Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. Tüfekçi

Geçtiğimiz günlerde gazeteler “fişleme” haberleriyle doldu taştı. Öyle bir hava yaratıldı ki, yıllardır herkesçe bilinen bir gerçeğin, yeni boyutlar kazanması, onu birden bire manşetlere taşıyıvermişti. Yıllardır bu ülkenin, bu toplumun bir gerçekliği olan fişlenmeye eklenen boyutlar ise birilerini rahatsız etmişti... Basına yansıyan manşetler de bunu ifade ediyordu zaten: “Sosyetik fişleme”. Yani aslında yoksulların, devrimcilerin, muhaliflerin fişlenmesinde bir sakınca yoktu. Ama kendileri fişlenmeye başlanınca ortaya bir “demokrasi ayıbı” çıkıyordu. Hele ki fişleyenlerin askerler olması daha bir rahatsız etmişti bu demokrasi hakemlerini. MİT, emniyet gibi “sivil” otoritelerin fişlemesinde sakınca yoktu da asker fişleyince demokrasinin suyu kaçıyordu. Bu ve benzeri birçok saçmalık, kamuoyunda “demokrasi” adına birkaç gün tartışıldı ve sonrasında yine askerlerden gelen bir açıklamayla rafa kaldırıldı.
Sınıflı toplumlarda egemenler, kendi iktidarlarını korumak için birçok araç ve yöntem geliştirmişlerdir. Üretim ilişkilerinin gelişkinliği oranında bu araç ve yöntemler de çeşitlenerek gelişmiş ve zenginleşmiştir. Askeri, hukuki, eğitimsel, kültürel, ideolojik, felsefi, siyasi vb. her alanda kendini geliştiren sömürü sistemlerinin bu etkinliklerinin en önemlilerinden biri de istihbarattır. Sömürü düzenine karşı gelişen ve gelişebilecek her türlü muhalefet hareketi hakkında bilgi toplamak temel hedefiyle organize edilen bu sistemin ikincil amaçları arasında, egemen sınıflar arasındaki sürtüşmeleri izlemek de vardır.
Ancak en mükemmel istihbarat örgütleri bile örgütlü sınıf hareketinin iktidar yürüyüşünü engelleyemez. Tarihteki en bilinen örneği yineleyecek olursak; Bolşevik Parti’nin Merkez Komitesi’ne ajan yerleştirmeyi başaran Çar’ın gizli polisi Okhrana, buna rağmen devrime engel olamamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bir yarı sömürge olması ve açık işgal/ilhak süreçlerini yaşamamış oluşu, Osmanlı devletinin oldukça yerleşik mekanizmalarının yüzyıllar boyunca korunabilmesini sağlamıştır. Böyle bir gelenekten beslenen istihbarat örgütü, cumhuriyet dönemine geçiş sırasında da önemli kadrosal kırılma yaşamamıştır. Elbette ki yarı-sömürgecilik döneminden kalma, emperyalist istihbarat örgütleriyle işbirliği geleneği de cumhuriyet dönemi kadrolarına iletilen gelenekler arasındaydı. Ancak dönemin üretim ilişkileri ve buna bağlı olarak şekillenen siyasal/ideolojik/bürokratik yapıları çerçevesinde bu oldukça sınırlı ve belirleyici olmayan bir noktadaydı. Emperyalizmin 3. bunalım döneminin ilişki ve çelişkileri ise devletin, ekonominin ve siyasal organizasyonların birçok yapısını alt üst ettiği gibi istahbarat örgütünü de sürecin ihtiyaçlarına göre yeniden organize ediyordu. Yeni-sömürgecilik ilişkilerinin adım adım örüldüğü bu süreçte, devletin tüm yapıları aynı oranda ve aynı hızda olmasa da bu değişime ayak uyduruyordu. Bu noktada biraz durup, aynı tarihsel süreçte dünyadaki durumda yaşanan değişimleri ele almamız gerekiyor. Çünkü burada yaşananlar, dünya çapında yaşananların özele yansımasından ibaretti.

Emperyalizmin 3. Bunalım Döneminin Getirdikleri:
Daha İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında stratejik bir işbirliği geliştiren ABD ve İngiltere, savaştaki müttefiklik ilişkisi çerçevesinde ortak istihbarat ağlarının da temelini atıyorlardı. Almanların şifre makinesi Enigma’nın şifresini çözen İngiltere, bu bilgiyi ABD ile paylaşırken; ABD de Japonların askeri şifrelerini İngilizlere veriyordu. Savaştan sonra 24 Ekim 1952’de Başkan Harry S. Truman’ın imzaladığı “çok gizli” genelgeyle kurulan ABD’nin en büyük haberalma örgütü Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) ile İngiliz Devlet İletişim Karargahı (GCQH), 1947 yılında UKUSA (UK(İngiltere)+USA) anlaşmasını imzaladılar. Daha sonra bu anlaşmaya “İngiliz Uluslar Topluluğu” denilen, klasik sömürgecilik döneminde İngiltere’ye ait olan, sonrasında ise yine İngiltere’nin siyasal vesayetinde kalmaya devam eden devletlerden Kanada, Avusturalya ve Yeni Zelanda da katıldı. Süreç içinde Batı Almanya, Danimarka, Norveç ve Türkiye de bu anlaşmaya “üçüncü ülkeler” olarak dahil oldular.
Adını bile iki emperyalist devletin adından alan bir anlaşmaya dahil olan bu ülkeler, dönemin emperyalist entegrasyonunun ulaştığı boyutu göstermesi açısından çarpıcıdır. Emperyalist entegrasyonun salt ekonomik bir olgu olarak ele alan, tartışan ve bu boyutuyla NATO, BM, DB, IMF gibi kurumların politik işlevlerini gözardı eden anlayışların, böylesi bir istihbarat organizasyonunu da kavraması olanaksızdı. Çünkü serbest rekabetçi dönemin ve emperyalizmin 1. ve 2. bunalım dönemlerinin çözümlemelerinden ötesini göremeyen bu anlayış sahipleri açısından sürekli çelişki ve çatışma halinde olan emperyalistlerin istihbarat faaliyetleri sosyalistlere karşı olduğu kadar birbirlerine karşı da olmak zorundaydı. Elbette ki bu anlaşmalar sözkonusu emperyalist ülkelerin birbirlerine karşı istihbarat faaliyetlerini tümden ortadan kaldırdıkları anlamına gelmez. Ancak dünya sosyalist bloğu karşısındaki siyasal-ekonomik-ideolojik cepheleşmenin mantıki sonuçlarının nasıl bir entegrasyona yol açtığını da çok iyi ortaya koymaktadır. Çünkü anti-komünist eksenli bu istihbarat anlaşması, sadece sosyalist ülkelerin değil tüm dünyanın dinlenmesine dönük bir projeydi. Çünkü sosyalistler, komünistler dünyanın her yerindeydi...
Bu durum Sovyetler Birliğine iltica eden iki NSA görevlisi, Bernon Mitchell ve William Martin’in 6 Eylül 1960’ta Moskova’da düzenledikleri basın toplantısı ile ispatlanmış da oluyordu. Oluşturulan dinleme sistemi, sadece sosyalist ülkeleri değil, tüm toplumu dinlemeye yönelikti.
Bu durumun açığa çıkardığı bir diğer gerçek de sivil toplumcu akımlar, düşünürlerce pek övülen “batı demokrasi”lerinin kendi vatandaşlarının haklarına ilişkin yaklaşımlarının hiç de masum olmadığıdır. Genellikle ABD’deki Mc Carthy dönemi uygulamalarıyla sınırlı olarak ele alınan “komünizm paranoyası”, gerçekte bir dönem sınırlaması olmaksızın sürekli toplumun üzerinde estirilen bir terör dalgası halindeki varlığını, emperyalist-kapitalist sistem içindeki tüm ülkelerde sürdürmüştür. Bu terör, burjuva demokratik geleneklerin gelişkinliği oranında gelişmiş kapitalist ülkelerde elden geldiğince gizlenirken, sürekli faşizmin hüküm sürdüğü yeni-sömürgelerde açık faşist terörün bir parçası olarak, pek fazla gizlenmeye gerek duyulmadan uygulanmıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz UKUSA anlaşmasının imzalanmasının ardından Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalist sistemi oluşturan ülkelerin tüm telefon, telsiz, vb. haberleşmelerininin dinlenebilmesi amacıyla Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda da daha öncesinde bulunan istasyonlara İngiltere’nin Almanya, Avusturya ve İran’da; ABD’nin ise Türkiye, İtalya, İspanya’da açtığı yeni gizli dinleme istasyonları eklenmiştir. ABD’nin 1941 yılında İngilizlerden devraldığı Eritre’nin Asmara bölgesindeki Kagnew dinleme istasyonu, 1970 yılında kapatıldığında dünyanın en büyük sinyal izleme istasyonlarından biriydi. 1960’lı yılların ortalarında kurulmaya başlanan ve tüm yüksek frekanslı radyo sinyallerini toplayabildiği gibi kaynağını da tespit edebilen antenlerin ilk örnekleri İngiltere, İtalya, Filipinler, Japonya ve Türkiye’de (Karamürsel) inşa ediliyordu.
Tüm bu çalışmalar yürütülürken ABD’nin sürekli olarak inkar ettiği, NSA’nın tüm elektronik haberleşmeyi dinlemek amacıyla kurduğu Echelon sisteminin varlığı ilk kez, 23 Mayıs 1999’da Avusturalya Savunma Sinyalleri Müdürlüğü Başkanı Martin Brady’nin yaptığı açıklamayla kabul edilmiştir. İnternet ortamındaki çeşitli iddialara göre Echelon sistemi bugün 50 ülkede 175’ten fazla dinleme merkezine sahip ve bu istasyonlardan 9’u Türkiye’de. Aynı kaynaklar bu istasyonların Ağrı, Antalya, Diyarbakır, Edirne, İstanbul, İzmir, Kars ve Sinop’ta bulunduğunu belirtiyor.
11 Eylül sonrasında güvenlik önlemi adı altında her türden fişleme ve dinleme faaliyetlerine hız veren ABD emperyalizmi, ülkesine giren herkesin fotoğrafını ve parmak izini almaya başladı. Elbette ki bu bilgilerin hepsi arşivleniyor. Bu uygulama bir çifte standardı da ortaya çıkardı. Aynı uygulamayı ABD’den ülkesine gelenlere uygulamaya başlayan Brezilya, nedense ABD’nin çok şiddetli tepkileriyle karşılaştı. “Güvenlik”, ABD’nin sorunu olunca başkalarının ulusal onurlarını hiçe saymaktan hiç sakınca görmeyenler, aynı uygulamaya maruz kalınca nedense çok rahatsız oldular.
Şimdilerde ABD, havada uzun süre kalabilen pilotsuz uçaklar ve uydular üzerine kurulu bir sistem sayesinde değişik ülkelere dağılmış yer istasyonlarına ihtiyaç duymaksızın tüm dünyadaki elektronik haberleşmeyi izlemesini sürdürecek bir sistemi geliştirmenin peşinde. Bu anlamda kimi yer istasyonlarının kaldırılması bazı “sivil toplumcu”ları pek sevindirse de aslında kimse amacından vazgeçmiş değil. Sadece kendisi için daha güvenli ve daha ucuz yeni yöntemler geliştirerek kendini sağlama alıyor ve daha az “rahatsız edici” olmaya çalışıyor. Tabii ki bir de 1972’nin martında Ünye’deki “Radar Üssü”nde görevli 3 İngiliz’in başına gelenlerin, bir daha gerçekleşmesini istemiyor.
Bu arada emperyalistlerarası entegrasyonun varlık zeminini oluşturan dünya sosyalist bloğunun ortadan kalkmasının ardından kendi bağımsız organlarını oluşturmak için çabalarını yoğunlaştıran AB ülkeleri, Echelon’a alternatif olabilecek kendi sistemleri olan Enfopol’u geliştiriyor. Tabi her ülkenin ayrı çabalarını belirtmemize gerek yoktur sanırım. Tabi bu arada bu dinleme sistemlerinin birbirlerini engellemeye dönük çabaların, özellikle yine sosyalist bloğun ortadan kalkmasının ardından bu sistemlerin ticari sırların aşırılmasında kullanımının yoğunlaşmasıyla birlikte arttığını da bu arada belirtelim.
Dünya çapında durum böyle bir seyir izlerken biz yeniden ülkemizdeki duruma dönmeye çalışalım.
Yeni-sömürgecilik ilişkileri ile birlikte içsel bir olgu haline gelen emperyalizm, bu niteliğini tüm ilişki ağları içinde örmeye de başlıyordu. Ancak doğal olarak bu gelişim, her alanda aynı hızla ve aynı boyutta gerçekleşmiyordu. Bu ilişkilerin açıklanmasında genellikle ekonomik verilere başvurulması bir alışkanlık haline gelmiştir. Oysa sözkonusu ekonomik altyapıyla örtüşen, onunla birlikte örülen bir siyasal süreç de sözkonusuydu. Bu siyasal süreç devletin tüm organlarında da yansımasını buluyordu. Yukarıdan aşağıya sömürge tipi faşizm inşa edilirken, öncesindeki dönemin baskıcı uygulamalarından dolayı herhangi bir sıkıntı yaşamıyordu. Bu “sıkıntısız” geçişten dolayı çok fazla göze batmayan bu değişim, ancak ABD’li çavuşlardan ders almayı gururuna yediremeyen subayların buna duydukları tepkiler gibisinden çok küçük ayrıntılarıyla dışa yansıyordu. Bu ayrıntıların ardındaki gerçek ise şuydu: Uygulanmaya başlanan yeni-sömürgecilik ilişkileri sayesinde sadece kredi-sermaye, dış ticaret vb. eski döneme ait bağımlılık ilişkilerinin ötesine geçerek, uygulanan ithal ikameci modelin arkasına gizlenen ve patent, lisans, vb. anlaşmalarla daha geniş ölçekli bir ekonomik bağımlılığı ören emperyalizm, gizli işgalini yeni-sömürgelerin ordularını, istihbaratlarını, bürokrasisini kuklalaştırarak üstyapısal anlamda da perçinliyordu.
Bu anlamda Türkiye’nin Nato üyeliği oldukça simgeseldir. Geçtiğimiz yıllarda İtalya’daki Gladio örgütün Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkarılmasıyla tüm diğer Nato üyesi ülkeleri de kapsayan bir skandal yaşandı. Çünkü İtalya’da ortaya çıkan gerçek, tüm diğer Nato üyesi ülkeler için de geçerliydi. İtalya’da Gladio adını alan ve Nato’ya bağlı olarak kurulan kontr-gerilla örgütlenmesinin benzerleri tüm Nato ülkelerinde de vardı. Sadece istihbarat değil, gizli operasyonları da yürütmek üzere organize olan bu birimlerin envanterinde gizli silah ve patlayıcı depolarının olduğu da böylece ortaya çıkmıştı. Ancak tüm Nato üyesi ülkelerde bir bir açığa çıkarılan bu örgüt, nedense Türkiye’de deşifre edilmedi. Tıpkı 70’li yıllarda tüm dünyada çalkalanan Lockheed skandalında olduğu gibi yine ülkemizde kimse bu durumu üstüne alınmadı. (ABD’de ortaya çıkarılan skandalda savaş uçakları üreten Lockheed firması yetkilileri, uçaklarını satın alan tüm ülkelerin askeri yetkililerine rüşvet verdiklerini itiraf etmişti. Bunun üzerine bu uçakların satıldığı tüm ülkelerde soruşturmalar açılıp, rüşvetçi askerler cezalandırılırken Türkiye’de “açılan soruşturmadan” hiçbir sonuç çıkmamıştı.) Çünkü azgelişmiş bir yeni-sömürge olan Türkiye’de bu mekanizma, Sovyetler Birliği’nde cisimleşen dış tehlikeden çok “iç tehlike”ye yönelik olduğu için hala ihtiyaç duyulan bir organdı. Kılına bile dokunulmadı ve hala işlemeye devam ediyor.
Yukarıdaki Nato örneğinde de görüldüğü gibi emperyalizmin 3. bunalım döneminde entegrasyon olgusu ekonomik olduğu kadar askeri, siyasi bir boyut da içeriyordu. Bu süreçle birlikte geliştirilen çeşitli açılımlar, bu mekanizmanın bir parçası olarak şekilleniyordu. Mesela Türkiye’de tamamen ABD güdümlü, CIA uzmanları tarafından organize edilen sendikal merkezler tarafından kuruluşuna ön ayak olunan Türk-İş, bunun başka bir örneğidir. Keza “işsizlik sorununa çözüm” gibi çok masum bir maskeyle gizlenmeye çalışılan İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun asıl işlevi tüm toplumu fişlemekti. Tamamen toplumsal bir hizmet görüntüsü altında organize edilen sivil savunma kuvvetlerinin en önemli eğitim başlıklarından biri de “iç karışıklıklar” durumunda yapılacak müdahalelerdir. Örnekler çoğaltılabilir. Genel olarak toplumun fişlenmesi denilen uygulama belki bu topraklarda Abdülhamit döneminden bu yana modern anlamda yürütülmektedir ama emperyalizmin 3. bunalım dönemi ile birlikte geliştirilen yeni-sömürgecilik ilişkileri aracılığıyla uluslararası karşı-devrimin bir uzantısı olarak çok daha sistematik bir biçim almıştır diyebiliriz.
Elbette bu uygulamanın sonuçları toplumsal muhalefetin gelişkinliği oranında toplumu değişik boyutlarda etkilemiştir. Sözgelimi bir avuç TKP’linin tüm bu istihbarat faaliyetlerinin odağında olduğu yıllarda toplumun geniş kesimleri açısından “fişlenme” bir sorun niteliği taşımıyordu. Ancak toplumsal muhalefetin geliştiği 60’lı ve 70’li yıllar, sözkonusu baskının da kitleselleşmesi anlamına geliyordu. Ancak yakın tarih açısından fişlenme olgusunun bir toplumsal paranoyaya dönüşmesi, 12 Eylül cuntasının sonrasında yaşanmıştır. Çünkü öncesindeki dönemde toplumsal muhalefetin gelişkinliği ve devletin faşist niteliğine rağmen bürokraside, kurumlarda, tüm mekanizmalarında birçok çatlağın bulunması, sözkonusu baskı aygıtının etkisini yumuşatabiliyordu. Halkın devrimcilere sahip çıktığı, devrimciliğin meşru olduğu bu süreçlerde sadece bu yüzden bir öğretmenin sürgün edilmesi büyük tepkiler alabiliyordu örneğin. Gerek siyasi, gerekse ekonomik birçok hedefine ulaşamayan 12 Mart cuntası, bu konuda da uyguladığı tüm baskılara rağmen etkinliğini kalıcılaştıramamıştı. 12 Eylülle birlikte, 12 Mart zamanında patronların 15-16 Haziran’a katılan işçiler için hazırladığı “kara liste”, tüm toplumu kapsayacak tarzda devlet eliyle uygulanan bir terör politikası halinde geniş ve yaygın uygulanacaktı.
Bu süreçte “fişlenmek” demek, hiçbir özel ya da devlet kuruluşunda iş bulamamak demekti. Ülkede yaşanan en ufak bir siyasal çalışmada hemen evinin basılması, talan edilmesi, gözaltına alınmak, işkence görmek demekti. Sadece bireyin değil, tüm ailesinin de beraberinde aynı uygulamalardan nasibini alması demekti. Böylece “fişleme” uygulaması, 12 Eylülün en önemli toplumsal terör mekanizmalarından biri olarak yerleşti. Toplumsal muhalefetin ezilmesi, toplumsal dayanışma-yardımlaşma ilişkilerinin askeri zor ile yasaklanması, tüm toplumun benzer bir duruma sürüklenmesi ile önceki dönemlerde yaşanan baskıyı eritme potansiyelinin de ortadan kaldırılmasını beraberinde getirdi.
Kafka’nın öykülerini aratmayan bu günlerde “fişleme”, kendine özgü yöntemler de geliştirmişti. Sonuçta devletin tıpkı JİTEM gibi inkar ettiği bu uygulamanın en ilginç uygulanışı ise kimliklerin zımbalanmasıydı. Bildiğimiz tel zımba ile kimliği zımbalanan birisi artık nereye gitse bir “mimli vatandaş” idi. Artık ne bir yerde iş bulabilir, ne de gözaltına alınmadan bir şehirden bir başkasına seyahat edebilirdi. Her kimlik kontrolünde ilk gözaltına alınacak kişiydi. Bırakalım iş vermeyi, yardım edilmesi bile yardım edeni tehlikeye sokacak bir “sakıncalı”ydı.
Devrimcileri toplumda “vebalı” vatandaşlar haline getirmeye çalışan bu uygulama askeri cuntanın gevşediği süreçte de 12 Eylülle kalıcılaştırılan polis/istihbarat uygulamalarıyla geçerliliğini sürdürdü. 12 Eylülün tüm uygulamalarıyla toplumsal eleştiriye uğratılıp, artık bizzat yapıcıları tarafından bile savunulamaz hale geldiği ‘80’li yılların sonunda eski terörcü etkisini yitiren uygulama, yeniden “yeraltına geçti”; yani açıktan uygulaması, fiilen durdu.
90’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan yeni karşı-devrim rüzgarını arkasına alan Özal Hükümeti sürecin nabzını çok iyi yakaladı ve 1991’de çıkarılan terörle mücadele yasasıyla geçmiş dönemin “komünizm paranoyası” etiketini söktü. Artık komünizm propagandası suç değildi, “komünizmle mücadele”nin yerini “terörle mücadele” aldı. Böylelikle artık toplumu 12 Eylülün sona erdiğine ikna etmeye çalışan bir politikanın zaten açık fişleme uygulamasına devam edebilmesine olanak yoktu. Elbette ki bu yeni durum, tek başına uluslararası güç dengelerinin ve devletin tasarrufunun bir sonucu değil, gelişmekte olan toplumsal muhalefetin, cunta döneminin uygulamalarını parçalamasıyla da yakından ilgilidir. 89 bahar eylemleri, yine 89 1 Mayıs’ında M. Akif Dalcı’nın katledilmesi sonrasında geliştirilen kampanyalar sonucunda İstanbul’da polisin üniversitelerden çekilmesi, cezaevlerindeki 1 Ağustos genelgesiyle uygulanmaya çalışılan baskılara karşı gelişen toplumsal muhalefetin sokakları zaptetmeye başlaması gibisinden daha bir çok olgu, artık 12 Eylül tarzıyla toplumun yönetilemeyeceğinin açık göstergeleriydi. Elbette bu söylediklerimiz, gerilla savaşının sürdüğü Mezopotamya toprakları için geçerli değildi. Orada 12 Eylülü dahi aratacak uygulamalar henüz yeni yeni başlıyordu.
12 Eylülü dahi aratacak bu uygulamalar çok geçmeden Mezopotamya sınırlarını aştı. Çünkü devrimci toplumsal muhalefet, metropollerde de silahlı biçimler almaya başlamıştı. Ama bu defa emperyalizmin birçok yeni-sömürge ülkede uygulamaya koyduğu düşük yoğunluklu çatışma stratejisi ekseninde hareket eden oligarşi, tüm toplumu taraf haline getirip karşısına alacak uygulamalardan kaçınıyordu. Böylece işkencede katledilenler, gözaltında kaybedilenler, sokak ortasında kurşunlananlar, ev baskınlarında katledilenler, köylerin bombalanması, yakılması, insanların sürgün edilmesi, ekinlerin, ormanların yakılması, hayvan sürülerinin imhası vb. her türden terör “demokratik parlamenter sistem” çatısı altında gerçekleştirilmiştir. Yakın geçmişe aitmiş gibi görünen bu süreç, hala devam etmektedir.

Susurluk, Temiz Toplum, AB,
Sivil Toplum, Demokratikleşme, Haklar, vb. vb...

İktidar mücadelesinin önemli bir boyutunun toplumun düşün dünyasındaki hakimiyetin sağlanması olduğunu daha önce de medya vb. yazılarda belirtmiştik. Toplumsal bilinçte yaratılan yanılsamanın niteliği ve derinliğine bağlı olarak, aynı oranda sömürü sisteminin devamlılığı da garanti altına alınmış olur.
Emperyalizmin yeni-sömürgecilik politikalarını gündeme almasıyla birlikte açık işgal politikaları, yerini gizli işgale bırakmıştı. Böylelikle “bağımsızlık” görüntüsü altında, geçmiştekinden daha yoğun bir bağımlılık ilişkisinin de önü açılmıştı. Görünen ve yaşanan arasındaki uçurumun büyümesi her alanda kendini gösteriyordu. Sözgelimi eskiden doğrudan devletten devlete borçlanma ile emperyalist bağımlılık ilişkisi çok açık biçimde yaşanırken, IMF, Dünya Bankası gibi “uluslararası kuruluşlar”, hatta günümüzde buna eklenen “kredi derecelendirme kurumları” gibi birçok mekanizmayla, eskisinden çok daha büyük boyutlu ve yoğun bir emperyalist bağımlılık ilişkisi son derece “makul” maskelerin arkasına gizlenebilmektedir. Postmodern ideologların pek ilgilendiği “gösteren-gösterilen” ilişkisi üzerine yapılan uzun yapıçözümcü tahlillerde bu durumlar pek incelenmeye değer bulunmaz. Ancak yukarıda belirttiğimiz ekonomik, siyasal gelişmeler “bağımsızlık” maskesi altında yeni-sömürgeleşmenin, “Birleşmiş Milletler ve Kalkınma Bankası aracılığıyla desteklenen bağımsız ekonomik kalkınma” maskesi altında klasik sömürgecilikten çok daha yoğun bir sömürgeciliğin, yine “çok partili parlamenter sistem” adı altında sürekli faşizmin nasıl geniş halk kitlelerine benimsetilebildiğinin de birer göstergesidir. Lenin’in “halka siyasi gerçekleri açıklama kampanyası” olarak da ifade ettiği siyasal çalışmanın hedefleri olarak açığa çıkarılacak olan yalanlar, bu süreçte böylece boyutlanmaktadır.
