Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Emre Özipek

Son dönemde üniversiteler soruşturma ve tutuklama terörüyle geniş çaplı bir yeni saldırının hedefi konumunda. Sanki bir yerlerden birileri düğmeye basmış gibi başlatılan kampanyanın bilançosu şimdilik Türkiye genelinde 1000'nin üzerinde öğrenciye soruşturma açılması, bir kısmının da okuldan uzaklaştırılması olarak ortaya çıkıyor. Ve tabii İstanbul Üniversitesi çoğu kez olduğu gibi bu saldırının da baş hedeflerinden biri oluyor.
"Düğmeye basmak" sözü belki biraz fazla "komplocu" bir yaklaşım gibi görünebilir ama gerçekten de saldırının öğrenci hareketinin şu andaki düzeyiyle orantılı olmayan çapı ve örneğin polisin geçen yıllara oranla daha fazla ortalığı kaplaması, kapılara verilen "kara liste"ler, vb. son derece düşündürücü bir tabloyu oluşturuyor.
Olup bitenleri anlayabilmek için biraz genişçe bakmamız gerekiyor.
Bilindiği gibi, temelleri 1980'lerde atılmakla birlikte esas olarak 90'lı yıllarda tam olarak uygulamaya konan neoliberal politikalar sosyal devlet olgusuyla "sakatlanmış" serbest piyasa ekonomisini yeniden tam anlamıyla uygulamaya koymayı amaçlıyordu. Artık devletin piyasadan elini çekmesinin zamanı gelmişti. Kâr edip etmediğine bakılmadan (TÜPRAŞ), kamusal niteliği dikkate alınmadan (Eğitim-Sağlık v.b.) herşey kendini bir özelleştirme furyasının içinde buldu. Hatta öyle ki kişilikler bile bu özelleştirme furyasından nasibini aldı; toplumsal varlığı sıfırlanmış, dünyadan hebersiz (dünya da ondan habersiz -ekonomiye yaptığı katkı dışında-) bencil, bireyci insanlar yetişmeye başlamıştı artık. Ne hikmetse herkes birden devlet düşmanı kesilmişti. Devletin küçültülmesi isteklerinin ardı arkası kesilmiyor, piyasa ekonomisinin faydaları anlatılıyor, özel işletmelerin avantajları sıralanıyordu. Tabii madalyonun öbür yüzü boş bırakılamazdı; devlet hastanelerinin hergün birinde ayrı bir kepazelik yaşanıyor, kamu kuruluşlarında TEKEL'inden PETKİM'ine yolsuzluklar-skandallar peş peşe patlıyordu. Sonuç itibariyle devlet hızla küçültüldü hala da küçültülüyor. Tabii ki bu küçültme işleminde jop ve silahlar kapsamdışı bırakılmaktadır. Polis sayısı sürekli artmakta, eğitim ve sağlığa ayrılan pay bütçe yetersizliğinden dolayı sürekli kısılırken TSK tank, uçak alımından hiç geri durmamaktadır, yeni hücre tipi cezaevleri ypılmaktadır.
Kısacası hayatın her alanı hukuki-bürokratik düzenlemelerle, özelleştirmelerle neoliberal politikalara uygun olarak yeniden yapılandırılıyor. TÜPRAŞ, TEKEL, SEK, Telekom, İş Güvencesi Yasası, Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı, aynı politikaların birer sonucu.
YÖK ve üniversiteler de bu süreçten ayrı değil.
1980 faşist darbesi sonucunda MGK'nın üniversitelerdeki eli (postalı) olarak kurulan YÖK bu alanı hizaya getirmeyi hedefliyordu. Bu anlamda demokrat-ilerici öğretim elemanları görevden uzaklaştırılıp yerine çalıntı tezlerle doçent-profösör olan (biraz da MGK'ca diploma dağıtılan) MİT'çi, öğrenci düşmanı, gardiyan tipinde "hoca"lar getirildi. Her ilde lise bozması bir üniversite açılıp büyük şehirlerde devrimci bir potansiyelin birikmesi önlendi. Üniversiteler meslek yüksek okullarına dönüştürüldü; çevik kuvvetiyle, özel güvenlikçisiyle, sivil polisiyle, kamerasıyla zaptu-rapt altına alındı. 80'lerin 2. yarısından itibaren gelişen devrimci demokratik öğrenci muhalefeti, YÖK'ü esaslı bir şekilde teşhir edip kendi sahiplerince bile savunulamayacak bir noktaya getirdi. Böylelikle kimi geri adım atan YÖK, 90'larla birlikte sol hareketteki genel gerileyişin etkisiyle yeniden faaliyetlerine hızverdi.

Yeni Bir Ambalaj Türü
1980'lerden bugüne böyle gelindi.
Bugün ise YÖK mevcut yapısıyla ömrünü bir anlamda tamamlamış durumda. Başka bir deyimle söylersek, "son kullanma tarihi" biraz geçmiş gibi görünüyor ve içindeki bozuk ürünün başka bir pakete aktarılarak yeniden piyasaya sürmek egemenler tarafından yararlı bulunuyor. Her şeyden önce üniversiteler ve genel olarak eğitim kurumları emperyalist tekellerin pazar-eleman ihtiyacını karşılayacak önemli alanlardan biri ve bu alanın da belli ölçülerde genel gidişe uydurulması gerekiyor. Yeni YÖK yasa tasarısı da neoliberal politikaların ve bu ihtiyaçların sonucudur.
Hazırlanan yeni yasada eğitim alınıp satılan bir meta haline dönüştürülüyor, üniversite ticarethane, öğrenci müşteri konumuna getiriliyor, öğrencilerin günde 6 saat ayda en fazla 120 saat asgari ücretle sigortasız çalıştırılmasının yolu açılıyor. Ayrıca üniversiteler ürettikleri mal ve hizmetleri fiyatlandırıp satabilecek, şirket kurabilecek, vakıf üniversitesi açabilecek, sahibi bulunduğu taşınır ve taşınmazların kiraya verilmesi veya satılmasında serbest olacak. Başka bir maddeyle vakıf üniversiteleri kurulmuş bulundukları kamu arazilerinin bedel ödemeksizin sahibi olacak, ayrıca dilerlerse bunları satabileceklerdir. Yani örneğin Koç Eğitim-Hizmet-Kültür Vakfı'nı kur, kamu arazisi üzerinde bir üniversite aç, sonrada bu araziyi Koç Holdinge sat. Durum gayet basit.
Tasarı uzunca bir zamandır rektörler, YÖK ve hükümet arasında tartışılıyor. Tartışmanın meselenin özüyle ilgili olmadığını ise söylemeye bile gerek yok. Hepsi üniversitelerin piyasaya açılması konusunda hemfikir. Örneğin hepsi özerk-demokratik üniversiteden, özgür düşünce ortamından bahsederken hiçbiri bu tartışmaların içine 2547 sayılı Yüksek Öğretim yasasının 54. Maddesi'nde adı geçen Öğrencilerin Disiplin İşleri konusunu katmıyor. Kimse 12 Eylül faşizminin yarattığı öğrenciyi potansiyel suçlu, sürekli baskı altında tutulması gereken varlıklar olarak gören zihniyetine dokunmuyor. Bu maddeye aşağıda dönerek özgürlüklerin nasıl "garanti" altına alındığını göreceğiz.
Hükümet ve YÖK monarşisinin tartıştıkları sorun şu: YÖK monarşisi mevcut konumunu korumaya çalışırken rektörler de idari, mali, akademik konularda tek söz sahibi, üniversitenin tek patronu (daha doğrusu genel müdürü) olmayı istiyorlar. Örneğin Yıldız Teknik Üniversitesi rektörü şöyle diyor: "...tamam rektörler seçimle işbaşına gelsin ama diğer birim yöneticilerini rektör belirlesin, kadrosunu kendisi oluştursun ki iyi çalışabilsin (siz 'iyi çalabilsin' anlayın)."
Kadrolaşma suçlamaları ise aslında AKP'nin "kadrolaşma"sına değil, mevcut kadroların yerinden edilme tehlikesine yönelik bir korkunun ifadesiydi. Yoksa giderayak GATT anlaşmalarını hatırlatıp "üniversite eğitiminin bir ticari hizmet olduğunu" vurgulayan Gürüz gibilerinin "ulusal bütünlük-laiklik" çığlıklarını dikkate almak mümkün değildi. Bunun dışında konunun ikinci ve asıl muhatabıysa işçi ve emekçiler ve öğrencilerdir. YÖK-YEK tartışmaları ışığında gelinen 2003 6 Kasım'ı gösterdi ki üniversiteler devrimci ilerici güçlerden henüz tam olarak temizlenememişti ve yeni YÖK yasasının uygulamaya konması pek de kolay olmayacaktı. Her ne kadar İstanbul'daki 6 Kasım eylemi 7 parça halinde gerçekleşse de Ankara'da üniversiteli gençliğin direnişi IMF emrindeki halk düşmanlarına ciddi bir uyarıydı.

Sorun Yalnızca YÖK mü?
İşte bugün üniversitelerde yaşanan soruşturma ve tutuklama saldırısı bu sayılanların sonucunda ortaya çıkan bir olguydu. Egemenler, uyarıyı dikkate almışlardı ve üniversitelerde yükselen muhalefete yönelik esaslı bir operasyonla "gereğini" yapıyorlardı. Üstelik YÖK-YEK gibi ayrıntılar üzerinde hiç bölünmeden! Taraflardan hiçbiri ama hiçbiri hakkında bir disiplin kararı bile olmayan insanların neden üniversiteye sokulmadığını sormuyor, sokaklarda sürüklenen öğrencilere yapılanları açıkça onaylıyorlardı.
Ancak, son zamanlarda yapılanların yalnızca yeni YÖK yasasının yolunu düzlemekten ibaret olduğunu düşünmek de doğrusu fazla saflık olur.
Soruna biraz daha derinlikli bir yerden bakılırsa eğer, bu topraklarda böyle ilk bakışta "abartılı" görünen saldırıların sık sık yaşandığı görülür. Çünkü sorun, salt güncel "ihtiyaç"ların ötesinde devrimci hareketin genel olarak ezilmesiyle de yakından ilgilidir. Tam bir tanım gerekirse eğer, yapılan şeyin adı "filiz kırma" operasyonudur ve esasen devrimci hareketin mevcut gücü ve üniversitelerdeki etkinlik düzeyi ile değil, bu gücün "büyüme ihtimali"yle ilgilidir.
Bu, tehlikeli bir durumdur. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de bütün tarih boyunca devrimci uyanışın ilk yankı bulduğu ve nitelikli kadrolarını çıkardığı yer üniversitedir. Ve dünyanın her tarafında bütün halk düşmanı yönetimler bilirler ki, baskı koşullarının biraz hafiflediği her zaman diliminde mutlaka üniversite anfilerinden yeni filizler yükselir ve sol güçler daha kalabalık öğrenci kitleleriyle buluşmaya başlarlar. Daha doğrusu oligarşinin arzusu elbette sütliman bir durumdur ama onlar daha gerçekçi bir değerlendirmeyle belli bir muhalefet düzeyini de çıkarları açısından katlanılabilir bulurlar. Ve bu düzey aşıldığında ya da aşılmasının koşulları ve potansiyeli belirdiğinde, muhalefet (tabii sopa kullanılarak!) tekrar eski düzeyine çekilir. Bir yandan genel olarak potansiyeli kırarken diğer yandan da okullardaki bir şeyleri çekip çeviren insanları elemek bu işin en klasik yoludur. Çünkü bilirler ki, ipin ucunu bir kez kaçırdıklarında daha sonra durumun kontrol altına alınması pek kolay olmayacaktır. Bu yüzden saldırı şiddetlidir ve okullar çevik kuvvet karargahına döndürülmektedir.
Son yapılanın esaslı farkı ise Türkiye'nin dört bir tarafında eş zamanlı olarak uygulamaya konması ve Ağrı'dan İzmir'e, Çukurova'dan Balıkesir'e, Sivas'tan Zonguldak'a 1000'den fazla öğrencinin saldırının hedefi olmasıdır. Sadece İstanbul'da 107, Siirt'te 85 öğrenciye soruşturma açılmış durumdadır. Ve operasyon bununla da sınırlı değil. Bazı üniversitelerde ihtiyati tedbir kararıyla öğrenciler soruşturmalar sonuçlanmadığı halde üniversiteye alınmazken, bazılarında "bombacı olmak" gibi komplolarla tutuklanmaktalar. Açılan 1000'den fazla soruşturmanın bir kısmı sonuçlanmış ve yaklaşık 50 öğrenci 1 ay ile 1 yıl arasında değişen okuldan uzaklaştırma cezası alırken, 8 öğrencinin okul ile ilişiği kesilmiştir.

Baskının Boyutları
Elbette 1000'den fazla öğrenciye soruşturma açılması ciddi bir sorun fakat soruşturmaların gerekçelerine baktığımızda saldırının çok daha ince ve derin olduğunu görüyoruz. Bazıları "afiş asmak", "6 Kasım eylemine katılmak", yasal da olsa bir partinin bildirisini dağıtmak, savaş karşıtı eylemlere katılmak gibi "anlaşılabilir" gerekçeler iken bazıları ise belediye başkanının oğlunun düğününe katılmak, ideolojik halay çekmek, gitar çalmak ve daha vahimi -kamu malına zarar verme "ihtimali"-, -anadilde eğitim için dilekçe vermeyi "düşünmek" gibi garip gerekçeler. Tabii ki bu gerekçeler uydurulmuş şeyler değil. Dayanağı YÖK'tür. 2547 sayılı Yüksek Öğretim Yasasının 54. maddesi Öğrencilerin Disiplin İşleri başlığını taşımakta. Bu madde "...yüksek öğretim kurumları içinde veya dışında yüksek öğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunan,... kurumun huzur ve sükununu bozan... ve anarşik ve ideolojik olaylara katılan, tahrik veya teşvik eden"ler disiplin cezasına çarptırılıyor.
Yani öğrenciler siyaset bilimi fakültesinde okuyabilir, bir siyasi partiye üye olabilir fakat ideolojik olaya katılamaz, bildiri dağıtamaz. Bunun gibi öğrenci disiplin yönetmeliğiyle 52 çeşit suç tipi sayılmış ve bir de "öngörülmemiş disiplin suçları" başlığıyla başka bir madde eklenmiştir. Yani öğrenci olarak sisteme karşı bir tepkiniz olursa hareketiniz mutlaka 52 çeşit suç tipinden birine uydurulur, uymazsa da "öngörülmemiş disiplin suçu" olarak yine de cezalandırılır.
Aynı şekilde "Yüksek Öğretim Kurumları, Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları Disiplin Yönetmeliğiyle de bu sayılanlara yönelik 57 çeşit disiplin sucu öngörülmüş ve "öngörülmemiş disiplin suçları" onlar için de geçerli kılınmıştır. Bunlara rağmen özgür düşünce ortamı, demokrasi söylemlerinin ardı arkası kesilmemektedir.
Aslında söylenen şudur: "Kıpırdamazsan zincirlerini hissetmezsin!" İşin en rezil tarafı ise üniversite yönetimlerinin, bu türden disiplin işlemlerini polis ve jandarmanın talimatları doğrultusunda yaptıklarını açıklamalarıdır. Aslında onların bir suçu yoktur ve polis, jandarma ne derse onu uygulamaktadırlar. "Özürü kabahatinden büyük" mü desek, "rezilliğin bini bir para" mı desek...
Sonuç olarak, yukarıda sayılan gerekçeler gösteriyor ki, saldırı sadece devrimci öğrencilere değil asıl olarak doğrudan doğruya apolitik diye adlandırdığımız, birçok sorunun doğal olarak farkında olan ancak çeşitli sebeplerle ses çıkarmayan, çıkaramayan kesimlere yöneliktir. Amaç sadece devrimci öğrencileri baskı altında tutmak, ezmek değil böyle bir potansiyeli kırmaktır. Söylenen şudur: "değil afiş asmak, aklından bile geçirme!"
Öğrenciye iki seçenek sunulmaktadır: Birincisi üniversitelerin sınıfsal ayrışmasına göre örneğin Boğaziçi'nde okuyorsa bir an önce iyi bir şirkete kapağı atmak veya mesela Kars Kafkas Üniversitesinde okuyorsa bir an önce bir meslek sahibi olmak için didinmek... İkinci seçenek ise işçi ve emekçi halka dayatılan sömürü karşısında işçi ve emekçilerin yanında taraf olmak ya da taraf olmayı düşünmek. Bugün bu saldırı neoliberal politikalar karşısında halkın yanında tarafını seçen ve seçmeyi düşünenleredir.
Diğer taraftan soruşturma saldırısı cevapsız kalmakta gecikmedi. Her ne kadar İstanbul'a kar yağmadan Türkiye'ye kışı getirmeyen medya tekelleri İstanbul'da yapılan birkaç eyleme üç beş saniye vakit ayırmak dışında soruşturma karşıtı eylemlere yer vermese de Aralık'ta başlamakla birlikte Ocak ayının hemen her günü eylemlerle geçti. Ve daha da önemlisi başta İzmir, Bursa, İstanbul, Ankara, Zonguldak, Malatya, Siirt olmak üzere Türkiye'nin dört bir tarafına yayılmış durumdaydı.
Bunun yanında yine birçok ilde açlık grevleri gerçekleşti. Özellikle İstanbul ve Siirt'teki eylemler katılım açısından da iyiydi. İstanbul'da eylemlerin üniversite ve Beyazıt'a sıkıştırılmak istendiği çok açık ve bu anlamda Beşiktaş ve Taksim'in eylem alanı olarak seçilmesi önemli bir adımdı.
Fakat her zaman olduğu gibi eylemler yine lacivert polis duvarlarıyla ve gaz bombalarıyla karşılandı. Özellikle polisin bir gün yapılan eyleme çok sert bir şekilde saldırıp bir gün sonraki eyleme hiçbir şekilde dokunmaması onların genel taktiklerinin önemli bir parçasıydı. Yani kitle üzerinde ne olacağı belli değil havası yaratmak ve katılımı önlemek istiyorlardı.

Sonuç
Soruşturmaların geri çekilmesinde bu eylemlerin yeterli ve etkili olmadığı ve esasında olamayacağı da açıktır. Zira soruşturmaların öğrenci kitlesi tarafından herhangi bir saldırı olarak görülmediği ortadadır. Böyle olmadığı için de sorunun "arkadaşıma dokunma" kampanyasıyla çözülmesi mümkün değildir.
Bunun dışında eylemlerin ikinci ayağı açlık grevleriydi. Ancak öğrenci hareketi burada da açlık grevinin genel bir tarz haline getirilmesi gibi ciddi bir problemle karşı karşıyadır. Bu çaptaki bir saldırı karşısında açlık grevi, ancak daha kapsamlı bir sürecin ilk adımları olarak ele alınabilir. Türkiye'de artık fabrika işçilerine dek sıçrayan bu "açlık grevi" kolaycılığı esasen genel bir sorundur. En nihayetinde açlık grevi tüm yöntemlerin tükendiği bir anda son yöntem olarak başvurulabilecek birşeydir.
Tüm bu sayılanlarla birlikte sorunun, "arkadaşımıza dokunan" bir sorun olmadığı, yukarıda da belirtildiği gibi sadece üniversiteleri değil, tüm toplumu ilgilendiren bir saldırı olduğu açıktır. Bu saldırının oligarşinin herhangi bir politikası olmadığı emperyalist tekelleri bire bir ilgilendiren kapsamlı bir saldırının parçası olduğu ve hayata geçirmek konusunda kararlı davranacakları kesin. Bu anlamda sorunun kısa vadede çözümlenemeyeceği ortadadır. Uzun soluklu bir mücadele düşünmek ve bu noktadan hareketle çalışmak sorunun çözümünde daha etkili olacaktır. Bu süreçte "paralı eğitim" başlığı altında çerçeve daha da geliştirilip liselere doğru bir genişleme de sağlanabilir.
Saldırı toplumun geleceğini tehdit etmektedir. Bunlarla birlikte soruşturmaların ve YÖK yasasının neo-liberal politikaların bir parçası olduğu düşünüldüğünde eylemlerin kampanyadan ziyade politik bir mücadele olarak örülmesi ve bu tür neo-liberal politikaların doğrudan saldırısına maruz kalan toplumun diğer kesimleriyle ortak eylemler planlanması etkili olacaktır.
Son olarak tabii ki üniversiteli gençliğin kendi gücüyle eylemler üretmesi ve kalıcı eylemsel birliktelikler yaratılması bir o kadar önem taşımaktadır.

 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul