere, dünya kapitalizmi bu yoldan yürüyerek 1945’ten 1970’lerin başlarına değin, dizginsiz bir sömürü zemini yarattı.
İşte 1970’lerde ortaya çıkan yapısal kriz Keynesçi politikaya zemin oluşturan iki dinamiğinde tükenmesinin ürünüdür.
1960’larda savaş sonrası toparlanmanın motoru olan savaş sonrası imar ve yeniden inşa sona ermiştir. Diğer emperyalist ülkeler, özellikle Almanya ve Japonya büyük bir hızla toparlanmıştır. Almanya ve Fransa’nın önderliğinde Avrupa’da ABD’ye karşı AET (Avrupa Ekonomi Topluluğu- AB’nin önceli) oluşmuştur. Emperyalistler arası rekabet açık ve keskin bir hal almaktadır. İşçi sınıfı ve sendikal örgütleri büyük bir güç toplamıştır. Öte yandan, emek üretkenliğindeki artış eski ivmesini yitirmektedir. Fordist iş örgütlenmesi giderek yetersizleşmektedir. Standart kitlesel üretim/tüketim sınırlarına varmak üzeredir. Yeni-sömürgelerdeki ihtal ikameci sanayileşme tıkanma emareleri göstermektedir. İç pazara dönük üretim yapan sanayi teknoloji, techizat, enerji, ara malları açısından tümüyle emperyalist tekellere bağımlıdır. Bu ihtiyaçların karşılanması ancak tarım ürünleri ve hammadde ihracı ile mümkündür. Ancak tarım ürünlerinin uluslararası piyaslardaki fiyatları sürekli sanayi malları karşısında düşmektedir. Bu durum döviz girişini azaltmakta, ihtiyaç giderek artan oranda dış borçla karşılanmaktadır. Sömürge ve yeni-sömürgelerde devrimci mücadeleler hızla artmakta, büyümekte, emperyalist sistemden kopan ülkelerin sayısı artmaktadır. Bunlara karşı, özellikle Vietnam’daki devrimci mücadeleye karşı yürütülen karşı-devrimci savaş ABD’nin kaynaklarını büyük bir hızla yutmaktadır. Sistemin dinamosu olan ABD, rakip güçlerin ve karşı dinamiklerin etkisiyle giderek zayıflamaktadır. Bütün bu süreç kar oranlarında ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminde büyük bir düşüşe yol açmış ve 1970’lerin başlarında sistem derin bir yapısal krize sürüklenmiştir.1945 sonrası dünya ekonomisinin temelini oluşturan Bretton-Woods anlaşması çöktü.
Aslında yapısal kriz denilen şey, emperyalizmde içsel olan genel bunalımının yeniden ağır biçimde kendini göstermesidir. Emperyalizmin genel bunalımının hafifletilmesinin yegane yolu dünyanın yeniden paylaşılması ve bunun için yürütülen büyük savaşlardır. II. Paylaşım savaşının bu yönlü etkisi ancak 20-25 yıl sürmüştür ve nihayet 1970’lere gelindiğinde bütün çelişkiler yeniden en şiddetli biçimleriyle tarih sahnesindeki yerini almıştır. Kapitalist dünyada büyüme oranı 1970’lere gelindiğinde yarı yarıya ulaşan ölçüde keskin bir düşüş yaşamıştır.
Dev bir sosyalist sistemin varlığı koşullarında genel bunalımın hafifletilmesinin yolu emperyalistler arası yeni bir paylaşım savaşı doğal olarak olamazdı. Sosyalist sisteme karşı büyük bir askeri saldırı ise tüm dünyanın yokoluşu ile sonuçlanabilirdi.
İşte 1970’li yıllar emperyalist-kapitalist sistem için bu koşullar altında büyük bir sıkışma ve arayış süreci olarak biçimlendi. Yeni-sömürgelerdeki ihtal ikameci kapitalist yapı büyük borçlar verilerek ayakta tutulurken, emperyalist metropollerde ara çözümler ile yol alınmaya başlandı.
Tam bu noktada, klasik okulun (liberaller) temsilcileri yeni koşullara uyarlanmış düşünceleriyle (neoliberalizm) yeniden kapitalist sahnenin ön sıralarına geçtiler. 1970’lerin ortasında, o döneme değin yüzüne bakılmayan neoliberallerin babası Friedman’a Nobel iktisat ödülü verildi. 1980’lere gelindiğinde ise neoliberal ekonomi politikası başta ABD ve İngiltere olmak üzere emperyalist sistemde egemen sömürü modeli haline gelmiş durumdaydı.
Neoliberalizm de tıpkı Keynesci politikalar gibi sermaye için daha yüksek kar oranlarıyla değerlenme olanakları, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminde yaşanan düşüşün tersine çevrilmesini hedeflemekteydi. Bunun için sömürü ilişkilerinin yeni derinleşme yolları gerekiyordu. Bu bağlamda neoliberal politika esas olarak krizi yönetmeyi hedefleyecekti. Krizin büyük bir çöküşe dönüşmesi engellenmeli, kar oranlarının yükseltilmesinin, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin önündeki tüm engellere karşı büyük savaşlar dışındaki bütün yollar topyekün devreye sokulmalıydı.
İşçi hareketi püskürtülmeli, sermayenin dolaşımının önündeki tüm coğrafi, yasal vd. engeller ortadan kaldırılmalı, uluslararası işbölümü yeniden düzenlenmeli, iş örgütlenmesi kar oranlarını yükseltecek tarzda yeniden biçimlendirilmeli, yüksek kar oranları sağlayacak yeni sektörler öne çıkarılmalı, vb. tüm yol ve araçlar devreye sokulmalıydı. Bu noktada neoliberal sömürü modelinin temel noktalarını ortaya koyabiliriz;
Herşeyden önce, sermayenin dünya çapında hareketinin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılması neoliberal sömürü modelinin başlıca unsurudur. Malların, hizmetlerin ve özellikle mali sermayenin dolaşımının önündeki tüm engeller hızla ortadan kaldırılmış, bankacılık, kambiyo, borsa ve gümrük sistemi buna uygun olarak yeniden yapılandırılmıştır. Mali sermaye kapitalist sistem içinde öne çıkarken, onun içinde de spekülatif sermayenin en önemli kar kaynaklarından biri haline geldiği bir işleyiş oluşturuldu. İletişim olanaklarınında yardımıyla oldukça büyük bir mali sermaye tüm dünya çapında dolaşıma girmiş, ışık hızıyla hareket ederek, vurguncu spekülatif karlar yaratmaya başlamıştır. Büyük borç sistemi ve büyük borsaların yanı sıra yeni-sömürgelerde ortaya çıkan ve vurgunculuğa oldukça açık olan daha sığ küçük borsalar sistemi, tamamen spekülatif, sanal, gerçek yaşamda karşılığı olmayan büyük bir kar dağı, sermaye birikimi yaratmaya başlamıştır.
Kapitalist üretim sürecinin fordist iş örgütlenmesinden, postfordist olarak da tanımlanan esnek iş örgütlenmesi zemine kaydırılması neoliberal sömürü modelinin temel özelliklerinden birdir. Standart kitle üretimini esas alan, bant üzerinde işçilerin tekrarlanan basit ve mekanik işleri yapmasına dayanan büyük fabrika düzenini ifade eden fordist iş örgütlenmesi gelinen noktada işlevsiz hale gelmişti.
Daralan talebe standart ürünler yerine ürün çeşitliliği ile karşılık vererek yeni talepler yaratmak, işçi sınıfının örgütlü gücünü kırmak ve istikrarsız talep ve piyasa koşullarına uyum sağlamak için büyük üretim birimlerini tasfiye ederek küçük üretim birimlerine geçmek, üretim sürecini parçalanması ile oluşan küçük üretim birimlerini yasal iş zorunluluklarına uymayan küçük taşeron firmalara devretmek, düzenli çalışma koşullarını tasfiye ederek düzensiz ve patronların istemlerine uygun hale getirmek, yani esnetmek, vb. pek çok yoldan sömürü oranlarını arttırıcı yeni tebdirleri almak emperyalist güçler için bir zorunluluk olarak görülmekteydi. Post fordist iş örgütlenmesi denilen kalite çemberleri, esnek üretim vb. iş örgütlenmeleri bu doğrultuda yapılan saldırıların ürünü olmuştur.
Elbette bu sadece emperyalistlerin öznel istem ve dayatma ile gerçekleşmemiştir. Teknolojik gelişmelerde fordist iş örgütlenmesinin tasfiyesi için gerekli olan nesnel temeli oluşturmuştur. Mikro elektroniğin gelişmesi, taşımacılığın ucuzlaması, ürün dizaynı vb.’nin bilgisayarlar aracılığıyla yapılabilir hale gelmesi ürün çeşitliliğine, çalışma koşullarının esnetilmesine, üretim sürecinin değişik aşamalarının farklı mekanlarda ve koşullarda üretilmesine olanak verir hale gelmişti. Bir ürünün ortaya çıkarılış sürecinin bütün aşamalarının (ya da çok büyük bir bölümünün) tek bir fabrikada gerçekleştirildiği, ürün çeşitliliğinin sınırlı olduğu, bant eksenli üretimin egemen olduğu, büyük işçi kitlelerinin tek bir fabrikada toplaştığı ve güçlü örgütlülükler yaratabildiği, düzenli çalışma koşullarının (düzenli iş saatleri, sigorta ve sağlık koşulları vb.) az çok sağlandığı çalışma düzeni artık geride kalacaktı. Son ürünün ortaya çıkarılış süreci en küçük aşamalarına değin parçalandı. Üretim sürecinin tasarım ve teknoloji yoğun üretim aşamaları ana firmaların (kapitalist tekellerde) fabrikalarında gerçekleştirilirken, emek yoğun aşamaları ise taşeron firmalara ait işletmelere havale edilmektedir. Böylece ana firma oldukça küçük bir çekirdeğe dönüşmekte, pek çok maliyetten kurtulmaktadır. Ayrıca tasarım ve teknoloji yoğun üretim aşamalarında yoğunlaşan ana firma diğer yüklerden kurtulduğu için talep çeşitlenmesine daha esnek biçimde yanıt verme olanağına da kavuşmaktadır. Talebin istikrarsız olduğu koşullarda talep yetersizliği durumlarında stoka çalışma sözkonusu olmamaktadır. Büyük işletme koşullarında talep yetersizliği durumunda ya işçi ücretlerini ödemeye devam ederek üretimi durdurmak, ya da risk alarak stoka çalışmak gerekirken, küçük işletmeye dönüşüldüğünde talep yetersizliği durumunda risk oldukça küçük olmaktadır. Asıl risk ise çok sayıda işçi çalıştıran emek yoğun üretim aşamalarını gerçekleştiren taşeron firmalara yıkılmaktadır.
Bu firmalar ise genellikle KOBİ olarak anılan küçük firmalardır ve sigortasız, vasıfsız, güvencesiz işçileri çok düşük ücretlere çalıştırmaktadır. Ana firma taşeron firmalara iş vermediğinde derhal kapı önüne konulan taşeron firma işçileri olmaktadır. Üretim sürecinin bu tarz parçalanması uluslararası düzeyde de olmaktadır.
Emperyalist tekeller ürettikleri ürünlerin emek yoğun aşamalarının küçümsenemeyecek bir bölümünü, artık çok düşük ücretlerin ve taşeron firmaların olağanüstü ölçüde fazla olduğu yeni-sömürgelerde gerçekleştirmektedirler. Tasarım ve yüksek teknoloji gerektiren üretim aşamaları emperyalist tekellerin merkezlerinde gerçekleştirilirken, emek yoğun aşamalar, yeni-sömürgelerdeki taşeron firmalara ya da ana firmanın bu ülkelerde oldukça elverişli koşullarda kurduğu fabrikalarda gerçekleştirilmektedir. Taşeronlaştırma firmaların kendi içlerinde de yoğun biçimde yaşanmaktadır. Büyük üretim birimlerinde değişik üretim birimleri taşeron firmalara kiralanmakta, bu firmalar tarafından sağlanan her türden güvenceden yoksun ve çok düşük ücretle çalışan işçiler üretimi gerçekleştirmektedirler.
Böylece ana firma işçilik maliyetlerini, talep yetersizliği durumunda işçi çalıştırma, kıdem tazminatı yükümlülüğünü bir çırpıda üzerinden atabilmektedir.
Üretim sürecinin bu parçalanışı ve taşeronlaştırma aynı fabrika içinde kimi uç örneklerde 10’un üzerinde taşeron firmanın çalıştığı, çalışan işçilerin çalışma koşulları, ücretler ve örgütlenme bağlamında birbirinden yalıtıldığı, parçalandığı bir üretim süreci yaratmıştır.
Üretim sürecinin parçalanmasının somut örneklerinden birini dünyaca ünlü ABD’li uçak ve silah sistemleri üreticisi Boeing uçak tekelidir. 1980’lere değin üretiminin hemen hemen tüm aşamalarını ABD’deki büyük üretim komplekslerinde onbinlerce işçi çalıştırarak gerçekleştiren Boeing firması, bugün tümüyle farklı bir noktada bulunmaktadır. Tek bir yolcu uçağının parçaları tam olarak 52 ayrı ülkede taşeron firmalar ya da Boeing’in yan kuruluşları tarafından gerçekleştirilmektedir. 52 ayrı ülkede üretilen parçalar Boeing merkezinde birleştirilmekte ve nihai ürün yani uçak ortaya çıkmaktadır. Buna bağlı olarak onbinlerce işçi çalıştıran Boeing artık yoktur. Tasarım, ar-ge ve kritik parçaları üreten çekirdek bir ana firmaya dönüşmüştür Boeing. Ve böylece onbinlerce işçi çalıştırmanın tüm risklerinden kurtulmuştur.
Bu durum sadece Boeing’e özgü değildir. ABD’deki sanayi üretiminin neredeyse yüzde 70’i benzer bir üretim sürecinin ürünüdür. ABD dünyanın en büyük “montaj sanayi” ülkesine dönüşmüştür. 1960 ve ‘70’lerde aşağılanan montaj sanayi farklı bir bağlamda kapitalist üretim sürecinin başat olgularından biri haline dönüşmüştür.
Post fordist ya da esnek iş örgütlenmesi esas olarak emek piyasasının esnekleştirilmesi anlamına geliyor. Düzenli ve işçi sınıfının pek çok kazanımını içeren iş koşullarının her yönden esnetilmesi, kuralsızlaştırılması esnekliğin başlıca unsurlarından biridir. Yasal koşulların esnetilmesi işçi haklarının güvenceleyen yasal kazanımların ortadan kaldırılmasını, sayısal esneklik işçi sayısını değiştirebilmeyi yani işten atma özgürlüğünü, zaman esnekliği çalışma sürelerinin belirsizleştirilmesini, işlevsel esneklik işçinin kafa ve kol tüm birikimini iş sürecine katmasını hedeflemektedir. Yukarıda ifade edilen küçük işletmelerin yaygınlaşmasıyla birlikte ele alındığında emek piyasasının esnekleştirilmesi sigortasız, iş güvencesi olmadan, 8 saatlik iş günü süresini çok fazla aşan (13-14 saati bulan işgünü artık istisna olmaktan çıkmıştır) ve sık sık tatil günlerini de kapsayan iş sürelerinde, sağlıksız işyeri koşullarında çalışmanın yaygın hale gelmesi anlamını taşımaktadır.
Tüm yeni-sömürgelerde az sayıdaki büyük işletme dışında (ki bunlardaki koşullarda oldukça kötüleşmiştir) işletmelerdeki çalışma düzeni, iş örgütlenmesi esnek üretimin en vahşi uygulamaları temelinde biçimlendirilmiş durumdadır. Sadece yeni-sömürgeler değil, emperyalist ülkelerde de vahşi uygulamalar, çalışma yaşamının kuralsızlaştırılması genel durum halini almıştır.
Emperyalist sistemdeki kar oranlarının azamileştirilmesi faaliyetleri kapitalist sanayinin yeni sektörler temelinde yeniden organize edilmesini beraberinde getirmiştir. Yeni sektörler yeni ürünleriyle ortalamanın üstünde karlar demektir. Bu bağlamda, mikro elektronik, bilişim, biyoteknoloji ve bunlarla bağlantılı ürünler ve sektörler kapitalist sanayinin hegemonik sektörleri haline gelmişlerdir. Kapitalist dünya sanayinin yeni sektörler temelinde yeniden yapılanması neoliberal sömürü modelinin bileşenlerinden biridir.
Bu sekörlerin ürünleri aynı zamanda sermayenin olağanüstü bir hızla dolaşımını (bilgasayar, uydu haberleşmesi ve internetin banka ve borsalardaki sermaye dolaşımını ışık hızına çıkarması), üretim sürecinin parçalanmasını ve ana firmaların tasarım ve yüksek teknolojili işleri az sayıda kalifiyeli işçi ile yapabilmelerini, ürün çeşitliliğini hızla gerçekleştirebilmeyi (CNC vb. makinalar, bilgisayarlı tasarım vasıtasıyla) olanaklı kılmıştır. Bu aynı zamanda eskiyen ve üretim sürecinde belirleyici niteliklerini yitiren sektörlerin (ki bunlar çoğunlukla emek yoğun sektörlerdir) emperyalist ülkelerden yeni-sömürgelere aktarılması anlamına gelmiştir.
Bu sürecin en temel bileşenlerinden biri ise yeni-sömürgelerde çökmekte olan ithal ikameci sanayileşme modelinin terk edilerek, neoliberal düzenlemelere uygun olarak bağımlı kapitalist yapının yeniden organize edilmesidir. Ödenemeyen borçlar nedeniyle tıkanan ihtal ikameci sanayileşme modeli, borçların ödenmesini sağlayacak tarzda dönüştürülmüştür. Dönüşümün motoru sanayinin ihracata yönelik olarak organize edilmesidir. İç talebin kısılması ve tüm üretim sürecinin ihracata yöneltilmesi, bunu teşvik edici önlemlerin alınması bu sürecin başlıca uygulamalarıdır. Sadece bu da değil, uluslararası işbölümünün yeniden biçimlendirilmesine paralel olarak her ülkenin hangi üretim sektörlerinde yoğunlaşacağıda tümüyle emperyalist güçlerin ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden belirlenmiştir.
Böylece ihtal ikameci sanayileşme döneminde ülke pazarının tümüyle tatmini için çok yönlü olarak gelişen ekonomiler, uluslararası piyasalarda neyin satılacağına uygun olarak biçimlendirilmiş, belirli sektörlere yönlendirilmiş ve böylece ekonomilerin az çok bütünlüklü yapısı da parçalanmıştır. Bunun somut örneklerinden biri Türkiye tarımıdır. İhtiyaç duyduğu tarım ürünlerini hemen hemen tümüyle kendi üretebilen Türkiye, bugün uluslararası piyasaların ihtiyaçlarına göre sadece belirli ürünlere yönlendirilmektedir. İhracat yapılmalı ve borçlar ödenmelidir, o kadar.. Hiç kuşkusuz borçaların ödenmesi, yeni-sömürgelerin uluslararası mali sermaye ve üretim çevrimine girmesi için dayatılanlar bunlarla sınırlı değildir. Emperyalistler özelleştirmeler yoluyla, yeni-sömürgelerde yaratılan borsalar yoluyla vb. her yoldan yeni-sömürge ekonomilerini yeniden biçimlendirmektedirler.
Meta üretimi dışında kalan tüm üretim süreçlerinin ve ürünlerinin meta üretimine dahil edilmesi ve böylece yeni ve yüksek kar alanlarının açılması neoliberal sömürü modelinin başlıca unsurlarından biridir. Bu metalaştırma sürecinin adı özelleştirmedir. Önce zarar eder hale getirilerek, özelleştirilmeleri için gerekli ortam hazırlanan bu işletmeler, ardından kimi zaman tamamen parasız olarak tekellere peşkeş çekilmiştir. İşçi sınıfının mücadeleleri sonucu kar amacı gütmeyen ve devletler eliyle yürütülen kamusal hizmetlerin (eğitim, sağlık, haberleşme, ulaşım vb.) özelleştirilmesiyle yüksek kar oranlarıyla değerlenme alanı arayan sermaye için olağanüstü büyük alanlar açmıştır.
Böylece bir yandan yüksek kar oranları sunan yeni alanlar oluşurken, diğer yandan bu alanları finanse etmek için kullanılan kamu fonlarının da sermayeye çeşitli yollardan aktarılmasının önü açılmış, bir taşla iki kuş vurulmuştur. Metalaştırma sürecinin bir boyutunu kamusal hizmetlerin ve sektörlerin özelleştirilmesi oluştururken, bir diğer boyutunu ise insan etkinliklerinin istisnasız tüm alanlarının (sanatsal, düşünsel, vb.), tüm ürünlerinin, insani yaratıcılığın tüm sonuçlarının mal haline getirilmesi oluşturmuştur.
Bu yoldan çok böyük bir pazar alanı daha oluşturulmuştur. Bu aynı zamanda, emekçilerin düşünsel üretim süreçlerinden ve ürünlerinden yüksek fiyatlar nedeniyle uzaklaştırılması anlamına gelmiştir.
Neoliberal küreselleşmenin eksenini bu politikalar oluşturmaktadır.
Neoliberal sömürü modeli, uluslararası ilişkilerde, kapitalist devletin rolünde, sınıflar mücadelesinin bütün alanlarında pek çok önemli değişme ve gelişme ile paralel olarak geliştirilmiştir. Uluslararası alanda ABD emperyalizminin öncülüğünde büyük emperyalist güçlerin uzlaşması sağlanırken, tek tek ülkelerde ise burjuva devlet aygıtları geçmiş dönemindeki tüm “sosyal” vb. rollerini bir kenara iterek yeniden yapılandırılmıştır. Devlet vahşi neoliberal politikaların doğrultusunda kamusal hizmetler alanından çekilmiş, emekçilerin kazanımları üzerinden yükselen kurumlar işlevsizleştirilmiş, devlet bu alanlarda küçültülürken, zor aygıtı olarak büyütülmüştür.
Sadece bu da değil; bu süreçte tekellerin zararlarını, kayıplarını ise kamusallaştırmıştır. Sağlık, eğitim, ulaşım vb. hizmetlerde küçülen devlet, devasa polis ve askeri aygıtların oluşturulması ve hortumcuların, tekellerin zararların karşılanması işinde ise devasa büyüklüklere ulaşmıştır.
Ülkemizde devlet sağlıktan, eğitimden, kamusal hizmetlerden çekilmelidir diyenler, sadece son krizde hortumcuların yarattıkları 50 milyar doları aşan zararı kamu fonlarıyla karşılayabilmiştir. Herşey tekeller ve hortumcular içindir artık...

Neoliberal Küreselleşmenin
Yarattığı Yıkım ve Devrimin Güncelliği

Neoliberal küreselleşme politikaları tüm vahşi uygulamalara karşın kapitalist dünya sisteminin 1970’lerde ağırlaşan genel bunalımını ciddi ölçüde hafifletememiştir. Kapitalist dünya ekonomisi bir daha asla 1950 ve ‘60’lardaki büyüme ve verimlilik oranlarına ulaşamamıştır. Fakat bu politikalar sistemin genel bir çöküş yaşamasını engellemek bağlamında krizin yönetilmesi hedefine genel hatlarıyla ulaşabilmektedir.
Öte yandan, emekçiler cephesinde, genel olarak tüm insanlık açısından yaşanan tam bir felakettir. Neoliberal sömürü modelinin yarattığı ilişkiler dünyası toplumsal yaşamın tüm alanlarının tamamen tahribi anlamına gelmiştir. Sadece toplumsal yaşam değil, doğanın tahribi de artık geri dönülmez noktalara ulaşmaktadır.
Neoliberal küreselleşme politikalarının baş aktörü ABD toplumunun gerçekliğini ortaya koyan kimi veriler gelinen noktayı göstermesi açısından oldukça anlamlıdır;
ABD nüfusunun %1’i %40’ının servetine sahip, 52 milyon okuma yazma bilmiyor, her gün 33 kadına silahlı sadırı olur ve her dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. 7 milyon evsiz var, 26 milyon uyuşturucu kullanıyor. ABD halkının %78 meleklere, %28’i büyüye, %30’u ölümden sonra dirilişe, ve %10’u Elvis Presley’in yaşadığına inanıyor; ABD’lilerin %86’sı tanrıya, %79’u ölümden sonra yaşama, %32 insanın özünde şeytan olduğuna, %82’sinin ise 13 sayısının uğursuzluğuna, %53 komünizmin şeytan olduğuna inanıyor. 1987’de işçi ücretlerinin patron gelirine oranı 1’e 41 iken, 1994’de bu oran 1’e 87’dir. ABD’de en zengin %1 toplam servetin %6’sına sahiptir...
1983-89 arasında ulusal zenginlik artışının %61’ini en zengin %1 alırken, bu oran %80 yoksul için %1,2’dir... 1973-93 döneminde ücretlerin en yoksul %10 yoksullar için %4 azalırken, en engin %10 azınlık için %22 artmıştır. 1980’li yılların gelir artışının 3/4 en zengin %20’lik kesime gidiyor ve bunlar toplam servetin %55 kontrol altında tutuyor. Şirket yöneticilerinin maaşı 1970’te işçi ücretinin 40 katı, bugün ise, 200 katıdır, işçi ücreti 1979’un altına düşmüştür. (Rakamlar “Rüya mı, Karabasan mı” kitabından alınmıştır.)
Başka rakamlarda var: 225 zenginin serveti dünya nüfusunun %47’sinin gelirine eşit... 1 milyar 200 milyon kişi günde 1 doların altında geçiniyor... Dünya üretiminin %77’si 29 sanayileşmiş ülkeye ait... 48 geri bıraktırılmış ülkenin dünya ticaretindeki payı %0,4’tür... Dünyadaki 23 trilyon dolarlık ekonomik varlığın sadece 5 trilyon doları gelişmekte olan ülkelere ait ve bunlar dünya nüfusunun %80’ini tutuyor.
Dünya nüfusunun %5’i, mal varlığının %86’sını, pazarların %74’ünü elinde tutarken; en yoksul %5’lik kesim ise bunların %1’ine sahiptirler. Dünya nüfusunun yarısından fazlası günde 2 dolardan aşağı kazanıyor. Dünyanın en yoksul ve en zengin %20’lik kesimlerin payı, 1960’da %30 iken, 1993’de %89’dir. Dünyada en fazla paya hükmeden birimler 29 hükümet/devlet ve çok uluslu şirkettir.
En zengin 3 çok uluslu şirket (Exxon Mobil, General Motors, Ford), ABD, Almanya, Japonya, Çin, İtalya, İngiltere, Fransa hariç, 191 ülkeden daha zengindir... 200 çokluluslu şirketin 172’si ABD’ye aittir; 200 ÇUŞ GSMH payı 1982’de %24,2 iken, bu oran 1992’de %26,8’e çıkmıştır... 1970’de 7 bin ÇUŞ varken, bu sayı 1990’da 37 bin ve ayrıca 170 binde yavru firmaya çıkmıştır.
Bu kadar rakam yeter... rakamların dili, 200 ÇUŞ’un dünya piyasasına egemen olduğu, dünya nüfusunun yarısının açlık sınırında yaşadığı, emperyalist ülkeler ile yeni sömürge ülkeler arasındaki mesafenin büyüdüğüdür. Yani, küreselleşmenin öte yüzü sadece tek tek ülkelerde değil, dünya ölçeginde yoksulluk-açlık-sefalettir.
Neoliberal sömürü modelinin yaklaşık 25 yıllık macerasının ardından gelinen noktada artık neoliberal politikaların kaçınılmazlığı, vazgeçilmezliği söyleminin esamesi dahi okunmamaktadır. Neoliberal politikaların yarattığı yıkım artık üstünden atlanamayacak ölçüde herkes için açıktır. Emperyalistler giderek işlevsizleşmekte olan neoliberal küreselleşmenin artık nasıl yamanabileceğini, nasıl düzeltilip sürdürülebileceğini tartışmaktadırlar.
Açıktır ki, neoliberal küreselleşme sürecinde tekelci kapitalizmin üretici güçleri yoğun biçimde tahrip etmektedir. Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişki-çatışma alanları büyüyor. Kapitalist sistem herşeyi çürütüyor ve üretim ve üretici güçlerin gelişimi mali sermayenin hareketi ve gücü karşısında oldukça tali bir noktada duruyor. Rantiyeci kesimler hızla büyüyor. Devletin rantiyeci niteliği daha da belirginleşiyor. Toplumsal kutuplaşma kapitalizm tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar artıyor. Bütün bunlar kapitalist sistem ile başta proletarya olmak üzere emekçi sınıflar arasındaki mesafenin açıldığını, direniş ve mücadelenin nesnel zeminlerinin büyüdüğünü gösteriyor.
Emperyalizmin genel bunalımı sürüyor ve devrimin tüm dünya çapında nesnel koşullarının varlığı büyüyerek devam ediyor. Emperyalist zincir hem emperyalist ülkelerde, hem yeni-sömürgelerde zayıflıyor. Ezenler eskisi gibi yönetemediklerini son 25 yıl içinde açık biçimde göstermişlerdir.
Artık emperyalistler için 1945-70 arası yeni bir sözde “altın çağ” yok.. Zaten böyle bir beklenti pek görülmüyorda. Krizi yönetmek istiyorlar, fakat krizi yönetmede de güçlük çekiyorlar. İç çelişkileri ve emekçilerin direnci giderek artıyor.
Artık emekçiler de eskisi gibi yaşamak istemiyor. Küçük de olsa devrimci ve demokratik temellerdeki kitlesel direnişler artıyor. Asıl sorun eskisi gibi yaşamak istemeyen emekçilerin henüz nasıl yaşamak istedikleri konusunda da açık bir fikre ve pratik alternatife sahip olmamalarıdır.
Tam da bu noktada, krizle, çürümeyle sürünen tarihsel akışa atılım ruhu kazandıracak bütünlüklü devrimci müdahale, devrimci atılım tarihsel bir zorunluluk olarak kendisini dayatmaktadır. Devrimci sosyalizm neoliberalizm çukurunun içinde devrimci dinamiklerin yeşerdiğini, büyüdüğünü görmektedir. Buz kırılacak yol tekrar açılacaktır. 21. yüzyıl yeni Ekim Devrimleriyle neoliberalizmin de, kapitalizmin her türden görünümünün de yok edildiğini mutlaka ama mutlaka yazacaktır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul