İstanbul’un Anadolu yakasında, Çengelköy’den
yukarıya, Rasathane semtine doğru çıkmak isterseniz
eğer, üç-beş yüz metre sonra, sağda büyükçe ve yeni
bir yapı görürsünüz: Üsküdar Belediyesi Ahmed Yüksel
Özemre Kültür Merkezi... Biçki-dikiş, bilgisayar
kursları, tiyatro, konferans etkinlikleri, vs. vs...
Yarıdan fazlası Karadenizli olan Talimhane ve Rasathane
gibi semtlerin insanları, her sabah ve her akşam
gerici Üsküdar Belediyesi’nin herhalde “vefa” olsun
diye diktiği bu binanın önünden geçerler. Her sabah
ve her akşam, doğmamış çocuklarının genlerine yayılan
kanserle bir anlamda yeniden karşılaşırlar aslında.
İnsanoğlu unutkandır denilir, yalan! İnsanoğlu unutturulmaya
yatkındır daha çok...
Minibüsten ismini okuyup geçtikleri bu adamın bilim
dünyasındaki tek şöhreti Nisan 1986’daki Çernobil
faciasından sonra, uşaklık ettiği cunta artıklarının
emriyle Karadeniz halkına düpedüz yalan söylemesi
ve radyasyonlu çayların ve fındıkların piyasaya
sürülmesini sağlamasıdır. “Yapılan 50 bini aşkın
ölçüm sonuçları, Türkiye’de tüm gıdaların radyasyon
bakımından tamamen güvenceli durumda olduğunu gösterdi”
demişti o günlerde. (5 Eylül 1986, Milliyet) “Ne
bulursanız yiyebilirsiniz” demişti gözümüzün içine
baka baka ve hiç utanmadan. (15 Haziran 1986, Milliyet)
“Mehmetçik” bir profesördü o! Milletin menfaatleri
içi her şeyi yapabilirdi; milletin çocuklarının
ölümü pahasına bile olsa!
Şimdilerde günah çıkarıyor... Yazdığı kitabında
“aslında ‘Türkiye’de radyasyon yoktur’ demedim,
yanlış anlaşıldım” diyor, yine gözümüzün içine baka
baka... Hem de ne zaman? Tam şimdi işte, Volkan
Konak’ın “Cerrahpaşa” şarkısının TRT tarafından
yasaklandığı şu günlerde. Ne diyordu Volkan Konak
kanserden ölen babası için yaptığı şarkıda: “Ey
gidi Cerrahpaşa / İçmem suyundan içmem / Bir dahaki
seneye / Yolci da gelip geçmem.”
“Doktorlar da ne bilir / Ciğerun yarasıni” diye
devam ediyordu sonra Volkan Konak ve ortalık ayağa
kalkıyordu. Devletin koskoca hastanesine kim nasıl
kusur bulabilirdi!.. Hem de hangi hastane? Yarı-tanrı
yarı-genelkurmay başkanı sayın rektörümüzün fakültesi!
Devletin hastanesini korumak isteyenlerin aklına
insanları korumak hiç gelmiyordu nedense.
Şimdilerde ise rezillik ayyuka çıkmış durumda.
Kirli Düzenin İğrenç Yalanları
O günleri şöyle bir hatırlayalım... Yalnızca Özemre
değil, dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit
Aral da günde beş vakit televizyonlara çıkıp yemin
billahlar ediyorlardı, üçü-beşi bir araya gelip
cunta şefini de yanlarına alıp kameraların önünde
çay içiyorlardı. “Çayda tehlike yok ki imha edelim”
diyordu Aral. (23 Aralık 1986, Cumhuriyet) “Çaydaki
radyasyon tehlikesiz” diyordu. (13 Aralık 1986,
Cumhuriyet) “Dinine, imanına inanan ‘radyasyon
var’ demez” diye tanrısal güvenceler de veriyordu.
(24 Haziran 1986, Günaydın) Başyardakçısı olan
Özemre de ekliyordu hemen: “Çayda tehlike yok
ama dışsatımı yasaklıyoruz.” (10 Aralık 1986,
Milliyet) “Rakamlar panik yaratırdı” diye açıklıyor
üstelik bu yalancılığı. (7 Mayıs 1986 Cumhuriyet)
Şimdi ise “yanlış anlaşıldım” diyor cunta profesörü...
Şöyle anlatıyor kitabında o günleri: “Türkiye
Atom Enerjisi Kurumu’nun tahmin ettiği gibi Edirne
ve civarı, 3 Mayıs 1986 akşamı 20.20’de, gökgürültülü
sağnak şeklinde yağan ve bir ara doluya çeviren
bir yağmurun yere indirmiş olduğu radyoaktif serpintilerle
radyasyonun etkisi altına girdi. Meraların bir
bölümü kirlenince buralarda otlayan hayvanların
sütleri radyasyonlu olmuştu. İstanbul’da da ibre
yükseliyordu. İlk olarak 7.8 mikroröntgen / saatten
9.6’ya kadar yükseldi. Daha sonra havadaki radyasyon
30 düzeyine kadar yükselen bir artıştan sonra
yine doğal düzeyine indi.”
Peki bunlardan halkın haberi var mı? “Mehmetçik”
profesör için bunun ne önemi var ki! Onun bütün
derdi bu işten ihracatın ve turizmin ne kadar
etkileneceğidir. Hatta o hâlâ Çernobil sonrasında
Türk vatanına karşı komplo kurulduğunu, her şeyin
İngiliz oyunu olduğunu tekrarlıyor utanıp sıkılmadan.
Arada ihracatçıların ahlaksızca “uyanıklık”larını
da bir marifetmiş gibi anlatıyor “Kekikte de radyasyon
vardı” diyor örneğin, “Bunun üzerine 600.000 Bq/kg’a
kadar radyasyon içerebilen kekiğimizi Fransa’ya
ithal ederek Fransız menşeli kekikmiş gibi ABD’ye
yeniden ihraç etmek suretiyle bir çözüm buldular.”
Ahmaklık Yarışması: Yakalım Gitsin!
İşler bununla da kalmıyor. Aynı günlerde ancak
kör cahillerin ya da uşak ruhlu “bilim” adamlarının
yapabileceği bir şey yapılıyor ve İngiltere’nin
almayıp geri gönderdiği tonlarca çay yakılıyor.
Böylece radyasyonun duman halinde havaya karışıp
yere inmesine yol açılıyor. Eski Çay-Kur Genel
Müdürü Tuncer Ergüven, radyasyonlu çayları yakma
emrini bizzat Özemre’nin verdiğini söylüyor: “O
tarihte 64 - 65 bin ton çayı ‘Bunları kesinlikle
kullanmayın’ diye ayırdılar. (...) Aynı TAEK,
özel sektör fabrikalarının hiçbirine uğramadı.
Onların çayını maalesef piyasaya sürdürdü. Ahmet
Bey başkanlığında özel sektörden bir fabrikaya
ait üç analiz raporu çıkarsınlar, adamın elini
öperiz. Özel sektörün elindeki çay yaklaşık 30
bin tondu. (...) O sezonun sonunda TAEK ‘Bunları
yavaş yavaş yakın’ dedi. Yaktığımız zaman vatandaş
dedi ki, ‘Arkadaş sen bunu yaktın, baca gazı oldu,
yukarı çıktı. Yağmur yağdı, yere indi.’ Bunun
üzerine durdurdular.”
Ergüven’in açıklamaları bununla bitmiyor: “1993’te
Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde (KTÜ) bir sempozyum
gerçekleşti. Küçükçekmece Nükleer Araştırma’dan
bir arkadaş çıktı, ‘İlk defa açıklıyorum ama devlet
biliyor’ diyerek elindeki belgeleri gösterdi.
Biz kamu görevlisi olmamıza rağmen ilk defa orada
öğrendik. Radyoaktif kirlilikte çok yüksek rakamlar
vardı. Giresun - Tirebolu bölgesinde yüksek. Yükseklik
Rize’de Derepazarı’ndan başlıyor. Rize’nin tümünde
limitin üstünde. Bütün bu bölge, radyoaktif tehlike
limitinin çok üstünde. Pazar’dan Hopa’ya kadar
çok çok yüksek. Bütün Karadeniz kirli, ama bazı
bölgelerde kirlilik çok üst seviyede. Dolayısıyla
bu bölgedeki insanlar sadece içtiği çaydan değil
lahanadan, sütten, yürürken çamurdan etkilendi.
Ben ‘Niye açıklamadınız?’ dedim. Ahmet Bey, ‘Bakan
açıklattırmadı’ dedi. Biz de ‘O zaman hükümet
burada suçlu’ dedik. Neden? Aynı hükümet Edirne’de
Trakya’da birtakım önlemler aldı, bazı hayvanları
da itlaf etti. Edirne’de söylüyorsun, burada niye
söylemiyorsun? Turizmde infial olurmuş, Karadeniz’e
kaç turist geliyordu ki o zaman?”
İşte manzara böyle...
Ordu İl Sağlık Müdürü’nün açıklaması ise daha
da vahim. Açıklamada, facianın yaşandığı 1986’da
ilde sadece 16 kişi kanser hastasıyken, aradan
geçen 18 yılda 1763 kişinin kansere yakalandığı
ve bunlardan 1637’sinin öldüğü belirtiliyor.
Şimdi, aradan bunca yıl geçtikten sonra, Cerrahpaşa’mızın
yöneticileri Volkan Konak’a çok kızıyorlar. Doktorlar
“ciğerin yarasını” bilmez mi? Bilirler tabii.
Ama iş bununla bitmiyor ki, “yaranın sebebini”
de merak etmek gerekmez mi?
“Herkesun bir derdi var / Durur içerisinde” diyor
şarkının sonunda Volkan Konak... Gerçekten de
Çernobil, büyümekte olan bir kanser hücresi gibi
“duruyor içerimizde”, bilim ahlakını beş kuruşa
satmış olanların bize ne yedirip ne içirdiklerini
hangimiz biliyoruz ki?
|