Tünelin
Ucundaki Işık
Sosyalizm
|
90’lı yılların başında, hani şu duvarların yıkılıp
parçalarının hediyelik eşya olarak satıldığı günlerde
ortalığa yayılan hava, artık “işlerin yoluna gireceği”
ve tek kutuplu olduğu için istikrara kavuşacağı varsayılan
bir dünyada, sakin-sütliman bir hayat sürüleceğiydi.
Tabii ki suyun başındakiler olguların böyle basit olmadığını,
tarihin sarmal gelişiminin türlü türlü belalarla dolu
olduğunu biliyorlardı; işin pembe kısmı ise biraz pompalanan
iyimser demogojilerin biraz da orta sınıfların safdilliğinin
eseriydi.
Şimdi, aradan on yılı aşkın süre geçtikten sonra, dünyada
tek bir sakin-sessiz köşe bulmak mümkün değildir. Tarihin
çarkları dönüyor ve “piyasanın gizli eli” tarafından
düzene sokulacağı varsayılan dünya düzeni, dört bir
yanından çatırdıyor. Dünyanın efendileri tarafından
bütün yeni-sömürgelere dayatılan kriz, devrimci düşünceleri
yeniden canlandırıyor, emperyalist operasyonlar gitgide
daha büyük direnç noktalarını doğuruyor ve sistem metropollerde
de ciddi sıkıntıların eşiğine geliyor. Bu anlamda, Ortadoğu’dan
Latin Amerika’ya ve Avrupa’nın büyük kentlerine dek
uzanan bir yelpazeden ilk elde verilebilecek örnekler,
aslında şu andaki görünümlerinden daha derin bir anlamı
ortaya koymaktadır.
Sistemin Bütünlük Gösterisi
Darkafalı reformistlerin bir türlü kavrayamadıkları
bu tarihsel gerçeğin en çok farkında olanlarsa emperyalistlerdir.
2002 yazının en önemli gelişmelerinden biri olan Rusya’nın
NATO üyeliği de belki en çok bu bakımdan önemlidir.
Bu olgu, NATO’nun böylece sağlayacağı fiziksel yararların
ya da sırtına alacağı yüklerin ötesinde büyük ölçüde
ideolojiktir. Her biri kendi egemenlik alanlarını genişletme
amacının peşinde koşan çeşitli emperyalistler güçler
arasındaki çelişkiler gitgide derinleşirken şu malum
“şer cephesi” formülü de yapıştırıcı gücünden bir şeyler
yitirmeye başlamıştır. Tam da bu noktada, (derinliğine
incelenmesi gereken iktisadi-politik yanları bir yana),
Rusya’nın üyeliği olayıyla bize söylenmek istenen şey,
bir dönemin (resmi anlamda da) kapandığı ve Berlin’e
kızıl bayrak diken o muhteşem ordunun artık sistemin
bir parçası olduğudur. Kapitalist dünyaya özgün bir
yoldan eklemlenmiş olan Rusya’nın bütün emperyalist
operasyonlara fiilen katılıp katılmaması önemli değildir;
şüphesiz bunu sistem içi çelişkiler belirleyecektir;
burada asıl önemli olan, tek kutupluluk söylemine gölge
düşüren bir ayrıksı durumun “ortadan kaldırılması” ve
Filistin’den Peru’ya tüm dünya halklarına verilen “bütünsel
hegemonya” mesajıdır.
Kriz Süreklidir, Çözümsüzdür
Şüphesiz mesajlar yalnızca ürkütücü ya da belki biraz
caydırıcı olabilirler ama asla karın doyurmazlar. Karnı
doymayanların ise gözlerini zenginliğin merkezlerine
(ve tabii ki yoksulluğun da sebeplerine!) çevirmeleri
ve bu arada tehditleri yavaş yavaş kanıksamaya başlamaları
kaçınılmazdır. Herhangi bir krizin ya da krizler zincirinin
yükünün, mutlaka daha aşağılara yıkılması tek tek işletmeler
ölçeğinde olduğu kadar uluslararası ölçekte de kapitalizmin
temel yasasıdır. Bugünkü durum budur; başka yeni-sömürgelerde
olduğu gibi Türkiye’de de yaşanan sürekli kriz durumu,
artık tartışmasız biçimde birbirine bağlanmış olan dünya
kapitalizminin işleyişinin sonucudur. Bu yüzden, Tahtakale’yi
canlı tutmak için yayılan “kriz bitiyor” propagandası
ne kadar gerçek dışıysa bütün siyasi umutlarını krizin
herhangi bir evresinin sağlayacağı olanaklara bağlamış
olan bir mücadele anlayışı da o kadar saçmadır. Krizden
bahsettiğinizde, bunun devrimci irade tarafından “derinleştirilmesi”
gereken bir şey olduğunu söylemiyorsanız, aslında hiçbir
şey söylemiyorsunuz demektir.
Ve şüphesiz, “krizin derinleştirilmesi”, kitlelerin
devrimci cepheye çekilmesi çabasıyla bir bütünlük oluşturuyor.
Devrim cephesine çekilmesi gerekenlerin ne durumda oldukları
ise, daha geçen gün yayınlanan resmi rakamlarla ortadadır.
2001’in yılın ilk üç ayında %8.6 olan işsizlik oranı,
2002’nin ilk üç ayında %11.8’dir. Bunun pratikteki anlamı,
toplam işsiz sayısının 653 bin kişi artarak 2 milyon
462 bine çıkmasıdır. Üstelik bu artış geneldir. Örneğin,
aynı dönemde eğitimli gençler arasındaki işsizlik oranı,
%25.8’den, %29.4’e tırmanmıştır. Hatta çocuk çalıştırılması
oranı bile aynı sürede %23 oranında azalmıştır ki, Türkiye’de
yaşayan herkes bu azalışın sosyal önlemlerden kaynaklanmadığını
ve sokaklardaki yitik çocukların sayısında bir artış
anlamına geldiğini herkes bilir. Ayrıca, bu işsizlik
salt kentleri de kapsamıyor; kentlerdeki işsizlik oranı
%10.8’den %14.7’ye çıkarken, köylerde ise %5.6’dan %7.5’a
çıkıyor, vb...
Yoğun Bakımda Olan Sistemdir
Her şey yeterince açık... Üstelik bunlar gerçek durumu
yeterince ifade etmekten uzak olan resmi rakamlar, gerçek
durum ise bu verileri çok çok aşmaktadır. Esasen bunları
görmek için rakamlar da gerekmiyor; sokağa bakmak yeterlidir.
En trajik olan ise böyle bir ülkenin varlığı yokluğu
şüpheli bir hükümet tarafından “yönetiliyor” olmasıdır.
Derinleştirilerek yeniden tahkim edilmiş olan yeni-sömürgecilik,
80’den bu yana adım adım örülen bir yönetim tarzını
ve kurumlarını öyle bir noktaya getirmiştir ki, artık
bir başbakanın varlığı yokluğu işlerin yürüyüp yürümemesinden
çok borsanın dengeleriyle ilgili bir şey haline gelmiştir.
Daha doğrusu, bir politik tesbit olarak rahatlıkla söylenebilir,
bildiğimiz parlamenter politika alanı 80’den bu yana
sistematik olarak etkisizleştirilmiş, iktisadi alanın
tümüyle IMF memurlarına, “güvenlik” alanının da üniformalı/üniformasız
şiddet aygıtlarına devredildiği yeni bir devlet biçimlenişi
oluşturulmuştur. TÜS‹AD toplantılarında “seçim sistemi”nden
ne kadar şikayet edilirse edilsin bütün partilerin merkeze
çekilerek boy sırasına göre dizilmesi aslında sistemin
gereğidir. Böylece patlayan oy oranları, dopdolu seçim
meydanları gibi ne de olsa risk yaratıcı bir durumdan
uzakta, oligarşik blokun memurları işlerini yürütmekte
ve politik alanda da bir sirk havasıyla umut tacirliğini
yaramaktadır. Sövülebilir politikacı, dokunulamaz oligarşi...
Sistem böyle işliyor ve aslında bu yönüyle de suni-dengenin
tamamlayıcısı bir sübap mekanizmasını oluşturuyor.
Dolayısıyla, hükümetin zayıflığı-güçlülüğü, politik
arenadaki oyunların yarattığı dengeler gibi noktalar
üzerine bir devrimci politika inşa etmek anlamlı değildir.
Emperyalizmin yeni sürecinin ve ülkedeki sınıflar kombinezonunun
çözümlenmesi üzerine inşa edilecek bir devrimci müdahale
tasarımı, ülkenin aktüel sorunlarını atlamamalı ama
yüzünü günlük politikanın spekülatif alanlarından daha
derin bir yere, emperyalist siyasetin asıl biçimlendiği
oligarşik bloka çevirmelidir. Devlet ya da hükümet kavramlarından
daha derinlikli/kapsamlı bir olguyu, ülkeyi yöneten
asıl güçler toplamını ifade eden oligarşi kavramı, bu
anlamda durumu çözümlemek için doğru çıkış noktasıdır.
“Tünelin ucu” gerçekten görünmekte midir peki? Kesinlikle
evet! Kesinlikle bu bir ajitasyon cümlesi değildir!
Dünyaya ve Türkiye’ye doğru bakmak ve sarsılmaz bir
irade koymak koşuluyla, devrimci hareket bu karanlığı
parçalayabilir ve böyle bir müdahalenin imkânları bugün
her zamankinden daha fazladır. Yapılması gerekense bellidir:
Devrimci yenilenme atılımımızı devrimci kurtuluşçu bir
tarzda ele alıp örmek ve dönemin görevlerine sarılmak...
Bu sürecin günlük, parakende bir anlayışla örülemeyeceğini,
hemen yarın harika sonuçlar yaratmayacağını artık biliyoruz.
Böyle bir gündelik/geçici çözümler, politikalar dizisine
ne Türkiye’nin ne de bizim ihtiyacımız var. Biz, iradeyle
sabırla bir tarzı yaratmaya mecburuz.
Görev budur.
|