Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

İşçi Sınıfının Bileşenleri ve Tarihsel Rolü Üzerine Notlar

M. Yıldırım

(....)
“Biz diz üstüyüz diye büyükler,
Bize böyle büyük görünürler.
Ayağa kalkalım!

(Fransız Devrim Şarkılarından)

Sosyalist hareketin genel gerileyişine paralel olarak hareketin temel öznesi olan işçi sınıfının bileşenleri ve kollektif kimliği üzerine yapılan tartışmalar bugünlerde yeni bir ivme kazanıyor.
Bu tartışmaların yeni olmadığını ve en az 2. Enternasyonal dönemine kadar uzadığını biliyoruz. Ama daha yoğun ve genişçe tartışılması Avrupa’da 1970’lerde, Türkiye gibi ülkelerde ise 1980’lerden itibaren yaygınlık kazanmıştır. Şüphesiz bu tesadüf değildir. Dikkat edilirse bu gibi tartışmalar sınıf hareketinin zayıf olduğu, sosyalist hareketin prestij kaybına uğradığı dönemlerde gündeme gelmektedir.
Fransız yazar Andre Gorz 1980’lerde yayınladığı “elveda proletarya” adlı kitabıyla, işçi sınıfının tarihsel rolüne, kollektif özne gerçeğine karşı sol-burjuva ideolojik zeminde yoğun bir saldırıya geçti. Esasen, Gorz’un argümanları da yeni değildi. Daha önce Bernstein, Otto Bauer ve daha sonra Frankfurt Okulu’nda yayılan görüşler, 1980’lerden sonra, Andre Gorz tarafından yeni biçimler verilerek piyasaya sürülmüştü. Söz konusu görüşler, 1960-70’li yılların Avrupasında aktüel iken, esasta yeni sömürge-bağımlı ülkelerde pek etkili olamıyordu. Ama 1980’li ve 90’lı yılların başlarında dünyadaki altüst oluşlar ve denklemlerin değişmesiyle birlikte, “elveda proletarya” çağrısı, dünya ölçeğinde yayıldı.
Bu durumun arka planında temel olarak iki olgu var. Birincisi, emperyalist kapitalist sistemin 1980’lerin başında Reagan-Teacher dönemi olarak adlandırılan siyasi, askeri, ideolojik ve ekonomik yeniden yapılanma süreci, birçok yönüyle yeni bir çehre yaratmış, sınıfın bileşenleri ve moral ortamı değişmiştir. Bir tür vahşi kapitalizm dönemi başlamıştır. Gerçekten, adı ne olursa olsun, bugün yirmi yıl öncesine göre epey ciddiye alınması gereken olgular, veriler bütünüyle yeni bir döneme girilmiştir. Bu süreç, 11 Eylül’le birlikte artık biraz daha karakterize olmuştur.
Taylorizm-Fordizm’de ifadesini bulan kitlesel üretim ve merkezi istihdam gerçeği üzerinde şekillenen sınıfın örgütlenme modeli, Toyotizm olarak adlandırılan esnek uzmanlaşma-esnek üretim tekniğinin yaygınlık kazanmasıyla tıkanmaya başlamıştır. Bugün tıkanma halen devam etmektedir.
İkincisi, reel sosyalizmin çözülmesiyle birlikte işçi sınıfının ve ezilen halkların içine düştüğü ideolojik-politik ve moral boşluktur.
Yenilgi dönemleri bazen durgunluk, çürüme ve karanlık bir iklimin doğmasına, bazen de yeni dinamikler filizlenmesine neden olur. Ama 1980’lerden sonra yaşanan daha çok birincisidir. Bu dönemler E. W. Wood’un dediği gibi yoğun olarak “sınıftan kaçış”, “elveda proletarya” edebiyatı eşliğinde hızlanmıştır.

Kaçış Teorileri
Ortalığı Kaplarken

Çartist hareketin önderlerinden olan Thomas Cooper, 1872’de şöyle diyordu: “Eskiden, Çartist günlerimizde, binlerce Loncashire işçisinin paçavralar içinde olduğu doğrudur; üstelik içlerinden pek çoğu yiyecek bulamıyordu. Ancak, gittiğimiz her yerde ne kadar akıllı olduklarını görmek mümkündü. İşçileri gruplar halinde, siyasi adalet sorununu -yetişkin ve aklı başında her kişinin kendisini yönetecek yasaları yapan kişilerin seçiminde oy kullanması gerektiğini- tartışırken izleyebilirdiniz. Sosyalizm öğretisini tartışırken çok ciddiydiler, saygılı dil kullanıyorlardı. Şimdi ise, Loncashire’de böylesi tek grup göremezsiniz. Öte yandan, iyi giyimli işçilerin, elleri ceplerinde, kooperatiflerden, kooperatif hisselerinden ya da konut kredisi veren bankalardaki hisselerden konuştuklarını dinleyebilirsiniz.”
Thomas Cooper’in bu sözlerinin üzerinden yaklaşık 130 yıl geçti. Ve bu zaman içinde Cooper’in yaptığı gibi nostalji dolu liberal türküleri ve sınıftan kaçış teorilerini çok dinledik ve dinliyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bir süre daha dinleyeceğiz.
Gerçi içine yeni girdiğimiz 2000’ler dünyasının iklimi artık 10 yıl öncesi gibi değildir. Belki komünizmin hayaleti henüz ortalıkta yok, ama Fukuyama’yı tartışmak da artık çok anlamsızdır.
Asya Krizi, Seatlle, Davos, Washington, Prag eylemlilikleri ve daha bir yığın kitle hareketlerinin gerçekleşmesinin ardından birçok burjuva kalemşörü küreselleşmenin dizginsizliğinden dolayı anti-kapitalist muhalefetin arttığını yazdı. Peki anti-kapitalistler kimdir? Kültürel, etnik, cinsel vb. kimlikler mi? Ya da “yeni küçük burjuvazi mi?” Burjuva köşe yazarları söz konusu yığın eylemlerini “küreselleşme karşıtı” gibi yuvarlak terimlerle tanımladılarsa da, “işçi sınıfı yoktu” diyemediler. Çünkü onlar da biliyor ki, işçi sınfının tarihsel misyonunun bitmesi için kapitalizmin bitmesi gerekiyor. Oysa kapitalizm bugün bütün çizgileriyle karakterize oluyor ve çürüyor. Doğal olarak çürüme ve saldırganlık bir arada yaşanıyor.
Çürüme kendiliğinden ortadan kalkmaz. Çürüme sökülüp atılmadıkça etrafına yayılır. Nitekim bugün yaşanan budur. Çürüyen kapitalizm sonuç olarak insanlığın tükenişine yol açıyor. Bununla birlikte doğa ölüme mahkum ediliyor ve yaşamsal kaynaklar hızla tüketiliyor. İşte buna dur diyecek ve kendisiyle birlikte insanlığın kurtuluşuna yol açacak olan sınıf proletaryadır. Ama proletaryanın bunun için önce kendi tarihsel gücünü keşfetmesi, sınıf bilinciyle davranması gerekiyor.
Bunun kolay ve kendiliğinden gerçekleşmeyeceğini söylemek yeni bir tesbit olmayacaktır. Hele günümüz dünyasında, devrimci kurtuluşun yolu her zamankinden daha sarp, daha engebeli ve daha dolambaçlıdır...

Merhaba Proletarya

Bu dönem işçi sınıfı devrimciliğine saldıranlar iki temel argümandan hareket etmektedir. Birincisi, işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki ağırlığını yitirdiği iddiasıdır. Kapitalizmin evrimi boyunca toplumun iki temel sınıfa bölüneceği, ortada yalnızca azınlıktaki burjuvazi ve giderek büyüyen, toplam nüfusun çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının kalacağı yolundaki Marksist öngörü gerçekleşmemiştir. İşçi sınıfı sayısal olarak azalmakta ve orta sınıf çoğalmaktadır. İkinci iddia ise üretimdeki pozisyondan hareketle işçi sınıfının temel kollektif özne olmaktan çıktığıdır.
İşçi sınıfının toplumsal ağırlığı yoktur diyenler, işçi sınıfını doğrudan üretken olan emekle sınırlı tutmakta ve kollektif emekçi gerçeğini gözlerden ırak tutmaya çalışmaktadırlar. Oysa kapitalizmin evrimi boyunca emeğin bileşeninde değişimlerin yaşanacağı ve bunun da kollektif emekçi bağlamında olacağı daha 1847’lerde Marx ve Engels tarafından vurgulanmıştı.
Son yıllarda sınıf hareketinde bir durgunluğun yaşandığı doğrudur. Ama bu işçi sınıfının kollektif özne olduğu gerçeğinin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Kaldı ki hiçbir sosyalist, hiçbir zaman işçi sınıfının kollektif özne rolünün potansiyel varlığının otomatik olarak siyasal eğilimlerine, gündelik siyasal duruşuna yansıyacağını söylememiştir. İşçi sınıfının kollektif özne rolünü oynayabilmesi, tarihin devindirici gücü olabilmesi, bir yığın öznel-nesnel faktörün bileşkesi sonucu mümkündür.
Bugün işçi sınıfını tüketim kalıplarına bakarak, bulunduğu statü ve öznel duruşuna bakarak tanımlayanlar var. Bu, herşeyden önce ekonomist bir bakıştır ve sosyal sınıfların karmaşık yapısını açıklamaktan uzaktır. Oysa sınıf nesnel bir konumdur. Kişinin sınıfsal niteliğini belirleyen öznel duruşu değil, üretim içindeki fiili yeridir. Fabrikada çalışan ve işgücünü satan bir tekstil işçisi, sağcı bir partiye oy veriyor diye veya kendisini işçi gibi görmüyor diye işçi olmaktan çıkmaz.
İşçi sınıfının kollektif rolünü ve potansiyelini yitirmesi için onu bir sosyal sınıf olarak ortaya çıkaran nesnel şartların ortadan kalkması gerekiyor. İşçi sınıfının nesnel koşulları var oldukça konjoktürel durgunluk, geri çekilme, yabancılaşma vb. faktörler onun bu rolünü ortadan kaldırmaz, olsa olsa süreci geciktirir.
En son söyleyeceğimizi önce söyleyelim. 2000’ler dünyasının sosyal, siyasal verileri, ne sınıf olgusunun kapitalist sistemin temel elementi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıştır ne de işçi sınıfının toplumun/toplumsal dönüşümün temel öznesi olduğu saptamasını geçersizleştirmiştir.
Ama bu, hem işçi sınıfının bileşenlerinin ve eğilimlerinin değiştiği hem de burjuvazinin kendisini yeni yöntem ve araçlarla tahkim ettiği gerçeğini atlamamızı gerektirmez. Sadece üretim ve tüketim ilişkilerindeki değişimler değil, ideolojik ve siyasal hegemonyanın, baskının genişleyen çapı ve boyutu, bunun sınıf ilişkileri üzerindeki sonuç ve etkileri gözlerden ırak tutulamayacak öneme sahiptir.
Sonuç olarak, bugünkü fotoğrafa göre tartışılması gereken, “işçi mi değil mi?” “İşçi sınıfı bitti mi, azaldı mı?” sorunu değil, fotoğraftaki işçinin nasıl bir işçi olduğu, kapitalizmin bir sistem olarak kendisini nasıl tahkim ettiğidir. Bu sorulara bütünlüklü yanıt verilmesi gerekiyor.
Sınıfı ve sınıflar ilişkisini sadece ekonomik unsurla sınırlı tutmak toplumun karmaşık yapısını açıklamaktan uzaktır. Aynı şekilde sadece siyasal, kültürel ve psikolojik unsurlarla sınıfı/sınıflar mücadelesini açıklamak da yanlıştır. Siyasal, kültürel ve psikolojik faktörler vülger bir tarzda ekonomik ilişkilere indirgenemese de, bundan bağımsız değildir. Yapılması gereken, sorunu diyalektik bir bütünlük içinde ele almak ve çözümlemelere gitmektir. Çünkü sınıf hem ekonomik hem de politik bir kategoridir.
İşçi sınıfı hem nesnel hem de öznel olarak rolünü yitirdi diyenler argümanlarını işçi sınıfının 18. ve 19. yüzyıldaki fotoğrafından hareketle ileri sürmektedirler. Nasıldır bu fotoğraf içindeki işçi sınıfı? Kaba kol kuvvetini kullanan, “beyin ve entellektüel yetenekleri gelişmemiş”, buna karşı kasları gelişmiş, pazulu, en fazla kaldır-indir ritmi içinde çalışan... Ama bugün bu fotoğraf yok ya da bu ölçüye uyan işçi tipi, fotoğrafın küçük bir karesini oluşturmaktadır. O kadar!
Evet, çok basit argümanlar, ama oldukça işe yaradığı ve kafa karıştırdığı kesin. Marksizmin sınıf çözümlemesi çok nettir ve öyle iddia edildiği gibi sağa sola çekilemez. Var olan ölçüler zincirine yeni halkaların eklenmesine ihtiyaç olduğu kesindir. Kapitalizm yerinde durmamaktadır. İlkel birikim dönemi, rekabetçi dönem ve tekelci dönem kapitalizmin evriminde çarpıcı sıçramaları ifade eder. Yine bu dönemler içinde gerçekleşen teknolojik gelişme de devasa boyuttadır.
Örneğin, buhar makinasının devreye girmesi, elektrifikasyon-fabrikasyon ve bilgisayarların üretime sokulması gibi dönemsel gelişmeler her bakımdan sıçramalar yaratmış ve sermayenin yeniden üretimine olanak sağlayan bu teknolojik hamleler tabiatıyla sınıflar içi bileşimde değişimlere yol açmıştır. En kestirme ifadeyle klasik kol emekçisi epey zayıflamıştır. Ama öte yandan kafa emekçilerinin sayısı artmıştır. Kol emekçisi kategorisi içinde olanların da çoğunluğu az çok kafa emekçisidir artık. Bu anlamda evet, 18. ve 19. yüzyılın işçi sınıfı ortadan kalkmıştır.
İşçi sınıfının tanımı, fabrikada elleriyle çalışan insanlar şeklinde yapılırsa, bu haliyle aşırı sınırlandırılmış bir tanımdır ki, yanlıştır. Marksizmde de böyle bir tanım yoktur. Marx’a göre işçi sınıfı, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan ve ücret karşılığında işgücünü satmak zorunda kalan insandır. Bu genel bir tanımdır. İkincisi ise işçi sınıfının emeğini nasıl sattığıyla ilgilidir.
Toplam işçi sınıfı içinde ‘mavi yakalı’ denilen kesim, yani büyük imalat sanayiinde çalışanlar, yani kol gücüyle çalışan işçiler, kapitalizm tarihi boyunca hiç bir dönemde çoğunlukta olmamışlardır. Kapital’in yazıldığı dönemde de İngiltere’deki en geniş işçi kesimi ev hizmetçileriydi; ne tekstil fabrikalarında, ne kömür ocaklarında, ne de diğer klasik sektörlerde çalışan işçiler çoğunluktaydı.
Sorunu tartışırken önce şunu not etmek lazım: Sınıfın sınırını, köşeli olarak kategorileştirmek problemlidir. Dinamik olan sınıf, genel ölçülerle değerlendirilmelidir. Marx’ın Kapital’de yaptığı tasvir de böyledir. Birincisi bu. İkincisi, bileşenleri/eğilimleri incelerken gelişmiş kapitalist ülkeler ile az gelişmiş-bağımlı-yeni sömürge ülkelerin emekçilerinin bileşenlerindeki farkı/farklılıkları not etmek gerekiyor. Çünkü emperyalist ülkelerdeki sınıf tanımıyla/ölçüleriyle yeni sömürge ülkelerin emekçilerinin bileşenleri/eğilimleri anlaşılmaz.
Anlaşılacağı üzere karmaşık bir sorun söz konusudur. Ama bu karmaşıklık sınıfın tanımının silikleşmesi anlamına gelmez. Sınıfın dinamik oluşu, net bir çözümleme önünde engel değildir.
İşçi sınıfının kapsamını ve bileşenlerini incelerken, birbirinden değişik özellikler taşıyan işçi kesimlerinden bahsetmek yalnızca doğal değil, aynı zamanda zorunludur. Lenin’in dediği gibi, “eğer işçi sınıfı kendi içinde, düzeyde, iş koluna vb. çeşitli ölçülere göre tabakalara bölünmüş olmasaydı, kapitalizm kapitalizm olmazdı”.
Kapitalizmin, tarihi, ekonomik, kültürel, ideolojik ve psikolojik olarak bölünmeye uğramamış homojen bir işçi sınıfının olmayacağını göstermiştir. Aksine kapitalizm, farklı üretim birimlerini, meslekleri, mevkileri ve statüleri derinleştirir ve birbirine karşı kullanır. Buna bir de kültürel-ideolojik hegomonyayı ve her geçen gün artan yabancılaşmayı eklemek gerekiyor.

İşçi Sınıfının Tanımı

“Proletarya, modern işçi sınıfı... ancak iş bulabildikleri sürece yaşayan, emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan emekçiler sınıfı...” (Marx, Engels, Komünist Parti Manifestosu)
“Kendilerinin üretim araçları olmayan, yaşayabilmek için işgüçlerini satmaya başlamış olan, ücretli emekçiler sınıfı, proletarya...” (Marx, Engels)
Burada Marx ve Engels’in tasvirinde dikkat çekici iki noktanın altı çizilmeli. Birincisi, işçi sınıfının genel bir tanımı yapılıyor. Şöyle; işçi sınıfı, üretim araçlarından yoksun, yaşayabilmek için işgücünü ücret karşılığında sermayeye satmak zorunda kalan bir sınıftır. İkincisi, işçi sınıfı, proletarya ve emekçi kavramları eşdeğer kullanılıyor. Ama her genel tanımda olduğu gibi, bu iki noktanın vardığı sonucun ayrıştırılması gerekiyor. Örneğin her ücretli, işçi sınıfı kategorisinin içine girer mi? Ayrıca, emekçi kavramı eşittir işçi sınıfı mıdır? Bunların açılması gerekiyor.
Sınıflar, üretim sürecinde tutulan yer, bu yerin hem sonucu hem de nedeni olan, üretim araçlarıyla ilişki, üretimin örgütlenmesinde oynanan rol ve toplumsal zenginliklerden alınan miktar ile tanımlanır. İşçi sınıfı ise yukarıda tanımlandığı gibi, üretim araçlarına sahip olmayan, yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan sınıftır.
Bu, sınıfın tanımı için genel bir çerçevedir, ama yeterli değildir. Evet, her işçi üretim araçlarından yoksundur ve ücret karşılığında işgücünü satmaktadır. Ancak her ücretli eşittir işçi değildir. Emekçi kavramına gelince, bu da tartışmalıdır. Zaman zaman “halk” ya da “emekçi halk” gibi kavramlar günlük politik dilde kullanılmakta ve böylece bir karışıklık da oluşmaktadır. Çünkü bu kavramlar aslında sosyolojik-politik kavramlardır. Örneğin belirli bir anda, mevcut düzen ve egemen güçle çelişki içinde olan, o düzenin değişmesinde çıkarı olan kesimler, kendilerine özgü amaçlarına karşın “halk” kavramı çerçevesinde değerlendirilir ve bu kesimlerden bazıları hiçbir biçimde emekçi olmadıkları halde ülkenin politik düzenine bağlı olarak “dışlanmış”, “kaybetmiş” kategorilerde yer alabilirler.
Bu nedenle, devrimci cephenin müttefiki olabilirler. Bir devrimci sürecin bütün aşamaları ve ilişkileri en baştan tam bir netlikle bilinemez; örneğin sınıfsal ağırlıklı yürüyen bir mücadelenin belli bir aşamada birden ağırlıklı olarak anti-emperyalist/ulusal bir karakter alması mümkün olabilir ve bu çerçevede bileşenler değişebilir, vs. vs... Ama genel olarak işin doğrusu, heterojen bir kavram olan “halk” kavramı ile nihai olarak üretim sürecindeki rol üzerinden tanımlanan “işçi sınıfı” kavramının (ve tabii sınıfın yeni bileşenlerini de ifade edebilmek için tercih edilen “kollektif emekçi” gibi kavramların) birbirine karıştırılmamasıdır.
İşçi sınıfının tanımı, ilk dönemlerde, -örneğin 19. yüzyılda- daha çok sanayi işçisiyle özdeşti. Her ne kadar Marx ve Engels işçi sınıfını bu kesimle sınırlı tutmadılarsa da, çözümlemeleri daha çok bu kesim üzerine idi. Aslında bu doğaldı da; çünkü sanayi proletaryası işçi sınıfının çekirdeğini oluşturuyordu. Bu durum, günümüz için de geçerlidir.
Ama bugünkü işçi sınıfının profili 19. yüzyıl işçi sınıfının profili değildir. Özellikle kapitalizmin tekelci aşamasıyla birlikte üst yapının kazandığı yeni çehre, buna bağlı olarak artan teknokrat-bürokrat tabaka, üretime sokulan yoğun ve esnek teknoloji, yeni üretim organizasyonu vb. gibi etmenler ve olgularla birlikte, hem sanayi işgücünün yapısında, hem de genel olarak emekçilerin bileşenlerinde farklılıklar şekillendi ve daha karmaşık bir tablo ortaya çıktı. Bu nedenle Lenin, bürokrasi içinde yer alan personel ile işçi aristokrasisinin yeni olgular ortaya çıkardığını, bunun sınıflar mücadelesi üzerinde etkileri olduğunu önemle vurgulamıştı.
Şimdi sorun şu: İşçi sınıfını belirleyen temel ölçüt üretim araçlarından yoksun olması ve işgücünü ücret karşılığında satması mıdır? Yoksa işçi sınıfından kastettiğimiz doğrudan artı değer üretenler, başka bir ifadeyle üretken emekçiler midir? Bunlara ek iki soru daha! Doğrudan artı değer üreten emekçiler “mavi yakalı” olmak zorunda mıdırlar? Yani kol emekçisi denildiği zaman mavi yakalı, kafa emekçisi denildiği zaman “beyaz yakalı” yı mı anlıyoruz? İkincisi, “beyaz yakalı” veya kafa emekçisi üretken olmayan emekçi, mavi yakalı veya kol emekçisi üretken emekçi mi oluyor? İşçi sınıfı üzerine süren tartışmalarda bu tür sorular sık sık gündeme geliyor.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki, işçi sınıfı sadece doğrudan artı değer üreten emekçilerle sınırlı tutulamaz. Bu birincisi. İkincisi, her ücretli işçi sınıfı bileşenleri içinde değerlendirilemez. Üçüncüsü, artı değer üretenler sadece mavi yakalı emekçiler değildir, pekala beyaz yakalı kategorisi içinde olan emekçi de üretken emekçi, başka bir ifade ile doğrudan artı değer üreten emekçi olabilir. Dördüncüsü, doğrudan üretken olan emek ile, üretken olmayan emek arasındaki bölünme, sınıf içi bir bölünmedir. Dolayısıyla kimi burjuva ideologların ve eskimiş marksistlerin iddia ettikleri gibi farklı sınıflar oluşturmamaktadırlar. Beşincisi, beyaz yakalı ile kafa emekçisi eşdeğerde kullanılmakla birlikte, bu tanım problemlidir. Aynı şekilde mavi yakalı eşittir kol emekçisi tanımı da doğru değildir.
Bütün bu kavramlar sınıfın bileşenlerini tanımlamak açısından önemlidir, ama bunları kalın çizgilerle birbirinden ayırmak doğru değildir. Özellikle günümüzde çok daha karmaşık bir durum söz konusudur.
Bizce bütün bu tartışmalarda doğru çıkışı sağlayacak olan anahtar kavram ‘kollektif emekçi’ kavramıdır. Bu kavram Kapital’de vardır ve bugün de önemini korumaktadır.
Kapitalist üretim ilişkisinde kafa emeği ve kol emeği ayrımı karakterize olduktan sonra, “(...) ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve kollektif emekçinin ürettiği bir toplumsal ürün, yani her biri iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir işçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmak gerekmez, kollektif emekçinin bir organizasyonuysanız ve onun alt işlevlerinden birini yerine getiriyorsanız bu yeterlidir.” (Marx)
Kollektif emekçi, yaptığı işten bağımsız olarak emek sürecinin zorunlu unsuru durumunda olan, başka bir deyişle onun katkısı olmaksızın üretimin gerçekleşemediği toplumsal olarak birleşik emek gücünü niteler. (Tülin Öngen, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi)
Her ürün, bir işbölümü sonucu, başka bir ifadeyle kollektif işçinin, kollektif üretimiyle ortaya çıkar. Kollektif işçi içindeki çekirdek bileşen doğrudan artı değer üreten işçidir. Doğrudan artı değer üreten çekirdek bileşen ise sanayi işçisidir.
Üretici emekçi, artı değer yaratan alanlarda çalışanlardır. Ama artı değer üretenler genel düşüncenin aksine -sadece imalat ve madencilik birimlerinde çalışanlarla sınırlı değildir. Halbuki ulaşım, haberleşme, enerji, eğitim, sanat, bilim, yayıncılık, hatta otel-lokanta vb. değişimi ve hizmeti sağlayan birimlerde artı değer üretimine şu veya bu düzeyde katkıda bulunurlar.
Bu saydığımız birimlerde çalışanlar birbirine bağlıdırlar ve kollektif olarak artı değer üretirler. Bu nedenle kollektif emekçidirler. Bu halde mühendisler, teknik uzmanlar, ustabaşılar, mimarlar, bilgisayar programcıları vb. bunların, yani kollektif emekçi kitlesinin bileşenleridirler. Ama tabii bu, aralarında çelişki olmadığı ve türdeş oldukları anlamına gelmez.
Üretici olmayan emekçiler ise doğrudan artı değer üretmeyen ama sermayenin kimi gereksinimlerini karşılayan işçilerdir.
Doğrudan artı değer yaratmayan alanlar, örneğin ticaret, muhasebecilik, bankacılık, sigortacılık, reklamcılık vb. alanlardır. Bunlara bir de kapitalist sistemin gerekliliklerini karşılayan, hukuk, devlet memurluğu gibi alanları da ekleyebiliriz. Bütün bunlar üretici emekçi değildirler, ancak işçi sınıfının içindedirler. Ama bu kesimlerde de ayrım yapmak gerekir. Örneğin ticarette çalışan her ücretli, işçi sınıfı içinde değildir.
Yine muhasebede, bankada, sigortada ve reklamcılıkta çalışan şef, müdür, sekreter, teknisyen vb. gibi unsurların bir kesimi, sermaye ile olan ilişkilerine bağlı olarak işçi sınıfı içinde değerlendirilemezler.
Toparlayacak olursak: 1) İşçi sınıfı eşittir ücretliler topluluğu değildir. 2) İşçi sınıfı sadece doğrudan üretken emekçilerle sınırlı olmayıp, üretken olmayan emekçileri, kapitalist üretimin dolayımlı alanlarını da kapsamaktadır. Başka bir ifadeyle, işçi sınıfı kollektif bir sınıftır. Ama öte yandan sınıfın farklı bileşenleri hepsinin kendi içinde farklı pozisyonları, farklı eğilimleri bulunmaktadır.
Bütün bunlardan hareketle işçi sınıfının bileşiminin üretici işçiler, doğrudan üretici olmayan ama emek gücünü sermayeye satan işçiler ve üretici olmayıp işgücünü özel kamu geliriyle değiştirenler olmak üzere üç ana kesimden oluştuğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan, aldıkları ücret ve bulundukları mevki ile bir tür küçük burjuva diyeceğimiz kesimleri de sona eklemek gerekiyor. Bunların dışında ücret alan, ama ilişki ve pozisyonlarıyla devlet yöneticisi olan ya da kimi işletmelerde muhasebeci, sekreter, şef, yönetici menajer, teknisyen vb. gibi konumlar tutan kesimler var ki, bunlar sermayenin bileşenlerine dahil oldukları için, ayrı tutuyoruz.
Görüldüğü gibi karmaşık bir alan sözkonusudur. Dolayısıyla kategorileştirmeye gitmek ve her bir bileşeni kendi özgünlüğünde değerlendirmek gerekiyor.


İşçi Sınıfı
Dinamik Bir Sınıftır

Sonuç olarak, işçi sınıfının bileşenleri sermayenin birikim düzeyine gelişimine, yeni teknolojilerin üretime sokulmasına ve yeni üretim organisazyonlarına bağlı olarak sürekli değişmiştir. Değişmeyen ise işgücünün bir meta olduğu ve sömürünün yoğunlaşarak sürdüğüdür. Mustafa Sönmez’in dediği gibi “değişmeyen kapitalizmdir, ücretli emeğin patronlarca sömürüldüğü düzendir. Değişen ise kapitalist sömürü şekli, koşulları, derecesi ve kapitalist sınıflar ile işçi sınıfı arasındaki güç dengesidir.” Kapitalist ilişki tarihi içinde işçi sınıfının istihdamı da sürekli değişmiştir. Her yeni uğrakta yeni üretim sektörleri açılır. Eski istihdam alanları ya zayıflar ya da tamamen dağılır. Sözgelimi Engels 1844’te “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”nu yazarken daha çok tekstil işçileri üzerinde durur. Ama daha sonra birçok dalda üretim gerçekleşti ve istihdam buna göre çeşitlendi. Örneğin otomotiv sanayi, askeri sanayi, beyaz eşya sektörü, turizm, çeşitlenen hizmet sektörü, gelişen iletişim ve ulaşım alanları ya o zaman yoktu, ya da bugünkü düzeyde değildi. Ayrıca cinsiyet planında da önemli demografik bir değişim sözkonusudur. Kadınların üretime katılımı elli yıl öncesine göre en az ikiye katlanmıştır. Kadın emekçilerin klasik istihdam alanları olan tekstil, sekreterlik, hemşirelik, temizcilik, bakımcılık vb. alanlar dışında ticaret, bankacılık, emlakçılık, öğretmenlik vb. alanlar başta olmak üzere hemen hemen bütün üretim, hizmet ve dolaşım alanlarında bir genişleme yaşanmıştır.
İşçi sınıfının ilk dönemdeki şekillenmesi standartlaşma doğrultusundadır. Bu, kapitalizmin tekelleşme süreciyle birlikte, taylorist-fordist üretim organizasyonuyla daha da ileri gitmiştir. Bu dönemin en önemli özelliği merkezi işletmelerde bant sistemiyle yapılan kitlesel üretimdir. Üretimdeki bu seri ve kitlesel çalışma, ürünlerdeki standartlaşma, işçiyi de standartlaştırıyordu. Yani kafa emeği ile kol emeği arasında tam bir bölünme yaşanıyordu.
Fordist üretim tekniği/organizasyonu, belli bir teknolojik gelişim üzerinde gerçekleşti. Daha önceki üretim tekniğinden ve üretim araçlarının gelişmişlik düzeyinden farklı olarak gündeme gelen fordist üretim tekniği işçi sınıfının eğilim ve bileşenlerinde farklılıklara yol açmıştır. Aynı şekilde 1980’lerden itibaren yaygınlaşan esnek üretim-esnek uzmanlaşmayla birlikte işçi sınıfının bileşenlerinde bir hareketlilik ortaya çıkmıştır. Doğal olarak, sınıf bileşenindeki bu hareketlilik siyasal, sosyal, psikolojik eğilimlere ve dolayısıyla sınıflar mücadelesine de yansımıştır.
En başta kafa emekçilerinin sayısı artmıştır. Keza hem kafa emeğini kullanan hem de kol emeğini kullanan emekçilerin sayısı artmıştır. Başka bir ifadeyle kol emeği ile kafa emeği daha çok iç içe geçmiştir. Bütün bu olguları göz önüne getirirsek, işçi sınıfının sayısı azalmamakta, artırmaktadır.
Öte yandan iddia edildiği gibi yeni teknik buluşların devreye sokulması ve bu paralelde artan otomasyon, işçi sınıfının rolünü ve önemini azaltmıyor. Çünkü kapitalizm her zaman emeğe ihtiyaç duyar. Canlı emek olmazsa kapitalizm ölür. Kapitalizm kendisini yeniden tahkim etmek için bir yandan otomasyona, bir yandan da canlı emeğe ihtiyaç duyar. Bu çelişkili durum kapitalizmin en büyük handikaplarından birisidir.
“Sermaye, makinayı ancak ve ancak işçinin zamanının daha büyük bir kısmını sırf sermaye hesabına çalışabilmesi için kullanır. (.......) Bir yandan emek sürecinin minumuma indirilmesi için bastıran, öte yandan emek sürecini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu emeğe harcanan süreyi azaltır, ama sadece artık emeğe harcanan süreyi arttırabilmek için azaltır.” (Marks)

İşçi Sınıfı ve İşsizler

İşçi sınıfını, üretim araçlarından yoksun ve işgücünü ücret karşılığında satan kesim olarak tanımladık. Bunu genel bir tanımlama olarak ifade ettik ve ayrıştırılması gereğine dikkat çektik. Ama bunun dışında başka sorunlar da var...
Örneğin işsizler ne üretim araçlarının sahibidir ne de üretim içindedir ve dolayısıyla ne de ücretlidir. Peki işsizleri nereye koymak gerekiyor? İşçi sınıfının bileşenlerini tartışırken bu soru çoğu zaman atlanıyor.
Marx, işsizlerin bizzat kapitalizmin bir ürünü olduğunu ve kapitalizmin bu sorunu çözmek için uğraşmadığını söylüyor. Aksine sermaye, işsizlerin sömürülmeye hazır yedek emek ordusu olarak kalmasını ister. Çünkü sermaye, çalışan işçiler üzerinde yedek emek ordusunun varlığıyla basınç oluşturur. Yani burjuvazi, hem yoğun emek zamanı için hem de ucuz işgücü için yedek emek ordusuna ihtiyaç duyar.
“(...) Kapitalist üretim, doğal nüfus artışının sağladığı kullanıma hazır emek gücü miktarıyla asla yetinmez. O, rahatça at oynatabilmesi için bu doğal sınırların dışında yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını ister.” (Marx, Kapital. C. 1, say. 652)
“İşçi sınıfının bir kesiminin aşırı çalışmasıyla, öteki kesimin zorunlu işsiz-güçsüzlüğe mahkum edilmesi...”
“İşçi sınıfı, aktif ve yedek iki orduya bölünmüştür”. (Marx, Kapital. C. 1, say. 653-654) Görüldüğü gibi Marx bu kesimi çok net ve tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde tanımlamaktadır. İşsizler ordusu ile çalışanlar ordusunun kader birliği bulunmaktadır.
Kapitalizmde işgücü bir metadır. Alıcı bulamayıp işsiz kalanlar olursa da, bunlar sonuç olarak işçi sınıfı içindedir. Ama işsizleri de türdeş değerlendirmemek lazım. Bunların içinde yarı işsizler ve “lümpen proletarya” denilen kesimler başta olmak üzere, çok çeşitli kategoriler bulunmaktadır.
Bu tartışmalarda not etmek istediğimiz bir nokta da evde çalışanların durumudur. Çoğu zaman işçi sınıfı kapsamı içinde görülmeyen veya atlanan bu kesim, her zaman önemli bir nüfus oluşturur. Evde çalışanların serüveni eskilere, kapitalizmin ilk günlerine kadar uzanır. Marx’ın Kapital’de, Engels’in Konut Sorunu’nda, Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ndeki tasvirlerinde görüldüğü gibi, sermaye için evde çalışanların önemi büyüktür ve tartışmasız olarak bu kesim işçi sınıfının bir bileşeni olarak görülmektedir. Özellikle esnek üretimdeki uzmanlaşmayla birlikte, parçalı üretim ve evlere iş verme artmıştır. Bu kesimde çoluk çocuk demeden çalışılır ve kocaman bir artı değer üretilir.

Beyaz Yakalı Emekçi
ve İşçi Sınıfı

Beyaz yakalı başlığı altında ele alınan kesimler, oldukça heterojen bir nitelik taşıdığından, toptan olarak işçi sınıfı içinde değerlendirmek problemlidir.
Kol gücüne dayalı işgücü daha çok sanayi sektöründe, kafa emeğine dayalı işgücü ise hizmet sektöründe veya bürokrasinin kimi kademelerinde yer alır gibi eksik ve yanlış bir yaklaşım vardır. Oysa pek çok hizmet sektöründe, pek çok emekçi daha çok kol gücüne dayalı olarak istihdam edilmektedir. Keza bunu sanayi sektöründe istihdam edilen emekçiler için de söyleyebiliriz. Sanayi sektöründe ağırlıklı olarak kol gücüne dayalı bir istihdamın olduğu doğrudur, ancak buna karşılık sayısal olarak küçümsenmeyecek beyaz yakalı emekçi de istihdam edilmektedir.
Daha çok hizmet işçileri denilen ve Türkiye’de de “kamu emekçileri” diye adlandırılan emekçiler ise bugün artık büyük ölçüde işçi sınıfının bileşenidir.
Kaldı ki, hizmet emekçileri veya kamu emekçileri denilen kesimlerin de hepsi masa başında değildir, aksine önemli bir bölümü kol gücüne dayalı çalışmaktadır. Örneğin temizlik işçileri, müstahdemler, kamuya ait ambar-depo gibi yerlerde çalışanlar, hastane işçileri, liman işçileri veya sürücüleri, posta dağıtıcıları ve daha sayamadığımız çok sayıda çalışan “memur” statüsünde olmakla birlikte, daha çok fiziki güce dayalı çalışmaktadırlar.
Bu kesimin diğer bir adı beyaz yakalılardır. Ama yukarıda verdiğimiz örnek gözönüne getirilirse böyle bir kategorileştirme problemlidir.
Beyaz yakalı emekçilerin klasik işçilerden farklı işler yaptığı ve üretim sürecindeki farklı rolleri nedeniyle farklı eğilimlere sahip olduğu doğrudur. Fakat bu, sermaye ve emek arasındaki çelişki niteliğinde değildir. Beyaz yakalıların, “denetleyen”, “yönlendiren” bir pozisyonda olması, hatta sermayenin yeniden üretiminde işlev görmeleri, bu anlamda kol emekçileri ile çelişkilerinin olması, onların işçi sınıfının bir bileşeni olduğu gerçeğini değiştirmez.
Beyaz yakalı kategorisi içinde değerlendirilen birçok müdür, şef, teknisyen, profesyonel, menajer ve idarecinin gelir düzeyi oldukça yüksektir ve sermaye adına üretim sürecini yönetip denetlerler. Bu nedenle, bu kesimler ücretli de olsa sermayenin organik bileşenleri durumundadırlar.
Yine beyaz yakalılar içinde görünen ve toplam işgücü içinde önemli bir yer tutan büro çalışanlarının bileşenleri ve eğilimlerinde önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bunlardan kimisi kol işçilerinden az ücret almaktadır. Ayrıca, bunların eğitim ve bilgi düzeyinde de epey farklılıklar vardır ve bu durum yapılan işe ve alınan ücrete yansımaktadır.
Kapitalist ilişkilerin başlangıcında büro çalışanları görece ayrıcalıklı bir yere sahipti ve çalışanların çoğu erkekti. Yaşam tarzı ve eğilimleri bakımından işçilerden farklı idiler. Az çok okumuşlardı, yaşam düzeyleri ve tarzları küçük ve orta burjuvaziye yakındı. Ama bugün büro çalışanları içinde önemli bir yere sahip olan kadınlar, vasıfsız erkek kol işçilerine oranla çok düşük ücret almaktadırlar. Dahası, erkek büro çalışanlarının önemli bir kesimi yarı vasıflı erkek kol işçilerinden daha az kazanmaktadır.
Sonuç olarak büro çalışanları yüz-yüzelli yıl öncesine oranla birçok yanıyla değişmiştir. Evet belki eğilim olarak küçük burjuva yaşam özlemleri oldukça fazladır. Ama nesnel olarak durum buna imkan vermemektedir ve her bakımdan kol işçilerinin düzeyine inmektedirler. Aradaki fark; bunların halen “beyaz gömlek” giyiyor olmalarıdır.
Toparlayacak olursak; a) Yeni teknolojik girdiyle birlikte toplam işgücü içinde büro çalışanlarının sayısı artmıştır. Öyle ki, kimileri artık siyah tulumlu işçilerden değil, beyaz gömlekli işçilerden sözetmek gerekir diyorlar. b) Kadın çalışanların sayısı artmıştır. Kadın emekçiler çoğu zaman vasıfsız erkek kol işçilerinden daha az ücret almaktadırlar. Buna bağlı olarak genel anlamda büro çalışanlarının yaşam standartları düşmüştür
Beyaz yakalılar, sadece büro çalışanlarının büyük çoğunluğunun değil, alt meslekler denilen grubun (öğretmenler, hemşireler, teknik ressamlar, laboratuvar teknisyenleri, sosyal görevliler vb.) çoğunluğunu kapsar. (A.Callinicos)
Bir de bu her iki grubun arasında yer alan kesimler vardır ki, bu küçümsenmeyecek düzeydedir. Sözkonusu bu kesimler emek gücünü satarak yaşarlar, ama hem üretim sürecinde sermaye adına gördüğü işlev bakımından hem de aldıkları ücret bakımından ayrı bir kesim olarak değerlendirmek gerekir. Çok tartışılan bu kesim, sınıfsal çıkar ve çelişkileriyle kah işçi sınıfının, kah burjuvazinin yanında yer alır. Bu kesime Poulantsaz “yeni küçük burjuva sınıf”, A. Callinicos ise “yeni orta sınıf” adını veriyor.
Bu “yeni orta sınıf”, bürokratik işlerin şu veya bu yerinde mevki tutar, ancak hem ikinci kesim olarak ifade ettiğimiz sermayenin organik bileşenlerinden hem de birinci kesim olarak ifade ettiğimiz ve sonuç olarak işçi sınıfının bileşenleri olan ücretli emekçilerden ayrıdırlar. Birinci kesim dediğimiz emekçiler, kendi işgücünün karşılığını alamazken ve sonuç olarak sömürülürken, “yeni orta sınıf” üyeleri çoğu zaman yaptıkları fiili işi çok aşan ücretler alırlar. Ama bu “yeni orta sınıfın” otomatik olarak kendisini sermayenin bir bileşeni olarak gördüğü anlamına gelmez. Aksine, tıpkı klasik küçük burjuvazi (küçük işletmelerin sahibi ve serbest meslek sahipleri) gibi, bu kesim de kendisini çelişkili bulur. Bu bakımdan, bu kesimler sendikal ve politik mücadele de işçi sınıfı yanında duruş sergileme dinamiklerine sahip oldukları gibi, devrimci gelişmenin sahip oldukları olanakları doğrudan dolaylı biçimde tehdit ettiğini gördükleri noktada egemen sınıfların saflarında da yer alırlar. Bu nedenle, işçi sınıfı açısından güvenilmez müttefikler konumundadırlar.
Tekniğin ve teknolojinin gelişimi bir yandan kol emekçilerinin entellektüel düzeylerini arttırıyor, bir yandan da klasik kafa emekçilerinin konumunu değiştiriyor. Artık kafa emekçisi de şu veya bu oranda kol emeğini kullanmaktadır.
Bu durum ne işçi sınıfının nicelik düzeyini düşürüyor, ne de işçi sınıfının kollektif özne olma gerçeğini ortadan kaldırıyor. Aksine kapsamı genişliyor ve kafa ile kol emeği arasındaki fark gitgide azalıyor. Nitekim Marx ve Engels başta olmak üzere, tüm marksist kuramcılar, süreç içerisinde kafa emeği ile kol emeği arasındaki mesafenin kapanacağını söylemiştirler. Bu anlamda ortaya çıkan veriler beklenmeyen veriler değildir.

Kollektif Sınıf
Kollektif Mücadele

Şu ana kadar tanımladığımız fotoğrafta, işçi sınıfının yapısının parçalı ve karmaşık olduğunu vurguladık. Bu noktada “kollektif emekçi” kavramı kilit kavram olarak önümüze çıkıyor. Kollektif emekçi kavramı farklılıkların ve parçalı pozisyonların birliğini ifade ediyor. Ama bu farklılıklar son yıllarda moda olan etnik, kültürel, ekolojik ve cinsel kimlikleri değil, aynı sosyal sınıfın bileşenlerini ifade ediyor. Söz konusu kimlikler sosyal farklılığın oluşturucuları değil, sonucudurlar.
Kollektif emekçi bileşenleri zaman zaman birbiriyle çelişebilir. Ama nasıl çeşitli burjuva kesimler kendi içlerindeki çelişkilere rağmen bütünsel bir sınıf davranışını fiili olarak gösterebiliyorlarsa, işçi sınıfı da bunu başarabilir. Başarabileceğini tarih göstermiştir. Ancak bu kendiliğinden olmuyor. Bu, ideolojik-politik aydınlanma ve örgütsel bir formla mümkün olacaktır.
İşçi sınıfının kollektif özne rolü tabii ki işçi sınıfının üretim sürecinde tuttuğu yerden, nesnel durumdan meydana geliyor. Ama hiç kimse bunun kendiliğinden olacağını, yani işçi sınıfının üretim içindeki konumunun otomatik olarak politik duruşa, kollektif kimliğine yansıyacağını iddia etmiyor. İşçi sınıfının kollektif özne olması elbette politik-örgütsel formla gerçekleşir. Fakat bunun nesnel temeli üretim içindeki konumudur. Sınıfın üretim içindeki kollektif potansiyelinin kendiliğinden özneye dönüşeceğini iddia eden marksistler değil, ekonomistlerdir. Zaten kendiliğinden sınıf, kendisi için sınıf ayırımının anlamı budur. Marks’ın “proletaryanın belli bir parti örgütüne sahip olmadan bir sınıf olarak varolamayacağını” belirtmesi işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olmaktan çıkarak kendisi için sınıf olmasının ancak örgütlü ve iradeli bir süreç içinde mümkün olacağını ifade etmektedir.
Sınıfın ve sınıflar mücadelesinin tanımlanmasında hiçbir marksist önder, hiçbir zaman ekonomik unsurun tek belirleyici unsur olduğunu söylememiştir; ‘Son kertede belirleyicidir’ denilirken başka etmenleri de hesaplamışlardır. Son kerteye kadar rol oynayan etmenler kimi zaman ileri, kimi zaman geri çekici olabilir.
İşçi sınıfının kendisi için sınıf olması siyasal bilinçlenme, örgütlenme ve mücadele bütünselliğiyle mümkündür. İşçi sınıfının kendisi için sınıf olmasının önündeki engel, kapitalist üretim ilişkileridir. Bu, sistemin ürettiği apolitizm ve yabancılaşmadır.
Yabancılaşma, apolitizm ve atomizasyon, sadece iş sürecinin örgütlenmesinden, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinden kaynaklanmıyor. Aynı zamanda devletin ve ‘devletin ideolojik aygıtları’nın boş zaman üzerine kurduğu hegomonya ile emekçi yığınlar apolitikleştiriliyor ve yabancılaşma yeniden üretiliyor. Örneğin TV ile aile üyeleri adeta esir alınıyor ve boş zaman tümüyle kontrol ediliyor. Durum bu olunca örgütlenmenin, siyasal aydınlanmanın, inisiyatifin ve iradi ısrarın önemi artıyor.
İşçi sınıfının kollektif duruşu, kollektif mücadelesi, gündelik yaşamın problemlerini çözerek, ekonomik-demokratik hak ve özgürlük taleplerini iktidar mücadelesine bağlayarak bunun için çok çeşitli örgütlenme ve mücadele araçlarını yaratarak nesnellik kazanabilir. Dahası, bu mücadele taktik politikalarda ve dönem programlarında farklı toplumsal muhalefet figürlerini de kapsayabilmelidir. Zaten cinsel, ırksal, etnik, kültürel, ekolojik figürlü ‘yeni toplumsal hareketler’ alanı biz sosyalistlerin boş bıraktığı alanlardır.
Bu kesimleri; cinsel, dinsel, mezhepsel, etnik-kültürel, ekolojik vb. sosyal figürleri geniş bir yelpazede ele almak, her birine dönemsel-asgari programlarda yer vermek her birini kendi somutunda toplumsal muhalefetin birer öğesi olarak kavramak, kollektif sınıf mücadelesi ve birleşik devrimci savaş için büyük önem taşımaktadır.
Adı geçen kesimlerin yaşadıkları çelişkilerin çözüm platformu, demokratik halk devrimi platformudur. Ancak bu, söz konusu kimliklerin özgürlüklerini içeren, gündelik yaşamda dillendiren ve çözümü zorlayan politik projelerle mümkündür. Başka bir ifade ile, adı geçen demokratik nitelikteki hareketlere ne kaba sınıf indirgemeciliği ile yaklaşılmalı, ne de sınıf zemininden, sınıflar mücadelesi gerçeğinden kopuk ele alınmalıdır.
‘Proletaryanın kurtuluşu, insanlığın da kurtuluşudur.’ Bu nedenle proletarya ve onun öncü partisi, sınıflar mücüdelesinde kapsayıcı olmayı bilmelidir. Proletarya ve onun öncü partisi, içinde bulunduğu şartlarda kendine has özellikler taşıyan hiçbir toplumsal dinamiğe, anti-faşist, anti-emperyalist muhalefet figürüne ilgisiz kalamaz. “Çünkü proletarya, çalışan nüfüsun büyük kısmına, kapitalizme ve burjuva devlete karşı harekete geçebilmesini sağlayacak bir ittifaklar sistemini yaratmayı başardığı ölçüde önder ve egemen sınıf haline gelebilir.” (Gramsci, Güney Sorunu Üzerine).

Sonuç

1- İşçi sınıfının temel ölçüleri, temel niteliği değişmemiştir. Ama bugünkü işçi sınıfının bileşenleri ve koşulları 19. yy. başından farklıdır. İşçi sınıfının nesnelliğini, bileşenlerini tanımlayan anahtar kavram kollektif emekçi kavramıdır. Başka bir ifadeyle işçi sınıfı, türdeş olmayıp, farklı bileşenlerden oluşan kollektif bir sınıftır.
2- Sadece işçi sınıfı değil, kapitalist sınıflar da komplike bir yapı göstermektedir. Dolayısıyla burjuvazi komplike bir siyasal iktidara sahiptir. Militarizm ve bürokrasi planında çok yönlü olarak kurumlaşmıştır. Çok yönlü sürdürülen baskı ve denetim ilişkileri ile kitle pasifikasyonu ve yabancılaşma artmıştır. Burjuvazi, manipülasyon, yabancılaşma ve pasifikasyon programı ile sömürü ilişkilerinin, sınıflar gerçeğinin üstünü örtmeyi çoğu zaman başarabiliyor.
3- İşçi sınıfının kollektif özne rolünü, toplumsal dönüşüm potansiyelini salt onun ezilmişliğinde ve yoksulluğunda görmek marksizm değil, ekonomizmdir. İşçi sınıfının kollektif özne ve toplumsal dönüşüm potansiyeline sahip olmasının nedeni toplumsal üretimin temel dinamiği olması, toplumsal dönüşümün ve kollektif kimliğin lokomotifi olma koşullarını bizzat yaşıyor, üretiyor olmasıdır.
4- Toplumsal dönüşümde kollektif mücadelenin koordinatlarının sağlanması hayati önem taşımaktadır. Öte yandan, toplumsal dönüşüm için cinsel, ırksal, etnik-kültürel, ekolojik vb. kimliklerin, ‘yeni toplumsal hareketlerin’ tek başına başarı şansı yoktur. İşçi sınıfının mücadelesine ve toplumsal dönüşüm projesine dayanmayan, işçi sınıfının bağlaşığı haline gelmeyen ‘yeni toplumsal hareketler’ ütopya ve umutsuzluk içinde dönüp dolaşmaya ve sistem içinde erimeye mahkumdur.
5- Sosyalist politikanın, işçi sınıfı devrimciliğinin iki önemli koşulu, enternasyonalizm ve politika yapma tarzında yaşanan dejenerasyonun sökülüp atılmasıdır. Kollektif sınıf, kollektif mücadele esprisi ulusal sınırlarla daraltılamaz. Proletarya enternasyonalizmi özellikle günümüzde daha büyük önem kazanmıştır. Bu herşeyden önce bir perspektif, bir tarz, bir kültür sorunudur. Bir başka önemli koşul ise politika yapma tarzı dediğimiz mücadelenin araç ve yöntemlerinin, ilişkilerinin amaçla, yani sosyalist ilkelerle örtüşmesidir. Buna bağlı olarak ‘yeni insan’ ve ‘yeni kültür’ün bugünden inşaa edilmesi, kadın-erkek ilişkisinin, sevgi-aşk ilişkisinin, örgüt içi ilişki biçimlerinin, sosyalizm etiği ve prensipleri bağlamında vücut bulmasıdır. Bu her iki koşul da Che’nin tarzında, Mahir’in tarzında mevcuttur. Başarının yolu, şafağın yolu, bu tarzın üretilmesinden, uygulanmasından geçiyor.


Kaynakça:
1- K. Marks, Kapital Cilt 1
2- Tülin Öngen, Promethus’un sönmeyen Ateşi
3- Alex Callinicos, Değişen İşçi Sınıfı
4- İlker Belek, Endüstri Demokrasisi
5- E. M. Wood, Sınıftan Kaçış
6- Emine Engin, Marksizm’de İşçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye
7- Hasan Oğuz, işçi Sınıfının Anatomisi



 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul