Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

 
 
 

Ulusal Sorunun Güncel Durumu Üzerine Notlar

M. Çiya

Kürt Ulusal Hareketi, 15 Şubat 1999 tarihinde Öcalan’ın Türkiye oligarşisine teslim edilmesiyle ve esas olarak da İmralı’daki bilinen duruşuyla birlikte yeni bir döneme girdi.
Ulusal Hareket, bugün emperyalizm ve oligarşi açısından tehlike olmaktan çıkmamakla birlikte en azından kontrol edilebilir noktadadır. Belki fiziki olarak değil ama ideolojik, politik ve moral olarak kırılma durumunda olduğu söylenebilir. Bundan sonra ne olacağı ise ayrı bir sorundur. İmralı’nın duruşu ile bu duruşun yapı tarafından kabul edilmesi, bu duruşa uygun ideolojik-programatik dönüşüme ve isim değişikliğine gidilmesi vb. gösteriyor ki, süreç yavaş da olsa örgütsel-fiziksel tasfiyeye doğru gitmektedir. Ulusal dinamiklerin ve HADEP şahsındaki kitleselliğin korunmasına karşın gerçeklik, ciddi bir yıpranmaya denk düşmektedir.
Bu durumdan cesaret alan oligarşi, klasik kemalist paradigmayla hareket etmekte, inkâr ve eritmeye dayalı sıkma ve gevşetme taktikleriyle onca yıllık mücadele, çekilen acılar ve dökülen gözyaşları sonucunda yaratılan devrimci-yurtsever değerleri ve dinamikleri çürütmeye çalışmaktadır.
Sol-sosyalist yelpazenin bir kesiminde ise bu yeni durum, eski hastalıkları canlandırmıştır. Politik bir belirlemeden çok fiili bir durumun zoraki kabulü olarak katlanılan ayrı örgütlenme olgusu, şimdilerde yeniden hedef tahtasına çıkmakta ve herkesleri ve her şeyleri “kurtarma” hevesi yeniden canlanmaktadır.
Ulusal kurtuluş mücadelelerine her zaman belli bir kuşkuyla bakmış olan geleneksel sol kesimlerde ise, aynı durum, “ulusallığın varabileceği ve varmaya mecbur olduğu tek nokta” olarak yorumlanmakta, böylece sonuçta zaman zaman doğru noktalardan başlayan çözümlemeler örtük bir asimilasyonculuk aşamasına dek ulaşmaktadır.
Sonuçta olan şey, ulusal dinamiğin 80’li yılların ortalarında yaptığı atılımdan sonra kabuğuna çekilen ve mevcut durumu içine sindirmeden kabullenerek ince bir hat izleyen misak-ı millici çizginin İmralı sonrasında yeniden uyanışı ve kendini açığa vurmasıdır.
Kısacası, bugün yaşanan olgu, aynı sorunun iki tarafında da ciddi bir inkâr çizgisine denk düşmektedir: Hem İmralı’da hem de Türkiye Solu’nun bir bölümünde...
Sosyalist Barikat geleneği, bütün bu gelişmelere, bugüne ve geleceğe nasıl bakıyor? Daha önce ortaya konulan ve devrimci kamuoyu tarafından bilinen programatik görüşlerimizi özet biçiminde de olsa ifade etmenin dönem açısından gerekli olduğuna inanıyoruz.

Başlangıç ve Gelişim
Kürt Ulusal Hareketini ve ortaya çıkan tabloyu üç temel başlık altında incelemek gerekiyor. Birincisi ‘99 Şubatına kadarki süreç. İkincisi, İmralı’nın duruşunun anlamı. Üçüncüsü, devrimci ulusal kurtuluşçuluğun günümüzdeki anlamı...
Ulusal kurtuluş hareketi, 1970’li yıllarda, marksist gelenek ve düşünme biçiminden kaynaklanan politik sağlamlığıyla dünyayı, bölgeyi ve kendi halkının sosyo-ekonomik, siyasal-psikolojik durumunu doğru tanımlamış, hangi mücadele ve örgüt anlayışıyla ulusal sürece müdahale edilmesi gerektiğini gerçekçi olarak yanıtlamıştı.
Sahip olduğu bu formasyon, onu klasik milliyetçilik çizgilerinden ya da reformist kaynaklardan beslenen diğer bir çok Kürt çevresinden ayırıyordu. Böylece oluşan, 80 dönemine kadar esasta kendiliğindencilik üzerinden gitse de ihtilalci ruhu geliştiren bir gelenekti.
Asıl en önemli başarı ise 1982’ye doğru Türkiye ve Mezopotamyalı bir çok devrimci hareket şaşkınlık ve dağılma içinde iken, Ulusal Hareket’in geçen 5-6 yıllık süreci bütünlüklü biçimde değerlendirerek kendisini yeniden üretebilmesiydi. Olağanüstü bir irade ve çözümleme gücüyle kendini sıradanlaşmaktan koparan hareket, stratejik ve programatik olarak kristalize oldu. 84 Atılımı, bu temel üzerinde devrimci ruhla birleşmiş bir devrimci stratejiye dayandı.
1990’na gelindiğinde ise artık yeni bir durum ortaya çıkmış, mücadelenin ulaştığı seviye, avantaj ve dezavantajları bağrında taşıyan konjonktürü yaratmıştı.
Israrla sürdürülen gerilla savaşı artık sonuçlarını vermeye başlamıştı. “Serhildanlar” dönemi olarak adlandırılan bu süreç ulusal mücadelede yeni bir sıçrama yarattı. Körfez Krizi’yle birlikte ortaya çıkan olanaklar da buna eklendiğinde, elverişli koşullar beliriyordu.
Ama öte yandan, atılımın teorik arka planını oluşturan “Zorun Rolü”nde1 öngörülen üç platformdan ikisi somut anlamda gerçekleşmemişti. Zorun Rolü, 1980’ler dünyasının denkleminin soyutlaması olarak ortaya çıkmıştı. Oysa 1990’lara gelindiğinde 1950’li yıllardan sonra oluşan denklem artık bozulmuştu.
Zorun Rolü’nde öngörülen ilk durum, gerilla savaşı temelinde mücadelenin gelişip belli bir aşamaya gelmesiydi. Bu savaş Türkiye’de de sonuçlarını yaratacak, böylece Türkiye devrimci hareketi de dinamizm kazanacaktı. Böyle bir durumda ise iki ülkenin birleşik devrimi temelinde nihai saldırı aşaması başlayacaktı.
Bu, ikinci platformdu. Ama bilindiği gibi bu gerçekleşmedi. İçinde bulunulan dezavantajlı nesnel-konjoktürel etmenlere öznel etmenlerin eklenmesiyle birlikte Türkiye devrimci hareketi, hem Türkiye halkının ihtiyaçlarına, hem de ezilen Kürt ulusunun mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzak kaldı.
Üçüncü platform ise, yine Mezopotamya’daki savaşın performansına bağlı olarak -belli bir meşruluk doğduğunda başta SSCB olmak üzere -sosyalist ülkelerdeki desteğin somutluk kazanmasıydı. Ama 1987’den sonra çözülmeye başlayan reel sosyalizmle birlikte üçüncü platform da ortadan kalktı. Geriye birinci platform, yani ulusal mücadelenin kendi iç dinamikleri kalmıştı. Ulusal Hareket bu platform üzerinde kendisini üretmeye çalıştı. Yani kısacası, Zorun Rolü’nde formüle dilen dünya denklemi bozulmuş, bütün dünyada olduğu gibi bölge açısından da yeni bir dönem başlamıştı.
Dolayısıyla hiç kimsenin artık eski formüllerle yeni döneme bütünlüklü yanıt üretmesi mümkün değildi; bir bütün olarak her alanda devrimci bir yenilenme zorunluydu. Aksi halde kürt ulusal kurtuluş mücadelesi de ya bir çok gerilla hareketi gibi çok trajik bir sona ulaşacaktı ya da marjinal bir pozisyona doğru itilecekti. 1990’lı yıllara gelindiğinde ulusal hareket, böyle bir açmazla karşı karşıya idi. Öyle ki, ya kendisinden adeta yeni bir hareket yaratarak devrimci sıçrama yapacak ya da bildik, alışılagelmiş tarzını sürdürüp kendisini tekrarlayacaktı. En son ihtimal de, politik anlamda çözümsüzlüğe teslim olarak düzen içi bir pozisyona doğru kaymaktı.
Tam da böylesi bir kavşakta çok önemli iki yeni durum ortaya çıktı. Birincisi, gerillanın doğal sonucu olarak Serhildanlar.... İkincisi ise “Körfez Krizi”yle açılan Güney Mezopotamya koridoru...
Bu iki olanak ulusal harekete yeni bir dinamizm sağladı. Ama bununla birlikte bir yığın yanılsamaya da ortam hazırladı. Bu yanılsama, 1960-70’ler dünyasının denkleminin ortaya çıkardığı tablonun 90’larda uğradığı sarsıntının bütünlüklü değerlendirilmesini ve devrimci fikir ve pratiğin yeniden üretimini engelledi. Gerçi bu yönde hiç çaba, girişim olmadı değil; örneğin gerilla sayısının 50 bine çıkarılması; Botan-Behdinan Savaş Hükümeti, Ortadoğu Devrimci Federasyonu, Şehir Devrimi vb. formülasyonlar yeni dönemi karşılamanın programatik çerçevesinin belli çizgilerini ifade ediyordu.
Dünyanın, emperyalizmin “yeni dünya düzeni” vahşetiyle karşı karşıya olduğu, Fukuyama gibi ideologların “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu” deyip kıyamet borusunu üfleyerek insanlığı sersemleştirmeye çalıştığı bir dönemde, Kürt Hareketinin oldukça devrimci bir programatik çerçeveyle meydan okuması son derece önemli idi.
Ama tam bu sırada, oligarşi cephesinde de yeni dönem yapılanması yaşanıyordu. Bu yapılanma, oligarşiye, yeni emperyalist hegemonya stratejisine bağlı olarak bölgesel planda askeri, ekonomik-siyasal sızma rolü biçerken, öte yandan da aslında 1980’lerden beri Latin Amerika’daki gerilla hareketlerine karşı uygulanan “düşük yoğunluklu çatışma” stratejisi Türkiye’de “93 konsepti” adıyla uygulamaya konuluyordu. Bu uygulama, 1994’e gelindiğinde sonuçlar vermeye başlamıştı bile.
Alan tutma, köy boşaltma, kentlerde yaygınlaştırılan kontr-gerilla saldırıları, ulusal hareketin hareket alanını gitgide daralttı. Bu sonuçlar bir çok yönüyle yeni bir durumu ifade ediyordu. Öncelikle, savaşçı sayısının 50 bine çıkarılması, Botan-Behdinan savaş hükümeti, şehir devrimleri, vb. gibi tasarılar gerçekleşmemişti. 1994’e gelindiğinde bu çok net bir şekilde açığa çıkmıştı. Ama ne yazık ki bu durum görülmek istenmedi. Aksine öteden beri var olan mistik ortamla birlikte sürekli yanılsamalar yaratıldı, bilinçler çarpıtıldı.
1990’lı yılların başı devlet açısından bir geçiş süreciydi. Bu sırada Serhildanlar ve Körfez Krizi patlak verdiğinde, hem Ulusal Hareket hiç beklemediği gelişmelerin şaşkınlığına düşmüştü, hem de oligarşi farklı düzeylerde bir şaşkınlık yaşıyordu.
Oligarşi 92 sonlarından itibaren şaşkınlığını atmaya, “düşük yoğunluklu çatışma”ya göre konumlanmaya başladı. Ulusal hareket içinse bunu söylemek pek mümkün değildi. Ulusal haraket, ne 1990-91’lerde dillendirmeye başladığı programatik çerçeveye nesnellik kazandırabildi ne de “düşük yoğunluklu çatışma”yı boşa çıkaracak taktik yapılanmaya gidebildi. Bunun nedenlerini bir çok başlık altında incelemek mümkün.
Birincisi, ulusal hareket, öncelikle yazının başında belirttiğimiz dünyanın, bölgenin yeni durumuna denk düşecek teorik, programatik ve stratejik düzenlemeyi ve üretimi bütünlüklü olarak gerçekleştiremedi.
İkincisi ise, öteden beri süre gelen çarpık mekanizmanın (marksist-leninist örgüt prensiplerinden uzaklaşması, örgüt işleyişi, ilişkisi, kadro politikası ve önderlik sorunu vb.) yarattığı handikapların çok yönlü problemleriydi.
Ulusal Harekette önderlik sorunu daha başından beri çarpık ele alınmıştı. Bu çarpıklık daha sonra bütün organizasyona, kadro politikasına, taktik ve stratejiye kadar yansıdı. Hatta öyle ki, ulusal hareket neden bu duruma geldi sorusunun başlıca yanıtı çarpık ele alınan önderlik sorunuydu dersek çok yanlış olmaz. Elbette sorunu yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçevede bütünlüklü ele almak gereklidir; ama önderlik sorununun önemli payı olduğunun altı çizilmelidir.
Ulusal Harekette dünyada eşine az rastlanır düzeyde bir kişi kültü yaratıldı. Bu çok ciddi bir handikaptı. Mezopotamya gibi bir ülkede bu tarz bir organizasyon işleyişiyle devrimin sorunlarına bütünlüklü yanıtlar oluşturmanın epey zor olacağı kesindi. Yaşanan ilişki ve işleyişin niteliğine bakılırsa tam bir ortaçağ siyaset felsefesine denk düşen bir organizasyona doğru evrilme yaşadığını görebiliriz.
Bu felsefenin temel ögesi olan “kişilik çözümlemeleri” belki ilk dönemlerde bilimsel ölçülere denk düştüğünden dolayı -ve ancak bu ölçüde- anlamlıydı. Ama 1990’lardan sonra artık bilimsel ölçütlerden çıktı ve giderek kişiyi/kişilikleri çözen bir tarz haline geldi. Oysa kişilik kazanmak yine belli ölçüde bir kişilik formasyonuyla mümkündür. Fakat Ulusal Harekette öyle bir mekanizma oluşturduldu ki, günah çıkaran hıristiyanlar gibi hiç bir bilimselliği olmayan, sonuçta iradesi (sabah-akşam yapılan kişilik çözümlemeleriyle) kırılmış, kendisine güveni olmayan, kendi başına karar veremeyen, önderliğin yaptığı hakaret ve küfürlerde bile keramet arayan insanlar topluluğu ortaya çıktı.
Ulusal Hareketin görmediği ya da yeterince göremediği bir olgu ise Mezopotamya’nın genelde Ortadoğu ülkeleri ile, özelde ise Türkiye devrimiyle olan sıkı ilişkisiydi. Mezopotamya’nın ayrı bir ülke olduğu ve uluslararası sömürge statüsünde bulunduğu doğruydu. Bu nedenle, ayrı örgütlenmesinde bir yanlışlık yoktu; ama sömürgeci ilişkilerin özgünlüğü nedeniyle birleşik devrimci mücadelenin hedeflenmesi gerekiyordu.
Bu noktada, ulusal hareketin Türkiye’ye müdahale etmek için geliştirdiği DHP gibi projeler de anlamlı olmadı. Çünkü, öcelikle bu yapının formasyonu, Türkiye kavrayışı, mantalitesi ihtiyacı karşılamaktan uzaktı. Bu nedenle, ayakları Türkiye toprağına basmadı. Her şeyden önce DHP hiç bir zaman kendisi olamadı. Bu, onun içinde yer alan aktivistlerden kaynaklanmıyordu. Bu, Ulusal Hareketin de işleyişini felç eden, her geçen zaman sosyalist ilişki ve işleyişten uzaklaştıran başlıca faktörlerden biri olan “kişi kültü”nde ortaya çıkan sonuçlarından biri idi.
Öte yandan ulusal hareketin Türkiye devrimci hareketleriyle olan ilişkileri de ilkeli dostluk-mücadele ilişkileri değil, pragmatik bağlardı. Zaten ulusal harekete yakın duran bir çok yapı da bu özelliklere sahipti. Yani kimliksiz, özgüvenden yoksun, siyasi pragmatizm peşinde olan yapılardı.
Ulusal hareket, Türkiye solundaki kimi yapılarla “cephe protokolu” yaparken, bunun nesnellik kazanacağından değil, oldukça pragmatik temelde, biraz da son dönemlerde iyice gelişen-güçlenen “düzen içi çözüm” için bir silah olarak kullanmayı hedefledi.
Ulusal hareketin, Mezopotamya ve Türkiye ilişkisini doğru ele almamasının bir örneği de Türkiye’deki çalışma tarzıydı.
Hareket, Türkiye topraklarında sahip olduğu dinamik kitleyi “Türkiye cephe gerisidir”, esas olan gerilladır gibi, -bir yere kadar doğru olan- bir düşünceyle atıl bıraktı. Söz konusu politika Türkiye’nin hem cephe gerisi rolünün oynanmasını zayıflattı, hem de Türkiye’de sınıf mücadelesine dinamizm kazandıracak rolün oynanmasını engelledi.
Oysa doğru olan bir çalışma tarzıyla hareket edilseydi birleşik devrimin dinamikleri örülecek ve böylece Türkiye, hem ulusal mücadele için gerçek anlamda cephe gerisi olacaktı hem de oligarşinin yürüttüğü savaşta kendisi için cephe gerisi olarak kullandığı Türkiye’de yeni bir savaş cephesi açılacaktı. En azından toplumsal gericilik, toplumsal pasifikasyon bugünkü düzeyde olamayacaktı ve sol dalganın performansı bugünkünden daha güçlü olacaktı.
Ama 1993’ten sonra sınıf perspektifinden, iktidar perspektifinden giderek uzaklaşan ulusal hareket, bağımsız ülke ve birleşik devrim yerine düzen içi çözüme bel bağladıkça, bütün çalışma tarzı, ittifaklar ve yapılan eylemler daha çok oligarşiyi masaya oturtmaya dönük bir anlam kazandı. Bu sıralarda kimi devrimci kararlar, şiarlar gündemde olsa da, bütünlüklü olarak bakıldığında, Ulusal Harekette her geçen gün güçlenen eğilim, iktidar olmaktan çok, barış politikasıyla reformlar için oligarşiyi masaya oturtmaktı.
Devrimci sosyalistler, barış ve ateşkes politikasını önsel olarak yanlış bulmazlar. Ama her şey buna göre olursa, hem söz konusu talepler (köy koruculuğu, OHAL, Özel timin tasfiyesi, kimliğin tanınması, bunun yasal-anayasal biçimde düzenlenmesi vb.) kazanılamazdı hem de bu açıkça reformizm noktasına varılırdı.
Oligarşi, savaş ortamının şiddetini ve sıradan insanlara da verdiği zararları kullanarak toplumsal gericiliği-şövenizmi alabildiğince geliştirdi. Türkiye devrimci hareketi ise malum öznel-nesnel nedenlerden dolayı bunu kıramadı. Aksine üzerinde durdukları toprak her geçen gün ağırlaştı.
Ulusal hareket, buna göre politikalar üreteceğine aksine çarpık politikalar güderek toprağı hepten ağırlaştırdı. Türkiye’de yaptığı sorumsuz eylemler bu noktada çarpıcı örneklerdir.
Ulusal hareketin İmralı’ya kadarki süreci kısaca böyledir.

İmralı Çizgisinin Anlamı
Öcalan’ın İmralı duruşu ve bu duruşun yapı tarafından kabul edilmesiyle birlikte, ulusal hareketin niteliği değişmiştir.
Ulusal hareketin bugünkü uğrağının tarihsel arka planı böylece oluşmuş, 1990’larda dünyada yaşanan alt-üst oluşla, önce Marksist-Leninist çizgiden devrimci-demokratik çizgiye, daha sonra da İmralı’nın duruşuyla postmodern burjuva demokratik çizgiye gelinmiştir.
İmralı duruşu, bağımsızlık savaşı açısından tarihsel bir dönüm noktasıdır.
İmralı’da her şey ama her şey vardır. Fakat Kürt halkı için hiçbir şey yoktur. Daha doğrusu İmralı, Kürt halkı için devrimin ve yurtsever değerlerin tasfiyesidir.
İmralı, bugüne dek söylenmiş olanların tersini söylemekle şöhret yapmıştır. Bütün bunların ne olduğuna dair uzun bir tartışmaya girmeyeceğiz. Çünkü ne “21. yüzyılın manifestosu” olarak adlandırılan İmralı savunması üzerinden ne de “insanlık manifestosu” olarak değerlendirilen AİHM savunması üzerinde durmaya dergi sayfaları yetmez. Ama sorunun bütünselliğinden kopmamak için vurgu düzeyinde de olsa birkaç not düşmek gerekiyor.
Her şeyden önce savunmalarda kullanılan terminoloji, emperyalistlerin “soğuk savaş” döneminde sosyalist sisteme karşı kullandığı terminolojidir. Örneğin sosyalizmin totaliter bir rejim olarak görülmesi, dünyayı kasıp kavuran, milyonlarca insanın ölümüne neden olan, insanlık düşmanı faşist Hitlerle, bütün hatalarına rağmen, faşizmin yenilgiye uğratılmasına birinci dereceden önderlik eden komünist önder Stalin’in aynı kefede değerlendirilmesi, kapitalist emperyalist sistemi “demokratik uygarlık” olarak tarif edilmesi vb. hepsi burjuvazinin soğuk savaş döneminden kalan materyalleridir.
Öte yandan, İmralı’nın en somut inkâr noktası ise Kürt ulusunun tarihi ile ilgiliydi. Örneğin 20. yüzyılda gerçekleşen Kürt isyanlarına ilişkin daha önce söylenenlerin tam tersi tezler, Kemalizmin resmi tarih arşivlerinden çıkarılarak dillendirildi.
Aynı şey Kemalizmin siyasal-sosyal niteliğinin değerlendirilmesinde de yapıldı. 1997’de
“Bir kara rejimdir yani... Türkiye’nin bazı kemalist aydınları vardır. Şöyle rönesanstır derler. Peki bu ne yani, bu hangi kara rejimde bu düzeye gelmiştir. Örneği yoktur ve en sivri uçtur. Hatta faşizmin babalığına soyunmasıda bu nedenledir bence. Faşizmin ilk (kapitalist faşizm tabii) nüvesi burada gizli, Kemalizmde gizlidir. Hitlerin, Musolininin M. Kemal’e bizim öğretmenimizdir demesi, boşuna değildir.
Onun yaşadığı koşullar onu 1920’lerde dünya çapında faşizmin babası yapmıştır.”2 denilirken .İmralı’da ise “Atatürk’te ne özel bir demokrasi karşıtlığı, ne de Kürt aleyhtarlığı sözkonusudur. İlerlemeden yanadır ve beklentisi vardır... Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet etkilense bile ne Hitlerin Almanyası, ne Stalin’in Rusyası gibi cumhuriyeti aşırı totaliter kılmak istedi..” denilebilmiştir.
Üstelik devamla “eğer totaliter özellikler kazandı ise, burada İngiliz kışkırtması Kürt feodal isyanlarının epey rolü var.” biçiminde özetlenebilecek şeyler söylenmektedir.
Böylece oluşan tabloda, Perinçek gibileri hariç Türkiye’de kimsenin yapmadığı kadar kemalizm övgüsü yapılmıştır; oysa aynı İmralı, daha birkaç yıl, hatta birkaç gün önce bu sözcüğü bir küfür niyetine kullanıyor ve toptancı bir şekilde bütün Türkiye soluna yakıştırıyordu.
Bu arada, kapitalizm tarihinin belki de en vahşi dönemi yaşanıyorken, emperyalist sistemin dönem programının adı olan “yeni dünya düzeni”, İmralı tarafından “demokrasinin zaferi” olarak tanımlanıyordu.
Bugün Dünya Bankası’nın verilerine göre, birbuçuk milyara yakın insan sağlık hizmetlerinden yoksun iken, açlığın had safhaya ulaştığı bir dönemde altıyüz milyon civarında insan okuma-yazma olanaklarına bile sahip değildir. Sadece Avrupa’da köpek mamasına harcanan para, koca bir Afrika’nın gıda ve sağlık gereksinimlerini karşılayacak bir noktaya gelmiştir. Buna karşın her yıl silahlanmaya ayrılan ve tekellere aktarılan para sekizyüz milyar doları geçmektedir.
Emperyalist ülkeler, yeni-sömürge ülkelerin sömürülmesi üzerinden saltanatlarını büyütürlerken eşitsizlik derinleşmekte, sayıları dörtyüzü aşmayan kapitalist dünyanın toplam nüfüsunun ikibuçuk milyarına denk bir servete sahip olabilmektedir. Uluslararası ekonominin %50’sini oluşturan çokuluslu şirketlerin istihdam ettiği işçi sayısı 150 milyon civarındadır ve bu şirketler dünya ticaretinin üçte birini, üretimin üçte ikisini karşılamaktadır.3
Ve işte “demokrasinin zaferi” budur... Son beş altı yıllık gelişmelerle birlikte (Asya krizi, küreselleşme karşıtı olarak adlandırılan anti-kapitalist hareketlerden sonra) bırakalım kendisine sol-sosyalist olarak ifade edenler, liberal burjuva düşünürleri bile bu tabloyu “demokrasinin zaferi” olarak ifade etmemektedirler.
“70’lerde moda olan ve uygulandığında sadece ayrı devlet anlamında yorumlanan ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ gerçekten bu yorumuyla bir çıkmazdır.
Kürdistan pratiğinde, sorunu yokuşa sürme yanı ağır basıyordu. Bunu fiilen belirttiğim tarzda aşmaya çalıştım. Ancak demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında, ayrı devlet, federasyon, otonomi vb. yaklaşımların bile geri ve bazen çözümsüzlüğe yol açtığını pratikte görünce; demokratik sistem üzerinde yoğunlaşmak bana çok önemli geldi” diyor İmralı.4
Öcalan’ın reddettiği açıkça UKKTH ilkesidir, bu çok net. İkincisi, bu ilkeyi “ayrı devlet kurmak”la sınırlı tutup bir de ilkeyi çarpıtıyor. Üçüncüsü, bununla da yetinmiyor; kendi halkına bağımsız devleti layık görmediği gibi, federasyon ve otonomiyi de çok görüyor. Peki, demokratik çözüm nedir?
Öcalan sosyalizmi totoliter bir rejim ve emperyalizmin “yeni dünya düzeni”ni demokratik uygarlığın zaferi olarak görüyorsa, demokratik çözümün ne olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Oysa her şeyden önce, leninist bakış açısında “kendi kaderini tayin hakkı” yalnızca ayrı devlet kurma hakkına denk düşmez; ayrılma veya federasyon ya da başka bir olasılık. Burada önemli olan, söz konusu ulusun kendi özgür iradesiyle neyi tercih edeceğidir.
Öte yandan, İmralı’dan çok kısa bir süre önce konuşmalarında “peki utanmıyormusunuz? savaşta çözümsüzlük mü var (...) savaş tarzımızda çözümsüzlük varmış . Çözümsüzlük kadermiş. Bunları söyleyenlerin dillerini kesmek lazım” diye herkesi haşlayan ve tam bu sıralarda hazırlıkları yapılan Altıncı Kongre’ye bu temelde bir rapor sunan Öcalan, birkaç ay sonra bunların tersini iddia edebiliyor. Ama bu düşünceler ifade edildikten 15 gün sonra, İmralı’ya giden yol açıldığında, “öngörülü” Öcalan, Roma’da ifade ettiği görüşlerin ve 6. Kongre’ye sunulan politik raporun “doğmatik ve ütopik “ olduğunu ifade etmeye başlıyor.
Öcalan’ın mahkeme tavırları, ailelerden özür dilemesi ve genel olarak mahkeme heyetine karşı gösterdiği tavırların anlamı üzerinde uzun uzadıya durmayacağız. Zaten İmralı’da en başta moral değerler ayaklar altına alınmıştır. Böylece ezilen Kürt ulusu en önemli silahlarından birinden, moral değerlerden yoksun bırakılmış oldu.
Bu arada ideoloji silahı da zaten toprağa gömülmüştü. Geriye gerillalar ve onun örgütlülüğü kalmıştı, işin o bölümü de zamana yayarak bitirilmeye ve çürütülmeye çalışılıyor. Oysa ezilen halkların devrimci kurtuluşu üç temel köşe taşı üzerinde şekillenir. Birincisi, devrimci ideolojidir. İkincisi, birincisine bağlı olarak şekillenen moral değerlerdir. Üçüncüsü, birincisini ve ikincisini maddi bir güce dönüştüren fiili örgütlenme ve devrimci zorun kullanımıdır. İmralı da bu silahlar halkın elinden alınmıştır.

Ne Yapmalı?
Dünya, bölgemiz ve mezopotamya coğrafyası, bugün oldukça kaotik bir süreç yaşıyor ve bu tür süreçlerde tarih oyunlarla doludur.
Türkiye devrimci hareketi 1980 Eylülü’nden beri yaşadığı “düşük yoğunluklu yenilgi” sürecini, Kürt Hareketinin İmralı’daki pozisyonuyla ve 19 Aralık operasyonuyla daha da yakıcı bir şekilde hissetmeye başladı. Sözkonusu bu veriler Mezopotamya ve Türkiye devriminin diyalektik ilişkisinin önemini bir kez daha ortaya koyuyor.
Yenilgi günlerini atlatmanın yolları vardır; bu topraklar verimlidir. Ancak, öncelikle yapılması gereken mevcut nesnelliğe teslim olmadan devrimci süreci sağlam referanslar ışığında çözümlemek ve ortaya bir çıkış tasarımı koymaktır. Yakın vadede durum ne kadar sıkıntılı görünürse görünsün, ulusal kurtuluş hareketi ve Türkiye devrimci hareketi bu yolu açabilecek potansiyele sahiptir.
Devrimciler, basit bir inadın ötesinde, tarihin diyalektik materyalist yorumuyla sorunlara bakar ve böyle bakıldığında görünen olgu, sürecin tıkanıklığının geçici olduğudur. Eğer dünyaya, bölgeye ve bir bütün olarak hayatın ilişkilerine, karşı taraftan değil de ezilenlerin cephesinden bakıyorsak, bu cephenin bir çözüm yolu bulacağını da biliriz.

İnkâra Karşı
Devrimci Enternasyonalizm

Ulusal sorunun Türkiye devrimci hareketinin gündemindeki yeri yeni değildir; sorunun özgünlüğü ve Türkiye devrimiyle olan somut bağlantısı bakımından bu güncelliğin devam edeceği de kesindir.
İlk kez ciddi anlamda, Hikmet Kıvılcımlı’yla5 başlayan bu çözümleme çabaları, daha sonra İbrahim Kaypakkaya6 özellikle Kemalizm ve ulusal sorunla ilgili bir dizi belirleme yapmış ve ciddi tartışmaların kapısını aralamıştır. İçerikleriyle ilgili bir çok tartışma yapabiliriz ama bu katkıların önemli olduğunu vurgulamak gerekir.
Sosyalist Barikat’ın geleneğinin kökenini oluşturan M. Çayan ekolünün ideolojik bütünlüğü de bu bakımdan bir dizi tartışmayı içermektedir. Özellikle kemalizmin sınıfsal-siyasal analizi konusundaki yanlış eğilim daha önce tarafımızdan ifade edilmiş bulunuyor.
Ulusal soruna ilişkin bütünlüklü bir analiz ve çözüm programının eksikliği ise geçmişin en yakıcı sorunlarından biri olmuş, sosyal-şoven yaklaşımlarla hiçbir biçimde ortak bir noktası olmayan M. Çayan geleneği çoğu kez haksız yere çeşitli spekülasyonların konusu edilmiştir.
Bu noktada Türkiye solunda iki yanlış çıkarsama sözkonusudur. Birincisi THKP-C’nin bu sorundaki programatik çerçevesindeki eksiklik, onun “kemalizmle malul olması” biçiminde yorumlanmasıdır ki, bu doğru değildir. Eksiklikle yanlışlık aynı şeyler değildir.
İkinci bir kesim ise kendisini Parti-Cephe geleneği içinde gören kesimdir. Bu kesimler, Mahir’in “Aydınlık Sosyalist Dergiye Açık Mektup”ta Mihri Belli’yle giriştiği çok önemli tartışmayı bal gibi bildikleri halde, Mahir’in tavrı bu belgelerde açıkça yazılı olduğu halde, bugünkü program ve tutumlarıyla esas olarak M. Belli’nin tarafında yer almakta sakınca görmemektedir.
Kısaca, “Türkiye’deki milli meselenin her zaman ve her şart altında tek bir çözüm yolu vardır; Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek formül vardır; o da meseleyi şartlar ne olursa olsun, misakı milli sınırlar içinde ele almak gerekir” biçiminde özetlenebilecek olan M. Belli karşısında Mahir’in düşünceleri yeterince açıktır:
“Oysa bu görüş, temelden yanlış ve anti-sosyalist bir görüştür. Bilindiği gibi devrimci proletarya milli meseleyi ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında ele almakta. Biz, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ışığı altında diyoruz ki; ‘her şart altında, her zaman meseleyi misakı milli sınırları ele almak gerekiyor veya Kürt emekçi halkının çıkarlarıyla bağdaşan tek çözüm yolu ayrılma hakkının kullanılmasıdır’ diyen görüşler yanlıştır.”
“Bu görüşlerin sahipleri, her iki tarafın burjuva ve küçük burjuva milliyetçi unsurlarıdır. Oysa, devrimci proletarya, meseleyi diyalektik bir tarzda ele alır. Yani, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkının öngördüğü ayrılma, özerklik, federasyon vs. çözüm yollarının hangi şartlar altında ve ne zaman geçerli olabileceğini açıkça ortaya koyar. (Biz bu meseleyi ayrı bir yazıda etraflı bir şekilde ortaya koyacağız. Bu kısa açık mektubun amacı bu olmadığı için bu meseleye burada girmiyoruz)” (Mahir Çayan, Bütün Yazılar, syf. 205)
Bize göre bu sınırlı ama anlamlı paragraf, ulusal sorun bakımından yeterli bir giriş ve referans noktası oluşturmaktadır. Daha sonra sürecin yoğunluğundan ötürü söz konusu çalışmaların yapılamamış olması, ciddi bir eksikliktir ve zaten Barikat geleneği de bu eksikliği görmüş ve giderme yolunda adımlar atmıştır.
Özetle söylendiğinde bu tamamlama çabasının belli başlı ayakları şunlardır:
Kürt ulusal sorunu misak-ı milli sınırlarının ötesini de kapsadığından çözümü ve ittifak ilişkileri de misakı milli sınırlarını aşan bir kapsama ve niteliğe sahiptir. Fiziki olarak dörde bölünmüş olan bu ülke, bir anlamda uluslararası sömürge bir ülkedir.
Bu olgu, barındırdığı özgün coğrafi, sosyal ve siyasal ilişkiler nedeniyle klasik sömürgecilikten kısmen farklı yanlar taşıyan bir “iç sömürge” statüsüne denk düşmektedir.
Dolayısıyla, kendi ülkesine sahip bir ulusun ayrılma hakkının fiilen mevcut olması, bu hakkı kullanma ya da kullanmama sürecini belirleyecek olan bir ayrı örgütlenme hakkını da doğal olarak peşinden getirir, getirmelidir.
Ancak bu Birleşik Devrimci Cephe önünde engel değildir. İki ülkenin, iki halkın farklı çelişkileri ve dolayısıyla farklı talepleri olsa da, ortak çelişkileri, çıkarları ve talepleri de olduğundan, devrimci enternasyonalizm ışığında şekillenecek Birleşik Devrimci Cephe’nin yaşamsal önemi bulunmaktadır.
Böyle bir perspektif, Sosyalist Barikat geleneğinin öteden beri savunduğu ve önümüzdeki dönemde daha da güncel bir hal alacağına inandığı ‘Ortadoğu Devrimci Çemberi’ perspektifiyle de uyum içindedir ve şüphesiz bu çember içindeki en güçlü unsurlardan biri Kürt dinamiğidir.

Sonuç Yerine
1- Emperyalist sistemin 1990’lardan sonra oluşan iktisadi-politik manzarasının verileri üzerinden Türkiye ve bölge devrimlerinin yeniden biçimleneceği kesindir.
2- Uzun süreli bir savaşın esaslarına göre organize olacak bu mücadele, kır-şehir diyalektiğini kuran Birleşik Devrimci Savaş espirisine göre yürütülecektir.
3- Bu anlamda, Mezopotamya ve Türkiye devriminin birbirinden kopuk ele alınması hiçbir biçimde mümkün değildir. Ayrı örgütlenme hakkı, bu anlamda, ortak mücadele ve birleşik devrim esprisinin önünde engel değildir.
4- Mezopotamya halkı, bugünkü tasfiye ve belirsizlik durumunu aşacak devrimci dinamiklere sahiptir. Bu dinamikler Mezopotamya’da yeni devrimci güçleri ve yeni savaşımları er ya da geç açığa çıkaracaktır. Günümüzün devrimci arayışları, emekçi Mezopotamya halkının köklerine (gençliğe, işçi sınıfına ve diğer emekçi katmanlara) yönelerek, dejenere olmuş kesimlerle tüm bağlarını kopararak Mezopotamyanın devrimci sosyalist öncüsünü yaratacaktır.
Özellikle her fırsatta alanlara yığılan ve yalnızca ulusal motifler tarafından değil, yoksulluk ve sınıfsal ezilmişlik tarafından da koşullandırılan büyük güç, içinde yokedilemez bir devrimci dinamiği barındırmaktadır.
5- Emperyalizmin dönemsel özelliklerini, bölgesel ölçekteki planlarını dikkate aldığımızda proletarya enternasyonalizmi perspektifi hem stratejik hem de pratik güncel bir şiar haline gelmiştir.
Kaldı ki, günümüzde artık devrimci anlamdaki bir ulusal kurtuluşçuluğun sosyalist bir öze sahip olmaksızın başarı kazanamayacağı; aksi halde en güçlü ulusal hareketlerin bile emperyalist “çözüm”lere mahkum olacağı kesindir.
Dolayısıyla, herhangi bir ulusal kurtuluşçu girişim, bugün her zamankinden daha fazla devrimci bir enternasyonalist çizgi üzerinden yürümek zorundadır.
6- Emperyalist hegemonyanın yeni süreciyle birlikte bölge halklarının kaderi her zamankinden daha fazla içiçe geçmiştir.
Dünyanın bugünkü tablosu, emperyalizmin ilişki ve çelişkilerin tahilili üzerinden yeni bir proje ile bölge halklarının devrimcileriyle organik ilişki içine girmek ve bu ilişkiyi salt dayanışma ilişkisinden daha öte bir noktaya, organik bir çalışma aşamasına ulaştırmak gereklidir.
“Ortadoğu Devrimci Çemberi” şiarıyla ifade ettiğimiz bu perspektifte en çok Mezopotamya halkının çıkarı bulunmaktadır.


------------------------------------------
Dipnotlar:

(1) Zorun Rolü, Mezopotamya devriminin stratejisini, mücadele rotasını ortaya koyan temel kitaplardan biridir.
(2) A. Öcalan, Aktaran M. Sayın, Erkeği Öldürmek, sf.112.
(3) Aktaran Susan George, Cumhuriyet ekonomi, 14 Nisan 1997.
(4) 2 Haziran 1999, Özgür Bakış.
(5) H. Kıvılcımlı’nın 1930’lu yıllarda yaptığı TKP’nin geleneksel tavrından farklı olan çalışması, saygıya değerdir. Ama ne yazık ki bu çalışma çok fazla günyüzüne çıkmamıştır. Bu durumun oluşmasında bir çok etmenin yanında Kıvılcımlı’nın kendisinin de payı bulunmaktadır. 1960-70’li yıllarda strateji, taktik, parti, vb. üzerine kıran kırana tartışmalar yapılırken Kıvılcımlı kendisinin önemle üzerinde durduğu ulusal sorunla ilgili çalışmalarını gündeme getirmemiştir. Böylece, bu çalışmalar gölgede kalmıştır.
(6) Kaypakkaya, Stalin’in 1913’te söylediklerinden hareketle Kürt ulusal sorununu “pazar sorunu” olarak tanımlıyor. Oysa emperyalizmin karakterize olmasıyla birlikte bu tesbitinden vazgeçen Stalin, meseleyi sömürgecilik-emperyalizm temelinde formüle ediyor. Ayrıca Kaypakkaya, ulusal sorununa ilişkin kimi cesur ve ileri yaklaşımları olsa da stratejiyi-programı ve taktik ilişkileri formüle ederken sorunu misak-ı milli sınırları içinde görür; en önemlisi de ayrı bir ülke olarak görmez.




 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul