Bütün
Dünyanın Ezilen Halkları
Makul Olun!
D. Sena
|
“Her iki taraf da çözüm zihniyetinden uzaktır. Alışılagelmiş
ve tarihin hiçbir döneminde çözüm üretmeyen yaklaşımlarını
sürdürüyorlar. Mevcut politikalar dini dogmatizm ve
klasik milliyetçilik üzerine inşa edilmiştir. Bu politikalar
birinin diğerini geçici bastırmasını getirebilir. Ama
hiçbir zaman çözüm sözkonusu olamaz. Çözüm için tek
çıkar yol, dini dogmatizm ve milliyetçiliği aşarak,
demokratik düşünce ve yaşam tarzını esas almak, bunun
gerektirdiği politikaları geliştirip devreye sokmaktır.”
“Çatışmaların son dönemde şiddetlenmesinin nedeni, bölge
rejimleri ve ABD’nin birbirlerinin Irak politikalarını
başarısız kılmak için Filistin’i öne çıkarmalarıdır.
Bölge devletlerince Filistin’in bir kalkan konumuna
getirilmesi hedeflenirken, ABD ve İsrail’in Irak politikalarını
hayata geçirebilmek için Filistin Özgürlük Hareketi’ni
etkisizleştirilmesi gündemleştirilmek isteniyor. Şiddetin
dozunun bu denli artmasının nedeni budur. Aynı durum
Kürtler ve Türkler arasında da yaratılmak istendi. Fakat
Başkan Apo’nun bunu erkenden farkedip çözüm üretmesi
ve hareketi barışçıl-demokratik çözüm çizgisine çekmesi,
İsrail-Filistin çatışmasına benzer bir Kürt-Türk çatışmasının
önünü almıştır.”
“İsrail-Filistin çatışmasına ilişkin neler söyleyeceksiniz?”
sorusuna karşılık KADEK Genel Başkanlık Konseyi Üyesi
Cemil Bayık, kelimesi kelimesine aynen yukarıdakileri
ifade ediyor. (27 Nisan-3 Mayıs 2002, Yedinci Gündem)
“Her iki taraf da çözüm zihniyetinden uzaktır...”
İki taraftan kastedilen, şüphesiz galaksimizin başka
bir köşesindeki başka bir İsrail ve başka bir Filistin
değildir; Bayık’ın sözünü ettiği “iki taraf”, şu bildiğimiz
İsrail ve bildiğimiz Filistin olmalıdır.
Tuhaf doğrusu... İki tarafta da bir anlayışsızlık var!
Bir yanda “dinsel dogmatizm” var, ki bu İsrail’i tanımlıyor;
diğer tarafta da “klasik milliyetçilik” var, herhalde
bu kavram da Filistinlileri tanımlıyor.
“İki taraf da çözüm zihniyetinden uzaktır...”
Oysa bir “çözüm” var. Bütün bu dinsel ve milliyetçi
yaklaşımlar terkedilip “demokratik düşünce ve yaşam
tarzı” benimsenirse, Ortadoğu’nun bu en önemli sorunu
çözülmüş olacak. Nitekim, aynı tehlikeyi önceden farkeden
(örneğin Cavit Çağlar’ın uçağına biner binmez!) Başkan
Apo, bu durumun önlemini alıyor ve büyük bir çatışmayı
tam vaktinde engelliyor...
***
Şu bildiğimiz İsrail nedir peki? Ömrünün neredeyse yarısını
Ortadoğu’da geçirmiş olan Bayık, neyi tarif ediyor bize?
İsrail’in bölgedeki devletlerden herhangi biri olmadığı,
çok özel bir konuma ve tarihe sahip olduğu artık bilinmeyen
şey değil. Esas olarak Ortadoğu coğrafyasında “büyük
yahudi devleti” kurma projesine denk düşen bir ideolojik
temel olan siyonizm, her şeyden önce salt dinsel bir
dogma değildir. Daha doğrusu, bir yanıyla bakıldığında
masum bile görünebilecek olan bir “yurt edinme” ütopyası
artık çoktan aşılmıştır. Daha kurulduğu andan itibaren
emperyalizmin bölge stratejilerinin parçası haline gelen
İsrail projesi, giderek asıl bu role oturmuş ve bölgede
bir “uçak gemisi” fonksiyonunu üstlenmiştir. Siyonist
dogma da zaman içersinde salt “yurt edinme” noktasından
bir adım ileriye geçerek “yurdu koruma” adı altında
yeni bir biçime evrilmiştir. Bunun da çok açık nedenleri
vardır: Bölgedeki emperyalist çıkarların koruyucusu
olarak genişleme ve saldırganlaşma eğilimi gösteren
İsrail, doğal olarak işgal altında tuttuğu toprakların
insanlarının direnişiyle karşılaşmış ve bu direnişi
kanla bastırırken de “siyonist dogma”, “saldırıya uğrayan
masum İsrail vatandaşlarının hayatını koruma” temeli
üzerinde yeniden biçimlenmiş, kendisine bir meşruiyet
alanı aramıştır. Yani sonuçta, İsrail’in “dinsel dogması”
olarak sözü edilen şey, esasen bir dinsel dogma bile
değil, düpedüz siyasal bir araç konumundadır. Emperyalizmin
açık desteği altında devasa büyüklüklere ulaşan İsrail’in
savaş makinesi ve bölgesel karşı-devrimci terör politikası,
hiçbir biçimde dinsel dogmatizm ile tanımlanamaz. Karşımızda
özellikle ABD emperyalizminin çok daha geniş bir bakış
açısıyla incelenmesi gereken bölgesel stratejileri vardır,
hahamların basit saplantıları filan değil. Bu bakımdan
siyonist dogma, aynen Turancılık gibi, Büyük Almanya
rüyası gibi, faşist bir ideolojik temel olarak hizmet
görmekte, şovenizmin inşa edilmesinin başlıca aracı
olarak hizmete koşulmaktadır.
Karşı tarafta ise ülkeleri işgal edilmiş insanlar vardır.
Durum o kadar nettir ki, özel olarak tarihi açıklamalar
bile gereksizdir. Bir güç, emperyalist kampın desteğiyle
gelip bir ülkeyi işgal etmişse ve bununla da yetinmeyip
bu işgal alanını her gün genişletip duruyorsa, bütün
bunlar yapılırken de ülke bir baştan bir başa kana boyanıyorsa,
o ülkenin insanları birazcık “milliyetçi” olurlar! Bütün
bunlar Bayık’ın bugünlerde durduğu “derinlik” noktasından
fazlasıyla “basit” görünüyor olabilir tabii ama ülkeleri
parçalanarak ulusal birlikleri yok edilmeye çalışılan,
kendi ülkelerinde hayvan muamelesi gören, sürgünlere,
mülteci kamplarının sefalet ve onursuzluğuna mahkûm
edilen insanlar, ulusal değerlerini ve kültürlerini,
onurlarını, vb. korumak isterler. Bunun bir ulusçuluk
olduğu elbette doğrudur. Ama olguya azıcık insaf ve
tarih bilgisiyle yaklaşan herkes bilir ki, bu öyle sıradan
bir milliyetçilik de değildir; bu “ulusçuluk” biçimini
basitçe şovenizmle ve ırkçı ideolojiyle yanyana getiremezsiniz.
Esasen Filistin mücadelesinin tarihi de böyle gelişmemiştir;
90’lı yılların (geçici olduğu şimdiden anlaşılan) karmaşası
bir yana Filistin hareketi her zaman bir biçimde sol
düşünce ile paralellik göstermiş, en azından ana gövdesi
bakımından anti-emperyalist ve devrimci bir karakter
sergilemiştir.
Üstelik eşine az rastlanır türden bir enternasyonalizm
de Filistin hareketinin uzunca bir dönem belirleyici
özelliği olmuştur. FHKC’nin en çarpıcı uçak eylemlerinden
biri sırasında Leyla Halid’in yanında katledilen devrimcinin
Nikaragualı olduğunu kim nasıl unutabilir? Deniz Gezmiş’in
El-Fetih mühürlü gerilla kimlik kartı, basit ve anlamsız
bir kağıt parçası mıdır?
Ayrıca, “klasik milliyetçilik” kavramının yarattığı
çağrışımdan yararlanarak bu hareketi basit bir biçimde
KDP gibileriyle de özdeşleştiremezsiniz. Özellikle bir
dönem, neredeyse bütün dünyadaki devrimci güçlerin uğrak
yeri ve destek üssü olmuş bir toprağı ve mücadele geleneğini
Barzani’nin yarı-feodal aşiretçiliğiyle ve ABD bağlantılı
diplomasi oyunlarıyla da bir tutmak mümkün değildir.
Burada sözkonusu olan ulusçuluk, işin başından beri
anti-emperyalist ve devrimci bir öz taşımıştır.
Bütün bunları en iyi bilmesi gereken kişi de herhalde
ömrünü bu “milliyetçi”lerle dirsek dirseğe geçirmiş
olan Bayık’ın kendisidir. “İki taraf da çözüm zihniyetinden
uzaktır” diyerek birbirine eşitlediği bu “taraf”lardan
biri, Bayık ve yoldaşları dahil bütün dünya devrimcilerine
kucak açmış olan Filistin’dir; diğer “taraf” ise binlerce
Filistinlinin yanında yine Bayık’ın yoldaşları başta
olmak üzere “Filistin dışından gelmiş” yüzlere savaşçıyı
katletmiş olan İsrail’dir. Daha da ötesinde, bu topraklarda
yaşanan bir dizi “faili meçhul” cinayetin de arkasında
duran lojistik güç yine aynı İsrail’dir.
Üstelik daha da önemlisi, Bayık ve yoldaşlarının şimdilerde
pek demode buldukları marksist klasiklerde bile “ezen
ulus şovenizmi” ile “ezilen ulus milliyetçiliği” net
çizgilerle birbirinden ayrılır. Biz sosyalistler olarak
nihai çözümlemede “ulus” ve “ulusçuluk” kavramlarının
tümünden uzak bir yerde, komünist dünya ütopyası noktasında
durabiliriz; ama beğenelim beğenmeyelim, bu kavramsal
ayrımın son derece mantıklı bir temeli olduğu da açıktır.
İşgal edilmiş ve sömürgeleştirilmiş bir ülkenin insanlarının
özünde anti-emperyalist olan “ulusçu” duyguları elbette
işgalcilerin ve sömürgecilerin ulusçuluğundan, düpedüz
şovenist ve ırkçı olan bu duygudan farklıdır. O kadar
ki, bu kanıtlanması bile gerekmeyen bir şeydir.
Ayrıca bu ayrım noktasının günümüzdeki etnik boğazlaşmalarla
da bir ilgisi yoktur. Özellikle reel sosyalizmin eski
topraklarında ve Afrika’nın bazı bölgelerinde ya da
Hint yarımadası bölgesinde yaşanan karmaşa; tamamen
başka bir damardan beslenmekte ve başka bir düzlem üzerinde
cerayan etmektedir. Tecavüz ve soykırım örneklerine
dek giden, genellikle yarı-nazi önderliklerin ya da
örneğin Afrika’da kabile şeflerinin başını çektiği bu
kanlı çatışmalar, açıkça emperyalist kışkırtmalara bağlıdır
ve oradan beslenmektedir. Özellikle kontrolden çıktığı
noktalarda tam bir vahşet noktasına varabilen bu kasaplık
örnekleriyle Filistin olgusunu kıyaslamak bile mümkün
değildir.
Günümüzde emperyalizmin yeni hegemonya biçiminden ötürü,
ulusal kurtuluş mücadelelerinin artık ancak sosyalizme
varan bir perspektifle yürütülebileceği, yürütülmesi
gerektiği yolundaki tartışmalar ise zaten burada konumuz
değildir; ayrıca Bayık da olup bitenlere zaten böyle
bir noktadan itiraz etmemektedir. Onun itirazı, emperyalist
yeni dünya düzenine rağmen hâlâ bu büyük güce karşı
direnişe devam eden Filistin halkının iradesinedir.
Daha doğrusu, eğer ciddi bir hafıza kaybı yaşamıyorsa,
Bayık, bütün bu gerçeklikleri gayet iyi bildiği halde,
sırf İmralı’nın yüceliğini göstermek için İsrail’in
“dinsel dogma”larına eşitlediği Filistin’in ulusal savaşımını
mahkûm etmeye çalışmaktadır.
Ve o bunu yaparken, artık alışık olduğumuz şu Mahir
Kaynak tarzı yorumculuğa başvurmakta da bir sakınca
görmüyor. Artık neredeyse halkların ve ezilen sınıfların
iradelerinin hiç kalmadığı, her zaman ve her yerde mutlaka
birilerinin birilerini kullandığı ya da manipüle ettiği
düşüncesi üzerine kurulu bu komplocu tez, yalnızca Bayık’ı
değil solda duran bir çok insanı da teslim almıştır.
Olaylara böyle bir noktadan bakıldığında, son zamanların
en kötü politik filmi olan şu “Filler ve Çimenler” filminin
pespaye senaryosuna hayran olunduğunda, bölgedeki Arap
devletlerinin “Filistin’i öne çıkardıkları”, buna karşılık
da ABD’nin Irak senaryoları için Filistin’i ezmesi gerektiği,
vb. gibisinden yorumlar ortalığı kaplıyor. Böylece oluşan
karmaşa içinde ise bir halkın kendi varlığını koruma
ve bağımsızlık mücadelesi arada kaynayıp gidiyor. Oysa
asıl gerçek budur. Bölge üzerine çeşitli emperyalist
odakların ve bölge rejimlerinin hesapları ne olursa
olsun, basit ve açık gerçek, hiçbir komplo teorisinin
ifade edemediği çıplak gerçek, Filistin halkının bağımsızlık
mücadelesidir.
Ama öyle görünüyor ki, bütün bu gerçeklikler Bayık ve
İmralı için bir anlam ifade etmiyor.
“İki taraf da çözüm zihniyetinden uzaktır...”
İşte onların söyledikleri budur.
“Çözüm zihniyeti”ne “yakın” olanlar ise hiç şüphesiz
onlardır. Bütün “totaliter” rejimlerin çöktüğü bir çağda,
onlar, açtıkları “demokratik uygarlık” yolunda ilerliyorlar.
Unutkanlıklar ve açık vefasızlıklar pahasına da olsa...
Daha doğrusu, onlar, ısrarla “beyaz”ların dünyasına
dahil olmak istiyorlar. “Beyaz” ve “sarışın” olmak istiyorlar;
oradan, o ses tonuyla, o kavramlarla konuşmak ve o dünyaya
kabul edilmek istiyorlar.
Üstelik bunu yaparken kendi çerçeveleriyle de yetinmiyorlar
artık ve Filistin’lilere, hatta bütün halklara sesleniyorlar:
Makul olun!
Makul olun ve çözüm arayın!
Ve sanırız bunun bedellerini de bizden daha iyi biliyorlar
artık.
|