NATO'nun
Değişen Yapısı
ve "Acil Müdahale Kolorduları"
H. Z. İlker
|
Emperyalist sistemin iç işleyişindeki gelişmeler, alternatif,
potansiyel güçlerdeki çözülüş ve gerileme ile ortaya
çıkan fotoğraf yerkürenin yeniden biçimlenmeye başladığının
görüntüsüdür. Devrimci sosyalizmin ve dünya emek güçlerinin
zayıf kaldığı bu görüntüde, emperyalist haydutluğun
egemen güç olarak varlığını sürdürmesi; emperyalizmin
vurucu gücü NATO’nun, “askeri entegre yapısı”nı bu yeni
sürece uygun olarak düzenlemesinde de yansısını bulmaktadır.
NATO’nun Yeni Komuta Yapısı’nda yer alacak olan, “Acil
Müdahale Kolorduları’nın kurulmasının gerisinde yatan
gerçekliğin özeti budur.
Kuruluş gerekçesi ve izlediği saldırgan politikaların
yanısıra, yeni sürece uygun olarak re-organizasyona
giden NATO’ya ilişkin özet bir bilgi; dünya emekçi halklarının
can düşmanı NATO’nun, nasıl bir “pakt” olduğunu gösterecektir.
“Kuşatma” ve “Geriletme”
Emperyalist güçler, 4 Nisan 1949’da oluşturulan NATO’nun
kuruluş gerekçesini, “Sovyet yayılmacılığı”nı önlemek
ve “savunma” olarak açıklamaya çalışmışlarsa da, bu
kaba demogoji dünya halkları nezdinde hiçbir rağbet
görmemiş ve inandırıcı bulunmamıştır. Gerçek odur ki;
“komünizm heyulası”, anılan dönemde artık sadece Avrupa
üzerinde değil, tüm dünya üzerinde dolaşıyor ve dünya
halklarınca kurtuluş umudu olarak görülüyordu.
Sosyalizmi ezmek, birbirlerinin pazarlarını kendi egemenlikleri
altına almak ve yeni nüfuz alanları oluşturmak isteğiyle
2. Yeniden Paylaşım Savaşı’na girişen emperyalistler;
genel anlamda bakıldığında, asıl amaçlarına ulaşamamak
bir yana, savaştan hüsrana uğramış olarak çıkmışlardı.
Her ne kadar bazı pazarlar el değiştirmiş olsa da; savaş
sonuçlandığında genel olarak birçok sömürü alanını yitirmişlerdi.
Özcesi, emperyalist sömürü pazarları daralmıştı. Doğu
Avrupa ve Balkan ülkelerinde, demokratik halk iktidarları
ve sosyalist iktidarlar kurulmuş ve bunlar Avrupa’da
etkin bir konuma gelmişlerdi.
Emperyalist sömürü alanlarının daralması dışında, sömürge
ve yarı-sömürge ülkelerde de ulusal ve halk kurtuluş
mücadeleleri yükselmeye devam ediyordu. Asya’dan Ortadoğu’ya,
Balkanlar’dan Latin Amerika’ya yükselmekte olan ulusal/halk
kurtuluş mücadeleleri, emperyalistlerin ellerindekini
yitirme korkularını büyütmekteydi. 1948’de Kuzey Kore
Devrimi’nin zafer kazanmasının yanısıra; Çin Devrimi’nin
öngünlerini yaşıyor oluşu ve Vietnam, Filipinler, Endonezya,
Hindistan, Filistin, Yunanistan, Kolombiya vb. ülkelerde
yükselen mücadeleler, sadece o coğrafyada yaşayan halkların
değil; aynı zamanda tüm dünya halklarının anti-emperyalist
bilinçle yoğrulmasını sağlamaktaydı.
Savaş döneminde Nazi işgaline uğrayan Avrupa ülkelerinde;
Nazi işgalcilerine ve onların yerli işbirlikçilerine
karşı “direniş”, Komünist Partilerin öncülüğünde yürütülmekteydi.
Bu ülkelerdeki kitleler; Nazi işgalcilerine karşı korkunç
bir öfke duyarken, komünistlerin kahramanca direnişine
sempatiyle bakmakta ve korku çemberini yırtanlar, anti-faşist
hareketlere katılmaktaydı. Fransa ve İtalya’da yürütülen
partizan savaşı ve Avrupa metropollerindeki grev, gösteri
vb. nitelikteki işçi/emekçi eylemleri; bu ülkelerde
ilerici kitle hareketlerinin mayalanmasına yol açmış
ve savaş sonrasında da, mücadeleci potansiyelin açığa
çıkmasını sağlamıştı. Yine, savaş sonlarına doğru, Sovyet
Kızıl Ordusu’nun, Nazi ve Mussolini Orduları’nı her
cephede yenilgiye uğratarak Almanya’ya kadar ilerlemesi,
Avrupa ülkelerindeki kitlelerce de coşkuyla karşılanmış
ve sosyalizme duyulan sempatiyi arttırmıştır.
Özcesi, “Metropollerde ve sömürgelerdeki emekçi sınıflar
arasında sosyalizmin bu dönemde kazandığı olağanüstü
prestij” (Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Özgürlük Yayınları,
sf; 311) emperyalist ülkelerin paniğe kapılmasına ve
dünya emekçi halklarının yükselen mücadelesini durdurmak/geriletmek
için, kendi aralarında birleşik davranmak zorunda kaldıklarını
görmelerine yol açmıştır...
İşte bu panik ve korku nedeniyledir ki, başını ABD’nin
çektiği emperyalistler, yeni bir politik strateji geliştirerek,
sürekli ve resmi örgütlenmelere gitmişlerdi. Bu politik
stratejiyle amaçlanan ise; Sovyetler Birliği ve onun
etrafında kümelenmiş bulunan demokratik halk iktidarları
ve sosyalist iktidarları “kuşatmak” -(containmen) ve
“geriletmek” (roll back), ulusal/halk kurtuluş mücadelelerine
sekte vurmak ve böylece sosyalizmin yükselen prestijini
durdurmak, dünya çapında emperyalist gerilemeyi önlemek,
“yeni-sömürgecilik” politikasını gerçekleştirerek geri-bıraktırılmış
ülkelerde ve jeo-politik önemdeki bölgelerde emperyalist
statükoyu oturtmaktı.
Bu politik stratejinin uzantısı olarak, emperyalist
blokun en önemli ortak askeri ve siyasi örgütlenmesi
NATO, kuruldu. 4 Nisan 1949’da, başını ABD’nin çektiği
12 ülke (daha sonraki katılımlarla, 1955 yılında 15
ülke, 1982 yılında 16 ülke ve günümüzde 19 ülke) tarafından
kurulan North Atlantic Treaty Organization/NATO (“Kuzey
Atlantik Antlaşması Teşkilatı) böylece kurulmuş oldu.
Özgün adı, “NATO Kuruluş Sözleşmeşi” olan ve ancak kamuoyunda
“Washington Belgesi” olarak bilinen 14 maddelik belgenin
giriş bölümünde NATO, kuruluşunu şöyle gerekçelendirmektedir.
“... herbiri kendi halkının demokrasi ve kişi hürriyeti
üzerinde yükselen, ayrıca yasa hakimiyetinden kaynaklı
hürriyetlerini, ortak kültürel mirasını ve uygarlığını
müdafa etmeye kararlı bulunmaktadırlar... Ortak savunma
anlayışı temelinde, barış ve güvenliği sağlamaya yönelik
çabalarını birleştirmeye azimli ve kararlıdırlar.”
Bu aktarımdan da anlaşılacağı üzere, NATO üyesi ülkelerin
mevcut düzenlerinin korunması amaçlanmaştır. “Komünizm
Heyulası”nın tüm dünya üzerinde dolaştığı ve kendi varlık
koşullarını tehdit ettiğinin emperyalist-kapitalist
ülkelerce kabulü, burada çok açık bir biçimde göze çarpmaktadır.
Bu tehdit, Sovyet yayılmacılığı değil; sosyalizmin dünya
çapında kazandığı olağanüstü prestijinin yarattığı etkidir.
Bu prestij, ulusal/halk kurtuluş mücadelelerinin ivme
kazanmasına, emperyalist-kapitalist metropollerde ilerici
kitle hareketlerinin gelişimine ve işçi sınıfının militan
mücadelesinin yükselmesine yansıdığı için, kurulu düzenlerinin
tehlikeye düştüğünü gören bu ülkeler, ortak savunma
anlayışına giderek, NATO’yu kurmuşlardır.
Herşeyden önce bu teşkilat ile, başta Sovyetler Birliği
olmak üzere tüm sosyalist iktidarları ve demokratik
halk iktidarlarını kuşatma stratejisi (ABD patentli
bu “kuşatma” stratejisi, devrim sonrası Çin ve Küba’ya
yönelik olarak kullanıldığı gibi, uzun yıllar boyu ABD
dış politikasının temelini oluşturacaktı) daha kapsamlı
ve pürüzsüz biçimde gerçekleştirilebilecekti. NATO,
bu kuşatmayı planladığı gibi yürütebildiği koşulda;
dünyanın değişik alanlarında yükselmekte olan ulusal/halk
kurtuluş mücadelelerine darbe vurmak, buralarda ve egemenlik
kurmak istediği tüm ülkelerde, karşı-devrimci iktidarları
kurmak daha kolay olacaktı. Bunu gerçekleştirebildiği
ölçüde, sosyalizmin dünya çapındaki ilerleyişini durduracak
ve böylece, emperyalizmin dünya ölçeğindeki gerileyişi
önlenerek, jeo-politik önemdeki ülkeler başta olmak
üzere, birçok alanda emperyalist statüko oturtulacaktı.
Emperyalistlerin, NATO’dan beklediği öncelikler bunlardı.
Elbette bu beklentiler, ABD’nin savaş sonrası gündeme
getirdiği yeni politik stratejisinin hedefleriyle örtüşüklük
arz etmekteydi. Çünkü, savaştan en az yıpranan, ve en
fazla kar sağlayan ülke olarak çıkan ABD, NATO’nun stratejisini
de belirlemişti.
NATO’ya ait askeri üs ve tesisler ile kuşatılacak olan
Sovyetler Birliği ve yeni oluşan demokratik halk iktidarlarıyla
sosyalist iktidarlar, çok daha rahat biçimde çevrelenecek
ve denetlenebilecekti. Bu nedenle, Batı-Avrupa ülkelerinin
Doğu-Avrupa ve Balkanlar sınırına yakın bölgelerinde
askeri üs ve tesislerin kurulmasına öncelik verildi.
Zira, emperyalist ve sosyalist blokların olası çatışmalarında
bu alanların “ilk hedef” olarak vurulacağı anlamına
da gelmekteydi. Yani Batı-Avrupa, NATO’nun “Cephe” bölgesi
olacaktı. Böylece 2. Paylaşım Savaşı’nın yıkım ve tahribatından
kurtulmuş bulunan ABD, olası bir savaşta, yine yıkım
ve tahribattan en az zarar gören emperyalist ülke olarak
çıkacaktı. NATO ve sosyalist ülkeler arasında kurulmuş
bulunan tarihi “kırmızı hat” bu anlamda ABD’nin güvencesi
olmaktaydı. NATO üyesi diğer emperyalist-kapitalist
ülkeler ve yeni-sömürge ülkeler, bu gerçeği biliyor
olmalarına rağmen, ABD’nin bu kuşatma stratejisini olurlamak
zorunda kalmışlardır. Çünkü, güçlü olan emperyalist
ülke ABD’dir ve strateji, onun tarafından çizilmektedir!
Yunanistan ve Türkiye’nin de NATO’ya dahil edilmesiyle
birlikte, buraya açılan askeri üs ve tesisler, kuşatma
stratejisine oldukça kolaylık sağladılar. NATO’nun güney
bölgesinde bulunan iki ülke, her ne kadar o dönem için
“Kanat Ülkesi” konumunda bulunuyor olsalar da; kuşatma
için önemli görevler üstlenmişlerdir. Özellikle, jeo-politik
konumu ve SSCB’ye coğrafi yakınlığı, bir “kanat ülkesi”
durumunda bulunsa da, Türkiye’yi öne çıkarmaktaydı.
Kuruluşundan bu yana genişleyip-büyüyen ve birleşik
askeri güç olduğunu her fırsatta ortaya koyan NATO’nun;
dünya proletaryası, emekçi halklar ve ilerici insanlığa
yönelik kuşatma ve geriletme, gözdağı ve caydırıcılık
politikalarıyla örtüşüklük arz eden militarist tutumlarının
açık saldırganlığa dönüşmesi, reel sosyalizmin çözülmesi
ve Varşova Paktı’nın dağılması sonrasında oluşturulan
NATO’nun yeni konseptinde ifade edilmiştir.
NATO’nun “Saldırı Konsepti”
Bilindiği gibi; reel sosyalizmin çözülerek Varşova Paktı’nın
dağılması ve “soğuk savaş”ın sona ermesi üzerine, NATO’nun
geleceğiyle ilgili tartışmalar yaşanmaktaydı. Kuruluş
gerekçesini “Sovyet yayılmacılığı” ve komünizm düşmanlığına
oturtan NATO’yu tehdit eden reel sosyalizm çözülmüş
ve ulusal/halk kurtuluş mücadeleleri de gerilemişti.
Artık emperyalizmi tehdit eden komünizm heyulası dünya
üzerinde dolaşmıyordu! Buna rağmen NATO; emperyalistler
açısından vazgeçil(e)mez bir ortak askeri ve siyasi
örgütlenme olarak devam ettirilmeli ve hatta, uygun
koşullar yaratılarak, Birleşmiş Milletler’in işlevini
üstlenebilecek bir niteliğe dönüştürülmeliydi. Emperyalist
saldırganların planı buydu ve yeni tehditler ortaya
çıkarıp, yeni düşman bulmakta/yaratmakta hiç de zorluk
çekmeyeceklerini düşünüyorlardı.
Elbette bu arada, NATO’nun stratejik konseptinin de
değişmesi gerekiyordu. Ve, NATO Konseyi’nin, 7-8 Kasım
1991 tarihli Roma Zirvesi’nde, konsept yenilendi. “Yeni
Stratejik Varsayım” (The New Strategic Concept/NSC)
olarak tanımlanan bu konseptin 5. maddesinde;
“... ilk kırk yılında NATO Paktı’nı korkunç suretle
tehdit eden devasa komünist tehlike, ortadan kalkmış
vaziyettedir. Gene de burada, bütün sorunlarımızın çözümlendiği
gibi bir ifadede bulunmayacağız.” (Umran Dergisi, agy)
denilmekteydi. Ancak yine de, NATO’nun hala gerekli
olduğunu ve feshedil(e)meyeceğinin altını çizmeyi ihmal
etmiyorlardı; çünkü düşman ortadan kalkınca, “savunma”
amaçlı kuruluşun da ortadan kalkması gerekecekti.
Yeni konseptin 8. maddesinde; “Artık tek boyutlu tehlike
yerine, çok-boyutlu, çok-sinsi, çok-cepheli, çok-yönlü,
(abç/yn) önceden bilinme olasılığı son derece düşük
tehdit ve tehlikeler söz konusu. Tabii bu durumda da,
NATO’nun böylesi tehdit ve tehlikelere ayarlı olaması
gerekir” (agy) denilerek; bu durumun NATO’nun her an
duyarlı ve hazırlıklı olarak beklemesini gerektiren
bir gelişme olduğu belirtilmekteydi.
Ayrıca bu tehdit ve tehlikenin, çok-sinsi ve cepheli
olduğu belirtilerek; emperyalistlerin dünya hakimiyetini
sağlamak amacıyla, NATO’nun her türlü olaya müdahale
hakkına gerekçe yapabileceğini cüretkarca ifade edebilme
nedeni, artık kendi askeri gücü karşısında blok bir
tehdit unsuru kalmayışıdır.
Her ne kadar, emperyalist ve sosyalist sistemlerin bulunduğu
iki kutuplu dünya, reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte,
emperyalist sistemin dünya ölçeğindeki başatlığını ifade
eden “tek kutuplu” hale geldiyse de, çok parçalı bir
oluşum sergilemekteydi. Emperyalizmin karekteristik
özelliği olan, yeni etki ve nüfuz alanları üzerine yayılmacılık,
gelinen aşamada belirginliğini ortaya koymakta ve emperyalistler
arasındaki ilişkilerde, çatışma eğilimi mayalanmaktaydı...
Reel sosyalizmin çözülmesi ve Varşova Paktı’nın dağılmasına
bağlı olarak, SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinde iç çatışmalar
ve etnik ayrılıklar yaşandı. Böylece ortaya çıkan irili-ufaklı
birçok “bağımsız” (!) devlet üzerinde önceleri Rusya’nın
egemenliği sözkonusu olduysa da; ABD ve Avrupa emperyalizminin
bu ülkelerle ilişki geliştirmesine bağlı olarak, bu
durumda bir değişim yaşandı ve emperyalist güç odakları,
bu yeni devletleri kendi etki ve nüfuz alanına alabilmek
için, kıyasıya bir rekabete giriştiler. Böylesi bir
rekabette, ellerini güçlendirmek isteyen bölgenin “jeo-stratejik
oyuncuları” Almanya ve Fransa, bazı emperyalist Avrupa
devletlerini de yanlarına alarak, ortak davranış sergilediler.
Halihazırdaki tek küresel güç olma avantajını da kullanan
ABD, jeo-politik alanda önemli isimlerden olan İngiliz
coğrafyacı Sir Marold Macinder’in, 1904 yılında söylediği;
“Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur.” düşüncesine
uygun olarak geliştirdiği Avrasya Stratejisi’yle, küresel
hegomonik güç haline gelmek ve bunu uzun yıllara taşımak
amacıyla, bağlaşığı İngiltere ile birlikte hareket etti.
Bu stratejiye göre; Kafkasya, Asya ve Ortadoğu’nun yanısıra,
eski Varşova Paktı devletlerinin de yer aldığı Doğu
Avrupa ve Balkanlar, denetim altına alınması gereken
bölgeler olarak belirlenmişti.
İşte böylesi bir durumun egemen olduğu tek kutuplu bu
dünyada; eldekini korumak, lieri hamleler kazanmak ve
yeni nüfuz alanları oluşturmak isteyen emperyalist ülkeler,
kendi içerisinde entegrasyonun devam ettiği ve ancak,
karşıtlık ve çatışma halinin görece ağır bastığı çok
parçalı oluşum sergileyerek, bölge ülkelerini de kapsayan
değişik nitelikte ilişkiler ve ittifaklar geliştirmeye
başladılar.
Elbette, bu çok parçalılık ulusal/halk kurtuluş mücadelelerinin
bastırılması için emperyalistlerin bütünsel hareket
etmelerinin engeli olmamıştır. Kürdistan, Kolombiya,
Meksika, Peru, Filipinler, Nepal vb. ülkelerde yürütülen
ulusal/halk kurtuluş mücadeleleri karşısında, emperyalistlerin
blok tavır alışları; Körfez Savaşı’nda olduğu gibi Irak’a
yönelik askeri saldırı ve Somali, Yugoslavya, Arnavutluk
ve son olarak da Afganistan’a birlikte müdahale ederek,
buralarda işgal güçlerini bulundurmaları, örnektir.
Yaşadığımız dünyayı, emperyalistler açısından dikensiz
gül bahçesine dönüştürmek için icat edilen yeni tehdit
ve tehlikeler, biraz önce sözünü ettiğimiz Yeni Stratejik
Varsayım adlı konseptin değişik maddelerinde ifade edilmiştir.
Bu konseptin;
9. Maddesinde: Etnik karşıtlıklar ve sınır çatışmaları;
12. Maddesinde: Kitle imha silahlarının üretim teknolojilerindeki
yenilenme ve çeşitlenme, örneğin petrol gibi hayati
önemdeki kaynak akışlarının kesilmesi, terör ve sabotaj
(Umran, agy) tehditlerinin yanısıra, diğer maddeler
içerisinde ifade edilen köktendincilik akımları, din
ve mezhep çatışmaları, kitlesel göç hareketleri ve uyuşturucu
trafiği gibi tehditler yer almakta ve bunların yol açacağı/açtığı
tehlikelere dikkat çekilmektedir. Çok sinsi ve çok cepheli
olduğu belirtilen bu tehdit ve tehlikeler, NATO’nun
her türden olayı gerekçe göstererek müdahalede bulunma
zeminini oluşturacaktır. Yani, NATO, artık açık bir
saldırı gücü olarak varlığını sürdürecektir.
Saydığımız tehdit ve tehilkelerin yeni konseptte belirlenmesinden
birbuçuk yıl kadar sonra, Somali müdahalesi gündeme
geldi. Sonraki zaman dilimi içerisinde de, etnik karşıtlıklar,
sınır çatışmaları, kitlesel göç, terörizm vb. türden
“tehdit”ler öne sürülerek Bosna, Yugoslavya, Kosova,
Arnavutluk, Ruanda, Doğu Timor, Afganistan gibi ülkelere
yapılan BM ve NATO şemsiyeli askeri müdahale/saldırı
ve işgaller, bu yeni konsepte dayandırılmıştı.
“ASC” ve “16 Tehdit”
1990’lı yılların sonuna gelindiğinde, yaşanan yeni süreç,
her açıdan olgunlaşmıştır. Reel sosyalizmin çözülüşüne
bağlı olarak, alternatif ve potansiyel güçlerdeki gerileyişin
son noktasına geldiği ve artık yeni bir devrimci kabarış
potansiyelinin açığa çıkmaya başladığı değerlendirmesini
yapan emperyalist güçler “21. yüzyıl, ayaklanmalar yüzyılı
olacak” tespitini yaparak, bunu alt etmeye yönelik önlemler
almaya girişmişlerdir. Kendi dünya egemenliklerinin
önünde en büyük engel olarak gördükleri ulusal/halk
kurtuluş mücadelelerinin daha baştan boğulmasını amaçlayan
emperyalist haydutlar, NATO konseptini de buna uygun
olarak yenilemek zorunda kalmışlardır.
NATO’nun kuruluşunun 50. yılına denk gelen NATO Konseyi
toplantısı, 23-25 Nisan 1999 tarihinde Washington’da
gerçekleştirildi. Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Polonya
gibi yeni üye ülkelerin de katıldığı 19 üyeli toplantıda;
NATO’nun 21. Yüzyıl Konsepti denilen, yeni bir konsept
belirlendi. NATO Stratejik Konsepti (The Alliance’s
Strategic Concept/ASC) olarak tanımlanan bu belgede,
“çok-boyutlu ve çok-cepheli tehditler”in sayısının arttığına
dikkat çekilmiştir.
Bu tehdit ve tehlikelerin, öncelikle lokal düzeyde aşılmasını
amaçlayan emperyalist haydutlar, NATO Konseptlerine,
Kriz Yönetmi (Crisis Management/CM) maddelerini ekleyerek,
kendilerince önlem almışlardır. Böylece, “düşük yoğunluklu
çatışma/düşük yoğunluklu demokrasi” perspektiflerine
uygun olarak, krizlerle birlikte yaşama anlayışına uygun
bir düzenlemeye gitmişlerdir. NCS başlıklı konseptin
31. maddesi ve ASC başlıklı konseptin 32. maddesinde
ifade edilen Kriz Yönetimi, tüm NATO üyesi ülkelerin
ve bağlaşıklarının yönetim organı olarak işlevsel kılınmış
ve yürütme erkinin bazı fonksiyonlarını üstlenmiştir.
Ülke içindeki her türden krizin, ancak başarılı biçimde
yönetilmesiyle aşılacağı varsayımına dayandırılan bu
yönetimler, kendi kurulu dözenlerine yönelik her türden
muhalif eylem/tepki ve hoşnutsuzluğun ortadan kaldırılmasını
veya minimum seviyeye indirilmesini amaçlamaktadır.
Birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’deki “Kriz Yönetim
Merkezi” de, NATO Konsepti’nin uzantısı olarak yürütme
erkinin bazı fonksiyonlarını üstlenmiş durumdadır.
Bu konseptin 20. maddesinde; “Avrupa-Atlantik sahası
ile, çevresindeki bazı ülkeler ciddi ekonomik, sosyal
ve politik sorunlarla karşı karşıyadır. ... Bunların
yarattığı gerginlikler, Avrupa ittifak üyeleri de dahil,
komşu ülkelere yayılarak, ittifakın istikrar ve güvenliğini
etkileyebilir.” (Umran, agy) denilerek, yaşanılacak
tehlikelerin büyüklüğüne dikkat çekilmiştir. Silahlı
çatışmalara yol açabilecek olan bu tehlikelerin, artık
lokal kalmayacağını, NATO üyelerinin de yer aldığı tüm
Avrupa-Atlantik sahasını etkileyeceğini ve hatta bu
durumun, ittifakın istikrar ve güvenliğini etkileyebilirliğinin
altı çizilerek, gereken önemlerin mutlaka alınması gerektiği
belirtilmiştir.
Bu tehlikelere yol açacak olan tehditler de yeni konseptte
yer almıştır. Daha önceki konseptte belirlenmiş olan
“10 Tehdit”, gelinen aşamada, emperyalist haydutların
dünya egemenliği önündeki her türden engelin ortadan
kaldırılmasına yönelik müdahale/saldırı için yeterli
görülmemiş olacak ki; bu yeni konseptte, “tehdit” sayısı
16’ya yükseltilmiştir. NATO Stratejik Konsepti’nde yer
alan “16 Tehdit”, değişik maddelerde şöyle ifade edilmektedir:
“Madde-3: ... baskı rejimleri, etnik çatışma, iktisadi
sıkıntılar, politik düzenin çöküşü, kitle imha silahlarında
çeşitlenme;
Madde-20: ... inanışsal rekabet (köktendincilik, din
ve mezhep çatışmaları/yn), sınır çatışmaları, başarısızlığa
uğramış reformlar, insan hakları ihlalleri, devletin
çökmesi;
Madde-24: ... terörizm, sabotaj, suç teşkilatları (uyuşturucu/yn),
hayati önemdeki kaynak akışlarının kesilmesi, kitlesel
göç hareketleri” (agy) İşte, emperyalist haydutların
kendi egemenliklerine karşı çıkan/çıkacak olan dünya
emekçi halklarına ve kendi denetimini kabul etmeyen
devlet yönetimlerine karşı her türlü müdahale/saldırıya
zemin olacak “16 tehdit” bunlardır. NATO’nun Roma Zirvesi’nde
kararlaştırılan Yeni Stratejik Varsayım/NSC’de yer alan
bu tehditlerin birçoğu, ABD Milli Güvenlik Stratejisi’nde
yer alan tehditlerle örtüşmektedir. Yani, ABD için tehdit
ve tehlike olan her şey, NATO Konseptlerine olduğu gibi
aktarılmıştır.
Anlaşılan odur ki, bundan sonra yerkürenin herhangi
bir bölgesinde emperyalist politikaların egemenliğini
sağlamak için, tüm bu “tehdit”ler, müdahale/saldırı
ve işgal için gerekçe yapılabilecektir. Emperyalistler,
bunlardan birini ya da birkaçını gerekçe göstererek
ve sadece ittifakın değil, bölgenin ve hatta yerkürenin
tamamının istikrar ve güvenliğini sağlamak amacıyla
harekete geçtiğini söyleyecek ve NATO konseptinin ilgili
maddelerine dayanarak, saldırıda bulunabileceklerdir.
Kurulu dünya düzenini devam ettirmeyi amaçladığını belirten
İttifak’ın, saldırı gerekçelendirmesi ASC’de şöyle ifade
edilmektedir:
“ Madde-6: Avrupa-Atlantik sahasının güvenliğine etki
eden kriz ve çatışmalar, bu amacın başarılmasını tehlikeye
düşürebilecektir. Yani demek ki Pakt, sadece bağlaşıkların
ülke savunmasını halletmekle kalmaz... ülkelerarası
siyasi barış ve ülkeler içi siyasi istikrar hedeflerine
hizmeti de görev ve hedef bilir.” (Umran, agy)
Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere NATO, kuruluşundan
bu yana ardına gizlendiği savunma örtüsünü kaldırmış
ve saldırı gücü olduğu çıplak gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
11 Eylül sonrasında Afganistan’a yönelik kapsamlı askeri
saldırı ve işgal, bu anlayışın daha da boyutlandırıldığının
göstergesidir. Ve NATO, bu anlayışını, son zamanlarda
İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te yapılan NATO Dışışleri
Bakanları Toplantısı’nda ortaya koymuş ve NATO-Rusya
Konseyi kurulması kararlaştırılarak, yerkürenin emperyalistlerce
sömürülmesinin önündeki tüm engellerin ortadan kaldırılacağı
mesajı açıkça verilmiştir.1 Mayıs ayı ortasında yapılan
bu toplantıda konuşan NATO Genel Sekreteri George Robertson’un,
konuya ilişkin belirlemesi şöyledir:
“NATO, yeni güvenlik alanında etkisini kaybetmek istemiyorsa,
radikal bir değşim içine girmelidir. NATO, soğuk savaşın
ardından değişim geçirmiştir, şimdi yeni yüzyılın tehditlerine
karşı etkin mücadele edilmesi için, bir kere daha değişime
gitmesi gerekmektedir. Bu anlaşma, birlikte sıkı işbirliği
içinde çalışma isteğimizin bir göstergesidir. Bu toplantı,
soğuk savaş düşüncesinin sona erdiğini belirlemiştir.”
(Hürriyet, 15 Mayıs 2002)
Böylece, gelinen aşamada NATO; kitle imha silahlarının
çeşitlenmesinin, dünyanın istikrar ve güvenliğini tehdit
ettiği gerekçesinin ardına gizlenerek, anti-emperyalist
politikalarında direnen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne
ve anti-ABD’ci politikalar izleyen Libya, Suriye ve
İran’a yönelik askeri saldırılarda bulunabilecektir.
Yine, Körfez Savaşı’ndan bu yana, bölgede konuşlandırılan
Keşif-Güç’ün (Çekiç-Güç) saldırılarına defalarca maruz
kalan ve özellikle 11 Eylül sonrası ABD-İngiliz emperyalistlerince
“hedef” haline getirilen Irak, aynı gerekçeyle saldırılara
maruz kalmaya devam edecektir. “Teslim olmaktansa, adayı
batırırız!” diyerek, sosyalizmde ısrarını gösteren Küba’nın,
uygun koşullar yaratıldığında, emperyalist haydutların
askeri saldırısına da maruz bırakılacağı sır değildir.
Yine, Nepal, Kolombiya ve daha birçok gerilla faaliyeti
sürdürülen ülkeler de, gerilla faaliyetini boğma/geriletme
amaçlı benzer saldırılarla karşı-karşıyadır.
Oysa emperyalist güçlerin, kitle imha silahlarına başvurmaktan
geri durmadığı bilinmektedir. Kimyasal, biyolojik ve
atom bombaları kullanmaktan çekinmeyen emperyalist haydutların;
Japonya/Hiroşima ve Nagazaki’de, Kore’de, Vietnam’da
yol açtıkları vahşet görüntüleri unutulmuş değildir.
Körfez Savaşı ve Yugoslavya’da, son olarak da Afganistan’da
kitle imha silahlarının yanısıra, bir çeşit nükleer
bomba olan “yanmış uranyum hexaflueride/UF-6” ve seyreltilmiş
uranyumdan yapılan “DU” bombalarını kullanarak, onbinlerce
insanı katleden ve sakat bırakan emperyalist haydutlar,
dünya emekçi halklarının bunları unutacağını ve saldırı
gerekçelerine inanacağını mı sanıyor!..
Kenya’daki ABD Büyükelçiliği’nin bombalanması sonrasında,
terörizim ve sabotaja destek verdikleri gerekçesiyle,
Sudan ve Tanzanya’ya hava saldırısı düzenleyen, 11 Eylül’de
ABD içerisinde gerçekleştirilen askeri eylemleri gerekçe
göstererek Afganistan’ı yerle bir eden ABD ve diğer
emperyalistlerin, yerkürenin her yanında, kelimenin
gerçek anlamıyla terörizme başvurduğu ve ülkelerde iç
karışıklık çıkarmak için toplu ölümlere yol açan sabotajlar
düzenledikleri biliniyor.
Bu konseptin 48. maddesindeki; “... Avrupa-Atlantik
sahasının istikrarını tehlikeye atan ve Pakt üyelerinin
güvenliğini etkileyebilecek krizlerde, Pakt güçleri
kriz kırma (tepki) operasyonlarına çağırabilecek....
Uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması için, uluslarası
kuruluşların başlattığı operasyonlara destek vererek....”
(Umran, agy) sözlerinin anlamı açıktır. NATO, her türlü
müdahale/saldırı ve işgal operasyonları düzenleyebilecek
ve BM ya da başka uluslarası kuruluşların düzenleyeceği
benzer operasyonlara katılacaktır. Böylece, BM şemsiyeli
müdahale/saldırı ve işgal operasyonlarında, NATO’nun
belirleyiciliği ortaya konulacaktır. NATO ve BM şemsiyesi
altında düzenlenen operasyonlarla bugün; etnik sorun,
kitlesel göç, devletin çökmesi vb. gerekçelerle, ülkeler
içi siyasi istikrarı sağlamak adına Bosna, Kosova ve
Yugoslavya’ya, Arnavutluk’a, Ruanda ve Doğu Timor’a,
Afganistan’a müdahalede bulunan, saldırı düzenleyen
ve işgal eden emperyalistler, gerçek anlamda tüm bu
sorunların yaratıcısı ve kışkırtıcısıdır!
Yapılan müdahalelerle öncelikle, reel sosyalizmin çözülmesi
sonrasında ortaya çıkan yeni devlet/devletçikleri kendi
egemenliğine alacak ve buraları yeni etki ve nüfuz alanlarına
dönüştürecektir. Yani Doğu-Avrupa, Balkanlar, Kafkasya,
Asya ve Ortadoğu’yu tamamen kendi egemenliğine alarak,
yeni sömürü alanlarına kavuşacaktır. 11 Eylül sonrasın
Afganistan’a yönelik askeri saldırı ve işgal, bu politikanın
bir uzantısıdır. Kısaca ifade edecek olursak; bu operasyonların
omurgasını oluşturacak olan NATO, adeta bir “Küresel
Polis” (Globo Cop) işlevine bürünerek, demogojiyle (insan
hakları, uyuşturucu, baskı rejimleri, vb. konularda
çözüm gücü olma görüntüsü) ve zorla (çıplak saldırılar
düzenleyerek) dünya emekçi halklarına benimsetilmeye
çalışılacaktır.!
“Acil Müdahale Kolorduları”
2000 yılının 10-16 Eylül tarihleri arasında, ilk yarısı
Yunanistan’da ve ikinci yarısı Türkiye’de olmak üzere
gerçekleştirilen, “NATO 139. Askeri Komite Toplantısı”;
kurulacak yeni kolordulardan, NATO’nun, “güney bölgesi”ne
yerleştirilmesi düşünülenlerin kendi topraklarında konuşlandırılmasını
isteyen beş ülkenin yanısıra, ABD-AB çekişmesine sahne
olmuştu. Türkiye adına Genel Kurmay Başkanı Orgeneral
Hüseyin Kıvrıkoğlu; kurulacak olan iki yeni “Yüksek
Seviyede Hazırlıklı Acil Müdahale Kolordusu” (HRF) ile,
yeni kurulacak olan 6 yeni “Düşük Seviyede Hazırlıklı
Kolordu”nun (FLR) birer adedinin Türkiye’ye kurulması
için öneri götürdü. Fransa ve Almanya’nın, çeşitli kaygılar
(Türkiye’nin, askeri ve siyasi olarak ABD’ye bağlı olması
ve Avrupa Ordusu kurulmasında “karşıtlık” içinde bulunması
vb.) karşı çıktığı bu öneriye, Yunanistan’ın da sıcak
bakmadığı biliniyor. NATO’nun, Avrupa kanadındaki merkezi,
Almanya’nın Rheindahlen kentinde bulunan “Acil Müdahale
Gücü” (ARRC), halen tek bir kolorduya sahip.
16 Nisan 2002’de, İstanbul’da yapılan; “Türkiye-ABD
17. Yüksek Düzeyli Ortak Savunma Grubu” (YDOSG) toplantısında
ve Ankara’da yapılan ikili görüşmelerde, bir “HRF” gücünün,
İstanbul’daki 3. Kolordu Karargahı’nda kurulmasına ABD’nin
destek vermiş olması, Fransa ve Almaya’nın kaygılarının
ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir. Bu yılın kasım
ayında, Prag’da yapılacak NATO zirvesinde, HRF ve FLR
güçlerinin nerede konuşlandırılacağı karar altına alınacaktır.
Türkiye’ye destek vermekle, öz olarak kendi çıkarlarını
savunan ABD’nin, NATO içerisinde ne kadar etkin olacağı,
alınacak kararla örtüşecektir. Peki NATO, bu yeni kolordulara
neden gereksinim duymaktadır ve Türkiye, neden böylesi
bir görevin talibidir? Bu isteğinin gerçekleşmesi için,
NATO’da ABD’nin desteğini arkasına alan Türkiye’nin
(son Afganistan saldırı ve işgalinde, ABD eksenli politikalara
tam olarak onay vermenin ödülü sayılabilecek bu desteği
ABD’nin vermesi; ABD’nin Orta Asya ve Kafkaslar politikasında
Türkiye’ye biçtiği önemi de göstermektedir), kendi kamuoyunu
hazırlamak amacıyla da, brifingler düzenliyor.
ABD ve NATO’da odaklanan emperyalist güçler, dünya egemenliklerini
sürdürebilmek için; “çok sinsi tehlikeler”e yol açabilecek
16 tehditi gerekçe göstererek, yerkürenin her yanına
saldırıda bulunmak amacıyla, bu yeni kolordulara gereksinim
duyuyorlar. NATO askeri entegre yapısının buna uygun
olarak düzenlenmesi, yine ASC konseptinde yer alıyor.
Bu konseptin, “Pakt Güçleri Klavuzu” başlıklı dördüncü
bölümü içerisinde yer alan HRF’nin özelliği, Türk Genelkurmayı’nın
düzenlediği brifingde;
“Yüksek hazırlık seviyesindeki kuvvetler, NATO’nun aynı
zamanda 3 adet uzun süreli harekat yapabilmesine imkan
verecek 3 adet kolordu (HRF kastediliyor/yn) seviyesindeki
kuvvetten oluşacaktır.” (Cumhuriyet, 23 Eylül 2000)
denilerek, bunların uzun süreli harekat yapabilecek
nitelikte saldırı gücü olduğu ifade ediliyor. Yani,
bu kolordular; etnik karşıtlık, kitlesel göç vb. gerekçe
gösterilerek, Yugoslavya’ya saldırı düzenleme ve Kosova’yı
işgal etme örneğinde olduğu gibi, Balkanlar’dan-Kafkaslar’a
uzanan bütün “sorunlu” bölgelerde, benzer nitelikteki
“3 uzun süreli harekatı aynı anda yapabilme” özelliğine
sahiptir.
Yeni kurulacak iki yeni HRF gücüne talip olan adaylar
şunlar;
*Fransa’nın Strasbourg merkezli ve Fransa, Almanya,
Hollanda, Belçika ve Lüksemburg askerlerinden oluşan
Avrupa Kolordusu, Erucorps;
*Almanya Münster merkezli, ortak Almanya-Hollanda Kolordusu;
*Valencia’daki İspanyol Kolordusu;
*Milano merkezli İtalyan Kolordusu ve
*İstanbul’daki 3. Türk Kolordusu. (Bkz. Radikal 22 nisan
2002) ABD, beş aday içerisinden, belirttiğimiz nedenle,
Türkiye’nin önerisini desteklemektedir.
Daha önce de Latin Amerika, Asya, Afrika, Doğu-Avrupa,
Kafkaslar, Balkanlar ve Ortadoğu’da gelişecek olası
ulusal/halk kurtuluş mücadelelerine, anti-emperyalist
eylemliliklere ya da kendi denetiminden çıkan devlet
yönetimlerine aynı anda üç uzun süreli harekat düzenleme
yeteneğindeki bu kolorduların bir diğer özelliği de;
esnek ve vurucu gücü yüksek nitelikte olup, acil durumlarda
anında tepki verme niteliğine sahip olmalarıdır. Acil
Müdahale Gücü olarak da adlandırılan ve herbiri altı
ile dokuz tümen arasında güçten oluşturulacak bu kolordular
sayesinde, NATO’cu emperyalist güçlerin yerküredeki
egemenlikleri devam edecek ve gelişecek tüm muhalif
eylemlilik ve karşıtlıklar, anında saldırıyla yanıt
bulacaktır. Emperyalist haydutların, HRF güçlerinden
(ve FLR güçleri) bekledikleri budur.
“NATO’nun saptadığı 16 tehditten 13’ü, Türkiye’de cereyan
ediyor!” diyen Pentagon’cu Genelkurmay yetkilileri HRF
kolordularından birinin Türkiye’de konuşlanmasını istiyor.
Hemen belirtelim ki, bu kolordunun operasyon alanı;
öncelikle Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar olacaktır.
Eğer böylesi bir konuşlanma sağlanırsa; NATO’nun olası
müdahalelerinde -siz, saldırı olarak okuyun- bu kolordu
da görev alacağı için, Türkiye’nin NATO ve AB içerisindeki
etkinliğinin artacağını ve dış düşman karşısında caydırıcı
bir konum yakalayacaklarını savunarak, HRF’nin Türkiye’de
konuşlanması için çabalarını yoğunlaştırıyorlar. HRF
için İstanbul-Ayazağa’da konuşlu bulunan 3. Kolordu
Komutanlığı’nın ve FLR için ise; Ankara-Mamak’ta konuşlu
bulunan 4. Kolordu Komutanlığı’nın tahsis edilmesini
öneren Türkiye, jeo-politik konumunu bir kez daha pazarlık
konusu yapıyor. Bu konudaki en büyük destekçisinin,
ABD olduğu/olacağı açıktır. Zira, ABD’nin tüm çıkarlarının
savunucusu olan Türkiye, İngiltere dışında, bu ülkenin
en güvenilir iki bağlaşığından -diğeri, İsrail’dir-
biridir. NATO içerisinde ABD politikalarının savunuculuğunu
yapan ve onun çıkarlarını dile getiren Türkiye, “NATO’nun
genişlemesi” ve Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nda,
ABD çıkarları doğrultusunda hareket etmekte ve bu nedenle,
Fransa-Almanya ortaklığının tepkisiyle karşılaşmaktadır.
Bilindiği üzere Türkiye, ABD’nin isteğiyle, Avrupa Ordusu’ndaki
“çekince”sini kaldırmıştır. ABD-Türkiye’nin bu ilişkileri
göz önüne alındığında, HRF ve FLR konularında; ABD’nin,
Türkiye’ye destek verme/verecek olma nedeni anlaşılır
kılınmaktadır. Görünen odur ki; Türkiye, emperyalist
dünya egemenliğinin devam ettirilmesine katkıda bulunarak
kırıntı almak için, bir kez daha jeo-politik konumunu
kullanarak güvenlik satma politikasını sergilemek için
çabalıyor. Bu nedenle, ABD’nin bölgesel kılıcı ve NATO’nun
vurucu gücü olarak, dünyanın mazlum halklarına saldırıda
bulunmak için, tüm olanaklarını seferber ediyor.
Emperyalizmin ortak askeri ve siyasi örgütlenmesi olan
NATO; dünya emekçi halklarının can düşmanıdır. Ve bu
düşman, dünya halklarının birleşik olarak saldırırken,
halklar da karşı koyuş için bir araya gelmenin ve birlikte
mücadele geliştirmenin tüm yollarını aramalıdır!
Bilindiği gibi, dünya devrimci-komünist hareketin bileşkesi
olacak bir enternasyonal yoktur. Öyleyse bugün, halkların
birleşik mücadelesi; bölgemiz Ortadoğu’da, birleşik
bir Ortadoğu Devrim Hareketi’nin, dünya çapında ise,
Devrimci Sosyalist Enternasyonal’in geliştirilmesini
stratejik görevler olarak öne çıkarmayı zorunlu kılıyor!
Bu görevlerle karşı karşıya olduğumuzu unutmadan, öncelikli
görevlerimizi yerine getirmek için, tüm çabalarımız
yoğunlaştırılmalıdır. Öncelikli görev; emperyalist dayanakları
ile birlikte, oligarşinin bütün kurum ve kuruluşlarını
bertaraf etmek için, marksizmi-lenininzmi klavuz edinen
ve 30 yıllık tarihsel geçmişi olan birikimlerimiz ışığında
güçlerimizi düzenlemek ve stratejik hedef ve görevlerimize
uygun konuma yükseltmektir. Bu doğrultuda yol aldığımız
ölçüde; emperyalist hegemonyanın stratejik politikalarını,
her türden örgütlülüğünü ve savaş güçlerini parçalayarak
zafere yürüyeceğimiz kesindir! İnsanlık tarihinin omuzlarımıza
yüklediği bu sorumluluk; “ Tek Yol Devrimci Yenilenme-Tek
Yol Devrim!” şiarına sıkı sıkıya sarılmamızı şart koşuyor!
-------------------------------------------------------
Dipnot:
(1) Bu yazının yazılmasından sonra 2002 Mayısı’nda
Rusya’nın NATO üyeliği resmen gerçekleşmiştir.
|