Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

D. Sena

 

ABD emperyalizminin bölge için öngördüğü gelecek tasarımı olan “Büyük Ortadoğu Projesi”, aslında uzun süredir gündem maddesi olduğu halde yoğun olarak geçtiğimiz aylarda dillendirilmeye başlandı. ABD’nin bu projesinin ne anlama geldiği, nasıl bir Ortadoğu tablosu yaratmak istendiği ve tabii Türkiye’nin bu kirli oyunun neresinde rol alacağı tartışmaları da ara sıra alevlenerek sürüyor. Konuyu “Medeniyetler Çatışması” üzerinden ele alıp bunun bir “Haçlı Seferi” olduğunu iddia eden islamcılardan, ABD’nin bölgeyi ve Türkiye’yi eyaletleştirmek istediğini söyleyip Kamu Reformu Yasası’nı bile bu projeye bağlayan şovenist “ulusalcılara” dek birçok kesim de kendi açısından bu tartışmaya katılıyor.
Devrimciler ve sosyalistler ise, bu projenin tartışılıp karara bağlanacağı bir toplantı olan NATO zirvesini protestolarla karşılamaya hazırlanıyorlar. Gerçekten de önümüzdeki Haziran ayında İstanbul’da yapılacak olan NATO zirvesinin de sıradan bir toplantı olmadığı ve esas olarak bu konuya yöneleceği artık netleşmiş durumdadır. Daha doğrusu önce G-8 toplantısında müttefiklerini ikna etmeye çalışacak olan ABD, daha sonra da NATO zirvesine konuyu taşıyarak kararları perçinlemeyi tasarlıyor.
Aslında, Afganistan’ın işgalinden sonra emperyalist savaş makinesi Irak’a yöneldiğinde, bunun daha geniş bir planın parçası olduğu, ABD’nin Ortadoğu’ya genel olarak yeni bir düzen getirmek istediği biliniyordu. Irak işgalinin tamamlanmasının hemen arkasından Powell’ın yüzünü Filistin’e dönüp “Yol Haritası” adı altında bir tasarım dayatması boşuna değildi. Ama asıl büyük tasarımın, zaten “umutsuz vaka” sayılan Filistin’in ötesinde bir anlam taşıdığı açıktı. Çünkü bölge, yalnızca dar bir sahil şeridi açısından değil, Pakistan’dan İran’a ve hatta Kuzey Afrika’ya dek geniş bir coğrafya açısından da problemli bir noktadaydı ve içinde ciddi patlama dinamikleri barındırıyordu. Fas’taki büyük bombalı eylemlerin ardından CIA yetkililerinin çeşitli açıklamalarda “El Kaide artık bir örgütsel yapıdan çok bir ideolojik durum ve tutum olmaya başladı” demelerinin böyle bir anlamı vardı. Asıl kastettikleri şey, milyonlarca yoksul Ortadoğu insanının öfkesinin tehlikeli bir biçimde biriktiği ve bu birikimin tek merkezli bir organizasyon olmadan da çeşitli biçimlerde ve yerlerde patlayabildiğiydi. Tabii emperyalizm açısından daha da tehlikeli olan, bu büyük öfkenin devrimci kanallara akma olasılığıydı.

Ortadoğu’yu “Genişletmek”
Her şeyden önce, daha doğru çeviriyle “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (The Greater Middle East Project) adlandırılabilecek olan bu tasarım, tam da bu adlandırmaya uygun olarak Ortadoğu’yu bilinen dar coğrafi anlamıyla değil, daha geniş bir bölge olarak ele almaktadır. Yaklaşık olarak 22 ülkeyi kapsayan proje, bu anlamda yalnızca Irak, Suriye, Filistin, Suudi Arabistan, Mısır, İran ve Yemen gibi bir çerçeveyi değil, Fas’tan Cezayir’e, Tunus ve Libya’ya, Türkiye dahil Güney Kafkaslara, Afganistan dahil Orta Asya’nın bazı devletlerine, Pakistan’a, Hindistan’a ve Güney Asya’ya dek uzanan bir çerçeveyi ilgilendirmektedir. ABD stratejistlerinin yazdıkları üzerinden özetlenirse projenin gerekçeleri kısaca şöyledir:
A) “Dünya enerji kaynaklarının ve stratejik maddelerin “istikrarsız” veya “totaliter” ülkeler elinde olması dünya ekonomisine zarar vermektedir”
B) “Terörizm bu ülkelerde barınma ve güçlenme imkanı bulmaktadır.”
C) “Bölge halkının gelir ve eğitim düzeyinin çok düşük olması ve bu durumu düzeltecek girişimlerin bölge ülkeleri tarafından başlatılmaması tehlikelidir.”
Her şey son derece açık... ABD emperyalizminin sözcülerinin bu kadar açık sözlü olduğu bir başka dönem herhalde tarihte yaşanmamıştır. Emperyalistler, hiç lafı dolandırmadan bölgenin bütün ekonomik kaynaklarına el koymaları gerektiğini ve ayrıca mevcut ya da potansiyel bütün tehlike kaynaklarını kurutmak istediklerini söylüyorlar.
Çoğunlukla ABD’de Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in sırtına yıkılsa da bu proje aslında emperyalizmin 90’lar sonrasında içine girdiği yeni sürecin tipik politikalarından birini yansıtıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bazı yorumcular tarafından 1940’ların Marshall Planı’na benzetilmesi de bu yüzden boşuna değil. Daha doğrusu kategorik olarak aralarında herhangi bir benzerlik olmasa da her iki plan geniş çaplı hegemonya amaçları bakımından birbirine benzetiliyor. Bilindiği gibi II. Paylaşım Savaşı sonrasında uygulamaya konulan Marshall Planı, sosyalizmin savaş sonrasındaki olağanüstü yayılmasına karşı bir önlem olarak düşünülmüştü ve çok yönlü bir tasarımın parçasıydı. Esas olarak Avrupa ülkelerinin kapitalist ekonomilerinin yaklaşan “Kızıl Tehlike” karşısında restore edilmesini, sosyal patlama risklerinin azaltılmasını ve tabii bu arada asıl amaç olarak da ABD hegemonyasının ekonomik-politik-kültürel olarak perçinlenmesini içeren Marshall Planı uyarınca Amerikan emperyalizmi bir dizi yardım ve borçlandırmayı organize etmiş, böylece bir taşla birçok kuş vurmanın karakteristik bir örneğini vermişti. Bir yandan ekonomik planda bunlar yapılırken diğer yandan da savaş sırasında Avrupa’da konumlanan ABD birlikleri ve üsleri kalıcılaştırılmış, yoğun bir anti-komünist paranoya ve casusluk-yönlendirme faaliyetiyle de “hür dünyanın jandarmalığı” konumu pekiştirilmişti. Türkiye’nin plana dahil edilmesi ise bir yandan yeni-sömürgeci politikaların sonucu olurken, diğer yandan ise bir tür “ileri karakol” yaratma amacına hizmet etmişti.
Görüldüğü gibi bugün Ortadoğu için tasarlananlarla Marshall Planı koşullar ve ele alınan bölgenin özellikleri bakımından tamamen farklıdır; ama öte yandan geniş bir bölgeyi kapsaması ve yalnızca askeri yöntemlerle yetinmeyip değişik hegemonya yöntemlerini bir bütünlük içinde ortaya koyması bakımından belli benzerlikler görülüyor.

ABD Ortadoğu’ya Uygarlık Taşıyor!
Ortadoğu’da genel bir “rejim değişikliği”ni içeren “Büyük Ortadoğu Projesi”nin özü, askeri operasyon, politik baskı, ekonomik yardım ve şantaj, ideolojik-kültürel bombardıman dahil olarak her yolun kullanılarak bölgenin “kapalı” yapısının çözülmesi ve yalnızca uluslararası sermaye akışına değil, politik-kültürel saldırıya da sonuna dek açılmasıdır. Tabii ki, proje, bu tanımın verdiği ilk izlenimde olduğu gibi bütün Ortadoğu rejimlerinin bir anda darmadağın edilmesi anlamını taşımamaktadır. Tam tersine, planın asıl hedefi, bölgede emperyalizme şu ya da bu şekilde sorun yaratan ülkeler ve Ortadoğu’nun anti-emperyalist patlama potansiyelleridir. Yani, bütün şeriatçı uygulamalarına karşın bölgenin kukla Arap rejimleri, Suudi Arabistan, Emirlikler, vb. vb. öncelikli hedefler arasında değildir. Ama az sonra açıklamaya çalışacağımız gibi aslında uzun vadede bölgenin siyasal yapısını (kukla rejimler dahil olmak üzere) tümüyle değiştirme amacı da projenin kapsamındadır.
ABD’nin bazı Avrupalı müttefiklerini de dahil ederek uygulamak istediği projenin belli başlı maddelerinin doğru okunması, aslında kapsam konusunda bir fikir veriyor.
Her şeyden önce proje, 2010 yılına dek, bölgede küresel sermaye akışına açılmamış, emperyalist dünyayla tam olarak bütünleşmemiş bir ülke kalmamasını hedefliyor. Bu ise, öncelikle bölgedeki despotik rejimlerden ABD ile açık işbirliği yapmayanlarının tasfiyesini ve bu ülkelerin “demokratikleştirilmesini”(!) gerektiriyor. Projeye göre bu süre içersinde, bölge ülkelerinde yeni-sömürgeci tarzda bir kukla tiyatrosu olarak parlamenter düzen yerleştirilecek, “özgür” seçimlerin yapılması sağlanacaktır. Böylece artık bu yeni ve “ithal malı” demokrasiyle yönetilen ülkelerde neoliberal işleyişe ve ABD hegemonyasına uyumlu yönetimler oluşturulacaktır. Geçmişten beri despotik aile rejimlerinin ya da dini yönetimlerin sıkı denetimi altında işleyen bürokrasiler böylece “sivilleşerek” eski “hantal yöntemlerinden kurtulacaklar” ve dünya kapitalizminin istediği bütünleşme hızına erişeceklerdir.
Yani sorun aslında basit bir politik değişiklik değildir; bugün bölgedeki rejimlerin bir çoğu stratejik anlamda ABD emperyalizminin müttefikidir ya da en azından onun genel politikalarına, saldırgan hamlelerine karşı duruş sergilememektedir; ancak asıl sorun bütün bunlara rağmen bu ülkelerin bir çoğundaki idari işleyişin hâlâ uluslararası sermayenin genel çıkarlarını koruma noktasında artık yeterince güvenilir olmamasıdır. Bu anlamda, söz konusu ülkelerin günlük gelişmelerde ABD yandaşı olması ya da ABD karşıtı olsa da bunu somut bir tepkiye dönüştürmemesi, uzun vade açısından emperyalizmin tam istediği şey değildir. Tam olarak istenen şey, muazzam bir yüzölçüme ve muazzam bir pazara sahip olan bu ülkelerin tümüyle çözülmesi, bütün sürtünme ve direnç noktalarının yok edilmesidir. Yani, herhangi bir ülkenin Amerikancı bir despot tarafından yönetiliyor olması bile sorunun tamamını çözmemektedir. Çünkü her şeyden önce bu örnek verdiğimiz X ülkesinin henüz tamamen hegemonya altına alınarak bütün muhalefet dinamiklerinin çürütülmemiş olması (derin sınıfsal çelişkilerden ötürü) patlama tehlikesini canlı tutmaktadır. Ama en az bunun kadar önemli olan bir başka sorun dinsel-yerel etkenlerden ötürü bu ülkelerin emperyalist ekonomiyle bütünleşme düzeyinin zayıflığıdır. Yani sonuçta Amerikancı bir despotik yönetim ABD emperyalizmi tarafından hoşnutlukla karşılansa da, asıl sorun, bu örnek verdiğimiz X ülkesindeki milyonlarca insanın hâlâ yoğun biçimde feodal-dinsel bir kültürel-sosyal atmosferde yaşaması, üretim ve tüketim alışkanlıklarının bu tarzda kurulmuş olması, ekonomik-siyasal-sosyal idari mekanizmaların saf kapitalist mantığa göre değil de dinsel kurallardan yerel alışkanlıklara kadar yüzlerce faktör tarafından biçimlendirilmesidir. Örneğin kadınların sosyal hayatta yer almayışları, bu anlamda kapitalizm için bir “özgürlük” sorunu filan değildir, asıl sorun kocaman bir tüketim ve üretim potansiyelinin atıl kalmasıdır; örneğin insanların günlük hayatlarının dinsel kurallar ve dinsel liderliklerin buyruklarıyla kuşatılmış olması, kapitalizm için “bireyin gelişimi”yle ilgili bir sorun değildir, asıl sorun, insan davranışlarının piyasa dışındaki faktörler tarafından yönetilmesinin kapitalist gelişmeyi köstekleyen yanıdır; örneğin çıkarlarına ters düştüğünde halkın seçim tercihlerine hiçbir biçimde saygı duymayan ve darbeler örgütleyebilen ABD için parlamenter işleyişin yokluğu bir “demokrasi” sorunu değildir, asıl sorun, bugünkü despotik işleyiş içersinde Merkez Bankası, vs. gibi ekonomik bürokrasi kurumlarının (Türkiye’de olduğu gibi) tam bir uluslararası denetime girecek ölçüde “özerk”(!) hale gelmemesidir, vb. vb.
Ve nihayet asıl sorun, kukla bir parlamenter düzen içersinde legalleştirilerek kontrol altına alınabilecek olan muhalefetin bu ülkelerde kapalı mekanlarda, baskı düzenlerinin oyuklarında tehlikeli filizler olarak yeşermesi ve emperyalist hegemonya için risk oluşturmasıdır.
Projenin ayrıntı gibi görünen maddelerini işte bu çerçeve içersinde okumak mümkündür.
A) Örneğin, hizaya giren ya da postmodern darbelerle hizaya getirilen ülkelere belirli bir mali destek fonunun ayrılması ve bu fonların sosyal düzenlemelere yöneltilmesi bu maddelerden biridir. Bu ülkelerdeki eğitim sisteminin Batılı normlarla yeniden düzenlenmesi, kadınlara ve “kadın örgütleri”ne mali destek verilmesi, küçük girişimlere krediler açılması, “bireysel refah”ı artıran önlemlerle yasadışı göçlerin önünün kesilmesi, suç işleme oranlarının azaltılması, vs. gibi maddelerin gerçek içeriği böyle bir uzun vadeli bakış üzerinden anlaşılabilir. Son dönemde “insan hakları emperyalizmi” kavramıyla ifade edilen yaklaşım, burada da karşılığını bulmakta, bütün sınırları ve engelleri yıkıp geçmeyi hedefleyen uluslararası sermaye kendi genişleme projesini sosyal-kültürel gelişme görüntüsünün arkasına yerleştirmektedir. (Böyle bir proje yıllardır örneğin İran için tasarlanmakta ve çeşitli yollardan desteklenen “liberal muhalifler” iktidar günü için hazırlanırken bir dizi “destek fonu” eğer işi kotarabilirlerse “başarı ödülü” olarak vaad edilmektedir.)
B) Bu ülkelerdeki siyasal partiler ve seçimler-parlamento sisteminin söz konusu fonlardan (ve tabii ki “sivil” kaynaklardan) desteklenmesi de aynı projenin bir başka ayağıdır. Daha bugünden birçok ülkedeki sözde muhalefet partileri ve gruplarına doğrudan CIA üzerinden ya da Soros Vakfı gibi kaynaklardan milyonlarca dolar akıtan ABD emperyalizmi, gelecekte de bu ülkelerdeki kukla parlamentoları tümüyle denetim altında tutmayı planlamaktadır. Bütün bunların İngiliz sömürgeciliği yıllarından beri yapılan şeyler olduğu, işbirlikçilere para akıtılmasının klasik bir yöntem olduğu belki söylenebilir; gerçekten de özellikle Ortadoğu coğrafyasının aşiretler ve şeyhlikler mozayiğinde sterlin ve doların “harikalar yarattığı” bilinmeyen şey değildir. Ama bu kez gerçekleşen şey biraz daha farklıdır. Bu kez, genel bir proje dahilinde kartlar son derece açık oynanmakta ve “demokrasi”, “özgürlük” ve “insan hakları” gibi paravanların arkasına geçilerek oyun meşrulaştırılmaktadır. Bu kez yapılan şey, sterlin ya da dolar valizlerinin el altından, halkların haberi olmadan bölgeye kaydırılması değil, açık fonlar aracılığıyla, “demokrasinin desteklenmesi” adına aktarılmasıdır ve daha derin bir operasyon planlanmaktadır. Oyunun kuralları şöyledir: Önce bu fonların bir bölümü hoşnutsuzluğu artırmak ve “demokrasi isteği” yaratmak için kullanılmakta, sonra da aynı fonların diğer bölümü, böylece ortaya çıkan “demokrasi” ortamındaki işbirlikçilerin organizasyonuna harcanmaktadır. Ve nihayet, istenilen politik değişiklikler sağlandığında bu kez ticari fonlar ve IMF-DB kaynakları, işbirlikçi iktidarın ekonomik politikalarını desteklemek için devreye girmektedir. Bu ekonomik politikaların üç-beş yıl sonra facialara yol açacağı kesin olsa da, emperyalistler açısından asıl önemli olan şey, estirilecek olan neoliberal fırtınanın yaşam koşulları zaten çok kötü olan insanlar üzerinde kısa vadede sağlayacağı “gelişme” ve “zenginleşme” hissidir. Gerici toplumsal ilişkilerin derin yoksulluk çukurundan çıkacaklarına inandırılmışken, ucuz işçiliğin çok daha derin olan yoksulluk çukuruna batan insanların bu arada tanık olacakları ışıklı vitrinler ve kültürel çürüme manzaraları ise muhtemeldir ki en hain işbirlikçileri “en reformcu devlet adamları” mertebesine yükseltecek, böylece Türkiye dahil birçok yeni-sömürgede 1950-60’larda yaşananlar tekrarlanmış olacaktır. En azından ABD’nin plandan beklediği budur.
C) Powell’ın ikide birde tekrarladığı “ılımlı İslam” modeli de tam buna denk düşmektedir. Böylece aslında ABD’nin eski “Yeşil Kuşak” projesini terketmediği, yalnızca biçim ve amaçların değiştiği görülmektedir. Bu genişletilmiş Ortadoğu coğrafyasındaki ülkelerin neredeyse tümünün müslüman ülkeler olduğu düşünülürse, sorunun İslamın tümüyle kazınması yolundan çözülemeyeceği açıktır. Proje bu bağlamda anti-emperyalist ya da genel olarak “Batı karşıtı” güçlerin ezilmesini ve buna karşılık İslamiyetle neoliberal restorasyonu birleştiren “ılımlı” güçlerin desteklenmesini içermektedir. Yakın geçmişteki en iyi örneği Turgut Özal olan bu pragmatist-işbirlikçi-müslüman politikacı tipinin bölgede yaygınlaştırılması, ABD açısından hayati bir sorundur. Çünkü bu müslümanlık tarzı hem Amerikan destekli şatafatlı bir ekonomik ortam yaratmakta hem de toplumsal yapıdaki dini eğilimleri tatmin edebilmektedir. Özal örneği bu bakımdan önemlidir; toplumun ve devlet organlarının ahlaki yapısını bu ölçüde çürütmüş bir başka lider Türkiye’de yoktur ama öte yandan aynı lider bugün hâlâ kaskatı görünen islami tarikatların bile hayır duasına sahiptir. (AKP’nin aynı tarzın daha silik bir kopyası olduğu söylenebilir) Projeye göre, bu tür neoliberal-islami rejimler yaratıldığında ve toplumsal yapıların kapalı hücreleri bir kez çözüldüğünde, işin geri kalanı konusunda ABD’nin içi rahattır! Ulusal duygular ya da genel olarak batı düşmanlığı bir kez çözülüp dini yaşamlarla kapitalist sermayenin içiçeliği ortaya çıktığında işin geriye kalan bölümünün, yani toplumdaki isyancı eğilimlerin, yoz tüketim alışkanlıkları, uyuşturucular, vb. gibi yollardan çözüleceğini düşünülmektedir. Daha doğrusu projeye göre, bir yandan bu türden çürütücü yollar ve araçlar, diğer yandan açılan legal muhalefet yolları isyan potansiyellerini kurutacaktır.
D) Bu bağlamda projenin kapsamında yer alan “özgür medya yaratılması” planı da son derece önemlidir. “Ortadoğu’da demokrasinin yaygınlaştırılması” bahanesiyle yola çıkan Pentagon generallerinin saptadığı en önemli sorunlardan biri budur çünkü. Ortadoğu ülkelerinin birçoğunda uluslararası iletişim tekellerinin denetimi dışında çalışan ve mevcut rejimlerin sözcülüğünü yapan medya işleyişini kırmak, bunun yerine “özgür ve demokrat” bir medya inşa etmek, projenin en önemli ayaklarındandır. Irak’ta beş bin tirajlı haftalık dergileri bile kapatan, bölgedeki, sadece ABD çizgisinden “farklı” yayın yapan El Cezire televizyonundan son derece rahatsız olan ABD’nin bu “demokratlık”tan ne anladığı ise bellidir. Açıkça söylensin ya da söylenmesin gerçekleştirilmek istenen şey, uluslararası iletişim tekellerine bağlanmış bir medya ağının Ortadoğu’yu tamamen kaplamasıdır ve tabii ki bu CNN’in bölge dillerinde yayın yapmasından daha derin bir operasyondur. ABD daha bugünden bölgede parayla desteklediği TV kanalları kurmaktadır ama projenin asıl hedefi bölge halklarının baştan reddedeceği bu türden dışsal kurumlar yerine içsel bir yerleşmedir.
E) Ve tabii tartışmaya bile gerek yok, bütün bu yollarla ıslah edilemeyen güçler için azgın bir emperyalist terör de hem ülkeler planında hem de örgütlere yönelik olarak hazırdadır. Her emperyalist proje gibi bu proje de hizaya gelmeyenlerin tasfiyesini içermektedir. En inatçı olanların önce yalnızlaştırılmasını, daha sonra da “önleyici darbe” stratejisiyle vurulmasını hedefleyen proje, geriye kalan işbirlikçi rejimlerle de sıkı istihbarat anlaşmaları yaparak mevcut ve muhtemel isyan odaklarını vurmayı planlamaktadır.
Sonuç olarak toparlamaya çalışırsak, Büyük Ortadoğu Projesi, basit anlamda bir kuklalar dizisi yaratmayı değil, ABD emperyalizminin bölgeye kalıcı olarak yerleşmesini içermektedir ve ekonomik-sosyal-kültürel vb. birçok unsurdan oluşmaktadır. Emperyalizm, bölgedeki isyancı potansiyellerin Irak örneğinde olduğu gibi doğrudan işgallerle kurutulmasını yine de hesap dışı bırakmamakta, ancak çoğunlukla bataklığa dönüşen bu tür operasyonlar dışında, daha köklü ve kalıcı bir çözüm yolu aramaktadır. Şüphesiz projenin stratejik maddeler ve enerji kaynaklarına hakim olunması ve Çin, Rusya gibi ülkelerin bu alanların dışında tutulması gibi amaçları da vardır; ama esas olarak ABD’nin sorunu devasa bir yüzölçüm ve nüfusu içeren bu bölgenin tam ve kesin olarak dünya kapitalizminin olağan işleyişine ve politik hegemonyasına bağlanması sorunudur.

Evdeki Hesap ve Ortadoğu Çarşısının Karışıklığı
Kuşkusuz, emperyalizmin bütün diğer şatafatlı planları gibi böyle bir projenin de kaderini belirleyecek olan bir dizi faktör vardır ve bunlardan en önemlisi bölge halklarının direncidir. Bu direncin en çok yoğunlaştığı yer olan Filistin, tam da Ortadoğu’nun kalbinde kanayan bir yara olarak durmakta, bu haliyle en gerici Arap rejimlerini bile kendi halklarının duyguları bakımından zorlamaktadır. BOP’un bu konuda ortaya koyduğu “çözüm” yolu, daha şimdiden anlaşılmıştır ki, önce en uç Filistin direniş noktalarının ezilmesi ve sonra geriye kalan kim varsa onlarla İsrail’i meşrulaştıran bir sınır anlaşması yapmaktır. Bu anlamda aslında İsrail’in aylardır sistematik biçimde sürdürdüğü nokta vuruşları, ilk işaretlerdir. Şeyh Yasin ve Rantisi cinayetleri bu operasyonların en önemlileri olarak ortaya çıkmışsa da aslında son bir yıldır direniş örgütlerinin orta kademe sorumlularına karşı gerçekleştirilen vuruşlar çok daha önemlidir; çünkü böylece direnişin pratik yönlendiricileri vurulmakta, mücadelenin hızı kesilmektedir. Ancak yine de Filistin direnişi onyıllardır sürdürdüğü varlığını yeni duruma adapte olarak sürdürecek, Washington ya da Tel-Aviv’de planlandığı gibi kolayca tasfiye olup gitmeyecektir. Her gün oluk oluk kanın aktığı bir Filistin Ortadoğu’nun tam kalbinde dururken Arap halklarında bir ABD sempatisinin oluşması ise beklenmemelidir. Öte yandan ne Irak’ta ne de Afganistan’da artık emperyalizmin bir ara yol bulması mümkün görünmemektedir. ABD’nin zaten bir çözüm peşinde olmadığı ve örneğin Irak bataklığındaki kan banyosunu daha yıllarca sürdürebileceği söylenebilir belki ama bu bütün bölgeyi saran bir durumdur ve bu kocaman coğrafyanın bir köşesinden her gün işkence ve katliam haberleri akarken diğer köşelerde “demokrasi” havariliği yapmak pek mümkün olmayacaktır.
Diğer yanda ise, emperyalistler arası çelişkilerin gitgide derinleşmesinin yarattığı başka direnç noktaları vardır. ABD stratejistleri kapalı kapılar arkasında bin tane plan üretse de genişleyen AB’nin özellikle Almanya-Fransa gibi unsurlarının bu planlara uyum sağlayacağı yalnızca bir varsayımdan ibarettir. Görünürde NATO üzerinden bir genel uyum sağlansa bile, tek tek pazarlardaki hegemonya bakımından durum tartışmalı ve çelişkilerle yüklüdür. Bu açıdan BOP, içinde daha bir çok soru işaretini barındıran bir sorular yumağı gibidir.

Beceriksiz Bir
Bukalemun: Türkiye

Türkiye’nin bu projedeki rolü ise Powell’ın ağzından kaçırdığı (ve laiklerimizi pek kızdıran) “ılımlı islam” kavramıyla aslında biraz açığa çıkmış gibi görünmektedir. Uzun vadede bölgenin kapalı rejimlerini çözerek her kara parçasını neoliberal işleyişe bağlamak isteyen ABD emperyalizmi, bu bakımlardan Türkiye’yi iyi bir model olarak görmektedir. Hem işbirlikçi, hem müslüman, hemde faşist... Doğrusu model olarak Türkiye BOP’un bütün unsurlarını üzerinde toplamış gibidir. Gerçi Türkiye oligarşisi bu kimliğiyle Ortadoğu halklarının nefret odağına çoktan oturmuştur ama ABD buna rağmen bir sızma ve taşeronluk noktası olarak bu ara rejimi hâlâ önemsemektedir.
Son süreçte Türkiye’nin ABD saldırganlığına hızlı uyum sağlamakta bazı problemlerinin olduğu, direnç gösteren iç güçlerinin olduğu doğrudur. Ancak büyük bir olasılıkla bunun politik yolları bulunacak, yeterince hızlı renk değişiminin sağlanamadığı durumlarda da ekonomik ve siyasal alanda klasik “burun sürtme” operasyonları gündeme gelecektir.

Ortadoğu Halkları Katillere
Vize Verecek mi?

İstanbul’daki NATO zirvesi işte bu koşullarda toplanıyor. Ortadoğu’ya yeniden biçim vermek isteyen emperyalist şebeke, Çırağan Sarayı’nda oturup kendi arasında pazarlıklar yapacak ve birbirini ikna etmeye çalışacak. Muhtemelen onların toplantı yaptıkları ya da yemek yedikleri saatlerde Irak’ta yine katliamlar ve işkenceler devam edecek ve Filistin’de çocuklar öldürülecek. Ve bütün bunlar olurken Ortadoğu’ya nasıl bir “demokrasi” ve “özgürlük” getirileceği tartışılacak.
İstanbul’un hazırlandığı zirve işte böyle bir zirvedir. Binlerce polis ve yeni ödeneklerle alınacak zırhlı araçlar bunun içindir. İyi bir uşak olabilmek için hiçbir fırsatı kaçırmayan Türkiye oligarşisi, konuklarının kılına bile zarar gelmemesi için elinden gelen bütün tedbirleri alıyor. 28 Haziran yaklaştıkça ortalığı cehenneme çevirmek için sürece daha çok yüklenecekleri kesindir. Diğer taraftan devrimci ve anti-emperyalist güçler de zirve için hazırlanıyorlar, NATO Karşıtı Birlik gibi organizasyonlarda güçlerini bir araya getirmeye uğraşıyorlar. Devrimci sosyalistler, bütün bu çabaların içinde olacaklar ve kararlı bir anti-emperyalist tavrın oluşması için gereken her şeyi yapacaklar.
Sonuçta kesin olan gerçek şudur: Herhangi bir emperyalist projenin uygulanma şansı bu projeye halkların karşı göstereceği dirençle bağlantılıdır. Ortadoğu halkları ve Türkiyeli emekçiler bu direnci gösterme yeteneğine sahiptir.


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul