İşçi Sınıfının Bileşenleri
ve Tarihsel Rolü Üzerine Notlar
M. Yıldırım
|
(....)
“Biz diz üstüyüz diye büyükler,
Bize böyle büyük görünürler.
Ayağa kalkalım!
(Fransız Devrim Şarkılarından)
Sosyalist hareketin genel gerileyişine paralel olarak
hareketin temel öznesi olan işçi sınıfının bileşenleri
ve kollektif kimliği üzerine yapılan tartışmalar bugünlerde
yeni bir ivme kazanıyor.
Bu tartışmaların yeni olmadığını ve en az 2. Enternasyonal
dönemine kadar uzadığını biliyoruz. Ama daha yoğun ve
genişçe tartışılması Avrupa’da 1970’lerde, Türkiye gibi
ülkelerde ise 1980’lerden itibaren yaygınlık kazanmıştır.
Şüphesiz bu tesadüf değildir. Dikkat edilirse bu gibi
tartışmalar sınıf hareketinin zayıf olduğu, sosyalist
hareketin prestij kaybına uğradığı dönemlerde gündeme
gelmektedir.
Fransız yazar Andre Gorz 1980’lerde yayınladığı “elveda
proletarya” adlı kitabıyla, işçi sınıfının tarihsel
rolüne, kollektif özne gerçeğine karşı sol-burjuva ideolojik
zeminde yoğun bir saldırıya geçti. Esasen, Gorz’un argümanları
da yeni değildi. Daha önce Bernstein, Otto Bauer ve
daha sonra Frankfurt Okulu’nda yayılan görüşler, 1980’lerden
sonra, Andre Gorz tarafından yeni biçimler verilerek
piyasaya sürülmüştü. Söz konusu görüşler, 1960-70’li
yılların Avrupasında aktüel iken, esasta yeni sömürge-bağımlı
ülkelerde pek etkili olamıyordu. Ama 1980’li ve 90’lı
yılların başlarında dünyadaki altüst oluşlar ve denklemlerin
değişmesiyle birlikte, “elveda proletarya” çağrısı,
dünya ölçeğinde yayıldı.
Bu durumun arka planında temel olarak iki olgu var.
Birincisi, emperyalist kapitalist sistemin 1980’lerin
başında Reagan-Teacher dönemi olarak adlandırılan siyasi,
askeri, ideolojik ve ekonomik yeniden yapılanma süreci,
birçok yönüyle yeni bir çehre yaratmış, sınıfın bileşenleri
ve moral ortamı değişmiştir. Bir tür vahşi kapitalizm
dönemi başlamıştır. Gerçekten, adı ne olursa olsun,
bugün yirmi yıl öncesine göre epey ciddiye alınması
gereken olgular, veriler bütünüyle yeni bir döneme girilmiştir.
Bu süreç, 11 Eylül’le birlikte artık biraz daha karakterize
olmuştur.
Taylorizm-Fordizm’de ifadesini bulan kitlesel üretim
ve merkezi istihdam gerçeği üzerinde şekillenen sınıfın
örgütlenme modeli, Toyotizm olarak adlandırılan esnek
uzmanlaşma-esnek üretim tekniğinin yaygınlık kazanmasıyla
tıkanmaya başlamıştır. Bugün tıkanma halen devam etmektedir.
İkincisi, reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte işçi
sınıfının ve ezilen halkların içine düştüğü ideolojik-politik
ve moral boşluktur.
Yenilgi dönemleri bazen durgunluk, çürüme ve karanlık
bir iklimin doğmasına, bazen de yeni dinamikler filizlenmesine
neden olur. Ama 1980’lerden sonra yaşanan daha çok birincisidir.
Bu dönemler E. W. Wood’un dediği gibi yoğun olarak “sınıftan
kaçış”, “elveda proletarya” edebiyatı eşliğinde hızlanmıştır.
Kaçış Teorileri
Ortalığı Kaplarken
Çartist hareketin önderlerinden olan Thomas Cooper,
1872’de şöyle diyordu: “Eskiden, Çartist günlerimizde,
binlerce Loncashire işçisinin paçavralar içinde olduğu
doğrudur; üstelik içlerinden pek çoğu yiyecek bulamıyordu.
Ancak, gittiğimiz her yerde ne kadar akıllı olduklarını
görmek mümkündü. İşçileri gruplar halinde, siyasi adalet
sorununu -yetişkin ve aklı başında her kişinin kendisini
yönetecek yasaları yapan kişilerin seçiminde oy kullanması
gerektiğini- tartışırken izleyebilirdiniz. Sosyalizm
öğretisini tartışırken çok ciddiydiler, saygılı dil
kullanıyorlardı. Şimdi ise, Loncashire’de böylesi tek
grup göremezsiniz. Öte yandan, iyi giyimli işçilerin,
elleri ceplerinde, kooperatiflerden, kooperatif hisselerinden
ya da konut kredisi veren bankalardaki hisselerden konuştuklarını
dinleyebilirsiniz.”
Thomas Cooper’in bu sözlerinin üzerinden yaklaşık 130
yıl geçti. Ve bu zaman içinde Cooper’in yaptığı gibi
nostalji dolu liberal türküleri ve sınıftan kaçış teorilerini
çok dinledik ve dinliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bir
süre daha dinleyeceğiz.
Gerçi içine yeni girdiğimiz 2000’ler dünyasının iklimi
artık 10 yıl öncesi gibi değildir. Belki komünizmin
hayaleti henüz ortalıkta yok, ama Fukuyama’yı tartışmak
da artık çok anlamsızdır.
Asya Krizi, Seatlle, Davos, Washington, Prag eylemlilikleri
ve daha bir yığın kitle hareketlerinin gerçekleşmesinin
ardından birçok burjuva kalemşörü küreselleşmenin dizginsizliğinden
dolayı anti-kapitalist muhalefetin arttığını yazdı.
Peki anti-kapitalistler kimdir? Kültürel, etnik, cinsel
vb. kimlikler mi? Ya da “yeni küçük burjuvazi mi?” Burjuva
köşe yazarları söz konusu yığın eylemlerini “küreselleşme
karşıtı” gibi yuvarlak terimlerle tanımladılarsa da,
“işçi sınıfı yoktu” diyemediler. Çünkü onlar da biliyor
ki, işçi sınfının tarihsel misyonunun bitmesi için kapitalizmin
bitmesi gerekiyor. Oysa kapitalizm bugün bütün çizgileriyle
karakterize oluyor ve çürüyor. Doğal olarak çürüme ve
saldırganlık bir arada yaşanıyor.
Çürüme kendiliğinden ortadan kalkmaz. Çürüme sökülüp
atılmadıkça etrafına yayılır. Nitekim bugün yaşanan
budur. Çürüyen kapitalizm sonuç olarak insanlığın tükenişine
yol açıyor. Bununla birlikte doğa ölüme mahkum ediliyor
ve yaşamsal kaynaklar hızla tüketiliyor. İşte buna dur
diyecek ve kendisiyle birlikte insanlığın kurtuluşuna
yol açacak olan sınıf proletaryadır. Ama proletaryanın
bunun için önce kendi tarihsel gücünü keşfetmesi, sınıf
bilinciyle davranması gerekiyor.
Bunun kolay ve kendiliğinden gerçekleşmeyeceğini söylemek
yeni bir tesbit olmayacaktır. Hele günümüz dünyasında,
devrimci kurtuluşun yolu her zamankinden daha sarp,
daha engebeli ve daha dolambaçlıdır...
Merhaba Proletarya
Bu dönem işçi sınıfı devrimciliğine saldıranlar iki
temel argümandan hareket etmektedir. Birincisi, işçi
sınıfının kapitalist toplum içindeki ağırlığını yitirdiği
iddiasıdır. Kapitalizmin evrimi boyunca toplumun iki
temel sınıfa bölüneceği, ortada yalnızca azınlıktaki
burjuvazi ve giderek büyüyen, toplam nüfusun çoğunluğunu
oluşturan işçi sınıfının kalacağı yolundaki Marksist
öngörü gerçekleşmemiştir. İşçi sınıfı sayısal olarak
azalmakta ve orta sınıf çoğalmaktadır. İkinci iddia
ise üretimdeki pozisyondan hareketle işçi sınıfının
temel kollektif özne olmaktan çıktığıdır.
İşçi sınıfının toplumsal ağırlığı yoktur diyenler, işçi
sınıfını doğrudan üretken olan emekle sınırlı tutmakta
ve kollektif emekçi gerçeğini gözlerden ırak tutmaya
çalışmaktadırlar. Oysa kapitalizmin evrimi boyunca emeğin
bileşeninde değişimlerin yaşanacağı ve bunun da kollektif
emekçi bağlamında olacağı daha 1847’lerde Marx ve Engels
tarafından vurgulanmıştı.
Son yıllarda sınıf hareketinde bir durgunluğun yaşandığı
doğrudur. Ama bu işçi sınıfının kollektif özne olduğu
gerçeğinin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Kaldı ki
hiçbir sosyalist, hiçbir zaman işçi sınıfının kollektif
özne rolünün potansiyel varlığının otomatik olarak siyasal
eğilimlerine, gündelik siyasal duruşuna yansıyacağını
söylememiştir. İşçi sınıfının kollektif özne rolünü
oynayabilmesi, tarihin devindirici gücü olabilmesi,
bir yığın öznel-nesnel faktörün bileşkesi sonucu mümkündür.
Bugün işçi sınıfını tüketim kalıplarına bakarak, bulunduğu
statü ve öznel duruşuna bakarak tanımlayanlar var. Bu,
herşeyden önce ekonomist bir bakıştır ve sosyal sınıfların
karmaşık yapısını açıklamaktan uzaktır. Oysa sınıf nesnel
bir konumdur. Kişinin sınıfsal niteliğini belirleyen
öznel duruşu değil, üretim içindeki fiili yeridir. Fabrikada
çalışan ve işgücünü satan bir tekstil işçisi, sağcı
bir partiye oy veriyor diye veya kendisini işçi gibi
görmüyor diye işçi olmaktan çıkmaz.
İşçi sınıfının kollektif rolünü ve potansiyelini yitirmesi
için onu bir sosyal sınıf olarak ortaya çıkaran nesnel
şartların ortadan kalkması gerekiyor. İşçi sınıfının
nesnel koşulları var oldukça konjoktürel durgunluk,
geri çekilme, yabancılaşma vb. faktörler onun bu rolünü
ortadan kaldırmaz, olsa olsa süreci geciktirir.
En son söyleyeceğimizi önce söyleyelim. 2000’ler dünyasının
sosyal, siyasal verileri, ne sınıf olgusunun kapitalist
sistemin temel elementi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıştır
ne de işçi sınıfının toplumun/toplumsal dönüşümün temel
öznesi olduğu saptamasını geçersizleştirmiştir.
Ama bu, hem işçi sınıfının bileşenlerinin ve eğilimlerinin
değiştiği hem de burjuvazinin kendisini yeni yöntem
ve araçlarla tahkim ettiği gerçeğini atlamamızı gerektirmez.
Sadece üretim ve tüketim ilişkilerindeki değişimler
değil, ideolojik ve siyasal hegemonyanın, baskının genişleyen
çapı ve boyutu, bunun sınıf ilişkileri üzerindeki sonuç
ve etkileri gözlerden ırak tutulamayacak öneme sahiptir.
Sonuç olarak, bugünkü fotoğrafa göre tartışılması gereken,
“işçi mi değil mi?” “İşçi sınıfı bitti mi, azaldı mı?”
sorunu değil, fotoğraftaki işçinin nasıl bir işçi olduğu,
kapitalizmin bir sistem olarak kendisini nasıl tahkim
ettiğidir. Bu sorulara bütünlüklü yanıt verilmesi gerekiyor.
Sınıfı ve sınıflar ilişkisini sadece ekonomik unsurla
sınırlı tutmak toplumun karmaşık yapısını açıklamaktan
uzaktır. Aynı şekilde sadece siyasal, kültürel ve psikolojik
unsurlarla sınıfı/sınıflar mücadelesini açıklamak da
yanlıştır. Siyasal, kültürel ve psikolojik faktörler
vülger bir tarzda ekonomik ilişkilere indirgenemese
de, bundan bağımsız değildir. Yapılması gereken, sorunu
diyalektik bir bütünlük içinde ele almak ve çözümlemelere
gitmektir. Çünkü sınıf hem ekonomik hem de politik bir
kategoridir.
İşçi sınıfı hem nesnel hem de öznel olarak rolünü yitirdi
diyenler argümanlarını işçi sınıfının 18. ve 19. yüzyıldaki
fotoğrafından hareketle ileri sürmektedirler. Nasıldır
bu fotoğraf içindeki işçi sınıfı? Kaba kol kuvvetini
kullanan, “beyin ve entellektüel yetenekleri gelişmemiş”,
buna karşı kasları gelişmiş, pazulu, en fazla kaldır-indir
ritmi içinde çalışan... Ama bugün bu fotoğraf yok ya
da bu ölçüye uyan işçi tipi, fotoğrafın küçük bir karesini
oluşturmaktadır. O kadar!
Evet, çok basit argümanlar, ama oldukça işe yaradığı
ve kafa karıştırdığı kesin. Marksizmin sınıf çözümlemesi
çok nettir ve öyle iddia edildiği gibi sağa sola çekilemez.
Var olan ölçüler zincirine yeni halkaların eklenmesine
ihtiyaç olduğu kesindir. Kapitalizm yerinde durmamaktadır.
İlkel birikim dönemi, rekabetçi dönem ve tekelci dönem
kapitalizmin evriminde çarpıcı sıçramaları ifade eder.
Yine bu dönemler içinde gerçekleşen teknolojik gelişme
de devasa boyuttadır.
Örneğin, buhar makinasının devreye girmesi, elektrifikasyon-fabrikasyon
ve bilgisayarların üretime sokulması gibi dönemsel gelişmeler
her bakımdan sıçramalar yaratmış ve sermayenin yeniden
üretimine olanak sağlayan bu teknolojik hamleler tabiatıyla
sınıflar içi bileşimde değişimlere yol açmıştır. En
kestirme ifadeyle klasik kol emekçisi epey zayıflamıştır.
Ama öte yandan kafa emekçilerinin sayısı artmıştır.
Kol emekçisi kategorisi içinde olanların da çoğunluğu
az çok kafa emekçisidir artık. Bu anlamda evet, 18.
ve 19. yüzyılın işçi sınıfı ortadan kalkmıştır.
İşçi sınıfının tanımı, fabrikada elleriyle çalışan insanlar
şeklinde yapılırsa, bu haliyle aşırı sınırlandırılmış
bir tanımdır ki, yanlıştır. Marksizmde de böyle bir
tanım yoktur. Marx’a göre işçi sınıfı, emeğinden başka
satacak bir şeyi olmayan ve ücret karşılığında işgücünü
satmak zorunda kalan insandır. Bu genel bir tanımdır.
İkincisi ise işçi sınıfının emeğini nasıl sattığıyla
ilgilidir.
Toplam işçi sınıfı içinde ‘mavi yakalı’ denilen kesim,
yani büyük imalat sanayiinde çalışanlar, yani kol gücüyle
çalışan işçiler, kapitalizm tarihi boyunca hiç bir dönemde
çoğunlukta olmamışlardır. Kapital’in yazıldığı dönemde
de İngiltere’deki en geniş işçi kesimi ev hizmetçileriydi;
ne tekstil fabrikalarında, ne kömür ocaklarında, ne
de diğer klasik sektörlerde çalışan işçiler çoğunluktaydı.
Sorunu tartışırken önce şunu not etmek lazım: Sınıfın
sınırını, köşeli olarak kategorileştirmek problemlidir.
Dinamik olan sınıf, genel ölçülerle değerlendirilmelidir.
Marx’ın Kapital’de yaptığı tasvir de böyledir. Birincisi
bu. İkincisi, bileşenleri/eğilimleri incelerken gelişmiş
kapitalist ülkeler ile az gelişmiş-bağımlı-yeni sömürge
ülkelerin emekçilerinin bileşenlerindeki farkı/farklılıkları
not etmek gerekiyor. Çünkü emperyalist ülkelerdeki sınıf
tanımıyla/ölçüleriyle yeni sömürge ülkelerin emekçilerinin
bileşenleri/eğilimleri anlaşılmaz.
Anlaşılacağı üzere karmaşık bir sorun söz konusudur.
Ama bu karmaşıklık sınıfın tanımının silikleşmesi anlamına
gelmez. Sınıfın dinamik oluşu, net bir çözümleme önünde
engel değildir.
İşçi sınıfının kapsamını ve bileşenlerini incelerken,
birbirinden değişik özellikler taşıyan işçi kesimlerinden
bahsetmek yalnızca doğal değil, aynı zamanda zorunludur.
Lenin’in dediği gibi, “eğer işçi sınıfı kendi içinde,
düzeyde, iş koluna vb. çeşitli ölçülere göre tabakalara
bölünmüş olmasaydı, kapitalizm kapitalizm olmazdı”.
Kapitalizmin, tarihi, ekonomik, kültürel, ideolojik
ve psikolojik olarak bölünmeye uğramamış homojen bir
işçi sınıfının olmayacağını göstermiştir. Aksine kapitalizm,
farklı üretim birimlerini, meslekleri, mevkileri ve
statüleri derinleştirir ve birbirine karşı kullanır.
Buna bir de kültürel-ideolojik hegomonyayı ve her geçen
gün artan yabancılaşmayı eklemek gerekiyor.
İşçi Sınıfının Tanımı
“Proletarya, modern işçi sınıfı... ancak iş bulabildikleri
sürece yaşayan, emekleri sermayeyi arttırdığı sürece
iş bulan emekçiler sınıfı...” (Marx, Engels, Komünist
Parti Manifestosu)
“Kendilerinin üretim araçları olmayan, yaşayabilmek
için işgüçlerini satmaya başlamış olan, ücretli emekçiler
sınıfı, proletarya...” (Marx, Engels)
Burada Marx ve Engels’in tasvirinde dikkat çekici iki
noktanın altı çizilmeli. Birincisi, işçi sınıfının genel
bir tanımı yapılıyor. Şöyle; işçi sınıfı, üretim araçlarından
yoksun, yaşayabilmek için işgücünü ücret karşılığında
sermayeye satmak zorunda kalan bir sınıftır. İkincisi,
işçi sınıfı, proletarya ve emekçi kavramları eşdeğer
kullanılıyor. Ama her genel tanımda olduğu gibi, bu
iki noktanın vardığı sonucun ayrıştırılması gerekiyor.
Örneğin her ücretli, işçi sınıfı kategorisinin içine
girer mi? Ayrıca, emekçi kavramı eşittir işçi sınıfı
mıdır? Bunların açılması gerekiyor.
Sınıflar, üretim sürecinde tutulan yer, bu yerin hem
sonucu hem de nedeni olan, üretim araçlarıyla ilişki,
üretimin örgütlenmesinde oynanan rol ve toplumsal zenginliklerden
alınan miktar ile tanımlanır. İşçi sınıfı ise yukarıda
tanımlandığı gibi, üretim araçlarına sahip olmayan,
yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan sınıftır.
Bu, sınıfın tanımı için genel bir çerçevedir, ama yeterli
değildir. Evet, her işçi üretim araçlarından yoksundur
ve ücret karşılığında işgücünü satmaktadır. Ancak her
ücretli eşittir işçi değildir. Emekçi kavramına gelince,
bu da tartışmalıdır. Zaman zaman “halk” ya da “emekçi
halk” gibi kavramlar günlük politik dilde kullanılmakta
ve böylece bir karışıklık da oluşmaktadır. Çünkü bu
kavramlar aslında sosyolojik-politik kavramlardır. Örneğin
belirli bir anda, mevcut düzen ve egemen güçle çelişki
içinde olan, o düzenin değişmesinde çıkarı olan kesimler,
kendilerine özgü amaçlarına karşın “halk” kavramı çerçevesinde
değerlendirilir ve bu kesimlerden bazıları hiçbir biçimde
emekçi olmadıkları halde ülkenin politik düzenine bağlı
olarak “dışlanmış”, “kaybetmiş” kategorilerde yer alabilirler.
Bu nedenle, devrimci cephenin müttefiki olabilirler.
Bir devrimci sürecin bütün aşamaları ve ilişkileri en
baştan tam bir netlikle bilinemez; örneğin sınıfsal
ağırlıklı yürüyen bir mücadelenin belli bir aşamada
birden ağırlıklı olarak anti-emperyalist/ulusal bir
karakter alması mümkün olabilir ve bu çerçevede bileşenler
değişebilir, vs. vs... Ama genel olarak işin doğrusu,
heterojen bir kavram olan “halk” kavramı ile nihai olarak
üretim sürecindeki rol üzerinden tanımlanan “işçi sınıfı”
kavramının (ve tabii sınıfın yeni bileşenlerini de ifade
edebilmek için tercih edilen “kollektif emekçi” gibi
kavramların) birbirine karıştırılmamasıdır.
İşçi sınıfının tanımı, ilk dönemlerde, -örneğin 19.
yüzyılda- daha çok sanayi işçisiyle özdeşti. Her ne
kadar Marx ve Engels işçi sınıfını bu kesimle sınırlı
tutmadılarsa da, çözümlemeleri daha çok bu kesim üzerine
idi. Aslında bu doğaldı da; çünkü sanayi proletaryası
işçi sınıfının çekirdeğini oluşturuyordu. Bu durum,
günümüz için de geçerlidir.
Ama bugünkü işçi sınıfının profili 19. yüzyıl işçi sınıfının
profili değildir. Özellikle kapitalizmin tekelci aşamasıyla
birlikte üst yapının kazandığı yeni çehre, buna bağlı
olarak artan teknokrat-bürokrat tabaka, üretime sokulan
yoğun ve esnek teknoloji, yeni üretim organizasyonu
vb. gibi etmenler ve olgularla birlikte, hem sanayi
işgücünün yapısında, hem de genel olarak emekçilerin
bileşenlerinde farklılıklar şekillendi ve daha karmaşık
bir tablo ortaya çıktı. Bu nedenle Lenin, bürokrasi
içinde yer alan personel ile işçi aristokrasisinin yeni
olgular ortaya çıkardığını, bunun sınıflar mücadelesi
üzerinde etkileri olduğunu önemle vurgulamıştı.
Şimdi sorun şu: İşçi sınıfını belirleyen temel ölçüt
üretim araçlarından yoksun olması ve işgücünü ücret
karşılığında satması mıdır? Yoksa işçi sınıfından kastettiğimiz
doğrudan artı değer üretenler, başka bir ifadeyle üretken
emekçiler midir? Bunlara ek iki soru daha! Doğrudan
artı değer üreten emekçiler “mavi yakalı” olmak zorunda
mıdırlar? Yani kol emekçisi denildiği zaman mavi yakalı,
kafa emekçisi denildiği zaman “beyaz yakalı” yı mı anlıyoruz?
İkincisi, “beyaz yakalı” veya kafa emekçisi üretken
olmayan emekçi, mavi yakalı veya kol emekçisi üretken
emekçi mi oluyor? İşçi sınıfı üzerine süren tartışmalarda
bu tür sorular sık sık gündeme geliyor.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, işçi sınıfı sadece
doğrudan artı değer üreten emekçilerle sınırlı tutulamaz.
Bu birincisi. İkincisi, her ücretli işçi sınıfı bileşenleri
içinde değerlendirilemez. Üçüncüsü, artı değer üretenler
sadece mavi yakalı emekçiler değildir, pekala beyaz
yakalı kategorisi içinde olan emekçi de üretken emekçi,
başka bir ifade ile doğrudan artı değer üreten emekçi
olabilir. Dördüncüsü, doğrudan üretken olan emek ile,
üretken olmayan emek arasındaki bölünme, sınıf içi bir
bölünmedir. Dolayısıyla kimi burjuva ideologların ve
eskimiş marksistlerin iddia ettikleri gibi farklı sınıflar
oluşturmamaktadırlar. Beşincisi, beyaz yakalı ile kafa
emekçisi eşdeğerde kullanılmakla birlikte, bu tanım
problemlidir. Aynı şekilde mavi yakalı eşittir kol emekçisi
tanımı da doğru değildir.
Bütün bu kavramlar sınıfın bileşenlerini tanımlamak
açısından önemlidir, ama bunları kalın çizgilerle birbirinden
ayırmak doğru değildir. Özellikle günümüzde çok daha
karmaşık bir durum söz konusudur.
Bizce bütün bu tartışmalarda doğru çıkışı sağlayacak
olan anahtar kavram ‘kollektif emekçi’ kavramıdır. Bu
kavram Kapital’de vardır ve bugün de önemini korumaktadır.
Kapitalist üretim ilişkisinde kafa emeği ve kol emeği
ayrımı karakterize olduktan sonra, “(...) ürün, bireyin
doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve kollektif emekçinin
ürettiği bir toplumsal ürün, yani her biri iş konusu
üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan
bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Üretken
biçimde çalışmak için artık el ile çalışmak gerekmez,
kollektif emekçinin bir organizasyonuysanız ve onun
alt işlevlerinden birini yerine getiriyorsanız bu yeterlidir.”
(Marx)
Kollektif emekçi, yaptığı işten bağımsız olarak emek
sürecinin zorunlu unsuru durumunda olan, başka bir deyişle
onun katkısı olmaksızın üretimin gerçekleşemediği toplumsal
olarak birleşik emek gücünü niteler. (Tülin Öngen, Prometheus’un
Sönmeyen Ateşi)
Her ürün, bir işbölümü sonucu, başka bir ifadeyle kollektif
işçinin, kollektif üretimiyle ortaya çıkar. Kollektif
işçi içindeki çekirdek bileşen doğrudan artı değer üreten
işçidir. Doğrudan artı değer üreten çekirdek bileşen
ise sanayi işçisidir.
Üretici emekçi, artı değer yaratan alanlarda çalışanlardır.
Ama artı değer üretenler genel düşüncenin aksine -sadece
imalat ve madencilik birimlerinde çalışanlarla sınırlı
değildir. Halbuki ulaşım, haberleşme, enerji, eğitim,
sanat, bilim, yayıncılık, hatta otel-lokanta vb. değişimi
ve hizmeti sağlayan birimlerde artı değer üretimine
şu veya bu düzeyde katkıda bulunurlar.
Bu saydığımız birimlerde çalışanlar birbirine bağlıdırlar
ve kollektif olarak artı değer üretirler. Bu nedenle
kollektif emekçidirler. Bu halde mühendisler, teknik
uzmanlar, ustabaşılar, mimarlar, bilgisayar programcıları
vb. bunların, yani kollektif emekçi kitlesinin bileşenleridirler.
Ama tabii bu, aralarında çelişki olmadığı ve türdeş
oldukları anlamına gelmez.
Üretici olmayan emekçiler ise doğrudan artı değer üretmeyen
ama sermayenin kimi gereksinimlerini karşılayan işçilerdir.
Doğrudan artı değer yaratmayan alanlar, örneğin ticaret,
muhasebecilik, bankacılık, sigortacılık, reklamcılık
vb. alanlardır. Bunlara bir de kapitalist sistemin gerekliliklerini
karşılayan, hukuk, devlet memurluğu gibi alanları da
ekleyebiliriz. Bütün bunlar üretici emekçi değildirler,
ancak işçi sınıfının içindedirler. Ama bu kesimlerde
de ayrım yapmak gerekir. Örneğin ticarette çalışan her
ücretli, işçi sınıfı içinde değildir.
Yine muhasebede, bankada, sigortada ve reklamcılıkta
çalışan şef, müdür, sekreter, teknisyen vb. gibi unsurların
bir kesimi, sermaye ile olan ilişkilerine bağlı olarak
işçi sınıfı içinde değerlendirilemezler.
Toparlayacak olursak: 1) İşçi sınıfı eşittir ücretliler
topluluğu değildir. 2) İşçi sınıfı sadece doğrudan üretken
emekçilerle sınırlı olmayıp, üretken olmayan emekçileri,
kapitalist üretimin dolayımlı alanlarını da kapsamaktadır.
Başka bir ifadeyle, işçi sınıfı kollektif bir sınıftır.
Ama öte yandan sınıfın farklı bileşenleri hepsinin kendi
içinde farklı pozisyonları, farklı eğilimleri bulunmaktadır.
Bütün bunlardan hareketle işçi sınıfının bileşiminin
üretici işçiler, doğrudan üretici olmayan ama emek gücünü
sermayeye satan işçiler ve üretici olmayıp işgücünü
özel kamu geliriyle değiştirenler olmak üzere üç ana
kesimden oluştuğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan, aldıkları ücret ve bulundukları mevki ile
bir tür küçük burjuva diyeceğimiz kesimleri de sona
eklemek gerekiyor. Bunların dışında ücret alan, ama
ilişki ve pozisyonlarıyla devlet yöneticisi olan ya
da kimi işletmelerde muhasebeci, sekreter, şef, yönetici
menajer, teknisyen vb. gibi konumlar tutan kesimler
var ki, bunlar sermayenin bileşenlerine dahil oldukları
için, ayrı tutuyoruz.
Görüldüğü gibi karmaşık bir alan sözkonusudur. Dolayısıyla
kategorileştirmeye gitmek ve her bir bileşeni kendi
özgünlüğünde değerlendirmek gerekiyor.
İşçi Sınıfı
Dinamik Bir Sınıftır
Sonuç olarak, işçi sınıfının bileşenleri sermayenin
birikim düzeyine gelişimine, yeni teknolojilerin üretime
sokulmasına ve yeni üretim organisazyonlarına bağlı
olarak sürekli değişmiştir. Değişmeyen ise işgücünün
bir meta olduğu ve sömürünün yoğunlaşarak sürdüğüdür.
Mustafa Sönmez’in dediği gibi “değişmeyen kapitalizmdir,
ücretli emeğin patronlarca sömürüldüğü düzendir. Değişen
ise kapitalist sömürü şekli, koşulları, derecesi ve
kapitalist sınıflar ile işçi sınıfı arasındaki güç dengesidir.”
Kapitalist ilişki tarihi içinde işçi sınıfının istihdamı
da sürekli değişmiştir. Her yeni uğrakta yeni üretim
sektörleri açılır. Eski istihdam alanları ya zayıflar
ya da tamamen dağılır. Sözgelimi Engels 1844’te “İngiltere’de
İşçi Sınıfının Durumu”nu yazarken daha çok tekstil işçileri
üzerinde durur. Ama daha sonra birçok dalda üretim gerçekleşti
ve istihdam buna göre çeşitlendi. Örneğin otomotiv sanayi,
askeri sanayi, beyaz eşya sektörü, turizm, çeşitlenen
hizmet sektörü, gelişen iletişim ve ulaşım alanları
ya o zaman yoktu, ya da bugünkü düzeyde değildi. Ayrıca
cinsiyet planında da önemli demografik bir değişim sözkonusudur.
Kadınların üretime katılımı elli yıl öncesine göre en
az ikiye katlanmıştır. Kadın emekçilerin klasik istihdam
alanları olan tekstil, sekreterlik, hemşirelik, temizcilik,
bakımcılık vb. alanlar dışında ticaret, bankacılık,
emlakçılık, öğretmenlik vb. alanlar başta olmak üzere
hemen hemen bütün üretim, hizmet ve dolaşım alanlarında
bir genişleme yaşanmıştır.
İşçi sınıfının ilk dönemdeki şekillenmesi standartlaşma
doğrultusundadır. Bu, kapitalizmin tekelleşme süreciyle
birlikte, taylorist-fordist üretim organizasyonuyla
daha da ileri gitmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği
merkezi işletmelerde bant sistemiyle yapılan kitlesel
üretimdir. Üretimdeki bu seri ve kitlesel çalışma, ürünlerdeki
standartlaşma, işçiyi de standartlaştırıyordu. Yani
kafa emeği ile kol emeği arasında tam bir bölünme yaşanıyordu.
Fordist üretim tekniği/organizasyonu, belli bir teknolojik
gelişim üzerinde gerçekleşti. Daha önceki üretim tekniğinden
ve üretim araçlarının gelişmişlik düzeyinden farklı
olarak gündeme gelen fordist üretim tekniği işçi sınıfının
eğilim ve bileşenlerinde farklılıklara yol açmıştır.
Aynı şekilde 1980’lerden itibaren yaygınlaşan esnek
üretim-esnek uzmanlaşmayla birlikte işçi sınıfının bileşenlerinde
bir hareketlilik ortaya çıkmıştır. Doğal olarak, sınıf
bileşenindeki bu hareketlilik siyasal, sosyal, psikolojik
eğilimlere ve dolayısıyla sınıflar mücadelesine de yansımıştır.
En başta kafa emekçilerinin sayısı artmıştır. Keza hem
kafa emeğini kullanan hem de kol emeğini kullanan emekçilerin
sayısı artmıştır. Başka bir ifadeyle kol emeği ile kafa
emeği daha çok iç içe geçmiştir. Bütün bu olguları göz
önüne getirirsek, işçi sınıfının sayısı azalmamakta,
artırmaktadır.
Öte yandan iddia edildiği gibi yeni teknik buluşların
devreye sokulması ve bu paralelde artan otomasyon, işçi
sınıfının rolünü ve önemini azaltmıyor. Çünkü kapitalizm
her zaman emeğe ihtiyaç duyar. Canlı emek olmazsa kapitalizm
ölür. Kapitalizm kendisini yeniden tahkim etmek için
bir yandan otomasyona, bir yandan da canlı emeğe ihtiyaç
duyar. Bu çelişkili durum kapitalizmin en büyük handikaplarından
birisidir.
“Sermaye, makinayı ancak ve ancak işçinin zamanının
daha büyük bir kısmını sırf sermaye hesabına çalışabilmesi
için kullanır. (.......) Bir yandan emek sürecinin minumuma
indirilmesi için bastıran, öte yandan emek sürecini
zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye
süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu
emeğe harcanan süreyi azaltır, ama sadece artık emeğe
harcanan süreyi arttırabilmek için azaltır.” (Marks)
İşçi Sınıfı ve İşsizler
İşçi sınıfını, üretim araçlarından yoksun ve işgücünü
ücret karşılığında satan kesim olarak tanımladık. Bunu
genel bir tanımlama olarak ifade ettik ve ayrıştırılması
gereğine dikkat çektik. Ama bunun dışında başka sorunlar
da var...
Örneğin işsizler ne üretim araçlarının sahibidir ne
de üretim içindedir ve dolayısıyla ne de ücretlidir.
Peki işsizleri nereye koymak gerekiyor? İşçi sınıfının
bileşenlerini tartışırken bu soru çoğu zaman atlanıyor.
Marx, işsizlerin bizzat kapitalizmin bir ürünü olduğunu
ve kapitalizmin bu sorunu çözmek için uğraşmadığını
söylüyor. Aksine sermaye, işsizlerin sömürülmeye hazır
yedek emek ordusu olarak kalmasını ister. Çünkü sermaye,
çalışan işçiler üzerinde yedek emek ordusunun varlığıyla
basınç oluşturur. Yani burjuvazi, hem yoğun emek zamanı
için hem de ucuz işgücü için yedek emek ordusuna ihtiyaç
duyar.
“(...) Kapitalist üretim, doğal nüfus artışının sağladığı
kullanıma hazır emek gücü miktarıyla asla yetinmez.
O, rahatça at oynatabilmesi için bu doğal sınırların
dışında yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını ister.”
(Marx, Kapital. C. 1, say. 652)
“İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı çalışmasıyla, öteki
kesimin zorunlu işsiz-güçsüzlüğe mahkum edilmesi...”
“İşçi sınıfı, aktif ve yedek iki orduya bölünmüştür”.
(Marx, Kapital. C. 1, say. 653-654) Görüldüğü gibi Marx
bu kesimi çok net ve tartışmaya yer bırakmayacak bir
şekilde tanımlamaktadır. İşsizler ordusu ile çalışanlar
ordusunun kader birliği bulunmaktadır.
Kapitalizmde işgücü bir metadır. Alıcı bulamayıp işsiz
kalanlar olursa da, bunlar sonuç olarak işçi sınıfı
içindedir. Ama işsizleri de türdeş değerlendirmemek
lazım. Bunların içinde yarı işsizler ve “lümpen proletarya”
denilen kesimler başta olmak üzere, çok çeşitli kategoriler
bulunmaktadır.
Bu tartışmalarda not etmek istediğimiz bir nokta da
evde çalışanların durumudur. Çoğu zaman işçi sınıfı
kapsamı içinde görülmeyen veya atlanan bu kesim, her
zaman önemli bir nüfus oluşturur. Evde çalışanların
serüveni eskilere, kapitalizmin ilk günlerine kadar
uzanır. Marx’ın Kapital’de, Engels’in Konut Sorunu’nda,
Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ndeki tasvirlerinde
görüldüğü gibi, sermaye için evde çalışanların önemi
büyüktür ve tartışmasız olarak bu kesim işçi sınıfının
bir bileşeni olarak görülmektedir. Özellikle esnek üretimdeki
uzmanlaşmayla birlikte, parçalı üretim ve evlere iş
verme artmıştır. Bu kesimde çoluk çocuk demeden çalışılır
ve kocaman bir artı değer üretilir.
Beyaz Yakalı Emekçi
ve İşçi Sınıfı
Beyaz yakalı başlığı altında ele alınan kesimler, oldukça
heterojen bir nitelik taşıdığından, toptan olarak işçi
sınıfı içinde değerlendirmek problemlidir.
Kol gücüne dayalı işgücü daha çok sanayi sektöründe,
kafa emeğine dayalı işgücü ise hizmet sektöründe veya
bürokrasinin kimi kademelerinde yer alır gibi eksik
ve yanlış bir yaklaşım vardır. Oysa pek çok hizmet sektöründe,
pek çok emekçi daha çok kol gücüne dayalı olarak istihdam
edilmektedir. Keza bunu sanayi sektöründe istihdam edilen
emekçiler için de söyleyebiliriz. Sanayi sektöründe
ağırlıklı olarak kol gücüne dayalı bir istihdamın olduğu
doğrudur, ancak buna karşılık sayısal olarak küçümsenmeyecek
beyaz yakalı emekçi de istihdam edilmektedir.
Daha çok hizmet işçileri denilen ve Türkiye’de de “kamu
emekçileri” diye adlandırılan emekçiler ise bugün artık
büyük ölçüde işçi sınıfının bileşenidir.
Kaldı ki, hizmet emekçileri veya kamu emekçileri denilen
kesimlerin de hepsi masa başında değildir, aksine önemli
bir bölümü kol gücüne dayalı çalışmaktadır. Örneğin
temizlik işçileri, müstahdemler, kamuya ait ambar-depo
gibi yerlerde çalışanlar, hastane işçileri, liman işçileri
veya sürücüleri, posta dağıtıcıları ve daha sayamadığımız
çok sayıda çalışan “memur” statüsünde olmakla birlikte,
daha çok fiziki güce dayalı çalışmaktadırlar.
Bu kesimin diğer bir adı beyaz yakalılardır. Ama yukarıda
verdiğimiz örnek gözönüne getirilirse böyle bir kategorileştirme
problemlidir.
Beyaz yakalı emekçilerin klasik işçilerden farklı işler
yaptığı ve üretim sürecindeki farklı rolleri nedeniyle
farklı eğilimlere sahip olduğu doğrudur. Fakat bu, sermaye
ve emek arasındaki çelişki niteliğinde değildir. Beyaz
yakalıların, “denetleyen”, “yönlendiren” bir pozisyonda
olması, hatta sermayenin yeniden üretiminde işlev görmeleri,
bu anlamda kol emekçileri ile çelişkilerinin olması,
onların işçi sınıfının bir bileşeni olduğu gerçeğini
değiştirmez.
Beyaz yakalı kategorisi içinde değerlendirilen birçok
müdür, şef, teknisyen, profesyonel, menajer ve idarecinin
gelir düzeyi oldukça yüksektir ve sermaye adına üretim
sürecini yönetip denetlerler. Bu nedenle, bu kesimler
ücretli de olsa sermayenin organik bileşenleri durumundadırlar.
Yine beyaz yakalılar içinde görünen ve toplam işgücü
içinde önemli bir yer tutan büro çalışanlarının bileşenleri
ve eğilimlerinde önemli farklılıklar bulunmaktadır.
Bunlardan kimisi kol işçilerinden az ücret almaktadır.
Ayrıca, bunların eğitim ve bilgi düzeyinde de epey farklılıklar
vardır ve bu durum yapılan işe ve alınan ücrete yansımaktadır.
Kapitalist ilişkilerin başlangıcında büro çalışanları
görece ayrıcalıklı bir yere sahipti ve çalışanların
çoğu erkekti. Yaşam tarzı ve eğilimleri bakımından işçilerden
farklı idiler. Az çok okumuşlardı, yaşam düzeyleri ve
tarzları küçük ve orta burjuvaziye yakındı. Ama bugün
büro çalışanları içinde önemli bir yere sahip olan kadınlar,
vasıfsız erkek kol işçilerine oranla çok düşük ücret
almaktadırlar. Dahası, erkek büro çalışanlarının önemli
bir kesimi yarı vasıflı erkek kol işçilerinden daha
az kazanmaktadır.
Sonuç olarak büro çalışanları yüz-yüzelli yıl öncesine
oranla birçok yanıyla değişmiştir. Evet belki eğilim
olarak küçük burjuva yaşam özlemleri oldukça fazladır.
Ama nesnel olarak durum buna imkan vermemektedir ve
her bakımdan kol işçilerinin düzeyine inmektedirler.
Aradaki fark; bunların halen “beyaz gömlek” giyiyor
olmalarıdır.
Toparlayacak olursak; a) Yeni teknolojik girdiyle birlikte
toplam işgücü içinde büro çalışanlarının sayısı artmıştır.
Öyle ki, kimileri artık siyah tulumlu işçilerden değil,
beyaz gömlekli işçilerden sözetmek gerekir diyorlar.
b) Kadın çalışanların sayısı artmıştır. Kadın emekçiler
çoğu zaman vasıfsız erkek kol işçilerinden daha az ücret
almaktadırlar. Buna bağlı olarak genel anlamda büro
çalışanlarının yaşam standartları düşmüştür
Beyaz yakalılar, sadece büro çalışanlarının büyük çoğunluğunun
değil, alt meslekler denilen grubun (öğretmenler, hemşireler,
teknik ressamlar, laboratuvar teknisyenleri, sosyal
görevliler vb.) çoğunluğunu kapsar. (A.Callinicos)
Bir de bu her iki grubun arasında yer alan kesimler
vardır ki, bu küçümsenmeyecek düzeydedir. Sözkonusu
bu kesimler emek gücünü satarak yaşarlar, ama hem üretim
sürecinde sermaye adına gördüğü işlev bakımından hem
de aldıkları ücret bakımından ayrı bir kesim olarak
değerlendirmek gerekir. Çok tartışılan bu kesim, sınıfsal
çıkar ve çelişkileriyle kah işçi sınıfının, kah burjuvazinin
yanında yer alır. Bu kesime Poulantsaz “yeni küçük burjuva
sınıf”, A. Callinicos ise “yeni orta sınıf” adını veriyor.
Bu “yeni orta sınıf”, bürokratik işlerin şu veya bu
yerinde mevki tutar, ancak hem ikinci kesim olarak ifade
ettiğimiz sermayenin organik bileşenlerinden hem de
birinci kesim olarak ifade ettiğimiz ve sonuç olarak
işçi sınıfının bileşenleri olan ücretli emekçilerden
ayrıdırlar. Birinci kesim dediğimiz emekçiler, kendi
işgücünün karşılığını alamazken ve sonuç olarak sömürülürken,
“yeni orta sınıf” üyeleri çoğu zaman yaptıkları fiili
işi çok aşan ücretler alırlar. Ama bu “yeni orta sınıfın”
otomatik olarak kendisini sermayenin bir bileşeni olarak
gördüğü anlamına gelmez. Aksine, tıpkı klasik küçük
burjuvazi (küçük işletmelerin sahibi ve serbest meslek
sahipleri) gibi, bu kesim de kendisini çelişkili bulur.
Bu bakımdan, bu kesimler sendikal ve politik mücadele
de işçi sınıfı yanında duruş sergileme dinamiklerine
sahip oldukları gibi, devrimci gelişmenin sahip oldukları
olanakları doğrudan dolaylı biçimde tehdit ettiğini
gördükleri noktada egemen sınıfların saflarında da yer
alırlar. Bu nedenle, işçi sınıfı açısından güvenilmez
müttefikler konumundadırlar.
Tekniğin ve teknolojinin gelişimi bir yandan kol emekçilerinin
entellektüel düzeylerini arttırıyor, bir yandan da klasik
kafa emekçilerinin konumunu değiştiriyor. Artık kafa
emekçisi de şu veya bu oranda kol emeğini kullanmaktadır.
Bu durum ne işçi sınıfının nicelik düzeyini düşürüyor,
ne de işçi sınıfının kollektif özne olma gerçeğini ortadan
kaldırıyor. Aksine kapsamı genişliyor ve kafa ile kol
emeği arasındaki fark gitgide azalıyor. Nitekim Marx
ve Engels başta olmak üzere, tüm marksist kuramcılar,
süreç içerisinde kafa emeği ile kol emeği arasındaki
mesafenin kapanacağını söylemiştirler. Bu anlamda ortaya
çıkan veriler beklenmeyen veriler değildir.
Kollektif Sınıf
Kollektif Mücadele
Şu ana kadar tanımladığımız fotoğrafta, işçi sınıfının
yapısının parçalı ve karmaşık olduğunu vurguladık. Bu
noktada “kollektif emekçi” kavramı kilit kavram olarak
önümüze çıkıyor. Kollektif emekçi kavramı farklılıkların
ve parçalı pozisyonların birliğini ifade ediyor. Ama
bu farklılıklar son yıllarda moda olan etnik, kültürel,
ekolojik ve cinsel kimlikleri değil, aynı sosyal sınıfın
bileşenlerini ifade ediyor. Söz konusu kimlikler sosyal
farklılığın oluşturucuları değil, sonucudurlar.
Kollektif emekçi bileşenleri zaman zaman birbiriyle
çelişebilir. Ama nasıl çeşitli burjuva kesimler kendi
içlerindeki çelişkilere rağmen bütünsel bir sınıf davranışını
fiili olarak gösterebiliyorlarsa, işçi sınıfı da bunu
başarabilir. Başarabileceğini tarih göstermiştir. Ancak
bu kendiliğinden olmuyor. Bu, ideolojik-politik aydınlanma
ve örgütsel bir formla mümkün olacaktır.
İşçi sınıfının kollektif özne rolü tabii ki işçi sınıfının
üretim sürecinde tuttuğu yerden, nesnel durumdan meydana
geliyor. Ama hiç kimse bunun kendiliğinden olacağını,
yani işçi sınıfının üretim içindeki konumunun otomatik
olarak politik duruşa, kollektif kimliğine yansıyacağını
iddia etmiyor. İşçi sınıfının kollektif özne olması
elbette politik-örgütsel formla gerçekleşir. Fakat bunun
nesnel temeli üretim içindeki konumudur. Sınıfın üretim
içindeki kollektif potansiyelinin kendiliğinden özneye
dönüşeceğini iddia eden marksistler değil, ekonomistlerdir.
Zaten kendiliğinden sınıf, kendisi için sınıf ayırımının
anlamı budur. Marks’ın “proletaryanın belli bir parti
örgütüne sahip olmadan bir sınıf olarak varolamayacağını”
belirtmesi işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olmaktan
çıkarak kendisi için sınıf olmasının ancak örgütlü ve
iradeli bir süreç içinde mümkün olacağını ifade etmektedir.
Sınıfın ve sınıflar mücadelesinin tanımlanmasında hiçbir
marksist önder, hiçbir zaman ekonomik unsurun tek belirleyici
unsur olduğunu söylememiştir; ‘Son kertede belirleyicidir’
denilirken başka etmenleri de hesaplamışlardır. Son
kerteye kadar rol oynayan etmenler kimi zaman ileri,
kimi zaman geri çekici olabilir.
İşçi sınıfının kendisi için sınıf olması siyasal bilinçlenme,
örgütlenme ve mücadele bütünselliğiyle mümkündür. İşçi
sınıfının kendisi için sınıf olmasının önündeki engel,
kapitalist üretim ilişkileridir. Bu, sistemin ürettiği
apolitizm ve yabancılaşmadır.
Yabancılaşma, apolitizm ve atomizasyon, sadece iş sürecinin
örgütlenmesinden, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinden
kaynaklanmıyor. Aynı zamanda devletin ve ‘devletin ideolojik
aygıtları’nın boş zaman üzerine kurduğu hegomonya ile
emekçi yığınlar apolitikleştiriliyor ve yabancılaşma
yeniden üretiliyor. Örneğin TV ile aile üyeleri adeta
esir alınıyor ve boş zaman tümüyle kontrol ediliyor.
Durum bu olunca örgütlenmenin, siyasal aydınlanmanın,
inisiyatifin ve iradi ısrarın önemi artıyor.
İşçi sınıfının kollektif duruşu, kollektif mücadelesi,
gündelik yaşamın problemlerini çözerek, ekonomik-demokratik
hak ve özgürlük taleplerini iktidar mücadelesine bağlayarak
bunun için çok çeşitli örgütlenme ve mücadele araçlarını
yaratarak nesnellik kazanabilir. Dahası, bu mücadele
taktik politikalarda ve dönem programlarında farklı
toplumsal muhalefet figürlerini de kapsayabilmelidir.
Zaten cinsel, ırksal, etnik, kültürel, ekolojik figürlü
‘yeni toplumsal hareketler’ alanı biz sosyalistlerin
boş bıraktığı alanlardır.
Bu kesimleri; cinsel, dinsel, mezhepsel, etnik-kültürel,
ekolojik vb. sosyal figürleri geniş bir yelpazede ele
almak, her birine dönemsel-asgari programlarda yer vermek
her birini kendi somutunda toplumsal muhalefetin birer
öğesi olarak kavramak, kollektif sınıf mücadelesi ve
birleşik devrimci savaş için büyük önem taşımaktadır.
Adı geçen kesimlerin yaşadıkları çelişkilerin çözüm
platformu, demokratik halk devrimi platformudur. Ancak
bu, söz konusu kimliklerin özgürlüklerini içeren, gündelik
yaşamda dillendiren ve çözümü zorlayan politik projelerle
mümkündür. Başka bir ifade ile, adı geçen demokratik
nitelikteki hareketlere ne kaba sınıf indirgemeciliği
ile yaklaşılmalı, ne de sınıf zemininden, sınıflar mücadelesi
gerçeğinden kopuk ele alınmalıdır.
‘Proletaryanın kurtuluşu, insanlığın da kurtuluşudur.’
Bu nedenle proletarya ve onun öncü partisi, sınıflar
mücüdelesinde kapsayıcı olmayı bilmelidir. Proletarya
ve onun öncü partisi, içinde bulunduğu şartlarda kendine
has özellikler taşıyan hiçbir toplumsal dinamiğe, anti-faşist,
anti-emperyalist muhalefet figürüne ilgisiz kalamaz.
“Çünkü proletarya, çalışan nüfüsun büyük kısmına, kapitalizme
ve burjuva devlete karşı harekete geçebilmesini sağlayacak
bir ittifaklar sistemini yaratmayı başardığı ölçüde
önder ve egemen sınıf haline gelebilir.” (Gramsci, Güney
Sorunu Üzerine).
Sonuç
1- İşçi sınıfının temel ölçüleri, temel niteliği değişmemiştir.
Ama bugünkü işçi sınıfının bileşenleri ve koşulları
19. yy. başından farklıdır. İşçi sınıfının nesnelliğini,
bileşenlerini tanımlayan anahtar kavram kollektif emekçi
kavramıdır. Başka bir ifadeyle işçi sınıfı, türdeş olmayıp,
farklı bileşenlerden oluşan kollektif bir sınıftır.
2- Sadece işçi sınıfı değil, kapitalist sınıflar da
komplike bir yapı göstermektedir. Dolayısıyla burjuvazi
komplike bir siyasal iktidara sahiptir. Militarizm ve
bürokrasi planında çok yönlü olarak kurumlaşmıştır.
Çok yönlü sürdürülen baskı ve denetim ilişkileri ile
kitle pasifikasyonu ve yabancılaşma artmıştır. Burjuvazi,
manipülasyon, yabancılaşma ve pasifikasyon programı
ile sömürü ilişkilerinin, sınıflar gerçeğinin üstünü
örtmeyi çoğu zaman başarabiliyor.
3- İşçi sınıfının kollektif özne rolünü, toplumsal dönüşüm
potansiyelini salt onun ezilmişliğinde ve yoksulluğunda
görmek marksizm değil, ekonomizmdir. İşçi sınıfının
kollektif özne ve toplumsal dönüşüm potansiyeline sahip
olmasının nedeni toplumsal üretimin temel dinamiği olması,
toplumsal dönüşümün ve kollektif kimliğin lokomotifi
olma koşullarını bizzat yaşıyor, üretiyor olmasıdır.
4- Toplumsal dönüşümde kollektif mücadelenin koordinatlarının
sağlanması hayati önem taşımaktadır. Öte yandan, toplumsal
dönüşüm için cinsel, ırksal, etnik-kültürel, ekolojik
vb. kimliklerin, ‘yeni toplumsal hareketlerin’ tek başına
başarı şansı yoktur. İşçi sınıfının mücadelesine ve
toplumsal dönüşüm projesine dayanmayan, işçi sınıfının
bağlaşığı haline gelmeyen ‘yeni toplumsal hareketler’
ütopya ve umutsuzluk içinde dönüp dolaşmaya ve sistem
içinde erimeye mahkumdur.
5- Sosyalist politikanın, işçi sınıfı devrimciliğinin
iki önemli koşulu, enternasyonalizm ve politika yapma
tarzında yaşanan dejenerasyonun sökülüp atılmasıdır.
Kollektif sınıf, kollektif mücadele esprisi ulusal sınırlarla
daraltılamaz. Proletarya enternasyonalizmi özellikle
günümüzde daha büyük önem kazanmıştır. Bu herşeyden
önce bir perspektif, bir tarz, bir kültür sorunudur.
Bir başka önemli koşul ise politika yapma tarzı dediğimiz
mücadelenin araç ve yöntemlerinin, ilişkilerinin amaçla,
yani sosyalist ilkelerle örtüşmesidir. Buna bağlı olarak
‘yeni insan’ ve ‘yeni kültür’ün bugünden inşaa edilmesi,
kadın-erkek ilişkisinin, sevgi-aşk ilişkisinin, örgüt
içi ilişki biçimlerinin, sosyalizm etiği ve prensipleri
bağlamında vücut bulmasıdır. Bu her iki koşul da Che’nin
tarzında, Mahir’in tarzında mevcuttur. Başarının yolu,
şafağın yolu, bu tarzın üretilmesinden, uygulanmasından
geçiyor.
Kaynakça:
1- K. Marks, Kapital Cilt 1
2- Tülin Öngen, Promethus’un sönmeyen Ateşi
3- Alex Callinicos, Değişen İşçi Sınıfı
4- İlker Belek, Endüstri Demokrasisi
5- E. M. Wood, Sınıftan Kaçış
6- Emine Engin, Marksizm’de İşçi Sınıfının Kapsamı ve
Türkiye
7- Hasan Oğuz, işçi Sınıfının Anatomisi
|