1 Mayıs 2004 geride kaldı... Coşkusuyla
ve öfkesiyle, zayıf ve güçlü yanlarıyla, tartışmaları
ve çekişmeleriyle zor ve sancılı bir 1 Mayıs süreci
yaşandı. Süreç her yıl olduğu gibi bu yıl da yine
İstanbul üzerinde odaklandı. Bu aslında bir ölçüde
doğal sayılmalı; çünkü sonuçta her zaman 1 Mayıs,
hem genel nüfus oranı açısından hem de proletaryanın
ve yeni emekçi katmanlarının yoğunlaşması bakımından
İstanbul üzerine odaklanmıştır ve önümüzdeki yıllarda
da böyle olacaktır.
İki 1 Mayıs yaşadık bu yıl İstanbul’da... Taşrada
böyle bir bölünme söz konusu olmadı, yine her
zaman olduğu gibi tartışmalar ve sıkıntılar İstanbul
üzerinde yoğunlaştı.
Aslında, 1 Mayıs’ın bölünmesi yakın tarih açısından
ilk değil, hatırlanacağı gibi 1993’te de Perinçek
ve şürekasının gayretleriyle yaratılan fiili durum
sonucunda Şişli ve Pendik üzerinden bir bölünme
yaşanmış ve solun, emekçilerin ezici bir çoğunluğu
Pendik’teki kutlamayı tercih etmişti. Kolayca
anlaşılabilecek sebeplerden ötürü o süreçte bu
bölünme çok da önemli olmamıştı; daha doğrusu
ortada kolayca tercih yapılabilir bir durum vardı
ve üstelik uzun süren bir belirsizlik de yaşanmamıştı.
Daha önceki 1989 tablosunda da çok fazla teredddüt
unsuru bulunmuyordu. 1 Mayıs’ı kapalı salon toplantılarıyla
geçiştirmek isteyen sendikalara karşın devrimci
güçlerin ciddi bir yoğunluğu sokağı tercih etmiş
ve Dalcı’nın ölümü pahasına da olsa gerekeni yapmıştı.
2004 tablosu ise bu bakımdan hayli karışık ve
tartışmalı unsurlar içeren bir tablo oldu. Bu
kez, 12 yıllık yasal kutlama geleneğinin arkasından
tartışılan şey, sokak eyleminin varlığı yokluğu
noktası değildi. Tersine, 1992’den bu yana 1 Mayıs
mitinglerinin düzenlenmesi işini fiilen sendikalar
eline almış bulunuyordu ve hatta giderek devrimci
ve sosyalist güçler bakımından bu durum bir sorun
olmaya başlamış, devrimci güçleri organizasyon
aşamasından dışlayan sendika konfederasyonlarının
tutumu ciddi bir rahatsızlık konusu haline gelmişti.
Yani sorun, “sendikaların 1 Mayıs’ı sahiplenmemesi”
değil, uzunca bir süredir deyim yerindeyse “gereğinden
fazla sahiplenerek tekeline alması” sorunuydu.
Öte yandan 2004’teki bölünme tablosu, 1993 gibi
Perinçek ismiyle zaten baştan damgalanmış bir
durum da değildi; bu açıdan bakılırsa 1993 esasen
bir “bölünme” bile sayılmazdı zaten.
2004’e gelindiğinde ise durum farklıydı ve çok
daha karmaşıktı. Saraçhane’deki ses otobüsünden
ikide birde “ayrışma tamamlanmıştır, bir yanda
sınıf işbirlikçiliği diğer yanda sınıf hareketi!”
gibi anonslar yapılsa da durumun tam olarak böyle
olmadığını mikrofonun başındakiler bile biliyordu
aslında. Bu türden kullanıla kullanıla ucuzlamış
söylemlerin çok anlam ifade etmediği, Türk-İş
ve DİSK-KESK ayrımının örneğin 70’li yıllardaki
gibi kalın çizgilerle çizilebilecek netlikte olmadığı
da biliniyordu.
Yeri gelmişken ve süreci incelemeye başlamadan
önce Sosyalist Barikat’ın bu türden söylemleri
genel olarak benimsemediğini de ifade etmeliyiz.
Solda çok yaygın olan sendikacı taşlama ayinleri,
bize uzaktır. Bu, mevcut sendikal tablonun olumsuzluklarını
görmediğimizden değil, sürecin görünenden daha
karmaşık olduğuna inandığımızdan ötürü böyledir.
Daha birinci sayımızdaki 19 Aralık değerlendirmemizde
değindiğimiz gibi, biz, genel olarak kitle örgütlerine
hiç durmadan keskin eleştiriler yöneltmenin sol
açısından özeleştirel bir tutumun önünü kestiğine
inanıyoruz ve ayrıca bu eleştirileri ne kadar
keskinleştirir, ne kadar ağır suçlamalar yöneltirsek
işlerin o kadar düzeleceği varsayımı da bize hiç
mantıklı gelmiyor. Ayrıca, bugünkü olumsuz tablodan
yalnızca sendikaları ve sendikacıları sorumlu
tutmak, bize göre bir ölçüde yapısalcı bir çözümlemeye
de dayanmaktadır. Oysa sorun çok daha karmaşıktır.
Esas olarak önümüzde dönemle ilgili bir sorun
vardır ve sosyalist hareketin zayıflığı süreci
belirlemektedir. Yeni dönem, yeni üretim yöntemleriyle
birlikte gelerek sınıfın yapısını parçalamış,
bir yandan yeni işçi katmanlarını sürece katarken
diğer yandan da klasik yöntemlerle örgütlenmesi
mümkün olmayan bir dağınıklık tablosu yaratmıştır.
Ve işin açıkçası, bu yeni tablo karşısında yeni
sendikal örgütlenme biçimleri (bazı denemelere
karşın) henüz yeterince keşfedilip uygulamaya
konulmuş değildir. Bunun da ötesinde, toplam olarak
siyasal atmosferin değiştirilmesi, kitlelerde
sola karşı, hatta daha genel olarak toplu davranış-örgütlenme
fikrine karşı oluşmuş bulunan güvensizliğin kırılması
konularında da devrimci hareket henüz ciddi adımlar
atabilmiş değildir. Dolayısıyla sosyalist cephede
sanki işler yolunda gidiyormuş gibi sendikaları
hedef tahtasına çakmak, sanki sendikacılar bizimle
kontrat yapmışlar da onu bozmuşlar gibi bir havayla
davranmak gerçekçi bir yaklaşım değildir. Sarı
sendikacılardan çok çok bahsettiğimizde bu rengin
giderek kızıllaşacağını varsaymak da hiç akıllıca
değildir. Önümüzde, iki düzeyde çözülmesi gereken
bir sorun vardır ve bu esas olarak bizim işimizdir.
Bir yandan siyasal atmosferi çarpıcı bir biçimde
değiştirecek bir merkezi-bütünsel politik müdahalenin
organize edilmesi ve rüzgarın yönünün döndürülmesi,
diğer yandan da kitleler içersinde yeni ve yaratıcı
örgütlenme biçimleriyle çalışarak dipten gelen
bir dalga yaratılması, bugünün birbirine sıkıca
bağlanmış görevleridir. Böyle bir sürecin önünde
durabilecek, eski yöntemlerde direnebilecek sendikacı
yoktur. Yani kısaca özetler ve bu notu bitirmeye
çalışırsak, biz, şüphesiz mevcut sendikal bürokrasinin
eleştirilmesinin gerektiğini düşünüyoruz ama salt
bu yoldan giderek durumun değiştirilebileceğini
düşünmüyoruz. Siyasal söylemde sık sık dile getirilen
“tabandan baskı”nın da sadece “tabanda çalışma”
yolundan geçmediğini, bunun temel mücadele biçimi
anlamında stratejik bir müdahaleyle birlikte anlamlı
olduğunu söylüyoruz.
NATO öncesinde İstanbul
ve 1 Mayıs’ın Öyküsü
Bu notu düştükten sonra süreci incelemeye devam
edersek, öncelikle 2004 1 Mayıs’ının siyasal ortamını
ele almak gereklidir.
Bu noktada, 1 Mayıs 2004’e gelinirken içinde yaşadığımız
siyasal ortamın İstanbul açısından en önemli unsurunun
Haziran ayında yapılacak olan NATO zirvesi olduğunu
belirtmeliyiz. Gerçi, siyasi hayatlarını bütünüyle
bu tür “global” kampanyalara bağlamış bulunan
reformist siyasal akımların müdahaleleriyle bu
gündem maddesinin de kitlelerin gerçek gündeminden
kopması riski bugün mevcuttur, yani bir başka
deyişle sürecin emekçilerdeki yoğun anti-amerikan
nefreti kucaklayamaması ve sadece solcuların protesto
gösterileri olarak tıkanması bir tehlikedir, ama
buna karşın zirvenin kendisi son derece önemlidir.
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi uyarınca bölgenin
hizaya sokulması tasarılarının tartışılacağı bu
haydutlar toplantısı için Türkiye’nin seçilmiş
olması da birçok açıdan anlamlıdır ve saldırgan
politikaların kimlerin üzerine inşa edileceğini
göstermektedir.
Öte yandan 2004 1 Mayıs’ı, Kamu Reformu’ndan Kölelik
Yasaları’na dek bir dizi saldırıdan sonra gelen
ilk 1 Mayıs olarak da anlamlıydı ve önemliydi.
Böyle bir yoğun gündem üzerinden bakıldığında,
İstanbul Valisi’nin daha ilk başvuru görüşmeleri
yapılırken “bu yıl 1 Mayıs çok büyük ve kitlesel
olacak” demesi de anlaşılır bir şeydi aslında.
Anlaşılır olmayan şey, aynı gerçeği süreci organize
edenlerin kavrayamamasıdır. Gerçekten de bir kavrayışsızlık
söz konusudur; çünkü çok basit bir mantıkla düşünüldüğünde
bütün bu gündem maddeleri ve mitingin hafta sonuna
denk düşmesi, 100 bini aşan, hatta 150 bini zorlayan
bir büyük mitingin olanaklarına işaret etmektedir.
Hatta TKP ve bazı örgütlerin önerdikleri gibi
tüm Türkiye için tek 1 Mayıs gösterisi düşünülebilse,
ki bu öneri ancak sendikaların ciddi bir mali
yüklenme yapmaları ve bütün kentlerde mitinge
katılmak isteyen herkesi otobüslerle taşıması
halinde ütopik olmaktan çıkabilir, rakamın daha
da büyümesi işten bile değildir. Herkesin bildiği
gibi Anadolu’nun özellikle bazı kentlerinde, kentin
merkezine otobüsleri koyduğunuzda, çok özel herhangi
bir organizasyon yapmasanız da o otobüslerde boş
yer kalmaz!
Sonuçta, Nisan sonunda İstanbul’un manzarası budur...
Bu tablo içersinde, gerçekten büyük ve güçlü bir
gösteri organize etmek ve bu kitlesel ruhu NATO
sürecine taşımak mümkündü. En azından oligarşi
bunun farkındaydı diyebiliriz; çünkü oligarşinin
daha sonraki karışıklıklar ve bölünmeler sürecinin
bütünüyle dışında olmadığını, en azından Türk-İş
üst yönetimi üzerinden çeşitli oyunlar oynadığını
biliyoruz.
Süreç böyle gelişirken, Sosyalist Barikat’ın Nisan
ayının başında yaptığı toplantı çağrısı, doğrusu
biraz basitti ama önemliydi. İşlerin bu kadar
karışacağını en baştan tahmin etmek doğal olarak
çok mümkün değildi ve bizim çağrımız da daha çok
devrimci güçlerin iç düzeni ile ilgiliydi.
Çağrının gerekçelendirilmesi özetle şöyleydi:
“Bilindiği gibi, özellikle İstanbul’daki 1 Mayıs
gösterileri uzunca bir süredir adeta gelenekselleşmiş
bir işleyiş üzerinden organize edilmektedir. Bütün
devrimci çevreler tarafından bir ölçüde kabullenilmiş
görünen bu işleyiş uyarınca, çoğunlukla Emek Platformu,
vb. gibi yapılanmalar tarafından kurulan tertip
komiteleri, hukuki süreci tamamladıktan sonra,
partiler, meslek kuruluşları ve dergilerle de
görüşmekte ve o yılın kurallarını deklare etmektedir.
Sonuçta ortaya çıkan durum, artık tartışma durumu
değil, mevcut çerçeve içinde nasıl bir kortej
sıralaması yapılacağının belirlenmesi, vb. olmaktadır.
“Devrimci güçlerin iç-güven eksikliği ya da sorunu
önemsemeyişleri gibi nedenlerle (ki bir çok başka
neden de sayılabilir) süreç içersinde yerleşik
hale gelen bu ugulamanın rahatsız edici olduğu
tartışmasız biçimde ortadadır. Çünkü sonuçta ortaya
çıkan durum, 1 Mayıs’ı dişe diş bir mücadele ve
şehitler pahasına bu topraklarda yerleştirmiş
olan devrimci güçlerin, miting organizasyonunda
ikincilleştirilmesi anlamına gelmektedir. Üstelik
daha da trajik olan, devrimci güçlerin yıllardır
1 Mayıs alanlarına en çok kitlesel katılımı sağlayan
güçler olmalarıdır, ki bu bazen, mitinge neredeyse
sembolik katılan bazı sendikaların yöneticileriyle
devrimcilerin toplantı diyaloglarında gerçekten
son derece üzücü bir manzara ortaya çıkarmaktadır.
Herbiri Türkiye devriminin öncülüğü iddiası taşıyan
devrimci yapılar (bu iddialara herkes kendi açısından
itiraz edebilir ya da etmeyebilir ama sonuçta
her iddia kendi bakımından saygındır) oldukça
haksız bir muameleye uğramakta ve adeta “teferruat”
olarak algılanmaktadır.”
Bu gerekçelerden hareketle Sosyalist Barikat,
çok fazla gösterişli “güçbirliği”, vb. gibi kavramlardan
kaçınarak deyim yerindeyse bir ölçüde “teknik”
bir organizasyon öneriyor ve bütün sorunların
bu yıl çözülemeyeceği belirlemesinden hareketle,
somut ve uygulanabilir öneriler yapıyordu. Bunlar,
devrimci güçlerin hemen toplantılara başlamaları,
mitingi organize eden sendikacılarla muhataplıklarını
karmaşadan kurtararak temsiliyet düzeyine getirmeleri
ve kendi iç miting düzenlerini önceden belirleyerek
bu muhataplarına dayatmaları, gösteriler boyunca
bir iç hukukla davranmaları, gibi önerilerdi.
Solun malum “şununla bir araya gelme-bununla gelmeme”
gibi sorunlarının yaşanıp aşıldığı ilk birkaç
toplantının ardından varılan nokta da esasen buydu.
Ayrıca, toplantılarda bir araya gelen hatırı sayılır
bir toplam güç, bu yıl Taksim’e başvurulması için
sendikaların zorlanması ve miting sırasında devrimci
güçlere kürsüden söz hakkı tanınması, yürüyüş
düzeninin adil olması gibi konularda da basınç
unsuru olunması kararlarını almıştı. Taksim, bu
bileşenin hiçbir zaman asli sorunu değildi; bileşen
açısından asıl sorun NATO öncesinde büyük ve güçlü
bir gösterinin organize edilmesiydi ve Taksim
hedefi bu amaç açısından bir anlam ifade ediyordu.
Sonuçta bu bileşenler toplamı, tek ve büyük bir
miting, benimsemediğimiz bir yerde yapılsa bile,
genel olarak katılma eğilimindeydi.
Bu doğrultuda görüşmelere başlayan temsilciler,
daha en baştan sendikalarda Taksim konusunda bir
eğilim olduğunu gördüklerinde bunu kuşkusuz olumlu
buldular ve destekleyeceklerini ifade ettiler.
Süreçteki birkaç ayrıntı atlanırsa, genel olarak
tablo şuydu: DİSK, Taksim’de kutlamadan yanaydı.
KESK, bizzat genel başkanının ağzından devrimci
bileşenlerin temsilcilerine Çağlayan ve Kazlıçeşme’ye
kesinlikle gitmeyeceklerini, Taksim’i istediklerini,
ancak Saraçhane, Beyazıt, Sultanahmet meydanlarının
da mümkün olduğunu ifade ediyordu. Türk-İş ise
başlangıçta yalpalasa da “yasal olması koşuluyla”
Taksim’e evet dediğini ifade etmişti. DİSK, KESK
ve Türk-İş’in birlikte yaptıkları Taksim başvurusu
reddedildiğinde ise ortaya çıkan tablo bir kaostu.
KESK, bu durumda bir uzlaşma noktası olarak esasen
Çağlayan’dan hiç farkı olmayan Kazlıçeşme’ye başvuru
yapılabileceğini söylüyor, DİSK’in ve Türk-İş’in
de katılımıyla yapılan bu girişim ise yine valilik
tarafından reddediliyordu. Böylece oluşan tablonun
bir yanında Türk-İş’in Çağlayan’a başvuru yapma
kararlılığı, diğer yanda ise Taksim’i dillendirmekle
birlikte somut olarak miting alanı olarak belirsizlik
içinde kalan DİSK-KESK cephesi vardı. Bu cephe
de 1 Mayıs’a bir gün kala bile ne Türk-İş’ten
tamamen vazgeçmekte ne de kendi inisiyatifi konusunda
güven vermektedir.
İşin siyasal oluşumlar cephesinde de çok parçalı
bir duruştan söz edilebilir. Miting alanındaki
kitlenin neredeyse %80’ini temsil iddiasında olan
bu cenahta bir yanda işin başından beri tek ve
görkemli bir 1 Mayıs sorumluluğunu taşımaksızın
hiç durmadan “kopuş” fikrini empoze eden gruplar
ve Taksim ısrarını önemli bulmakla birlikte sürecin
kötü bir noktaya doğru gittiğini düşünen ve 1
Mayıs gösterileri yerine birkaç küçük çatışmayla
sönüp gidecek bir parçalanma tablosundan endişe
duyan (içinde Sosyalist Barikat’ın da bulunduğu)
başka gruplar vardır. Çünkü bir yandan bu tartışmalar
sürerken, bir yandan da medyanın etkisiyle mahallelerde,
her yanda “bu 1 Mayıs’ın olaylı geçeceği” söylentileri
yayılmakta, mitinge katılacak insan sayısı, tam
da devletin istediği gibi her geçen gün biraz
daha düşmektedir.
Böylece, 1 Mayıs’a birkaç gün kala, mitingin fiilen
yapılamaz hale gelmesi riski gibi vahim bir nokta
olmuştur.
Sorular ve Yanıtlar
Şüphesiz, 1 Mayıs’tan bir gün öncesine dek her
gün yapılan ve saatler süren toplantıları bu yazıda
aktarmak mümkün değildir. Böyle bir şeyi yapmayı
da düşünmüyoruz zaten. Ancak tabloyu genel olarak
özetleyen sorular ve yanıtlarla ilerlemek bu noktada
yararlı olacaktır.
1- Her şeyden önce, sonuç olarak ortaya çıkan
Saraçhane manzarasının bütün bu sorunlara karşın
olumlu olup olmadığı sorusuna kuşkusuz evet yanıtını
vermek gereklidir. Bütün karışıklıkların ve belirsizliklerin
ardından ve bunlara rağmen, katılım ne kadar düşük
olursa olsun, kentin içindeki bir alanda toplanarak
(başlangıçta planlandığı gibi Beyazıt’a doğru
olmasa da) Yenikapı’ya doğru yürümek, kötünün
iyisi bir durumdur ve yıllardır Çağlayan’a sıkışmış
olan kitle açısından da olumludur. Saraçhane meydanına
DİSK Genel Başkanı’nın yaptığı gibi elli-altmış
yıl geriye giderek tarihsel misyon aramak da gereksizdir;
Saraçhane olasılığı ne bir misyondan ne de bir
plandan değil, herkesin bildiği bir sıkışma sürecinden
çıkmıştır; sonuçta da bu kötü tablo içindeki en
iyi olasılık olmuştur.
2- DİSK ve KESK’in bu yılki çıkışının ve 1 Mayıs’ın
bu biçimde bölünmüş tablosunun sol ve devrimci
temellerden kaynaklandığını kolayca söyleyebilmek
içinse gerçeği oldukça zorlamak gerekir.
Birincisi, neyin sol ve devrimci olduğu neyin
olmadığı, yalnızca yapılan işin kendisiyle ölçülebilecek
bir durum değildir. Bundan daha önemlisi, yapılan
işin o konjonktürde devrimin ve kitle hareketinin
genel çıkarlarına denk düşüp düşmediğidir. NATO
zirvesi öncesinde güç ve moral toplamak isteyen
devrimci kitle hareketinin genel çıkarı ise, büyük,
güçlü ve tek bir 1 Mayıs gösterisiydi. Yüzbini
aşabilecek bir kitlenin tek bir alanda toplanmasının
moral etkisini tartışmak bile yersizdir. Kaçırılan
fırsat da işte tam budur. Yani bu yılın çelişkisi,
‘80’lerin sonunda olduğu gibi “kapalı salon kutlamaları”
ile sokak eylemi arasında bir çelişki değil, büyük
ve görkemli bir 1 Mayıs ile bölünmüş bir 1 Mayıs
arasındaki çelişkidir. Bu çelişki ve tartışma
ise alanla ilgili değildir. Yoksa, salt kendi
başına bir olgu olarak Taksim, elbette soldur
ve devrimcidir. 1 Mayıs gösterilerinin Çağlayan
gibi kentten yalıtılmış bir alana sıkıştırılmasına
karşı tavır koymak da (içinde Kazlıçeşme gibi
bir saçmalığı barındırsa da) devrimci bir tutumdur.
Ama bu arada, gürültüye giden şey, büyük ve görkemli
bir miting düşüncesinin kendisi olmuştur. Tarihte
bazı hallerde, ilkesel bir tutum olarak “az olsun
öz olsun” denilebilir belki ama 2004 1 Mayıs’ı
böyle bir konjonktür değildir. 2004 1 Mayıs’ının
ihtiyacı, büyük bir kitle gösterisidir, parçalanmış
birkaç gösterinin yaratacağı, yarattığı moral
bozukluğu değil.
İkincisi, 1 Mayıs yıl içersinde yapılan herhangi
bir kitle gösterisi değildir. Özellikle Türkiye’de
ve özellikle İstanbul’da her zaman sıradan gösterileri
çok aşan bir anlam ifade etmiştir. 1 Mayıs, yalnızca
sosyalist ve devrimci örgütlerin, hatta yalnızca
sendikaların günü değildir; genel olarak düzenle,
emperyalizmle, vb. sorunu olan herkesin dikkati
her yıl bu miting üzerinde yoğunlaşır. Yani sorun
artık yalnızca devrimcilerin klasik kortejleri
ve sendikaların önlüklü üyeleri üzerinden düşünülemez;
sürece eklenen ve yüzbinlerce insandan oluşan
yeni işçi sınıfı katmanları, yoksullar ve işsizler
dünyası da vardır. Her yıl, 1 Mayıs’la ilk kez
tanışan bir yığın insan devrimci organizasyonlar
tarafından örgütlenen yollarla ya da bağımsız
olarak alana gelir ve orada solun, devrimcilerin,
sınıf kardeşlerinin muazzam gücüyle karşılaşır.
1 Mayıs’ı o güne dek sağdan soldan duymuş ya da
haber programlarından izlemiş olan bir liseli
ya da bir ev kadını, ilk kez orada binlerce bayrak
ve pankarttan oluşan bir insan deniziyle karşılaşır,
nasıl bir izdiham ve coşku yaşandığını gözlemler
ve sonuçta yalnızlık duygularından büyük ölçüde
arınmış olarak alandan ayrılır ya da süreçten
kopmuş herhangi bir devrimci insan yeni bir motivasyonla
“bir şeyler yapması gerektiğini” düşünmeye başlar,
vb. vb... Bütün bunlar basit ama önemli şeylerdir.
Bütün bu basit ve önemli şeyler sendikacılar tarafından
düşünülmeyebilir, onlar yalnızca üyeleriyle ilgili
olabilirler ama bunlar 1 Mayıs’ın ruhu ve anlamıdır.
Böyle bir noktadan bakıldığında da bir dizi belirsizlik
sonucunda bu binlerce insanın miting alanına gelmemiş
olmasını sevinç duyulacak bir sol gelişme olarak
algılamak mümkün değildir. Son ana dek nerede
yapılacağı belli olmayan bir miting tablosunda
zihinleri bulanan ve medya tarafından bulandırılan
onbinlerce insanın o gün evinde oturmayı seçmiş
olmasını devrimci bir başarı olarak sunmak mümkün
değildir. Bu yıl nasıl bir çıkış yaptıklarıyla
övünen sendikacıların ve onları destekleyen bazı
sol çevrelerin üzerinden atladığı gerçek budur;
alana gelecek insanların (kendi kitleleri dahil
olmak üzere) neredeyse dörtte biri gelmişken,
NATO zirvesi öncesi bunun muhteşem bir gelişme
olduğunu kim söyleyebilir?
Üçüncüsü, 1 Mayıs gibi gösteriler, her zaman o
yılın en çarpıcı, en önemli gelişmelerinin yarattığı
gündemin üzerinde odaklanırlar ve neyin solcu
neyin statükocu olduğu gibi tartışmalar da bu
gündem üzerinden anlamlıdır. Bu yılın gündemi
çok açık bir biçimde anti-emperyalizmse eğer,
emperyalizmden, özel olarak da ABD vahşetinden
nefret eden bütün insanları tek bir gösteriye
toplamaktan daha doğru ne olabilir? Bu başarılamamışsa
eğer, başarı olarak sözü edilebilecek ne vardır
ortada?
Dördüncüsü, sendikalar ve sendikaların tabanındaki
işçiler konusunda bu ayrımın gerçek bir ayrıma
denk düştüğü söylenebilir mi? 70’li yıllarda konu
tartışılıyor olsaydı, DİSK ve Türk-İş bağlamında
konuşulacak çok şey olmazdı elbette ama günümüzde
Türk-İş’e bağlı birçok sendika şubesinin ve tabanındaki
işçi kitlesinin DİSK’e bağlı bazı sendikalar ve
onların tabanından ciddi bir farkı var mıdır?
Saraçhane kürsüsünden “sınıf hareketi başlamıştır”
diye gösterişli laflar edilirken Petrol-İş ya
da Hava-İş üyesi işçiler ve bu sendikaların çoğu
şubesinin yöneticileri nereye konmaktadır? Şişli’de
yürüyen insanlar ABD askerlerini ve NATO’yu çok
mu sevmektedirler? Bütün bu soruların yanıtları
aslında herkes için açıktır ve yanıtların buluştuğu
ortak nokta, dar düşüncelilik sonucunda büyük
bir anti-emperyalist miting şansının heba edildiğidir.
Beşincisi, meseleye yapılan işin kendi iç mantığı
açısından bakıldığında, bu çapta bir “kopuş”u
önlerine koymuş olanların, bunu aylarca öncesinden
planlayıp İstanbul’a güç yığmak için en azından
Marmara’daki mitingleri iptal ederek herkesi İstanbul
üzerinden organize etmeleri gerekmez miydi? Bırakın
bu kadarını, bu sendikaların İstanbul’daki üyelerini
bile böyle bir sürece hazırlamadıkları, hatta
onları gelişmelerden doğru dürüst haberdar bile
etmedikleri Saraçhane tablosundan belli değil
midir? Bu “kopuş”un neden diğer kentlerde gösterilmediği
ve yalnızca İstanbul’da gerçekleştirildiği sorusu
belki “İstanbul’un önemi” gibi gerekçelerle açıklanabilir;
ama o zaman yine aynı soru, fiziki ve moral hazırlığın
neden yapılmadığı sorusu ortaya çıkar ve yanıtlanmadan
kalır.
3- Sonuçta nereden bakılırsa bakılsın daha büyük
ve görkemli bir gösteri şansı değerlendirilememiştir
ve Saraçhane’de yapılan da durumun olabilen en
iyi olasılık üzerinden kurtarılması olmuştur.
Bütün bunları komplo teorilerileriyle açıklamak
doğru değil şüphesiz, bizim tarzımız da değil;
ama bu süreçte devletin konuya seyirci kalmadığı
da açıktır. Emperyalist efendilerine karşı oluşabilecek
muhalefeti mümkün olan en alt seviyeye çekmek
için çaba gösteren devlet yöneticileri, elbette
özellikle Türk-İş üst yönetimi üzerinden bazı
“çalışma”lar yapmıştır. Ayrıca, en kötü uzlaşma
zemini olan Kazlıçeşme gibi olasılıkları tıkayarak
ya da zaman zaman açarak süreç üzerinde basınç
uyguladığı ve çelişkileri derinleştirip yönlendirmeye
çalıştığı da bir gerçektir. Ancak bütün suçu yalnızca
Türk-İş’in üzerine atan bir tutum da gerçeği tam
ifade etmez. Sonuçta diğer cephede de dar düşünme
biçimleri ve perspektif yoksunluğu süreci etkilemiş
ve nihai olarak ortaya oligarşinin istediği gibi
zayıf bir tablo çıkmıştır.
4- Bu tabloya karşın yine de bazı devrimci grupların
Çağlayan’a gitmesi açıkçası doğru bir iş olmamıştır.
Daha toplantılar sürerken Sosyalist Barikat, devrimci
bileşenlerin topantılarında yer alıp da sonradan
Çağlayan’daki Türk-İş mitingini tercih edenlerle
herhangi bir polemik geliştirmeyeceğini açıkça
ilan etmişti. Bu tutumuzu yine de sürdürüyoruz
ve kaos tablosu içinde tercihlerini belirleyen
grupları anlamaya çalışıyoruz, ancak Çağlayan
tercihinin yanlış olduğunu da yalnızca bir not
olarak düşmek istiyoruz.
5- Ayrıca, yine not olarak düşmeliyiz: Devrimci
bileşenlerin toplantılarının bir zaman kaybı olduğunu
da bütün bu karışıklılara rağmen asla düşünmedik,
düşünmeyeceğiz. Son derece sancılı bir süreç boyunca
toplantı bileşenlerinin pozitif olmak için, devrimcilerin
birlikteliğini korumak için gösterdiği genel çaba
geleceğe umut veren bir işaret olarak takdir edilmelidir.
Baştan beri zaten politik bir platform olarak
tasarlanmamış olan bu toplantıların zaman zaman
kendi içinde bölünük hale gelmesi, sendikaların
her gün değişen söylemleri karşısında kimi zaman
tutum almakta zorlanması, bir kusur değildir.
İşin başından beri “taş gibi” bir tutarlılıkla
davrandıklarını iddia edenlere de söyleyecek sözümüz
yok. Devrimci bileşenler, olabildiğince sırtlarındaki
“yumurta küfesini” gözeterek davranmak istemişlerdir
ve kitle hareketinin genel çıkarlarına karşı hassas
olmanın da bir kusur olduğu kanısında değiliz.
Bütün bu açılardan bakıldığında, Sosyalist Barikat,
Nisan ayı boyunca yaşanan yorucu toplantılar sürecini
genel olarak olumlu değerlendirmekte ve bu olgunluğun
geleceğe taşınmasını da doğru bulmaktadır.
Sonuç olarak, her tablo, ona nereden bakıldığına
bağlı olarak yorumlanabilir. Biz, Sosyalist Barikat
olarak 1 Mayıs 2004’ün tek, güçlü ve görkemli
bir gösteri olmasının mümkün olduğunu ve birçok
faktörün bir araya gelmesiyle birlikte bu şansın
ziyan edildiğini düşünüyoruz. Bu, katıldığımız
Saraçhane gösterisinin bütünüyle olumsuz olduğu
anlamına gelmiyor, tersine bu gösteriyi de anlamlı
buluyoruz ama yeterli bulmuyoruz. Ve bütün bu
olup bitenlerin daha önce birçok kez söylediğimiz
bir şeyi bir kez daha kanıtladığını düşünüyoruz:
1 Mayıs yalnızca sendikacıların eline terk edilemeyecek
kadar ciddi bir iştir! Devrimciler, önümüzdeki
yıl için bunu şimdiden düşünmeye başlamalıdırlar.
Devrimci Sosyalizm Açısından
1 Mayıs 2004 ve Haziran’a Doğru Giderken
Genel süreci özetleyerek böylece kendimize geldiğimizde
ise öncelikle sol yapılarda yaygın olan bir alışkanlığı
değiştirerek söze başlamak istiyoruz. Çoğu kez
tanık olduğumuz gibi soldaki yaygın alışkanlık,
dışa dönük abartılı söylemlerin yanında içe dönük
değerlendirmelerdeki negatif tutumdur. Yani, bir
süreçteki olumluluklar zaten daha baştan “normal”
sayıldığı için tartışma daha çok eksikler ve yapılamayanlar
üzerinden yürütülür ve bu arada kimsenin aklına
emek harcayan insanlara “elinize sağlık” demek
gelmez.
Onun için daha en baştan bu eksikliği giderip
1 Mayıs sürecinde emek harcayan bütün devrimci
sosyalistlere, yüksek sesle “elinize sağlık” demek
istiyoruz. Gerçekten de süreç boyunca İstanbul’da
ve her yerdeki devrimci sosyalistler, 1 Mayıs’ın
önemini kavrayan bir tarzda performans göstermişler
ve (kuşkusuz bir çok eksiklikle birlikte) ellerinden
geleni yapmaya çalışmışlardır. Kampanya boyunca
yaptıkları çalışmanın yanında miting alanlarında
da coşkuyla yerlerini almışlar ve devrimci sloganların
haykırılması görevini yerine getirmişlerdir. İstanbul’daki
belirsiz ortam yapılan çalışmanın alandaki veriminin
tam istendiği gibi alınmasını büyük ölçüde engellemiş
olsa da, bizim dışımızdaki bu faktörlere müdahale
etmek için gereken bütün siyasi çabayı gösterdiğimiz
bilinmektedir.
Bu yıl için eksikliklerden söz edilebilirse eğer,
bunların en başında çalışma kapasitemizin fazlasıyla
alçakgönüllü olarak belirlemesidir.
Kampanya boyunca açıkça görülen gerçek, devrimci
sosyalizmin artık bir süreci ciddi biçimde aştığı
ve bugün yapmış olduklarından çok daha fazlasını
yapabilecek durumda olduğudur. Bu, yalnızca ajitasyon
malzemelerinin kullanımı ile ilgili bir durum
değil, politik bir olgudur. Politik Kültürel Odaklar
yaklaşımının yüzlerce eksiğimize rağmen hayatın
içinde karşılık bulduğu ve geliştirici olduğu
bir kez daha anlaşılmaktadır. Emekçilerin hayatlarının
içinde, onların hayatlarının bir parçası olarak
yürütülecek bir çalışmanın verimsiz kalamayacağı,
bütün enerji ve irademizi sürece yoğunlaştırmamız
halinde gelişme ufkumuzun sınırsız olduğu açıktır.
Bu süreç stratejik hattımızla bütünleştiğinde
bütün eşik noktalarının aşılması yeni bir noktaya
sıçramamız kaçınılmazdır. Bugün bütün sorun, nitelikli
bir yüklenme ile bu hattın zorlanmasıdır.
Bütün bunlar ayrıca yaklaşmakta olan NATO zirvesi
öncesinde de veri olarak düşünülmelidir. Gerçi
devrimci sosyalizm, bütün varlığını tümüyle dönemsel
kampanyalara bağlamamakta ve genel perspektifini
sürekli olarak daha fazla öne çıkarmaktadır ama
öte yandan emperyalist haydutların yapacağı bu
zirve de hem içeriği hem de anti-emperyalist kitle
hareketine sağladığı zemin açısından önemlidir.
Yeterince çaba ve enerjiyi harcadığımızda bu süreçte
genel olarak anti-emperyalist harekete daha fazla
katkı sunmamız bir yana bizim de çok şey kazanacağımız
açıktır.
En azından bütün bu sokak deneyimlerinin geleceğe
taşınan yanlarının olacağı kesindir.
Öncesiyle sonrasıyla 1 Mayıs, devrimci sosyalizme
deneyim ve güç kazandırmıştır. Bu deneyimi geleceğe
taşımak ve gücümüzü büyütmekse süreci kazanmanın
tek yoludur.
|