Sömürücü sınıfların iktidarının yeniden üretimi, deyim yerindeyse bu yalanların da yeniden üretilebilmesinden geçmektedir. Bu nedenle bu yalanlara her geçen gün yenileri eklenmek zorundadır. Bu yeniden üretimi gerçekleştirmek için her yola başvurmak, her fırsatı değerlendirmek egemen sınıfların doğal davranışıdır. Geçtiğimiz yıllarda sıradan bir burjuva demokrasisinde “skandal” niteliği taşıyacak olan Susurluk’taki kaza sonrası ortaya çıkan gelişmeler, yeni bir yalan kampanyasının da başlangıcına fırsat verdi. Ortaya dökülen tüm pislik, bir “temiz toplum” kampanyasının harcı haline getirilmek istendi. Oysa ortadaki pislik, topluma ait değildi, bizzat devlete aitti, temizlenmesi gereken birşey varsa o da devletti ki; pislik üretme mekanizması olarak organize olmuş bir kurumdan da bunu beklemek, tek kelimeyle abes’ti. Ama toplumsal bilinci belirlemede önemli olanaklara sahip olan devlet, yarattığı “temizlenme” havasıyla, kimsenin hüküm giymediği göstermelik yargılamalarla kendini bu pisliğin uzağındaymış gibi, onunla mücadele ediyormuş gibi göstermek için her şeyi yaptı.
Daha sonra AB uyum yasaları denilen şarlatanlık piyasaya sürüldü. Bu kapsamda birçok yasa çıkarıldı ve böylece vatandaşın keyfi olarak üstünün, evinin aranamayacağı, gerekçesiz gözaltına alınamayacağı vb. vb. birçok spekülasyon yaratıldı. Oysa bu topraklarda çok eski bir taktik vardır; bir deyimle ifade edersek “kaşıkla verdiğini kepçeyle almak” denilebilecek tarz, neredeyse devletin geleneksel davranışlarına damgasını vurmuştur. 1991’de 141-142’yi kaldırırken (komünizm propagandası yapılmasını yasaklayan maddeler), Terörle Mücadele yasasını yürürlüğe sokarak tüm baskıları ağırlaştıran devlet, bu defa da göstermelik yasalarla kendisine “demokrasi” makyajı yapmaktan öteye gitmemiştir. Kısaca devlet, yasalarla verdiğini, yönetmeliklerle geri almış, kamu hukukuyla yaptığını, idare hukukuyla bozmuş, teoride söylediğini pratikte yalanlamıştır. Bunun en tipik örneği “düşünce suçu”na yönelik maddelerde ortaya çıkmaktadır. Bir madde kaldırıldığında başka bir madde aynı işlevi görmekte, böylece cezalandırma mekanizması sürekli olarak çalışmaktadır. Bazen de aynı şeyi bir mekanizmayı kaldırırken yerine bir başkasını geçirerek yapmıştır. Basit bir örnek vermek gerekirse yasal düzenlemeler sonucu gözaltı süresi kısalınca, yasadışı yöntemler devreye girmiş, kaçırıp işkence yapıp bırakmaların sayısı artmıştır.
Toplumda bunlar yaşanırken 90’lar sonrası süreçte artık çok daha farklı bir misyon üslenen medya, AB süreci ile birlikte bir “demokrasi” borazanını öttürüp durmaya başlamıştı. İşin ilginç tarafı, yaşamlarının hiçbir döneminde halkların devrimci dönüştürme yeteneğine, gücüne güvenmemiş, inanmamış bir takım “solcu” etiketli bir güruh, bu kampanyanın bayraktarlığını yapıyordu. Postmodern sürecin yeniden dirilttiği, klasik sömürgecilik zamanından kalma sömürgeleştirilen halkların “medenileştirilmesi” operasyonu, bu defa sömürgeci misyonerler tarafından değil, bizzat o halkların sömürgeci kafalı kalemşörleri tarafından vaazediliyordu. Demokrasinin bu topraklarda yeşerme olanağı olmadığına göre, onu Avrupa’dan ithal etmekten başka çare yoktu. Bugüne kadar batıdan bilim, teknik, medeniyet (uygarlık), hukuk, ölçü, standart, kültür, sanat, dil ithal edilmemiş miydi; demokrasi neden edilmesin? Emperyalizmin gizli işgalinin gerçekleştiği üçüncü bunalım dönemi, “AB demokrasisinin” açık darbesiyle niye tamamlanmasın? Yani bu mantık sahipleri açısından ortada aykırı olan hiçbir şey yoktu. Onlar zaten bir halkın kendi demokratik devrimci süreciyle demokrasiyi inşa edebileceğine hiç inanmamışlardı. Avrupa’daki burjuva demokratik sistemin kanlı sınıf mücadelelerinin sonucunda ortaya çıktığını hiçbir zaman görebilecek bir dünya görüşleri olmadı. Salt “ithal” mantığına dayalı sözgelimi laiklik politikasının bu topraklarda nasıl uygulandığı ve neye yol açtığı konusunda hiç kafa yormamışlardı. “Demokrasi”den anladıkları da buydu. Tüm diğer “meta”lar gibi alınıp satılacak, reklamı yapılacak bir mamüldü onlar için; bir “marka”ydı. ABD’li efendileri nasıl bir kot pantolon markasını “giyin” diye buyuruyorsa, bu “marka” da “yaşayın” diye buyrulmuştu...
Böylelikle toplumsal yaşamın birçok noktada geriye doğru gittiği, birçok anti-demokratik uygulamanın yasalaştırıldığı, geçmiş dönemin şekilsel demokratik uygulamalarının bile rafa kaldırıldığı bir süreçte “demokratikleşiyoruz” çığlıkları medyanın her türlü organıyla toplumun bilinçaltına yerleştirilmeye çalışıldı, çalışılıyor. En basitinden ordu-devlet ilişkileri 12 Eylül cuntasından sonra bile bugünkü emir komuta zincirine sahip değildi. Ama MGK’nin, DGM’lerin sivil üye sayısı ile yapılan bir hesaba bağlı “demokratikleşme” ölçütü için göstergeler fevkalade olumluydu. Artık gösteren gösterilen ilişkisi üzerine postmodern bilinci içselleştirmiş uzmanların çalıştığı medya organları için tüm bu illizyonu yaratmak çocuk oyuncağıydı...
İşte tüm bu atmosferin egemen olduğu bir ortamda bir haber manşetlere yansıyıverdi: “Sosyetik fişleme”. Tam herşey yoluna giriyordu, ne güzel “demokratikleşiyorduk”, birden bire bu fişleme genelgesi nereden çıkmıştı? Oysa haber, başlığından son noktasına kadar örnek bir sınıf tavrını sergiliyordu. Haberi yapanlar aslında fişlemeye karşı değildi, sosyetenin fişlenmesine karşıydı, AB, ABD yanlılarının fişlenmesine karşıydı. Masonların, cinsellik, uyuşturucu, meditasyon, ruh çağırma grupları vb. vb. emekçileri dünyası açısından pek bir şey ifade etmeyen, çoğu kendi sınıfından insanların oluşturduğu kesimlerin fişlenmesine karşıydı. Yani işçi, köylü, sendikacı, aydın, sanatçı, öğrenci, Kürt vb. muhaliflerin fişlenmesinde bir sakınca yoktu ama sıra kendilerine gelince “demokratikleşme” sürecine çok ayıp olmuştu. Böyle sivilleşme olmazdı. Sivilleşme de bir anahtar kelime. Ortalığı kaplayan haberlerden anlıyoruz ki en fazla rahatsızlık “askerlerin fişlemesine”. Yani güya “sivil” kurumlar (MİT, Emniyet) bu işi yapınca o kadar sorun yoktu. Ordu-devlet işleyişinin bugünkü konumlanışını sınıfsal bir bakış açısıyla bilince çıkaramayacak olan bu “sivil toplum” düşkünlerinin gözünde “sivil” kurumlar “seçimle iktidara gelmiş bir hükümetin” denetimi altında olduğundan “sakıncasız”dı.
Demokrasi anlayışları böylesine kıt ve ikiyüzlü bu güruh, kendi açılarından bir “zafer” bile kazandı bu süreçte: Genelkurmay yanlışlığın düzeltileceğini açıkladı. Neydi düzeltilecek yanlış acaba? Kara Kuvvetleri Komutanlığı İstanbul 2. Zırhlı Tugay Komutanlığı’na kaymakamlıklara sözkonusu habere konu olan talimatını göndermesinde dayanak noktası olan 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu mu değiştirilecekti? “Fişleniyoruz” diye yaygara koparan medyadan hiçkimse bunu sorgulamadı. Belki de olayın ortaya çıkmasında rolü olan Kaymakamlık personeli görevden alınacaktır. Kimin neyi yanlış bulduğuyla ilgili bir açıklama bu sadece...
Fişlemenin “sosyetik” olanına karşı olanlar aynı süreçte, bu olay vesilesiyle ortaya çıkan diğer gelişmelerle pek ilgilenmediler. Sözgelimi 1960’lardan beri varolmasına karşın 28 Şubat sonrasında işlevleri farklılaşan EMASYA organizasyonu konusunda pek fazla kalem oynatılmadı. Yine İller Yasası çerçevesinde, gelişebilecek toplumsal hareketler karşısında emniyet güçlerinin yetersiz kaldığı durumlarda valiliklerin askeri birimlerden yardım istemesini düzenleyen ve açılımı “Emniyet, Asayiş Yardımlaşma Birlikleri” olan bu organizasyon, 28 Şubat 1997 sonrasında 19 Aralık katliamının da mimarı olan dönemin İçişleri Bakın Sadettin Tantan ile Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan bir protokolle valiliklerin talebi olup olmadığına bakılmaksızın, kendileri gerek gördüğünde toplumsal olaylara el koyabilme yetkisiyle donatıldı. Yani daha öncesinde “Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi” adı altında yapılan dizginlerin tamamen orduya devredilme işi, bu defa kriz olup olmadığı noktasındaki tespit yetkisini, insiyatifini de orduya bırakarak hepten perçinlenmiş oluyordu. Tüm bunlar yaşanırken birileri de çıkıp “demokratikleşiyoruz” diye beyin yıkamaya çalışıyordu.
Her ildeki garnizonlarda örgütlenen EMASYA, elbette ki yeri geldiğinde müdahale edeceği toplumsal hareketleri önceden haber alabilmek için istihbarat toplama görevini de yürütecekti. Yapılacak işin mantığı buna tamamen uygundu. Bu çerçevede sözkonusu birimin valiliklere, kaymakamlıklara talimat göndermesi; daha farklı bir ifadeyle “sivil” otoritelerin, askeri otoritelerin emrine verilmesi tamamen yasalara uygundu. Az önce bahsettiğimiz kaşıkla verdiğini kepçeyle almak örneğinde olduğu gibi; bunun anayasaya aykırı olması kimsenin umrunda değil. Varsayalım burjuva demokrasisine yürekten inanmış birisi bir dava açıp sözkonusu yönetmelikleri, protokolleri Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptal ettirdi. Bunun tüm “fişleme” işlemlerini sona erdireceğini kim iddia edebilir? O kendine yeni kanallar bulup tıkır tıkır işlemeye devam eder. Çünkü sömürü sisteminin kendisi, bizzat bunu gerektirir.
Geçmiş dönemde ortaya çıkarılan “Batı Çalışma Grubu” da benzer bir organizasyondu. Yaşananlar sonrasında güya faaliyetlerinin bittiği açıklandı. Ortaya çıkan belgelerde aslında tamamen sistem karşıtı halk hareketlerinin izlenmesine yönelik olarak organize edildiği anlaşılan ama buna rağmen “laikliğin bekçisi” orduyu pek seven aymazlarca “gericilik tehlikesine” karşı bir önlemmiş gibi yansıtılan bu yapı da aynı ahtapotun ortaya çıkan kollarından sadece biriydi. Sahi faaliyetlerine son verildiği açıklanan “Batı Çalışma Grubu”nun faal olduğu dönemde topladığı istihbaratlara ne oldu diye niye kimseler sormaz. Gerçi herkes sorsalar bile birilerinin onlara “yok ettik” yanıtını hemen yetiştireceğinin farkında. Daha 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Yasası ile tamamen silindiği iddia edilen fişler bile günlük yaşamda insanların karşısına çıkıp duruyor. Sadece bu durum bile yeterince cevap oluyor.
Şimdilerde “fişlenme” geride bırakılmış bir gündem maddesi gibi görünüyor. Ama kimi işyerlerinde yıllardır çalışan insanlar, durup dururken amirlerinden fotoğraflı özgeçmiş talepleriyle karşılaşabiliyorlar. Ya da Oyakbank’ta çalışmaya başlayan birisinin parmak izleri alınabiliyor. F tipi hücrelerde kalan yakınlarını ziyarete gidenler parmak izlerini, gözbebeği izlerini giriş kayıtlarına bırakıyorlar. Mezopotamya’da kimi köylerde köylülerin ailecek fotoğrafları çekiliyor. Tüm bu bilgilerin ne yapıldığını kimse bilmiyor. Bunlarla kimsenin ilgilendiği bile yok.
Tüm toplumu tehdit olarak algılayan bir sistemde yaşıyoruz. Ve sömürü sistemi, kendi doğal davranışı gereği tüm toplumu izlemek, elde ettiği bilgilerin kaydını tutmak için elinden gelen herşeyi yapıyor. Bu bilgiler ışığında kendi sömürü sistemlerini sağlama almak için çeşitli tahkimatlar yapıyorlar, önlemler, politikalar geliştiriyorlar. F tiplerinin de mantığını oluşturan panoptikon sistemi, yani sürekli gözlemeye, gözlem altında tutmaya yönelik birçok araç geliştiriliyor. Sadece binalar değil, caddeler, sokaklar kameralarla sürekli izleniyor. Hayatımıza giren birçok elektronik araç (cep telefonu, manyetik kartlar, internet, telefon kartları vb.) aynı zamanda izlenmemiz için, nerde ne yaptığımızın bilgisinin toplanması için bir istihbarat aygıtı olarak da çalışıyor. İsrail’in geliştirdiği ve internet üzerinden sohbet etmekte kullanılan ICQ adlı program, bu ağ üzerindeki tüm bilgileri istihbarat örgütlerine aktarmanın bir aracı olarak kullanılıyor...
Son günlerde bunun bir örneği, bir skandal biçiminde kamuoyuna yansıdı. Sanat ve Hayat dergisine internet aracılığıyla mesaj göndermek isteyenler, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’den gönderilen, mesaj alma kapasitelerinin dolduğuna dair cevaplar aldılar.
Elbette tüm bunlara bakarak bir paranoya atmosferi de yaratılabilir. Dünyada ve ülkemizde bunun da bolca örneği var. Halkların kendi insiyatifleri ve güçleriyle hiçbirşey yapamayacağına çoktan ikna olmuş birçok insan, tüm bunlardan hareketle artık denetim dışında hiçbirşey yapılamayacağını, hiçbir adım atılamayacağını düşünebiliyor. Oysa bu da aynı köleleştirme oyununun bir parçası. Bu sömürü sisteminin mutlaklığı ve alternatifsizliği yönündeki karşı-devrimci ideolojik saldırının sadece bir parçası. Dünya devrimci pratiğinin deneyimleri göstermiştir (ve göstermektedir) ki tüm bu araçlar devrimci çalışmayı zorlaştırsa bile engel olamaz. Yeterince disipline sahip bir devrimci çalışmanın, gereken kurallara titizlikle uyulduktan sonra kendi özgürlük alanını yaratmasının önünde hiçbir engel yoktur. Çünkü tüm istihbarat çalışmaları, ancak hata yapanların takılacağı bir ağdır.
Düşmanı küçümsemek de, abartmak da iki farklı sapmadır devrimciler açısından. Tarih her iki yönelimin de yanlışlığını ve olumsuz sonuçlarını yeterince sergilemiştir. Yine tarih, bu tür izleme ve baskı aygıtları ne denli geliştirilirse geliştirilsin, emekçilerin ve ezilen halkların devrimci kurtuluş mücadelelerinin doğru bir siyasal-stratejik hat ekseninde örgütlenmesinin ve egemen sıınfların sömürücü sistemini yerle bir etmesinin önüne set çekemeyeceğini göstermiştir. Çünkü birleşmiş bir halkın örgütlü gücü yenilmez!

Kaynak: Tübitak Bilim ve Teknik, Ekim 2001 ve çeşitli internet siteleri...

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul