Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

M. Seyhan

Giriş ve Bazı Sorular
Din ve dinsel kökenli politik akımlar karşısında takınılacak tutum meselesi Türkiye'nin işgal ettiği özgün jeopolitik konumdan da ötürü, bu topraklarda her zaman sosyalistlerin önemli sorunlarından biri olmuştur. Esasen bir açıdan bakıldığında bu sorun, belki bilimsel sosyalist düşüncenin yüz elli yıllık tarihinin daha çok başlangıç aşamasına ait bir sorun gibi görünmektedir ama Türkiye, Ortadoğu ve dünyanın 2000'li yıllardaki gerçekliği karşısında konunun yeni bir politik çehre kazandığı da göz ardı edilemez. 90'lardan bu yana gelişmekte olan yeni tarihsel süreç, son derece dinamik ve karmaşık yapısıyla yeni tartışmaları gündeme taşımış, emperyalist sömürünün sınırsızca yaygınlaştırılmasına dayanan politikalar bölgesel ya da genel planda bazı tepki odaklarını öne çıkarırken doğal olarak bunlarla ilgili soruları da getirip önümüze koymuştur. Başka bir deyişle, reel sosyalizmin çöküşüne bağlı olarak bu süreçte bütün yerleşik durumlar ve güç dengeleri yerinden oynamış, dünya halkları için derin bir yoksulluk ve zulüm anlamına gelen "yeni dünya düzeni" ortaya büyük bir isyan potansiyeli çıkarmış ve bilindiği gibi sosyalist hareketin gerileme koşullarında bu potansiyel çoğu zaman başka kimlik arayışları üzerinden şekillenmiştir. Dolayısıyla bütün bu sorular da artık sosyalist hareketin yanıtlamaksızın üzerinden atlayıp geçemeyeceği ölçüde yakıcı sorular haline gelmişlerdir.
Elbette burada, genel olarak Marksist düşüncenin dinle ilişkisinden söz etmiyoruz; materyalist felsefe ile idealizm arasındaki bu hesaplaşma -günlük devrimci çalışma içersinde her gün her saat önümüze yeniden çıksa da- tarihsel bağlamda çözümlenmiş sayılabilir. Üstelik özellikle geçen yüzyılın olağanüstü bilimsel keşif ve gelişmeleri de bu tartışmada materyalist cepheye yeterince açık bir destek sağlamış, idealizmin yüzyıllar boyunca yıkılmaz görünen dogmaları ağır yaralar almıştır. Ancak buna rağmen dünya sosyalist hareketi ve onun yerel parçaları ile dinsel kökenli politik akımlar (ya da en azından bunlardan bazıları) arasındaki siyasal ilişki, tarihsel süreçlere bağlı olarak zaman zaman yeniden tartışma konusu olabilmekte ve durumu bir kez daha ele alarak çözümleme ihtiyacı belirmektedir, ki bu da sınıf mücadelesinin gelgitler ve iniş-çıkışlarla dolu uzun seyri içinde doğal karşılanmalıdır. Çünkü sınıf mücadelesinin bu seyri, sık sık hayatın sorunlarıyla karşılaştığımız ve her aşamada yanıtlar ürettiğimiz bir süreçtir; burada söz konusu olan şey, dinsel dogmaların genel olarak doğruluğu-yanlışlığı, vb. değil, dinsel düşüncelerin toplumsal mücadele üzerindeki etkileriyle ilgili politik bir sorundur.
Türkiye solunda bu çözümleme çabasının henüz belli bir olgunluğa ulaştığı söylenemez. İşin doğrusu, tartışma çoğu kez, biraz da anlaşılabilir günlük-yakıcı ihtiyaçlardan ötürü, belli güncel olaylara bağlı olarak salt bir "tutum belirleme" aciliyeti üzerinden düşünülmekte, uluslararası durumun ve üzerinde yaşadığımız toprakların kültürel-manevi dünyasının ciddi bir çözümlenmesi yerine bu türden "acil deklarasyonlar" geçirilmektedir. Küçük burjuvazinin konformist tutumundan ve "şeriat korkusu"ndan beslenen bir diğer eğilim ise son zamanlarda kendisini dinsel akımlarla mücadeleye adama biçiminde ortaya koymaktadır. "Arı bir sosyalizm" ya da "tavizsiz aydınlanmacılık" iddiasıyla davranan bu eğilimin en büyük kusuru, bir yandan böylece kendisini "temiz" hissetmenin rahatlığını yaşarken, diğer yandan öfke ve zayıflıklarıyla, güç ve güçsüzlükleriyle milyonlarca insanın dünyasını anlamaktan uzak durmak, gitgide bu dünyadan ve özellikle Ortadoğu coğrafyasından koparak steril bir "sınıf mücadelesi" düşüne kendisini kaptırmaktır. Gerçek hayattaki gerçek bir devrim hareketinin çamursuz, tertemiz bir alanda her türlü gerici etkiden arınmış insanlarla yürümediğini; tersine böyle bir devrim hareketinin her zaman milyonlarca insanın pratik mücadele içinde dönüştürülmesi anlamına geldiğini unutan bu eğilim, eninde sonunda düzen-içi bir kast haline gelmeye mahkumdur.
İşin doğrusu, birinci eğilimin gerçekten de anlaşılabilir gerekçeleri vardır. Çünkü gerçekten de bir devrimci hareket çevresinde olup bitenler üzerine hızlı refleksler geliştirmek ve özellikle kendi etki alanındaki insanların bu konularla ilgili yanılsamalarını düzeltmek zorundadır; bu, çoğu zaman ertelenemez bir görevdir. Bugün içinde yaşadığımız dünyaya ve Türkiye'ye şöyle bir baktığımızda, yalnızca sola sempati duyan binlerce insanın değil, bizzat devrimcilerin de zihnini karıştıran bir dizi olguyla karşı karşıya olduğumuzu görürüz ve bunların hiçbiri de önemsiz değildir. En sonuncusuna İstanbul'da tanık olduğumuz ama daha kapsamlı biçimini 11 Eylül'de yaşadığımız İslami kökenli büyük şiddet eylemleriyle ilgili tartışmalar bu konudaki en yakıcı örneklerinden biri olmuştur. Ama yalnızca bu kadar değil, örneğin Filistin'in son yirmi yıllık sürecinde öne çıkan İslami direniş de Ortadoğu coğrafyasında yaşayan devrimciler için tartışılması gereken bir olgudur. Ya da örneğin pratikte kitleler arasında çalışan bir devrimci militan, Irak'taki direnişten söz ederken, belleğinde Maraş ve Sivas katliamlarının izlerini taşıyan sıradan bir işçi "peki bu direnişçiler iktidar olursa ne olur?" diye bir soru sorabilir ve bu soru da yanıtlanmak zorundadır. Ve tabii aynı işçi, benzer bir soruyu savaşa karşı bir mitingde sendikasının kortejinin yanında İslami dernekleri gördüğünde de sorabilir. Bunun yanında, Sincan'daki Kudüs Gecesi'nden 28 Şubat "ayarlaması"na, oradan kronikleşmiş türban sorununa, 8 yıllık eğitime ve ordunun ikide birde hükümetleri "fırçalaması"na dek uzanan bir dizi politik olgu da bu ülkedeki emekçilerin zihninde soru işaretleri üretmiştir, üretmektedir. O kadar ki, bu soru işaretleri, bir dizi sosyo-politik olguyla bir araya gelerek üç-beş aylık bir partiyi yoksulların oylarıyla tek başına iktidara taşımıştır.
Öte yandan, aynı süreçlerde bu ülkede, köşedeki sakallı bakkaldan alışveriş yapmamayı "laiklik" açısından çok önemli bulan ama öte yandan çadırlarda direnen grevci işçilere de en küçük bir sempati beslemeyen, Kürtlere yönelik katliamları ve faili meçhulleri ise zaten tamamen görmezden gelen ya da düpedüz onaylayan tuhaf bir "solcu-ilerici" tipi de bol miktarda üremiştir. Ve bu tip, kendine uygun siyasi temsiliyetler de bularak politik arenada belli ölçülerde varlık kazanmış, kitlelerin gerçek, somut gündemini bulandırarak onun yerine "şeriat karşıtlığı, vb." üzerinden suni tartışmalar ikame etme görevini üstlenmiştir. Böylece işçi sınıfının ve sosyalistlerin neoliberal restorasyona karşı yürüttüğü mücadelenin tek tek parçaları da zaman zaman anti-emperyalist, anti-kapitalist içeriğinden saptırılarak bulanıklaştırılmakta, aynı suni tartışmaların parçası haline getirilmektedir. Örneğin GATT anlaşmaları ve diğer emperyalist direktiflere uygun olarak üniversiteleri ticarethaneye döndürmek konusunda en küçük bir anlaşmazlığa sahip olmayan "iki taraf" (ki aynı "iki taraf" öğrenci hareketini ezmekte de tamamen hemfikirdir) YÖK üzerine fırtınalı tartışmalar yapabilmekte ya da aynı emperyalist direktiflerin ürünü olan "Kamu Reformu Yasası" sanki ulusalcılık ve laiklikle ilgili bir konuymuş gibi tartışılabilmektedir. Benzer biçimde ara sıra "İslami sermaye" ile ilgili ürkütücü tablolar çizilmekte, büyük kampanyalarla şu ya da bu sektörde kısmi tasfiyeler gerçekleştirilmekte, ancak bu arada aynı sektörlerdeki pazarın kimin eline geçtiği gözlerden gizlenmektedir, vb. vb.
Soruları çoğaltmak mümkün ama uzatmaya gerek yok... Bu kadarlık bir gezintiyle bile görülebilen gerçek, emekçi kitleler arasında çalışma yürüten devrimcilerin her gün bir dizi soruyu yanıtlamak zorunda olduğudur; ki bu, devrimci hareketlerin de şu ya da bu konuyla ilgili olarak sık sık "tutum belirlemesi" yapma göreviyle karşı karşıya kaldığı anlamına gelmektedir.
Ancak devrimci sosyalizm açısından asıl sorun bu kadarla sınırlı değildir. Çünkü sorunun günlük gelişmeleri aşan daha genel ve köklü bir yanı da vardır ve güncel gelişmeler karşısında sık görülen yalpalamaları önleyecek bir eksen ihtiyacı kendini dayatmaktadır. Böyle bir temel kriterler sistemi sağlamca inşa edilmediğinde, son zamanlarda sosyalist çevrelerde sık sık görülen uçlara savrulma eğilimini aşabilmek mümkün değildir.
İlk sayısından bu yana yeni tarihsel sürecin temel unsurlarını irdeleyerek yayın hayatını sürdüren Sosyalist Barikat, hatırlanacağı gibi bu arada aynı sürecin öne çıkardığı bazı yeni çatışma ve sorun alanlarını da ele almakta ve bu konularda temel kriterleri ortaya koymaktadır. 90 sonrası sürecin gitgide kronikleşen sorun alanlarından "ulusal sorun"la ilgili olanını 10. sayımızda irdelemiş ve geçen dönemden çözülmeden günümüze gelen sorunların yol açtığı kargaşayı Marksizm-Leninizmin klasik referanslarının eşliğinde ele almaya çalışmıştık. Aynı sürecin önümüze çıkardığı bir başka karışık alanı da bu sayımızda ele alacağız ve bunu yaparken de yine günlük olgulara tek tek yanıtlar arama yerine öncelikle sorunun genel çerçevesini irdelemeyi tercih edeceğiz.

Temel Soru: Zayıflaması Gereken Neden Güçleniyor?
Sorunun genel çerçevesine bakmak istediğimizde, işe son yıllarda bütün devrimci sempatizanların zihninde ciddi bir yer işgal eden en temel soru ile başlamak zorundayız: Kaba pozitivist anlayışa göre bilimlerin ilerlemesi ve evrenin sırlarının bir bir çözülmesiyle birlikte kendiliğinden güç yitirmesi ve nihayet erimesi gereken dinsel düşünce nasıl oluyor da olağanüstü bilimsel sıçramalarla geçen bir yüzyılın sonunda yeniden bir yükseliş tablosu çizebiliyor? Nasıl oluyor da, 2000'lerin başında, özellikle Ortadoğu coğrafyasında (ve Türkiye'de) milyonlarca emekçi, "çağdaş" dünyanın bütün normlarına sırt çevirerek yeniden dinci partiler ve örgütlere yönelebiliyor?
Bu ciddi bir sorudur; çünkü bu ülkede on yıllardır yetişen devrimci insanların çoğu, materyalist felsefe üzerine en temel gıdalarını alırlarken aynı zamanda yukarıda sözünü ettiğimiz pozitivist yaklaşımı da benimsemişler, böyle bir anlayışla dinsel düşüncenin kökenleri üzerine düşünürlerken her zaman "bilgisizlik" ve "korku" unsurlarına daha fazla öncelik vermişlerdir. Dolayısıyla, dinin kaynağı, insanın kendisi ve çevresi üzerine bilgisizliğiyse eğer, bilimlerin-teknolojinin ulaştığı her gelişme evresinde, evrene ve insana ait bilgi eksikliklerinin giderildiği her yeni buluşta, materyalist dünya görüşünün kendiliğinden bir şekilde güç kazanacağı ve dinsel hurafelerin gerileyeceği varsayımı kendi içinde tutarlı bir yaklaşım olarak genel kabul görmüştür. Nihai olarak bu kabul, "gericilik"le "cehalet" arasında doğrudan bir ilişki kuran, "cehalet"in sona erdirilmesi yoluyla "gericiliğin" de hakkından gelineceğini varsayan "Aydınlanma" düşüncesine ve bu düşüncenin Türkiye'deki çarpılmış versiyonuna denk düşen eski "eğitim" zihniyetine de uygundur. Daha doğrusu zaten kökeni orasıdır. Dolayısıyla özellikle bu eğitim sürecinden geçmiş eski kuşaklardan Türkiye'li devrimcilerin çoğunun (ki bunların çoğu "ilerici öğretmen" ile "ağa-imam" karşıtlığına dayanan romanlarla büyümüşlerdir) dinci hareketin bugünkü canlanışını şaşkınlıkla karşılamaları doğaldır.
Olguya bir yönünden bakıldığında, esasında bu yaklaşım temelde çok yanlış değildir. Gerçekten de birbirini besleyen unsurlar olarak bilgisizlik ve korku, tarihin başlangıcında insanın manevi dünyasını biçimlendiren temel faktörlerdir. Topluluk halinde yaşadığı halde aslında doğanın korkunç güçleri karşısında zayıf ve çaresiz olan insan, kendisine bütün felaketleri ve yaşamsal kaynakları sunan bu kontrolsüz güçle ilişkisinde edilgendir. Böylece, tarihin henüz zifiri karanlıktan ibaret olan başlangıcında, bilginin acınası azlığı ve doğanın müthiş zenginliği arasındaki derin uçurumun, insanın beyninde bütün bu tanımlanamaz karmaşanın birileri tarafından yaratıldığı ve yönetiliyor olduğu fikrini doğurması mantıklı bir varsayımdır. İnsanın henüz çok geri bir soyutlama düzeyine sahip olduğu bu noktada söz konusu olan şey, son derece doğal korunma güdüleridir ve esasen başlangıçta tanrıların kendileri de çok doğal ve somut varlıklardır. Bu anlamda doğaya yönelik olan hayranlık ve korkunun tapınmaya dönüşmesi doğrusu bugün bildiğimiz dinsel düşünceden daha saf ve aynı zamanda daha mantıki görünür. İnsanın açıklamakta aciz kaldığı her doğa gücünü tanrılaştırması, korku ve hayranlığını bir biçimde açığa vurması ve daha sonra, soyutlama gücü geliştikçe bu doğal güçleri daha taşınabilir, sabitleşmiş nesnelerde (totemler, fetişler, vb) simgeleştirmesi de çok anlaşılabilir durumlardır.
Tanrısal varlığın daha da soyutlanıp görünmez hale sokulması ise artık tümüyle yeni bir tarihsel aşamadır ve yeni üretim-yaşam koşullarına denk düşer. Bu kez artık söz konusu olan, bütün doğal güçlerin ve bütün bilinmezliklerin toplulaştırılması ve somut nesnelerden kavramlara geçiştir. "Tek tek halkların ve halk gruplarının gelişmelerinin tarihsel aşamalarının ifadesi" (Engels, Komünizmin İlkeleri Taslağı) olan dinler, artık yeni bir aşamaya gelmişlerdir. İnsan artık ulaşmış olduğu maddi üretim düzeyi ve kültürel birikimiyle daha soyutlayıcı ve kavramsal düşünebilmekte, içindeki boşluğu bu kez daha yoğunluklu bir "yaratıcı" kavramıyla doldurmaktadır. Sayıları hayli fazla olan ve her biri ayrı doğa güçlerini kontrol eden eski tanrıların yerini, bunların bütününü yaratıp yöneten bir yeni tanrı biçimi aldığında, bu kez artık daha gelişkin ve daha zor yıkılabilir bir dinsel inanışın eşiğine geliriz. Bu kez daha gelişkin bir insanla da karşı karşıyayızdır; çevresini ve doğayı daha çok kavrayan, onun basit işleyişinden daha çok haberli olan ama bu kez de bütün bu işleyişler arasındaki bağı kavramakta zorlanan insan, bu bağı yine de "genel bir yönetici" ile doldurmaya çalışır. Bütün bu oluşların, kendisinden çok üstün, "yetenekleri tanımlanamaz" ölçüde soyut bir güç tarafından gerçekleştiriliyor ve denetleniyor olması onun için artık sabit bir veridir.
Buraya kadar söylediklerimiz kuşkusuz materyalist anlayış açısından son derece mantıklıdır ve bilimsel düşünceye de uygundur. Ve eğer durum gerçekten böyleyse, olguyu açıklamak için bu kadarı yeterliyse, dinsel düşüncenin tarihin başlangıcından bugüne dek uzanan çizgisinin her gün biraz daha aşağıya doğru düşmesi de mantıkidir. İnsan düşüncesinin buzul çağında doğmuş olan dinsel dogma, bu düşüncenin uzayı bile aştığı bir noktada, erimelidir. Özellikle insan eliyle gerçekleştirilmiş mucizelerle dolu olan 19. ve 20. yüzyılın ardından insanın doğa ve evrenin yapısı üzerine olan bilgisi en üst noktaya ulaşmışken her çeşit hurafenin tarihe gömülmesi, beklenen bir sonuç olmalıdır.
Ama işte sorun zaten buradadır. Meseleyi salt "bilim-din", "bilgi-bilgisizlik" ikilemi içine sıkıştıran ve neredeyse yapısalcı bir yöntemle tarihsel arka planı gözetmeyen bu anlayış, aslında durumu kavrayamaz. Yalnızca irdelediği olguyu dikkate alan, onun başka birçok olguyla birlikte içinde devindiği genel süreci, yani tarihsel gelişimi ve diyalektik bütünlüğü gözardı eden bir yaklaşım, insanlık tarihinin bu kadar önemli bir aktörünü anlamakta yetersiz kalır. Çünkü hayat, bu kadar dar bir ikilemin içine sığmaz ve insanın en üstün teknolojileri geliştirip maddenin en küçük parçacıklarının işleyişini kavramaya başladığı bir süreçte bile sınıfsal toplumsal ilişkilerin seyri, politik-kültürel ihtiyaçlar, değişik kırılma noktalarında dinsel düşüncenin yeniden şahlanışlarına izin verebilir.


Bir Üstyapı Kurumu Olarak Dinsel Düşünce

Her şeyden önce, 2000'lerin olağanüstü koşullarından da bağımsız olarak üstyapı-altyapı ilişkileri ve bu arada dinsel düşüncenin seyrinin mekanik olarak anlaşılamayacağını söylemeliyiz. İnsanların maddi yaşamları ile düşünceleri arasındaki ilişki düz değildir ve insan düşüncesi, onun maddi yaşantısının doğrudan bir yansıması olarak meydana gelmemektedir. Burada devreye gelenekler ve kuşaklar boyunca akıp gelen manevi kalıpların yanında, egemen sınıf tarafından kontrol edilen ideolojik üretim araçları da girmekte ve düşünsel alan, her geçen gün daha da geliştirilen bütün bu araçların labirentinden geçerek, bu labirent içersinde çarpılarak oluşmaktadır. Ayrıca aynı süreç, bir "özerklik yanılsaması"nı da üretmekte, böylece çoğu kez, üstyapı kurumları, zaman içersinde kendi kökenlerinden ve oluştukları ilk koşullardan bağımsız göründükleri bir noktaya ulaşmaktadırlar. Sözgelimi hukuk kuralları da böyledir. Ciltler dolusu yasalara dönüşen hukuk kuralları, zamanla artık doğmuş oldukları sınıfsal güç ilişkileri alanından "özerk"miş gibi görünürler ve sıradan insanlar, hatta uygulayıcılar için bile kökenle ilgili sorular çok bulanık bir örtünün altında kalır. Kuşaktan kuşağa akıp giden gelenekler ve eğitim sonucunda bugün varılan noktada sınıfsal özü birebir açığa vuran çok çarpıcı örnekler dışında hukuk, ezelden ebede var olan ve var olmak zorunda olan (olduğu sanılan) soyut bir nitelik kazanır.
Dinsel düşünce alanında da, başlangıçtaki kökenler ne olursa olsun, kuşaklar boyunca devam eden eğitim ve akıp giden gelenekler, kültürel biçimlenişler yoluyla insanların artık onu kendilerinden önce varolmuş ve varolacak, öyleyse kabulü de zorunlu bir olgu olarak görmeleri durumu ortaya çıkar. Yani, zaman içerisinde, dinsel düşünce ve iman etme durumu öğrenilmiş bir tavır olarak işlevini yürütür ve tek tek her insanın tanrının varlığını tartışıp tartışmamasından bağımsızlaşır; çünkü her tek insan bu kültürel genlerle birlikte büyüyüp erişkin hale gelir. Aynı zamanda bir kurumlar, törenler, tekrarlanan davranışlar silsilesi olan din, giderek hatta (Hıristiyan dünyasındaki çilecilerin, Doğu dünyasında ise tasavvufçuların yakındıkları gibi) "tanrı"nın kendisinden de uzaklaşarak bir sosyal olgu, yerleşik bir toplumsal klişe haline gelir. Artık, varlığı sorgulanmayan, sorgulanması da zaten dinsel düşüncenin kuralları tarafından yasaklanmış bir ön kabul vardır. Zaten, bütün dinsel düşünce biçimlerinin en temel öğesi, kendisini tartışma dışına çıkaran tavrıdır. Küçük ayrıntılar üzerinde tartışmaya kısmen izin veren dinsel ideolojiler, sorunun asıl temeli olan "ilahi bir yaratıcının varlığı-yokluğu" sorununu hiç bir biçimde tartışmaya yanaşmazlar ve kendilerini de bu tabunun kuşaklar boyu aktarılmasıyla görevli sayarlar.
Bu açıdan, tarihin ve bilimlerin gelişmesi yükselen bir çizgi izlese bile, bu gelişmenin birebir şekilde, kendiliğinden dinsel düşünceyi geriletmesi pek mümkün değildir. Bu çok düz bir varsayımdır. Hatta öyle ki, dinin, onu doğuran kökenlerin tümüyle yitip gitmesi halinde bile daha uzun bir süre varlığını devam ettirmesi beklenmelidir ve zaten evrenin eksiksiz bir kavranışı hiçbir zaman tam olarak gerçekleştirilemeyeceği için, içine tanrısal inancın sığabileceği bir boşluk uzunca bir süre hep mevcut olacaktır. Tarihsel ömrü sınırlı olan bir üretim biçiminin bile, ortadan kalktıktan çok sonra üstyapısal varlığını, ideolojik kalıntılarını uzun süre sürdürebildiği düşünülürse, neredeyse insanlığın tarihiyle yaşıt olan dinsel düşüncenin insan beynindeki mevzilerini öyle pek kolay terk etmeyeceğini tahmin etmek çok zor değildir.
Kaldı ki, süreç içersinde olağanüstü sıçramalar gerçekleştirmiş olan bilimler de, -kapitalist koşullar altında- hiç de beklenildiği gibi boş inancı gerileten bir etki yaratmamışlardır. Teorik olarak kendine güveni ve iyimserliği üretmesi gereken teknolojik gelişme, çoğu durumda büyük bir düş kırıklığını ve yabancılaşmayı beraberinde getirmekte, kâr hırsıyla insanı bütünüyle dışlayan, onu ezip tüketen bu "ilerleme" biçimi içe kapanma eğilimlerini de güçlendirmektedir. Burada, yalnızca gelişen üretim teknolojisi içindeki o büyük emek yabancılaşmasından söz etmiyoruz, o zaten işin temeli ve biliniyor. Ama daha önemlisi, kapitalist teknolojik gelişmenin en uç biçimlerinin, insanlığın sorunlarını gerçekten çözmek bir yana, korkunç sosyal uçurumları daha da derinleştirici bir etki yaratmasıdır. Örneğin tıpta, uzay teknolojisinde ya da silah sanayisindeki baş döndürücü gelişmeler, geçen yüzyıl içersinde, ne açlıktan kaynaklanan toplu ölümlerin bir parça olsun önüne geçebilmiş, ne de korkunç bir yoksullaşmayı durdurabilmiştir. Bilimlerin ve teknolojinin insanın en temel ihtiyaçlarına değil de, kapitalist kâr hırsının hizmetine (çoğu kez de yıkım araçlarının geliştirilmesine) koşulması, 20. yüzyıl boyunca milyonlarca insanın mutsuzluğu anlamına gelmiş ve bu yüzyıl, bilimlerin en parlak gelişmeleri ile insanlık tarihinin en korkunç katliamlarını bir arada görmüştür. Doğal olarak, hem bu kanlı bellek, hem de dünyanın uçurumlara bölünmüş bugünkü manzarası, bilim konusunda da büyük bir karamsarlığı beraberinde getirmektedir. Hatta teknolojinin en uç boyutlarını yakalayan ABD gibi başlıca kapitalist ülkelerde de milyonlarca insanın "evsizler sınıfı" denebilecek ölçüde büyük bir topluluk oluşturması ve öte yandan tüketim toplumunun anaforundan savrulmuş tortu tabakaların uyuşturucu, vb. gettolarını yaratmış olmaları en can alıcı çelişmeleri belirlemektedir.
İşte 21. yüzyılın insanı böyle bir dünyanın içinde kendine çıkış yolları aramaktadır. Yaşamı kolaylaştırmayı ve insan soyunu yüceltmeyi değil, kârların azamileştirilmesini gözeten kapitalist teknoloji, insanın ruhunu öylesine teslim alıp çürütmüştür ki, adeta onu şu bildiğimiz ilkel insanın yalnızlığına sürüklemiştir. Kocaman kentlerin ve sanayi komplekslerinin içinde sürüler halinde yaşayan ama öte yandan olağanüstü düzeyde tecride ve atomizasyona uğratılmış insan, korkunç bir yalnızlığın bütün travmalarını bir arada yaşamaktadır. Sistem, insanın geleceğini ve bugününü çalmıştır, onu çevresinden ve ait olabileceği toplumsal ilişkilerden de giderek soyutlamıştır. Kaba maddi çıkarı bütün insani değerlerin önüne kesinlikle geçiren sistem, insani özün üzerine öyle büyük çöp yığınları biriktirmiştir ki, gelecek toplumsal düzenin kaygısını duyan sosyalistler açısından bile bu özün yeniden ortaya çıkarılıp canlandırılması çok ciddi bir problem haline gelmiştir..
Üstelik, bilimlerdeki ve teknolojinin seviyesindeki olağanüstü gelişmeler, kapitalist sistemin temel niteliğinden ötürü, insanın doğal çevresinin de tükenmesini beraberinde getirmiştir. Teknolojideki dev gelişmeler, doğal ortamın büyük ölçüde tahrip edilmesi pahasına gerçekleştirilmiş, dolayısıyla özellikle son çeyrek yüzyılda artık çıplak gözle de görülebilir bir biçimde dünyanın geleceği tehlike altına sokulmuştur. Ki, bu da, bilimlerin insanın mutluluğuna yol açması gerektiği inancını zayıflatmış, böylece dinsel düşünce ile modernliğin gelişmesi arasındaki hesaplaşmada bir kayıp puan olmuştur.
Kaldı ki, kapitalist sistem koşullarındaki teknolojik gelişim, insanların bilimle kurdukları ilişki açısından da başından beri derin bir çelişkiyi içermiştir. İnsanı teknolojinin piyasaya dönük sonuçları olan malların tüketicisi konumuna düşüren, ama aslında onu bilimin kendisinden uzakta bırakan bir başka yabancılaşma türü de kapitalizmin ayrılmaz parçasıdır. Öyle ki, sonuçta varılan insan tipi, bilimlerin gelişmeleriyle salt tüketici düzeyinde ilişki kuran ama hiç bir zaman bilimi yaşamayan, onu kendi hayatının bir parçası olarak algılamayan insan tipidir.

Tarihsel Bağlamda Dinsel Düşünce: Düşüş ve Yükselişler
Sonuç olarak denilebilir ki, insana ait bütün diğer sorunlar gibi dinin iniş-çıkışları sorunu da tek yönlü ve basit varsayımlarla ele alınamaz. Bilgisizlik ile dinsel düşüncenin etkinliği arasına bir paralellik koymak, sorunun yalnızca bir cephesini anlamamıza yardımcı olabilir, hepsi o kadar. İşin başka cephelerine baktığımızda ise insan düşüncesinin evrimini ve bu evrimin içinde gerçekleştiği sınıflar mücadelesi tarihini ele almak zorunluluğuyla karşılaşırız.
Bu tarih içinde emperyalist çağ çok özel bir yer işgal eder. Çünkü,emperyalist çağ, bir anlamda geriye dönüşler çağıdır ve büyük burjuva devrimleri döneminde öne çıkarak dinin etkinliğini büyük ölçüde gerileten akılcı-bilimsel düşünce de bu gericilik dalgasından nasibini almıştır. Burjuva devrimleri sürecinde kendisi de yarı yarıya ateist olan burjuvazi, iktidarı alıp sağlamlaştırdıktan sonra giderek her konuda olduğu gibi bu konuda da geriye çark etmiş, bir yandan kapitalist üretimin işleyişini tamamen dünyevi, "materyalist" bir tarzda yürütürken, diğer yandan dinin emekçi yığınlar üzerindeki etkisini fark ederek sistemin işleyişini bozmayacak "ayarlama"lara yönelmiştir. Burjuva devrimlerin uğruna kan dökülen laiklik ilkesi, sonraki süreçte yeniden tanımlanmış, böylece dinin devlet ve dolayısıyla ekonominin işleyişi üzerindeki etkisi süreç içerisinde geri dönülemez bir biçimde tırpanlanırken, artık bu gerçeği "hazmederek" hizaya gelmiş bulunan dinsel kurumlar himaye edilmiş, bir zamanlar hedef tahtasına konulan Kilise bu kez yoksulların tepkilerini yumuşatan bir olgu olarak yeniden öne çıkarılmıştır. Bu kez daha şatafatlı bir biçimde ama sadece sosyal-kültürel hayatta etkili olan yönüyle... Yani artık karşı karşı karşıya olduğumuz şey, çarmıha kimin nasıl çakıldığının ötesinde, tümüyle sosyo-kültürel ve politik bir olgudur. Bu artık aynı zamanda ölümcül bir çelişkinin de işaretidir: Emekçi kitlelerini büyük birimler halinde bir araya getirerek onların hayata ve kendi geleceklerine müdahale etmelerinin, kendi öz güçlerine güven duymalarının önünü açan kapitalizm, bir yandan da edilgenlik öğütleyen bir ideoloji olarak dini muhafaza etmekte, hatta bir önceki dönemde bizzat kendisi tarafından yıpratılmış olan yaldızlarını parlatıp öne çıkarmaktadır. İş başka ülkelerin sömürülmesine geldiğinde ise durum çok daha açıktır: Bir yandan metropol kiliselerini sömürge topraklarına yönlendirerek beşinci kol gibi kullanan emperyalizm, diğer yandan ise girdiği ülkedeki "en gerici unsurlarla" işbirliği yaparken laikliği aklına bile getirmemektedir. İster metropolde isterse sömürgede olsun bütün amaç, emekçi yığınlarının kendi geleceklerini belirlemelerine engel olmak, onların bu geleceği "tanrının ellerine" terk etmelerini sağlamaktır.
İşte bu noktada, dinsel düşüncenin tarihsel serüvenini izlerken kullanmamız gereken anahtar kavramı yakalıyoruz: Kendi kaderine, geleceğine hakim olup olamamak... Ya da başka bir deyişle tarihin öznesi olup olamamak...
Bu bağlamda, Victor Hugo'nun "bilim her konuda ilk sözü söyler, ama hiçbir konuda son sözü söylemez" belirlemesi belki de her şeyden çok din-bilim ilişkisi için geçerlidir. Bilim dinsel dogmaların temellerini ortadan kaldıran nesnel, somut verileri sunar. Ancak bu, dinsel dogmalarla mücadele için sadece ilk kalkış noktası olabilir. Son söz ancak devrimci toplumsal hareketlerin uzun mücadeleleri ile söylenebilir.
Gerçekten de sınıflı toplumların tarihine biraz dikkatle bakıldığında, dinsel düşüncenin gerileme dönemlerinin özellikle büyük toplumsal kaynaşma süreçlerine denk düştüğü görülür. Bu çok basit bir nedenden ötürü böyledir; çünkü bu dönemler insanın kendi iradesini en çok kullandığı ve hayata en çok müdahale ettiği dönemlerdir. Bu açıdan bakıldığında Avrupa'daki en büyük köylü isyanlarının aynı zamanda katı dinsel tutuculuğa yönelmesi ya da örneğin büyük Anadolu ayaklanmalarının hemen tümünde daha özgürlükçü bir dinsel yorumun hakim olması ve hatta bu ayaklanmalarda İslam dışındaki dinlerden yoksulların da yer alması rastlantı değildir.
1789 ile simgelenen büyük burjuva devrimleri dönemi ise daha önce anlattığımız gibi en tipik örnektir; burjuvazinin önderliğinde ayaklanan kitleler, Ortaçağ'ın zifiri karanlığından sonra öyle bir aydınlık sürecin kapılarını açmışlardır ki, papazlık, uzunca bir süre Paris sokaklarında "gizlenmesi gereken" bir meslek olmuştur. Kilisenin yüzyıllar boyunca hatırı sayılır mülkleri elinde toplaması ve yozlaşarak ticarethaneye dönmesinin yarattığı nefret, yığınların özne olma bilinciyle birleşmiş ve Hıristiyanlık, tarihinin en büyük gerileme dönemini yaşamıştır.
Daha sonra Avrupa'da 1800'lerin ortalarında başlayıp Komün'e dek devam eden ayaklanmalar ve devrimler dönemi de benzer bir nitelik gösterir. 1917 ile açılan yeni çağ ise bütün önceki alt üst oluşları geride bırakacak ölçüde çarpıcıdır ve büyük emekçi yığınlarının kendi kaderlerine el koymaları olgusu ilk kez bu kadar açık ve kalıcı niteliktedir. Milyonlarca insan, büyük bir özgürleşme hareketi içersinde devinirlerken zihinlerindeki prangalardan da kurtulmuşlardır. Ancak bu kez olayın etkisi dünya çapında olmuştur. Ekim Devrimi, bütün dünya emekçilerinin ve ezilen halklarının önünde somut, elle tutulur bir örnektir ve insanın kendi kaderine hakim olamayacağı, evrendeki bütün olayların ilahi bir güç tarafından yönetildiği yolundaki düşünceye uluslararası boyutta ağır bir darbe vurmuştur. Aynı zamanda bu büyük alt üst oluş, burada, yani yaşadığımız gerçek dünyada da adil bir üretim-paylaşım düzeninin mümkün olduğunu göstererek yoksullara yalnızca öteki dünyada "adalet" ve "mutluluk" vaat eden dinsel düşünceyi kapsamlı bir sarsıntıya uğratmıştır. Rusya'da ve bütün dünyada milyonlarca insan, tabii ki dinsel düşünceden bir çırpıda ve bütünüyle uzaklaşmamışlardır ama artık materyalist dünya görüşlerini hiç saklamamış olan komünistlerin peşinden gitmekte de tereddüt göstermemektedirler. Hatta bilindiği gibi Ekim Devrimi'nden sonraki yıllarda Doğu halklarıyla ilgili bir dizi kurultay, kongre yapılmış ve bu platformlarda İslami düşünceyle sosyalizmi uzlaştırma girişimlerine de, vb. rastlanmıştır.
Daha sonra gelen inişli çıkışlı devrimci süreçler de aynı özellikleri gösterir. Ama özellikle III. Bunalım Dönemi'nin devrimci kabarış süreci olan 1960'lar bu bakımdan sözünü etmeye değerdir. Bu süreçte özellikle yeni-sömürgelerde emekçi yığınlar büyük topluluklar halinde kendi kaderlerini değiştirmek için hareket halindedir; bu durum, bir yandan dinin toplumsal etkisinde ciddi gerilemeler yaratırken, öte yandan da bu büyük altüst oluşların içinde tümden eriyip gitmek istemeyen dinsel düşünce yer yer kendini reforme etmek zorunda kalmıştır. Anti-emperyalist mücadelelerin daha çok öne çıktığı yeni-sömürge ülkelerin çoğunda dinsel akımlar tanrısal emirler arasında "zalimlere boyun eğmemek"le ilgili olanlarını daha çok "keşfetmişler" ve toplumsal süreçten tümüyle kopmama kaygısına (kimi örneklerde oldukça samimi bir biçimde) düşmüşlerdir. Latin Amerika'daki "Yoksulların Kilisesi", İran'da "Halkın Mücahitleri" gibi akımlar bunun en somut örnekleridir.
Kısacası bu dönemler, dinsel düşüncenin hem çok zayıfladığı hem de yer yer devrimci güçlerin etki alanına girdiği dönemler olmuştur. Çünkü, bu dönemler aynı zamanda insanın kendine en çok güven duyduğu, tarihin canlı bir parçası olarak büyük oranda özgürleştiği dönemlerdir. Kuşaklar arasındaki en derin uçurumlar bu süreçlerde açılmış ve yerleşik gelenekler en çok bu süreçlerde sarsıntıya uğramıştır.

Yeni Tarihsel Süreç: Gerilemenin Yarattığı Boşluğun Doldurulması
Ve elbette, bunun tam tersi de doğrudur. İnsanın mücadele içersinde özgürleşerek kendi özgüvenini kazandığı dönemler nasıl dinsel akımı zayıflatıyorsa, bu mücadelenin gerilediği dönemler de aynı dinsel akımları (başka bir çok eğilimle birlikte) canlandırmıştır.
90'larla birlikte başlayıp günümüze dek uzanan süreç, bu bakımdan tarihin büyük laboratuvarında söz konusu olguyu en çarpıcı örnekleriyle izleyebildiğimiz bir deneye benzemektedir.
Hatırlanacağı gibi, Sosyalist Barikat'ın ilk sayısında yeni tarihsel sürecin insan manzarasını çok kabaca şöyle özetlemiştik: "1990'ların gerici değişim ve yeniden biçimlenme süreci insanlığın bütün varoluş biçimlerinde ifadesini derin bir krizle bulmuştur. Sistemin yarattığı insan tipi ve ilişkileri, biçim ve öze ilişkin nüanslardaki kimi farklılıklara karşın, esas olarak insanlığın bugüne değin yarattığı ileri insani değerlerden kopmuş, etik yoksunu, kimliksizleşmiş, kişiliği parçalanmış, geleceksizleştirilmiş, bilimi ve aklı dışlayan savruluşların girdabında çürüyen yozlaşmış insan ve ilişkileridir." (Sosyalist Barikat, Sayı:1, Tek Yol Devrim Tek Yol Devrimci Yenilenme)
Bu, açık ki, bir çöküş manzarasıydı. Yetmiş yıllık sosyalist emeğimiz, biz onun şu ya da bu dönemini nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, dünya halkları açısından "sosyalizm"le özdeşleştirilmiş olan bu büyük deneyim çöktüğünde, ortaya çıkan manzara karanlıktı. Genel bir gericilik dönemi, postmodern ideolojik saldırıyla da desteklenen umutsuzluk ve parçalanma eğilimi, çığırından çıkmış küresel haydutluğun yarattığı pasifikasyon, kuşkusuz kalıcı olarak değil ama hiç olmazsa bir süreliğine insanın geleceğe yönelik iyimserliğinin ve kendi öz-güveninin sarsılmasına yol açmaktaydı. Kimi devrimci yapıları ve bireyleri bile savuran bu rüzgar, özellikle ilk başlangıcında sokaktaki insanı, sıradan emekçiyi ezip geçti ve insan eliyle sağlanmak istenen bir adil dünya özlemi konusunda ciddi kuşkulara yol açtı. Dünyanın bütün köşelerindeki bütün devrimciler, işçi ve emekçilerle kurdukları her ilişkide sırtlarında bir "başarısızlık" kamburunu hissettiler ve bu kuşku her adımda onları karşıladı.
Bu arada emekçi yığınları cephesinde iki eğilim bir arada görüldü: parçalanmışlık /çürüme ve bütünlük arayışı. Milyonlarca insan, hayatlarını, geleceklerini parçalayan bu vahşi sürece karşı kendi elleriyle bir barikat inşa edemeyecekleri sanısına kapıldıklarında ya da en azından bu konuda kuşku duyduklarında, hayatlarını, manevi dünyalarını bir arada tutabilecek başka bütünlükler aradılar. Madem ki bu dünyada yoksullardan yana adil bir düzen insan iradesiyle kurulamıyordu - ve işte, kurmak isteyenler de başarısızlığa uğramışlardı!-, madem ki insan hayatına yön veren büyük ideolojik akımlar şimdilik gözden düşmüş gibi görünüyorlardı -ve bu akımların savunucuları da şimdilik pek zayıftılar-, öyleyse geriye, eski bütünleyiciye yani dine geri dönülmeliydi. (Bu sonuca elbette her durumda böylesi net sorgulamalarla ulaşılmadı, çoğu durumda söz konusu olan karmaşık, bulanık savruluşlar içinde varılan bir duruş noktası oldu.) Geniş emekçi yığınlarının sosyalizme bakışı noktasında sorun çoğu kez, sosyalistlerin tezlerinin ya da programlarının doğruluğu-yanlışlığı, haklılığı-haksızlığı sorunu değildi; neoliberal vahşet sosyalistlerin doğruluğu ve haklılığı konusunda en küçük bir tereddüde bile izin vermiyordu aslında; ancak asıl sorun, sosyalistlerin bu doğru ve haklı amaçları gerçekleştirip gerçekleştiremeyecekleri, ve eğer gerçekleştirirlerse yeniden başarısızlığa uğrayıp uğramayacakları konusundaydı. Daha genel olarak durum aslında sosyalist hareketin yaşadığı ağır gerileme sonucunda geniş emekçi kesimlerle bağlarının olağanüstü ölçüde zayıflaması, onların düşünce ve günlük yaşam alanlarının dışına düşmesiydi.
Bu durum çok yönlü bir yozlaşma ve çürümenin yanında, daha yirmi-otuz yıl önce toplumsal mücadele ve özgüven duygusu karşısında gerileyen dinsel düşüncenin yeniden canlanması anlamına geldi.
Üstelik, bu canlanış, eski reel sosyalist ülke topraklarında da belli ölçülerde yayılmakta gecikmedi. Böylece, kapitalist dünya ile kıyaslanmayacak ölçüde önemli başarılarına rağmen reel sosyalist pratiğin, esas olarak sosyalizm anlayışındaki yanlışlıktan ötürü kitlelerin sürece katılımını sakatlayarak aslında bilimlerle insan arasındaki bağlantıyı da erozyona uğrattığı yeniden anlaşıldı. Öyle ki, yetmiş yıllık bilimsellik serüveninin ardından, daha idari mekanizmalar çözülür çözülmez toprağın altından dinsel eğilimler yeniden hortlamakta ve yeni kapitalist saldırıya karşı kendini koruma kaygısıyla birleşerek kısmi bir güçlenme eğilimi göstermekteydi.
Açıkça görüldüğü gibi, bütün bunlar, bilimlerin gelişimiyle teknolojik buluşların çokluğu-azlığıyla değil, doğrudan doğruya emekçi yığınlarının kendi öznelik bilinçlerinin zayıflamasıyla, yani politik durumla ilgiliydi. Yoksa, bu insanlar -belki Yağmur Ormanları'nda arada sırada bulunan yepyeni birkaç kabile dışında!- dünyanın genel bilimsel ve teknolojik, vb. gelişme temposunu hiç bilmeyen insanlar değillerdi; tersine sözünü ettiğimiz insanlar, bir yüzyıl önceki dedelerinin hayal bile edemeyeceği araç gereçler ve bilimsel bulgularla kendi günlük hayatlarında her gün karşılaşmaktaydılar.

İslami Canlanışın Özgüllüğü
Ancak burada genel olarak dinsel düşüncenin canlanmasından söz edersek, bugünün gerçeğini tam anlatmamış oluruz; çünkü bugünün dünyasında esas yer tutan -ve bizi daha çok ilgilendiren- dinsel unsur İslamiyettir. Şüphesiz emperyalist metropollerdeki tuhaf tarikatlar ve misyonlar bu süreçte belli bir canlanma yaşamış olabilir ama konumuz açısından asıl sorun alanı Doğu'nun uçsuz bucaksız dünyası ve İslamiyettir.
Yukarıda çizdiğimiz çerçeve içersinde bu kolayca anlaşılabilecek bir olgudur. Özellikle manzaraya dünyanın yoksulları cephesinden baktığımızda, bu cephenin kalbinin emperyalizm tarafından iliğine kadar sömürülmüş ve sömürülmekte olan bölgelerde attığını görmek zor değildir. Bu bölgelerde ise Hıristiyanlık, daha çok sömürgecilerin dini olarak zihinlerde yer tutmuştur ve çoğu kez batılı dünyayı simgeleyen bir niteliğe sahip olmuştur. Buna karşın Müslümanlık ya da en azından onun bazı yorumları -sosyalist hareketin genel gerileme koşullarında- emperyalist saldırıya karşı bir tutunma noktası olarak öne çıkmıştır. Zaten öteden beri kendi dinini ve ülkesini "haçlı" tehdidi altında gören milyonlarca insan, başka bir alternatifin kendisini güçlü olarak duyuramadığı koşullarda tepkileri için oldukça uygun bir kanal bulmaktadırlar. Hatta sadece Doğu'da değil, emperyalist ülkelerde de, örneğin ABD'de, muhalif kimliklerin çoğu kez İslami inanışla örtüşmesi rastlantı değildir.
Burada, emperyalizmin ideologları tarafından ortaya atılan ve Türkiye'deki tuzu kuru küçük burjuva solcularının dolaylı olarak benimsedikleri "uygarlıklar çatışması" gibi açıklamalar bir anlam ifade etmez. Bu tür tezlerden hareket ederken bir yandan da sırtını Kemalizme vererek ulaşılan "çağdaşlık-çağdışılık" normları ve bu normlardan hareketle olup biteni "yobaz topluluklarının çağdaş Batı dünyasına karşı direnişi" biçiminde açıklamak, siyasi ahmaklık değilse eğer, Washington politikalarına eklemlenmektir. Çünkü her şeyden önce burada çatışmanın diğer ucunu oluşturan emperyalizmle "çağdaşlığı-ilericiliği" bir arada düşünmek mümkün değildir. Söz konusu olan şey, yalnızca şimdi değil, yüzyıllardan beri, dizginlerinden boşanmış azgınca bir sömürü ve vahşettir, dünya ve Ortadoğu halklarının kanını-iliğini kurutan büyük bir hırsızlık öyküsüdür. Dolayısıyla, "muasır medeniyetler" demagojisiyle çatışmanın bir ucuna "Batı uygarlığı"nı koymak, böylece bir yandan emperyalist haydutlar düzenini kutsarken, öte yandan da, bu düzene karşı oluşan tepkileri "çağdışı akımlar" diye geniş bir çuvalın içine tıkıştırmak, (ki bilindiği gibi sosyalistler de aynı "çağdışılar" çuvalına "popülizm"le yaftalanarak konmaktadır) düpedüz emperyalizmin hizmetine koşulmaktır.
Ve tabii bu arada, söylemeye bile gerek yok, "uygarlık" denilen olguyu yalnızca bugünkü kapitalist dünya ile özdeşleştirmek, tarih bilimi açısından da entelektüel bir ahlaksızlıktır. Uygarlık denilen şey, yaşamın tümünün kuruluş biçimidir ve binlerce yıllık bir zincir üzerinden anlaşılabilir. Batı uygarlığı ise bir yanında "Aydınlanma"yı (ki bu 20. yüzyılda yalnızca tarihsel bir motif haline gelmiştir) diğer yanında en vahşi sömürgeciliği ve en insanlık dışı yabancılaşma biçimlerini kapsayan bir olgudur. Kapitalizmin doğuş çağı da bu kapsamın içindedir, emperyalizm de… Sosyalizm ise, evet tarihsel dayanaklarını kapitalizmde, yani Batı uygarlığı içinde bulmuştur ama onun bir parçası değildir; onun ve bugüne dek var olmuş bütün uygarlık biçimlerinin devrimci eleştirisi ve aşılmasıdır. Emekçilerin tek seçeneği olan sosyalist uygarlık, bu anlamda ne Batı'nın ne de Doğu'nundur; o, evrenseldir. Bu nedenle dünyanın bütün köşelerinde milyonlarca emekçinin kurtuluş umudu olmuştur.
Ayrıca, eklenmeli, bazı yeni-sömürgelerde on yıllarca saltanat sürmüş en zalim işbirlikçilerin (ki onlar bir anlamda "Batı" normlarını temsil eden yöneticilerdir!) aynı zamanda dinsel kuralları da ihlal eden ahlaksızlar olması konunun bir başka yönüdür. Örneğin Ortadoğu ve Uzakdoğu'nun en şöhretli ABD işbirlikçileri ve en kanlı zalimleri olan İran Şahı Pehlevi ile Filipin diktatörü Marcos'un aynı zamanda tarihin gördüğü en büyük hırsızlar olmaları, yoksulların dünyasında son derece anlamlı olmuştur. Birincisinde solun parçalanmışlığı ve inisiyatifsizliği gibi faktörlerin de etkisiyle zulme karşı isyan İslami bir renk kazanmış, ikincisinde ise İslamcı gerilla örgütleri her zaman belli bir güç sahibi olmuşlardır. Bugünkü Kemalist "laik"lerin, on yıllar süren kanlı bir zalimlikten sonra Tahran Havaalanı'nda Humeyni'yi bir peygamber gibi karşılayan bir milyonu aşkın İranlının ne hissettiğini anlaması mümkün değildir; hatta onlar sırf Batılı normlar uğruna Ortadoğu'nun gördüğü en aşağılık rejimi olan Şah rejiminin devamından yana bile olabilirler; ama bütün bunlar gerçektir ve bu gerçek birkaç ay sonra Humeyni'nin de bir zulüm dönemi başlatmasına rağmen değişmez. Çünkü gerçek, boşluk tanımaz; boşluk her zaman bir güç tarafından doldurulur.
Öte yandan, dinsel yükselişi, özel olarak da İslami akımın genel yükselişini türlü çeşitli komplo teorilerine bağlamak da sorunun özünü görmemizi engeller. Bugünlerde bir yerlerden "yeşil kuşak" diye bir şey duymuş olan herkesin bütün süreci kolayca CIA'nın yönlendirmesine bağlaması pek moda olsa da gerçeği tam olarak açıklamaz. ABD emperyalizminin III. Bunalım Dönemi boyunca "yeşil kuşak" projesiyle sosyalist uyanışa karşı Ortadoğu'daki İslami rejimleri ve örgütleri desteklediği bilinmeyen şey değildir. Bu taktiğin Türkiye'deki somut örneklerini yakından bildiğimiz gibi özellikle Afganistan'daki CIA faaliyetleri ve Bin Ladin'in geçmişi, vs. de artık herkesin malumudur. Ancak, bütün bunlardan hareketle bugünkü durumu basit bir biçimde "işsiz kalmış ya da kontrolden çıkmış ajanların faaliyeti" olarak tanımlamak sorunu aydınlatmaz.
Her şeyden önce, emperyalizmin "yeşil kuşak" taktiğinin artık sona ermiş olduğu doğru değildir. Söz konusu olan şey, yalnızca bir biçim değişikliğinden ibarettir. ABD emperyalizmi bugün "yeni dünya düzeni" ile uyumlu olmak, yani "pazarı daraltmamak" ve "çıbanbaşı olmamak" gibi basit iki altın kurala uygun davranmak koşuluyla dünyadaki bütün şeriatçı rejimlerle işbirliğine hazırdır. Zaten Malezya, Suudi Arabistan, Afganistan gibi bir çok yerde olan da budur. Asıl sorun, şu ya da bu ülkeyi yöneten kastın dinsel düşünceye bağlılığı değil (ki bu açıdan bakıldığında ABD'nin saldırdığı Saddam İslamcı değildi, Afganistan'da işbaşına getirdiği kuklaları ise Taliban'dan daha az yobaz değildir), emperyalist sisteme bağlılığındadır, Amerikan yeni-sağı tarafından çizilen "şer cephesi" tablosu da (Saddam Irak'ı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba, vb.) tam bu ölçüte göredir. Barbar, dinci fakat ABD kuklası Suudiler ya da diğer işbirlikçi şeriatçı rejimler ise koruma altındadır.
Dolayısıyla, emperyalizmin Lenin tarafından ısrarla altı çizilen en temel niteliği, yani "girdiği ülkedeki en gerici güçlerle işbirliği yapması" bugün de geçerlidir.
Ayrıca, Doğu dünyasındaki bugünkü büyük kaynaşmayı sadece "işsiz kalmış ajanlar"ın marifeti olarak görmek, milyonlarca insanın yanlış bir kanala akmakta olan büyük öfkesini ve adalet isteğini anlamamak demektir. Halkların duyguları ve istemleriyle bir zaman diliminde bu duygulara tercüman olan siyasal yapıların niteliğini birbirine karıştırmak devrimci mücadelede her zaman büyük bir kusurdur. Bunu anlamak, söz konusu yapıların gerici-katliamcı niteliklerini yok saymak ya da hoş görmek değildir; devrimci sosyalizm bu konularda zaten bir tereddüt yaşamamaktadır; ancak gözünü ön cephedeki sakallı birkaç kişiye dikip geride duran ve sınıfsal bir öze sahip olan büyük patlama potansiyelini görmemek, üzerinde devindiğimiz toprakların kimyasından habersizliktir. Bu topraklardaki insanlar, kendi yoksulluklarının sebebi olarak gördükleri emperyalizme karşı ancak devrimci sosyalist hareketler tarafından açığa çıkarılıp doğru biçimde yönlendirilebilecek olan bir öfke potansiyeli taşımaktadırlar ve bu durum onların şu andaki dinsel inanışlarından bağımsız bir olgudur. Bu öfkenin kör şiddet patlamalarıyla kendini açığa vurduğu her noktada hemen "teröre karşı" tumturaklı lafların arkasına sığınmak ve Pentagon'da imal edilmiş "laiklik" şemsiyelerinin altına girmek, durumu anlamamıza hiç yardımcı olmaz.
Sonuç olarak; dinci hareketin son on yılı aşkın süredir yaşadığı yükseliş anlaşılmaz değildir ve her ülkedeki özgül farklılıklara karşın esas olarak 1990'dan itibaren itibaren dünyanın içine girdiği kaotik özellikler taşıyan gelişmelerin ürünüdür. Başlarda da belirttiğimiz gibi, dinci yükselişin kavranmasında ana halkayı insanların kendi kaderine, geleceğine hakim olup olmaması, tarihin öznesi olup olmaması oluşturmaktadır. Kapitalizm koşullarında, emperyalizm çağında emekçi insanın kendi kaderine, geleceğine hakim olması ancak devrimci sosyalizmle buluşmasıyla mümkündür. Bu buluşmanın gerçekleşmediği koşullarda sistemin aygıtlarının egemenliği söz konusu olur. Ortadoğu ve coğrafyamızda 1945'lerden bu yana siyasal mücadeleye damgasını vuran üç ana unsurun; din, milliyetçilik ve sosyalizmin rollerinde ve güçlerinde yaşanan farklılaşma 1990'lara gelindiğinde önemli bir kırılma noktasına ulaşmıştır. Milliyetçi akımların, batıcı politik argümanları kullanılan siyasi yapıların ve sosyalist hareketlerin gerilemesi ile birlikte geniş emekçi yığınlar dinle başbaşa kalmışlardır. Böylece dinsel yükselişin önü tümüyle açılmıştır. Yoksulluk, aldatılmışlık, hiçleşmişlik duygusu içinde adalet ve insanca yaşam arayışı içinde olan emekçiler yüzlerini hayata gözlerini açtıkları andan itibaren bir biçimde ilişkilendikleri dine dönmüşlerdir. Din Ortadoğu coğrafyasında hemen hemen her dönem esas olarak geniş emekçi yığınları sisteme bağlamanın başlıca araçlarından biri olagelmiştir. 1990 sonrasında da din hâlâ bu yönde yoğun biçimde kullanılmaktadır. Öte yandan onlarca yıldır kent yaşamı içinde an be an derin yoksulluk ve büyük sefahati bir arada gören, emperyalistlerin, siyonistlerin aşağılamalarını her an hisseden bu kitle büyük bir öfkeyi de taşımaktadır. İşte, Amerikan emperyalizmine, yoksulluğa, aşağılanmışlığa karşı derin bir kin duyan, kaderine müdahale etmek isteyen bu kitlenin uysallaşmayı kabullenmeyen bir bölümü ise çoğu oldukça gerici ve anti-komünist özellikler taşıyan ve esas olarak küçük ve orta burjuvazinin itiraz ve öfkesinin temsilcisi olan dinci silahlı örgütler yoluyla eyleme geçmektedirler. Dinci silahlı hareketler elbette evrensel bir kurtuluş programı sunmaktan, kapitalist sistemi yok etmeyi hedeflemekten tümüyle uzaktırlar. "Kapitalizme evet, ancak ABD ve diğer emperyalistlerin ve mevcut kuklalarının saldırganlığına ve aşağılamalarına hayır." Bu hareketlerin sisteme eleştirilerinin en kaba anlatımı budur. "Kurtuluş İslamda" denilirken bugünün dünyasında bu İslamın anlamının ne olduğu sorusunun açık yanıtı verilmemektedir. Eşitsizliğin, yoksulluğun, aşağılanmanın kaynağı olan kapitalist üretim ilişkileri ve onun tüm dünya egemenliği hayatın her alanında sökülüp atılacak mıdır? Silahlı dinci hareketlerin böyle bir amacı yoktur. Ülkelerinin tüm kaynaklarının emperyalistler tarafından yağmalandığını gören, ekonomik ve sosyal konumları bozulan küçük ve orta burjuva kesimler dinsel düşünce zemininde öfkesini kusmakta, en fazlasından kapitalist yapıya herhangi bir itiraz yöneltmeden ülkelerinin yönetimine talip olmaktadırlar.
İşte 1945'lerden bu yana emekçileri din temelinde yeni-sömürgecilik ilişkilerine bağlayan ve bunun karşılığında belirli gelişme imkanları kazanan dinci küçük ve orta burjuvazinin tavrında, neoliberal yıkımın bütün etkilerini gösterdiği 1990'lardan itibaren çatallanma oluşmuştur. Sistemin nimetlerinden yararlanarak palazlanan bir bölümü diğer siyasal seçeneklerin zayıflaması ile yüzünü giderek daha fazla dine dönen geniş kesimleri sisteme bağlama işine daha bir canla başla sarılmış durumdadır. Sistemin nimetlerinden yararlanamayan dinci küçük ve orta burjuvazi ise öfkeyle sistemin bütününü hedeflemeden, onun yarattığı kimi olumsuz sonuçlardan hareketle (örneğin El Kaide'nin silaha başvurmada başlıca gerekçesi Filistin ve Ortadoğu kaynaklarının ABD tarafından yağmalanmasıdır) ABD'ye saldırmaktadır. Emperyalist sisteme, işleyişe genel ve bütünsel bir itirazları olmayan (kapitalizm karşıtlığı ise hiç yoktur) bu kesimlerin ABD'ye saldırılarından hareketle anti-emperyalist oldukları söylenemez. ABD'ye saldırmalarından hareketle emperyalist sisteme zarar verdikleri söylenebilir, ancak anti-emperyalizm emperyalist sistemin işleyişine, yapısına karşı bütünlüklü ve tutarlı bir karşı duruşu gerektirir, ki bu hareketlerde böylesi bir niteliğe sahip değildir.

Türkiye: Özgün Bir Süreç
İşin Türkiye cephesine gelindiğinde ise sürecin temel aktörleri bakımından hem klasik hem de özgün unsurlarla karşılaşırız.
Türkiye sürecinin en özgün unsuru şüphesiz ülkedeki dini akımın işin başından beri, yüzyıllardır iki ayrı kanaldan akıyor olmasıdır. Genel Şii mezhebinden tamamen farklı bir noktada olan Anadolu Aleviliği, özgün bir unsur olarak, şöyle ya da böyle her zaman belli dozlarda muhalif bir kimliğe sahip olmuş ve en azından etkisi altındaki emekçi potansiyelini sosyalist hareketle aynı havuzda paylaşmıştır. Bu akımın emekçilerdeki öfke potansiyelini ne ölçüde canlandırdığı ne ölçüde pasifize ettiği tartışması ise Alevilikten çok devrimci hareketlerin gücü, doğruları-yanlışları ile ilgilidir.
Anadolu ve Kuzey Mezopotamya topraklarındaki ana dini akım olan sünni gelenek ise, yalnızca nüfusun büyük çoğunluğu üzerinde değil, devlet mekanizmasında da hakimdir ve süreç içersinde çeşitli değişimler göstermiştir.
Kemalist dönem boyunca belli ölçülerde baskı altında tutulan bu akımın en uçlardaki kolları, asıl güçlerini yeni-sömürge ilişkilerinin başladığı ve geliştiği yıllara borçludurlar. Sünni geleneğin Anadolu'daki en büyük kanalı olan Nur tarikatı ve büyük çoğunluğu ondan ayrılarak kurulmuş olan büyük cemaatlar, feodal ilişkilerin "zenginleştirme" yoluyla çözülerek tefeciliğe doğru kaydığı yeni-sömürge sürecinde bir yandan sistemin taşradaki politik-ideolojik ayaklarını oluştururken, diğer yandan da ithal ikameci düzenin sağladığı yağlı kapılardan sebeplenmişler, kırdan kasabalara ve kentlere taşıdıkları birikimlerini acentalık ve tüccarlık gibi alanlarda değerlendirmişlerdir. Çelişkili gibi görünse de, en koyu tutuculuğun taşıyıcısı olan bu güçler, Türkiye'yi Batı dünyasıyla ve o dünyanın emperyalist kültürüyle, yaşam alışkanlıklarıyla en çok bütünleştiren siyasi kadroların da başta gelen destekçileri olmuşlardır. Yine çelişkili olarak bu güçler, emperyalist dünyayla bütünleşmenin getirdiği sosyal-kültürel alışkanlıklara, zaman zaman teknolojinin nimetlerine de saldırmayı sürdürmüşlerdir. Aslında bu ilişkide göründüğü gibi bir çelişki yoktur. Tarihsel olarak sistemle bütünleşmiş olarak gelen bu cemaatlerin Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde güçleri sınırlanmış olsa da sistemle bağları hiçbir zaman kopmamıştır. Feodal-dinsel imtiyazları koruma çabaları çok nadiren ve lokal olarak isyana dönüşmüştür. 1945 sonrası yeni-sömürgeleşme dönemi bu cemaatler için de önemli bir değişim ve fırsatlar dönemi olmuştur. 1945 sonrası siyasal ve toplumsal ilişkiler yeniden biçimlendirilirken, bu kesimlerin de rolleri yeniden tanımlanmış ve sisteme daha sıkı biçimde eklemlenmişlerdir. Türkiye oligarşisinin çekirdeği olan tekelci burjuvazi bu kesimlere ekonomik olarak Anadolu'daki ayağı olarak bakmış, bu kesimler acentalıklar, bayilikler ve diğer ticari ilişkiler yoluyla sistemle güçlü biçimde bütünleştirilmiştir. Siyasal olarak ise oligarşinin en gerici siyasetlerinin Anadolu'daki temel dayanaklarından biri haline getirilmiştir. Cemaatler artık geride kalmakta olan feodal ve yarı-feodal ilişkilerin siyasal ve kültürel bekçileri değil, gelişen ve pek çok devrimci dinamik ortaya çıkaran çarpık kapitalist sistemin meşrulaştırılmasının aracı haline getirilmişlerdir. Hiç kuşkusuz bu süreç tümüyle sorunsuz yürümüş değildir. Ancak sürecin ana doğrultusu bu yönde olmuştur ve esas olarak 1990'lara gelindiğinde belki kimi istisnalar dışında tamamlanmıştır. Büyük tarikatların işbirlikçi politik kadroların belkemiği ile (DP-AP) olan bu kader birliğinin Erbakan'ın ortaya çıkışından sonra bozulduğu sanılsa da bu doğru değildir. Asıl gövdeyi oluşturan büyük cemaatler, 70'li yıllar boyunca da bu kader birliğini bozmamışlardır ve ancak tekelci burjuvazinin ekonomiye diktiği elbisenin çok dar geldiği noktalarda burjuvazinin bir kesimiyle birlikte yeni alternatif arama çabasına girmişlerdir.
1980'lerde İran Devrimi'nin estirdiği rüzgar ise yalnızca mezhep farklılığından ötürü değil, Türkiye'deki hakim cemaatların düzenle olan bağlarından dolayı da çok ciddi bir etki yaratmamıştır. Daha doğrusu genel olarak bir "İslami rejim"in mümkün olduğu fikri İran'la birlikte kanıtlandığında, bu belli bir radikalleşmeye kaynaklık etmiş ama asıl gövdeyi oluşturan büyük kitle, yerinden çok fazla kımıldamamıştır. Çünkü bu kitleye hakim olan güç sahipleri, bütün hoşnutsuzluklarına karşın mevcut düzenin nimetlerinden beslenmektedirler ve daha da önemlisi İran'daki gibi "baldırıçıplakların" ellerinde kalaşnikoflarla caddeleri arşınladığı bir ortam emperyalizm ve oligarşi için olduğu kadar onlar için de tehlikelidir. Bu güçler, doğrusu tam da ABD emperyalizminin "yeşil kuşak" taktiğine uygun bir biçimde dizayn edilmişlerdir, yoksullardan gelecek her türlü kaynaşmadan (bu kaynaşma dinsel amaçlı bile olsa) duyulan derin bir korku ve dizginsiz bir komünizm düşmanlığı... Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden Kanlı Pazar'a dek bütün kirli işlerin altında dönem boyunca özellikle Nur tarikatının imzası vardır ve bu süreçte MİT ve faşist partiler ile de tam bir uyum içersindedirler.
Büyük cemaatler, bu temel tutumlarını 1980 sonrasında gelen Özal restorasyonu sürecinde de değiştirmemişlerdir. Klasik İslami tarza deyim yerindeyse postmodern unsurlar ekleyen ve aynı cemaatlerin ABD üniversitelerinde CIA tarafından yetiştirilmiş insan potansiyelini kullanan Özal, sonuçta yeni dönemin "yükselen değerleri"ni inşa ederken, bütün alanlardan olduğu gibi dini düşünceden de ahlak ve vicdanın son kırıntılarını ayıklamış, neoliberalizm ile hafifletilmiş-kolaylaştırılmış bir Müslümanlık biçimini harmanlamıştır. Böylece varılan nokta, bir zamanlar televizyona, radyoya bile soğuk bakan klasik yobaz tipinin evrim geçirerek bir elinde cep telefonu diğer elinde tesbihiyle sosyal hayatımıza girmesidir. Bu dönem, belki artık 1950'lerde olduğu gibi bal tutanın parmağını yaladığı çok verimli bir dönem değildir ama yine de restorasyonun açtığı kanallardan çıkan yeni türden (ihracat, müteahhitlik, hafif ürünler alanı, vb) iş alanları İslami cemaatleri büyük ölçüde tatmin etmiştir.
Bu arada Türkiye'de "radikal" diye tanımlanan bazı gruplar türemektedir ama bunların hemen tümü şaibelidir; daha doğrusu büyük çoğunluğu doğrudan devletin istihbarat ağının içindedir. 90'lı yıllar boyunca bu "radikal" grupların gerçekleştirdiği (ya da gerçekleştirdiği iddia edilen) siyasi suikastlerin tamamı "solcu" olarak bilinen gazetecilere ve yazarlara yöneliktir ve dönemin en kanlı katliamı olan Sivas kıyımı ise sonuçlarıyla ortadadır. Bütün bu eylemlerin hiçbiri emperyalizme ya da oligarşinin temsilcilerine yönelik değildir.
Ortadoğu'nun Hizbullah figürü ile karıştırılmaması gereken hizbul-kontra ekibi ise zaten tümüyle ayrı bir kategoridir. Tamamen kontr-gerilla tarafından yetiştirilerek Kürt hareketine karşı kullanılan bu katiller güruhu, sonunda kullanıcıları tarafından devreden çıkarılmıştır (daha doğrusu daha sıkı biçimde kontrol altında yedeğe alınmıştır).

Toparlayacak olursak;
1990'lara değin burjuva politik arenada esas olarak yardımcı aktör rolü verilen, ya da büyük gerici-faşist partiler (DP, AP, DYP, ANAP) içinde eritilen İslamcı eğilimin, 1990'lardan itibaren başa güreşir hale gelmesi, RP-DYP iktidarında büyük ortak, ardından AKP ile tek başına iktidar olması ne anlama geliyor? Baştaki soruya dönersek, kapalı kır yaşamının tümüyle parçalandığı, kent yaşamının tüm toplumsal hayata egemen hale geldiği, bilim ve teknolojinin tüm ürün ve sonuçlarının yaşamın her alanında hissedildiği koşullarda dinci partilerin yükselişi nasıl açıklanabilir?
Her şeyden önce, dinci partilerin burjuva siyaset arenasındaki gücü arkasında yer alan sermaye kesimlerinin gücünden kaynaklanıyor. 1980'lerden bu yana siyasal olarak İslamı referans alan sermaye kesimleri Anadolu'daki acentalık, büyük tüccarlık rolünü giderek daha fazla aşarak, orta ve büyük ölçekli sanayi, ticaret ve finans işlerine girmişler ve oldukça yaygın bir sermaye ağı oluşturmuşlardır. Bu kesimler ulaştıkları konumun siyaset ve ekonomi alanında karşılığını bulmak istemektedirler. Bu kesimler açık biçimde oligarşinin çekirdeği içinde yer almak, devletin dağıttığı büyük rantlardan pay almak, siyaset arenasında daha belirleyici roller oynamak istiyor. Çekirdeğini ve gövdesini artık tekelci burjuvazinin oluşturduğu Türkiye oligarşisinin politik olarak şüphe ile baktığı, ekonomik olarak ise giderek rakip olarak gördüğü bu kesimler, büyük gerici-faşist partilerin (ANAP, DYP, vb.) aşınmasına paralel olarak RP ve ardıllarının (son olarak AKP) arkasında saflaşmışlardır. Anadolu'da ve büyük kentlerde muazzam bir siyasal ve toplumsal ağa sahip olan bu kesimlerin toplaşması doğal olarak başa güreşen bir politik güç ortaya çıkarmıştır.
İkincisi, 12 Eylül faşist cuntasının dini kitle pasifikasyonunun başat araçlarından biri haline getirme politikasının ürünü olan Türk-İslam sentezi politikasının toplumsal dayanağı esas olarak söz konusu kesimler olmuştur. Bu politikanın toplumsal yaşama egemen kılınması için gösterilen eğitimden, kültüre ve politikaya değin tüm çabalar, aynı zamanda bu kesimlerin politik ve kültürel gücünün muazzam ölçülerde büyümesini beraberinde getirmiştir.
Üçüncü olarak, kapalı kır yaşamının dinsel hurafelerin etkinliğini arttıran atmosferi, on milyonlarca emekçinin barınması bağlamında kent yaşamının içinde yer alan, ancak nimetler bağlamında kent yaşamının dışına atılmış olan; çürüme, yozlaşma ile sakatlanmış, bilimle, bilgiyle, devrimci düşüncelerle bağları kopmuş geniş emekçi mahalleleri yaratmıştır. Kapalı kır yaşamının atmosferi, izole olmuş, kentin kenarına itilmiş emekçi semtlerinde farklı bir tarzda ve farklı görünümler altında yeniden oluşmuştur. Bu mahalleler kendi içine çökmüş, dışındaki dünya ile bağları oldukça zayıf, öfkeli ve çaresizce başta din olmak üzere geleneksel düşüncelere (dinin yanı sıra, hemşerilik, akrabalık, vb. gibi dışa kapalı ilişkiler) ve bunların oluşturduğu ilişkilere yönelmiş oldukça büyük bir emekçi kesim yaratmıştır. Kısacası, dinci siyasetin gücü salt cemaat ilişkilerinden gelmemektedir, çok daha büyük bir bölümü hiçbir cemaatın müridi olmayan, din gibi geleneksel düşünceler dışında dolaysız olarak ilişkiye girdiği hemen hemen hiçbir düşünce ve örgütlülükle bulunmayan, kent yaşamının korkutucu parçalayıcılığı ve acımasızlığı karşısında dine sığınan milyonlarca küçük-burjuva ve proleterden gelmektedir. Bu sürecin macerası esas olarak 12 Eylül cuntası ile başlamıştır. 12 Eylül cuntasının hem devrimci politik güçleri, hem de burjuva siyaset alanındaki politik örgütlenmeleri dağıtmasının ve oldukça gerici bir toplumsal atmosferin egemen olmasının ardından, bu geniş emekçi kitleler (kendisini daha önce CHP'lilik bağlamında sol olarak tanımlayan küçümsenemeyecek bir kitle de -özellikle Karadeniz ve Orta Anadolu'da- dahil olmak üzere) politik aidiyet noktasında ciddi arayışlar ve savruluşlar yaratmıştır. 1980'lerde bu kitlenin büyük bir bölümü ANAP'ın dört eğilimi birleştirme politikasının arkasında sürüklenirken, daha küçük bir bölümü ise 12 Eylül öncesi partilerin uzantılarının peşine takılmıştır. 1990'lara gelindiğinde büyük merkez partilerden hiçbir taleplerine karşılık bulamamalarına paralel olarak kopuşmaya başlamışlardır. 1990'lar bu kitlenin adım adım diğer burjuva partilerinden koparak dinci partilerin yörüngesinde toplaşmaya başladığı yıllar olmuştur. Dini düşüncelerin şu ya da bu ölçüde etkisi altına giren ve yaşadıkları yoksulluğa, hiçleşmeye büyük öfke duyan bu emekçi kitleler, sisteme az-çok muhalif görünen, kendilerinin geleneksel düşünce dünyasına yakın duran dinci partilere oy vermişlerdir. Refah Partisi'nin açık islamcı propagandası ve "Adil Düzen" demagojisi, AKP'nin daha yumuşak islam vurgusu ve yeni ve temiz bir parti demagojisi, halkın manevi dünyasına saygı gösteren parti imajı bu noktada önemli rol oynamıştır.
Dördüncü olarak, bu süreçte bu emekçi kesimlerin oylarıyla iktidara gelen "İslamcı" iktidarlar sık sık gerçekleştirilen "burun sürtme" operasyonlarıyla hizaya getirilmiş, sistem için risk oluşturdukları noktalarda tasfiye edilmişlerdir. Bu ekiplerin sonuncusu olan AKP ise baştan kendisini revize ederek ortaya çıkmış, bu revizyonun yetmediği noktalarda da yeniden ve yeniden "düzeltilerek" hizaya sokulmuştur. AKP'nin arkasında duran büyük burjuva kesimlerin siyasal ve ekonomik alandaki maceracı ve hemen başat güç olma eğilimleri törpülenmiştir. Esasen 12 Eylül sonrasında daha baştan dünya kapitalist sistemine, neoliberal politikalara bağlanarak gelişen "İslamcı sermaye"nin ekonomik rotaya ilişkin hiçbir itirazı yoktur. Onlar güçlerine uygun olarak ekonomide ve siyasette karar vericiler arasında olmak istemektedirler. Gelinen noktada, bu konuma ulaşmanın güçlüklerini görmektedirler ve oligarşinin çekirdeği ile daha fazla çatışmaya girmeden, hükümet olmanın da nimetlerinden faydalanarak güçlenme yolunu seçmişlerdir/seçmek zorunda kalmışlardır. Artık neoliberal düzenin yerine oturduğu ve bütün burjuva partilerinin temel noktalarda birbirine az çok eşitlendiği bir noktada, sisteme yönelik risk unsurları bertaraf edilmiştir, ki zaten AKP kanadından da böyle bir risk yaratma potansiyeli mevcut görünmemektedir.
Beşinci olarak, aynı süreçte, İslamcı etiketli partilere sık sık yakıştırılan "takiyye" (kendini olduğundan farklı gösterme) suçlaması da giderek tersinden geçerli hale gelmiştir. Oligarşinin dinci partilere yönelik "takiyye" suçlaması, elbette ki emekçilere dönük yalanları ile ilgili değildir. Sistemin işleyişine yönelik gizli niyetleri olabileceği noktasındadır. Özellikle AKP bugün kendisini düzenin sahiplerine farklı gösterme durumunda değildir; AKP hem programatik tezleriyle, hem de pratiği ile neoliberal politikaların arkasında olduğunu, burjuva siyaset sisteminin temellerini savunucusu olduğunu, ABD emperyalizminin sadık izleyicisi olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Ortada bir "takkiye" söz konusu ise o da oylarıyla partiyi iktidara taşıyan yoksullara karşı yapılan bir "takiyye"dir. Emekçi mahallelerinden aldığı oylarla iktidara gelen AKP, büyük çoğunluğu gerçekte adalet ve eşitlik arzusunun ifadesi olan bu oyların sahiplerine Müslümanlık üzerine yalanlar söylemeye devam ederken gerçekte emekli maaşlarına yapılan zamlarda bile IMF'yi memnun etmeye çalışmaktadır.
Bu bağlamda Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasındaki İslami yükselişin Ortadoğu'nun genel atmosferinden nisbeten farklı olduğu kolayca söylenebilir. Ortadoğu'daki yükseliş, özellikle bazı alanlarda anti-emperyalist unsurlara ya da daha genel bir tanımlamayla "Batı karşıtlığı" temeline sahipken, Türkiye'de özellikle İslami kesimin asıl gövdesini yönlendiren güçler düzen ve emperyalizmle uyumlarını bozmamaktadırlar. Şüphesiz son Irak savaşı sürecinde de görüldüğü gibi bu tabloya uymayan küçük gruplar da mevcuttur, ancak bu unsurlar marjinal bir çerçeveyi aşamamaktadırlar. Anketlerde bir ara %94'e dek fırlayan "savaş karşıtlığı"nın sokakta somut bir karşılık bulamaması bu açıdan anlamlıdır. Dinin etkisi altındakilerde dahil olmak üzere tüm emekçiler başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist güçlere karşı büyük bir öfke duymasına karşın, dinci hareketi yönlendiren güçler anti-emperyalist eylemin dışındadırlar. Genel geçer söylemlerle emekçilerin öfkesini bulanıklaştırmaya, sistem kanalları içine çekmeye çalışmaktadırlar.

Devrimci Sosyalizm ve Temel Kriterler
Daha fazla uzatmadan buraya kadar söylediklerimizi toparlarsak, insanlık tarihinin bugünkü aşamasında ortaya çıkan özgün durum, yani genel olarak dinsel düşüncenin, özel olarak da İslami akımların bir bölümünün zaman zaman şiddet gösterileriyle kendisini ortaya koyan yükselişi, siyasal bir sorundur ve ancak siyasal mücadele alanında çözülebilecek bir nitelik göstermektedir. Soruna böyle baktığımızda, yani asıl dikkatimizi dinsel akımın kendisine değil de onun içinde devindiği tarihsel-siyasal sürece verdiğimizde, bir yandan dinsel ideoloji karşısında proletaryanın bağımsız sınıf çizgisini koruyan bir perspektif tutturmak, diğer yandan da bu siyasal sorunun arka planını kavrayarak çözümler üretmek zor gibi görünse de mümkündür.
Devrimci sosyalizmin bu konudaki anlayışı birkaç temel nokta üzerinden vurgulanabilir:

l Her şeyden önce, devrimci sosyalizm, günümüzdeki -ağırlığını İslamiyetin oluşturduğu- dinsel yükselişe yukarıdaki belirmelerden hareketle yaklaşmakta ve bu eğilimin kendisini en kanlı biçimlerle açığa vurduğu durumlarda bile arka plandaki sınıfsal tepkiyi dikkate almaktadır. ABD emperyalizminin ve genel olarak emperyalist kampın, kendilerini ve karşıtlarını tanımlarken kullandıkları kavramsal çerçeve tümüyle bizim dışımızdadır. İslami güçlerin çeşitli renk ve biçimleriyle devrimci sosyalizm arasında en küçük bir sempatinin söz konusu bile olamayacağı açıktır; ama bu, milyonlarca insanın emperyalist vahşete karşı olan duygularını anlamamızı engellemez. Devrimci sosyalizm, örneğin Filistin cephesindeki devrimci eylem etiğine uymayan (ki sosyalist olmadıkları açık olan güçlerden bunu beklemek de saçmadır zaten) ve çoğunlukla İslamcı güçlerce gerçekleştirilen olaylardan hareketle ne İsrail'i mağdur ve mazur görme aptallığına gömülür, ne de Filistin davasına bağlılığını bir an olsun azaltır. Devrimci sosyalizm, Irak'ta ya da Afganistan'daki direnişçi güçlerin İslami kesimleriyle arasındaki aşılmaz mesafeyi her zaman korur, ama işgalci güçlere indirilen her darbeyi de coşkuyla karşılamaktan vazgeçmez.
Devrimci sosyalizm, örneğin Ortadoğu'nun en katı dinsel gruplarından olan HAMAS hakkında son derece net düşüncelere sahiptir; ama öte yandan İsrail helikopterlerinin bu örgütün liderlerine ya da tabanını oluşturan mülteci kamplarına yönelik saldırıları da asla olumlamaz. Bu saldırıların Filistin halkına ve onun ulusal özgürlük istemlerine karşı yapılmış olduğunu görür.
Doğal olarak devrimci sosyalizmin her ülkedeki müttefik ve dostları sosyalistler, demokrat-ilerici grup ve bireylerdir; bu anlamda örneğin İran'daki gerici rejime karşı gerçek bir toplumsal muhalefeti sonuna kadar desteklerler; ama buradan hareketle "insan hakları emperyalizmi" çerçevesinde ABD'nin kışkırttığı "kukla demokratlar"la kendi aralarında hiçbir yakınlık hissetmezler, vb. vb.
Kısacası, devrimci sosyalizm, ABD emperyalizminin çizdiği "şer cephesi" tablosuna bir biçimde soldan destek olmayı, "çağdaşlık" ya da "sınıf tavrı" ve "teröre karşı olma" gibi bahanelerle yoksul Ortadoğu halklarından koparak kapitalist dünyaya eklemlenmeyi kesin biçimde reddeder ve safını bu düşünceyle belirler. Bu anlamda, devrimci sosyalizmin (daha önce çeşitli vesilelerle açıkladığımız gibi) İslami akımlardan kaynaklanan şiddet eylemleri karşısında hemen kendisini "teröre karşı olanlar" listesine yazdıran reformist solla ortak hiçbir yanı yoktur; o, halka zarar veren eylemler karşısındaki tavrını ortaya koyar ama bu eylemlerin arka planında yer alan emperyalist suçları asla unutmaz ve bu suçların doğrudan ya da dolaylı ortaklarıyla hiçbir "kınama" platformunda bir araya gelmez.

l Böyle bir perspektif, yine aynı merkezler tarafından oluşturulan kavramsal çerçevelerin kesinlikle reddini gerektirir. Bu anlamda "laiklik" ya da "çağdaşlık" gibi kavramlar, bugün tanımlandıkları biçimiyle bizim dışımızdadır, bizim devrimci çalışmamıza deyim yerindeyse dar gelen kavramlardır.
Her şeyden önce, burjuva devrimleri sürecinde ortaya çıkmış bulunan "laiklik" ve "sekülerizm" gibi kavramlar, esas olarak Marksizm tarafından aşılmış kavramlardır. Kapitalizmin şafağında toplumsal gelişmenin önündeki engelleri temizlemek için ortaya çıkan, devleti, ekonomiyi ve bir ölçüde sosyal hayatı dünyevileştirme ihtiyacı Marks ve Engels tarafından bütün mantıki sonuçlarına dek götürülmüş ve kapitalizm tarafından yalnızca "işlerin gidişini bozmayacağı" bir noktaya itilerek bir yandan da riyakarca muhafaza edilen din, salt bir kişisel sorun haline getirilmiştir. Ama Marksizm bu kadarla yetinmez ve dinsel düşünceye karşı sistematik bir mücadeleyi de önüne koyar, ki bu da kuşkusuz devrim sürecinin dönüştürücülüğüyle ilgili bir sorundur.
Devrimci sosyalizmin bugün bu çerçeveden daha geriye giderek sorunu tekelci burjuvazinin ve emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde tartışması mümkün değildir. Sonuçta, devrimci sosyalist olmak hayat karşısında bir duruştur, alternatif bir yaşamın temsilcisi olmaktır ve önüne-arkasına "laik" ya da "çağdaş" gibi kavramlar eklemek son derece gereksizdir.
Bundan daha önemlisi ise şudur: Bugün egemen medya ve oligarşi tarafından burnumuza dayatılan "laiklik" anlayışı, burjuva devrimlerinin bilinen mirasından ya da hatta Türkiye bağlamında konuşursak 1920'lerin Kemalist çerçevesinden bile kaynaklanmamaktadır. Bugün söz konusu olan şey, neoliberalizmin sınırsız sömürü politikalarına uygun bir siyasal iklim yaratma çabasından başka bir şey değildir. Sömürü ilişkilerinde pürüz yaratmayan bütün şeriatçı rejimleri hararetle destekleyen emperyalizm ve Kürt ulusal hareketine karşı kontra-İslami örgütler kurmaktan çekinmeyen oligarşi, 18. yüzyılın Aydınlanma fikirlerinden fersah fersah uzaktadır. IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan "Kamu Reformu" ne kadar "yerli malı" ise Pentagon'da belirlenmiş "terörist ülkeler" listesine ve dünya kapitalizminin sınırsız pazar arzusuna dayanan "laiklik" histerisi de o kadar "yerli malı"dır. "Kemalizmin yılmaz savunucusu" olarak lanse edilen ordunun bu kampanyanın başını çekmesi de son derece anlaşılır bir durumdur; çünkü fiilen Türkiye'nin en büyük tekelci holdingi OYAK'ın sahibi olan generallerin düşünme biçimleri de (1920'lardan farklı olarak) yerli ya da yabancı herhangi bir tekelci burjuvanınkinden bir milimetre farklı değildir.
Pazar daralmamalı ve emperyalist politikalar asla hedefinden şaşmamalıdır; üniformalı ya da üniformasız bütün tekelcilerin ortak isteği bundan ibarettir.
Sonuç olarak devrimci sosyalizm, sınırları Pentagon'da çizilmiş bir "laiklik" anlayışını tartışma konusu bile yapmaz. "Rakı keyfinin bozulmasını istemeyen" dar kafalı küçük burjuvaların etkisinde kalarak "anti-şeriatçı" gösteriler yapmayı, elinde "laiklik" bayraklarıyla dolaşmayı aklının ucundan geçirmez. Dahası, devrimci sosyalizm, son derece açıkça vurgulamak gerekirse, henüz dinsel düşüncenin etkisi olmakla birlikte yoksulluğunu ve sınıfsal durumunu fark etmeye başlamış bir emekçiyi, Onuncu Yıl Marşı sevdalısı olan ama bir tek yoksulun acısını paylaşmayan şu malum" bu millet adam olmaz solcusu"na yeğ tutar. Bilimsel Sosyalist Aydınlanma perspektifine sahip olan devrimci sosyalizm, insanlığın yeni aydınlık geleceğini bu işçi sınıfı ve emekçi yığınlarıyla kurmakta kararlıdır.

l Öte yandan devrimci sosyalizm, İslamcı politik örgütlerle herhangi bir biçimde işbirliği-güçbirliği yapmak ihtiyacı içinde de değildir. Kendi inisiyatifi ile oluşturduğu ya da kendi inisiyatifinin durumu değiştirmeye yeterli olduğu her platformda, gerici politik örgütlerin yer almasını hoş görmez, bu örgütleri ortak platformlara çekmek için yapılan şirinlik ve "hoşgörü" gösterilerini de doğru bulmaz. Dinsel tepkilerin arka planındaki sınıfsal özü fark etmek ve anlamaya çalışmakla gerici politik örgütlerle bir arada olmak apayrı şeylerdir. Mücadelenin gelişen evrelerinde Türkiye'de "Yoksulların Kilisesi"ne veya 1970'lerin "Halkın Mücahitleri"ne benzer bir olgunun ortaya çıkma ihtimali üzerine tartışmanın ise şu anda spekülasyondan başka anlamı yoktur.

l Öte yandan, devrimci sosyalistlerin bir "kimlik" sorunu yaşadığı ve bir tercihle karşı karşıya olduğu görüşü de son derece ahmakçadır. Devrimci sosyalist Ortadoğulu, Balkanlı, Akdenizli, Kafkasyalı, Karadenizli ve bütün diğerleridir. Bu topraklarda her kimler yaşıyorsa, bütün bu kavimler Türkiyeli devrimcinin kimliğinin bir parçasını oluşturur. Göğsüne şatafatlı bir Batılı etiketi yapıştırıp böylece Ortadoğu'nun ve bütün diğer bölgelerin yoksul halklarından "yakasını kurtarmak" ancak hayatları boyunca nereden bir silah sesi duymuşlarsa oradan kuşku duymayı alışkanlık edinmiş olan eski ve yeni reformistlerin ve tabii bir de AB taşeronlarının işi olabilir. Devrimci sosyalizm, ayaklarını bastığı toprağı tanır ve onu veri olarak kabul eder; bu topraklar üzerinde yaşayan emekçi insanları herhangi bir uzay boşluğundan ithal edilecek daha modern ve "uygar" insanlarla değiştirmenin mümkün olmadığını bilir; bu emekçilerle yürür, onları dönüştürerek yürür.

l Dolayısıyla, devrimci sosyalizme göre, bu topraklarda yaşayan bütün işçi ve emekçiler -şu andaki siyasal, kültürel, dinsel eğilimleri ne olursa olsun- devrimci mücadelenin öznesidir. Bu cümleler Marksizmin bilinen çerçevesi açısından basit ve gereksiz gibi görünebilir ama bugün yaşadığımız gerçeklik içinde önemlidir; çünkü bu basit ve gereksiz gibi görünen kavramsal çerçeve, devrimden ne anladığımıza ilişkin bir soruna denk düşer. Devrim, iktidarın bir anda elde edilmesinden ibaret değildir; o, yığınlarla insanın içinde dönüştüğü bir süreçtir ve bu insanlar, bugün bildiğimiz, tanıdığımız sıradan insanlardır, herhangi bir başka diyardan çıkıp gelmezler. Devrim gibi ciddi bir işe kalkışmış olanlar, ne burun kıvırmak, ne de yemek beğenir gibi insan beğenmek-beğenmemek lüksüne sahip değillerdir; bugün önümüzde devrimci çalışmanın hedef kitlesi olarak duran emekçi yığınları, popüler kültürün en kötü örnekleriyle, kafalarındaki binbir türlü dinsel hurafeyle, şovenist-ırkçı saplantılarıyla, düzen partilerine şöyle ya da böyle bağlanmış umutlarıyla vardırlar ve biz onlara yöneldiğimizde bütün bunlarla karşılaşır, mücadele ederiz. Bırakalım bin yıllık geçmişi olan dinsel inanışları, en ahlaksızından bir medya patronunun (Uzanların) yarattığı demagojik ortamın bile yoksul emekçiler üzerinde ne kadar etkili olduğunu bir an düşünürsek, nasıl bir umutsuzluk ve çürümeyle karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlarız. Ve burası bizim ülkemizdir, biz buradayız; bu dünyada, bu coğrafyada, bu fabrikalar-atölyeler ve mahallelerde, bu somut insanlarla birlikteyiz ve bugün de yarın da devrimci süreç bu insanların tek tek ya da yığınlar halinde dönüştürülmesiyle yürüyecektir.
Bugünkü koşullarda çeşitli düzen partilerinin kitle tabanını oluşturan (hatta buna MHP gibi faşist partiler de dahildir) yüz binlerce emekçi, onların kendi gerçek gündemleri ve sorunları üzerinden yürütülecek bir devrimci çalışmanın hedef kitlesidir ve devrimciler bu insanlardan vazgeçemezler.
Üstelik, bu insanların üretim ve yaşam alanları, yalnızca gerici eğilimlerin kaynaştığı yerler değildir, sözünü ettiğimiz emekçi havzaları, ülkede satılan uyuşturucunun hemen hemen tümünün tüketildiği, alkolizmden fuhuşa dek bütün çürüme biçimlerinin kol gezdiği alanlardır ve devrimciler bütün bunlara karşın, bütün bunlarla boğuşa boğuşa politik çalışmalarını bu alanlar üzerine inşa edeceklerdir, etmek zorundadırlar. Özel olarak devrimci sosyalizmin açık alanda belirlediği Politik Kültürel Odaklar perspektifi de bu ideolojik-politik-kültürel savaşın bir parçasıdır.
Dolayısıyla, "proletaryanın bağımsız sınıf çizgisini koruma"nın yolu, bu çizgi üzerine uzun uzun yazılar yazmaktan geçmez; bugün artık işçi sınıfının küçük bir azınlığını oluşturan büyük sanayi proletaryasına övgüler düzerek atölyelerde, bürolarda ve işsizler olarak evlerde sokaklarda ömür tüketen milyonlarca insanı, kadınları, gençleri yok saymak hiç değildir. Proletaryanın bağımsız sınıf çizgisi, bütün yukarıda saydığımız eğilimlere teslim olmadan, onlar içinde eriyip gitmeden emekçi yığınlarına onları dönüştüren bir çizgiyle gitmeleridir.
Öte yandan, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya coğrafyası devrimci çalışmanın az-çok başarıyla yürütüldüğü süreçlerde dinci gericiliğin etkisinin ciddi biçimde zayıfladığı süreçlere yabancı değildir. 1970'lerden 80'lere uzanan devrimci yükseliş sürecinde nüfusun bütün kesimlerine dönük yoğun devrimci çalışmayla milyonlarca emekçi başta dinsel düşünce olmak üzere her türden gerici anlayışın yörüngesinden doğrudan pratik mücadele yoluyla çıkmış devrimci ve sol hareketlerin etki alanı içine girmiştir. Aynı biçimde Kürt ulusal hareketinin yükseliş süreci, dinsel düşüncenin toplumsal ilişkileri güçlü biçimde belirlediği Kürt coğrafyasında dinsel düşüncenin etkisinin büyük ölçüde gerilemesini sağlamış, siyasal alanın yanı sıra sosyal, kültürel ve düşünsel açıdan da büyük bir dönüşüm yaratmıştır.

l Yukarıda söylediklerimizin çok açık anlamı şudur: Devrimci sosyalist hareket ve genel olarak devrimci çalışma, kendisini emekçi sınıf ve tabakaların belli kesimleriyle (sanayi işçisi, Alevi-Kürt nüfus, vb.) sınırlayamaz. Bu, çalışma avantajı sağlayan durumların ve bu topraklarda yüzyıllardır var olan muhalif damarların reddi ya da önemsiz sayılması değildir. Özellikle ezilen ulus emekçilerinin ve Alevi kökenli emekçi gençliğin devrimci fikirlere daha yatkın olduğu ve çalışma alanlarında belli avantajlar yarattığı şüphesiz doğrudur. Ancak bu kolaylıktan hareketle ve bu kolaylığa teslim olarak devrimci çalışmanın hedef kitlesinin temel kriterini unutmak mümkün değildir. O kriter ise bellidir: işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, daha da ötesi nüfusun bütün kesimlerine gitmek... Çalışmanın temel dayanakları ve içeriği de bellidir: Sömürü ve yoksulluk... Kürt savaşının ve göç dalgalarının da etkisiyle neredeyse tamamen şovenizmin eline terkedilmiş, gerici-dinci partilerin oy deposu haline gelmiş mahalleler, hatta koca koca kentler, kasabalar bugün devrimci hareketin en ciddi sorunlarından biridir ve işin daha da acı yanı bu mahalle ve kentler ya da kasabalardan bazılarının geçmişte az çok devrimci etkinlik altındaki yerler olmalarıdır.
Bugün dinci ya da diğer düzen partilerine oy veren emekçi kitlelerin büyük bir bölümü yoksulluğa, yolsuzluklara, çürümeye, hiçleştirmeye, ABD emperyalizmine, İsrail siyonizmine karşı henüz çok ileri düşünsel ve eylemsel biçimlere kavuşmamış olsa da (ki devrimci sosyalist müdahale olmadan bunu beklemek de mümkün değildir) büyük bir öfke içindedir. Dinci partilere verilen oylar dinsel bağlılıktan daha çok, dinci partilerin bu olumsuzluklarla nispeten uzak olduğu yanılsamasından kaynaklanmaktadır. Bu olumsuzluklara karşı tepki, farklı bir alternatifin olmadığı koşullarda dinci partilere akmaktadır. Devrimci sosyalizm buna tahammül edemez, etmemelidir. Devrimci sosyalizm, medya tekellerinin ısıtıp ısıtıp öne sürdüğü bütün sahte gündem maddelerini bir kenara iterek emekçilerin gerçek ve yakıcı sorunlarına yönelmek, bunu yaparken yaratıcı yöntemler ve kurumlaşmalar yoluyla emekçilerin -yalnızca bir bölümüne değil- bütününe gitmek zorundadır.

l Devrimci sosyalizmin dinsel inançlarla ilgili programatik tutumu ise kendi mücadele tarzı ve politik stratejisine uygundur. Politikleşmiş Askeri Savaş yolundan yürüyen devrimci sosyalizm, bu sorunu da uzun süreli bir halk savaşının mantığıyla ele alır ve esasen bugünden başladığı söylenebilecek olan böyle bir sürecin dönüştürücü etkisiyle işini yürütür. Dolayısıyla o, "iktidara geldiğinde" ne yapacağının yanında "iktidara gelirken" ne yapacağının da son derece önemli olduğunun bilincindedir. Gerilladan en açık çalışma ve kurumlaşma biçimlerine dek bütün bir devrimci süreci, insanların yenilendiği, değiştiği büyük bir dönüşüm süreci olarak ele alır ve kuşkusuz bu kurumlarının tümünü yarının toplumunun nüvelerini barındıran alanlar olarak görür. Bunun anlamı, bugün etrafında büyük fırtınalar koparılan bir dizi sorunun savaşın içinde "sorun" olmaktan çıkarılacağıdır; devrimci sosyalizm dinsel düşüncenin etkisinin kırılması için elbette sistematik bir aydınlatma çabası yürütecektir. Ancak sorunun asıl çözüm noktasının da emekçilerin somut sorunlarından, taleplerinden hareket eden bir devrimci savaşımın ve halk hareketinin geliştirilmesi olduğunun bilinciyle hareket edecektir.

l Devrimci faaliyet, emekçi yığınlarının bağrında, onların yaşamlarının tam içinde yapılan bir şeydir ve gerçek sorunların arasında yürütülen bu faaliyet sırasında kimse kimseye dinsel inancını, vs. sormamaktadır ve on yıllardır sürdürülen devrimci çalışmada da zaten -eğer çalışmayı yürütenler özel olarak bunu öne çıkarmamışlarsa- sormamıştır. Doğru politikalar, doğru bir stratejik çizgi izlersek ve onların arasında kök salmak için devrimci enerjimizin bütününü ortaya koyarsak eğer, emekçi yığınları, devrimci cepheye gelirler ve gelirlerken de bizi tanırlar, bilirler; dinsel inanç karşısındaki tutumuzun farkındadırlar. Buna rağmen bizimle birlikte yürürler; çünkü biz dürüst ve açık bir noktada dururuz, kimseyi kandırmayız; onların yanında, omuz başında eşitlik ve özgürlük davası için savaşırken din tüccarlığı yapan bütün burjuva politikacılarından daha samimi bir ahlak ortaya koyarız. Süreç içersinde, bizimle birlikte oldukları her alanda, her kavgada, dinsel kökenli ahlak biçimlerinin yanında bize özgü devrimci bir ahlak ve dürüstlüğün de var olduğunu öğrenirler. Esasen bu konuda devrimci sosyalizm işe sıfırdan da başlamamaktadır; Deniz'lerden Mahir'lere, İbo'lara ve sonraki kuşaklara dek uzanan uzun bir tarih içersinde devrimciler düşmanlarının bile takdir ettiği bir ahlaki gelenek yaratmışlardır. Materyalist düşüncelerimiz konusunda bizimle en küçük bir ortak noktaya sahip olmayan insanlar bile, bu tarih boyunca bizim halkın davasına -uğrunda ölebilecek kadar- bağlı, güvenilir insanlar olduğumuzu öğrenmişlerdir. Biz, bu geleneğin kilometre taşlarına basarak yürürüz; bütün devrimci enerjimizle halkın, işçi sınıfının davasına sarılırız; ve o zaman yeniden ve yeniden görülür ki, bugün çok önemli sanılan tartışmaların çoğu aslında sabun köpüğünden daha hafiftir.
Bu noktada, devrimci sosyaliste düşen görev son derece basit ve açıktır: İşimizi yapmak! İşimiz ise bellidir: PASS temelinde devrimci faaliyetin yükseltilmesi yoluyla, hiç kimsenin görmezden gelemeyeceği devrimci müdahaleler temelinde devrimci politikanın ve örgütlenmenin toplumsal yaşamın merkezi bir unsuru haline getirilmesi ve emekçilerin düşünce ve yaşamını parçalayan her türden gerici ayrım noktasının ortadan kaldırılması, yeniden devrim ve sistem ayrımı üzerinden bir saflaşmanın yaratılması...
"Böylesi bir eylem ve örgütlenme çizgisi sömürüye, yoksulluğa, işsizliğe, yozlaşmaya, emperyalizme uşaklığa, emperyalist saldırganlığa, genel olarak sisteme ve devlete karşı büyük bir öfke besleyen, ancak çıkış yolu bulamayan ve geleneksel tercihlerin etkisiyle gerici ve faşist sistem partilerinin etkisi altında olan geniş emekçi kesimlerinin öfkesinin de ifadesi olacaktır.
Emekçileri bölen ve sisteme bağlayan kanalları kesecektir. Emekçilerin gündemini dolduran; laik-şeriatçı, alevi-sunni ve artık bozulmuş ve anlamını yitirmiş geleneksel sağ-sol ayrımları yerini, IMF'ciler, Amerikancılar, emperyalist yardakçıları ve onların karşısında bağımsız ve onurlu bir ülke isteyenler; yiyiciler-hortumcular-tekelcilerin sömürü ve sefahat düzenini savunanlar ve onların karşısında işçilerin, yoksulların iktidarı ve insanca yaşamı için mücadele edenler; oligarşinin uşakları ve onların karşısında halk kurtuluş savaşçısı devrimciler ayrımına bırakacaktır. Devrimci eylemimizle bu ayrım noktalarını geliştirdiğimiz ölçüde emekçilerdeki ve soldaki bugüne değin varolan tüm siyasal, sosyal, kültürel aidiyet ilişkileri altüst olacak ve yeniden devrimci temelde biçimlenecektir. Devrimci kitle mücadeleleri ile birleşen silahlı devrimci eylem yoluyla devrimci bir halk hareketi yaratılacaktır." (Yeniden İnşa ve Devrimci Atılım Perspektifimiz ve Görevlerimiz, başlıklı taslak çalışmadan)
Devrimci sosyalizm devrimci yenilenme ve yeniden inşa çalışması ile böylesi bir sürecin temellerini örmektedir ve mutlaka başaracaktır.

Bugün ve Yarın: İşçiden Esiyor Yel
Hatırlanacaktır, 18. sayımızda "Emperyalist Yeniden Paylaşım ve Devrimci Dinamikler" yazımızın "Sistem Karşıtı Güçler ve Devrimci Hareketler" bölümüne başlarken "1990'ların başında böyle bir başlığın altını doldurmak herhalde oldukça zahmetli bir iş olurdu" demiştik. Gerçekten de bugün, 2000'lerin ilk on yılını yarılarken, durum ciddi şekilde değişmektedir. Çeşitli yazılarımızda ayrıntılarıyla irdelemeye çalıştığımız 1990'lar sonrası dünya tablosu bugün henüz zayıf da olsa giderek istikrarlı bir şekilde değişmektedir. Şimdilik belki güçlü kasırgalardan söz edemiyoruz ama çok önemli isyan potansiyellerinin biriktiği ve yer yer patlamalarla kendini ortaya koyduğu inkâr edilemez.
Pek uzak olmayan bir gelecekte bu olguların -politik iradelerin olgunlaşıp müdahale güçlerinin artmasına bağlı olarak- yavaş yavaş devrim kanallarına akacağını kestirmek zor değildir; ve belki de o zaman, bugünkü süreç, "iktidara yönelmeden bu işin olmayacağı" gerçeğinin bir kez daha öğrenildiği bir dönem olarak hatırlanacaktır.
Belki bazı aklı evveller (tarih durdurmaya pek meraklı oldukları için) bugünkü patlayıp sönen hareketlerin yeni sürecin tek ve kalıcı biçimi olduğunu düşüneceklerdir ve düşünmektedirler; şu eski "otoriter" devrimlerin, parti aygıtlarının, gerilla ordularının, vs. tarihe karıştığını ve işlerin artık böyle yürüyeceği fikrine saplanmışlardır ama tarih böyle yürümez. Dünya devrimci hareketi, kuşkusuz bugün yaşanan deneyimlerden de deneyim ve birikim kazanarak bu ara dönemi aşacak ve başka bir aşamaya gelecektir.
İşte o zaman, şu anın yakıcı sorunlarından biri olan dinsel yükseliş olgusunu da bir kez daha tartışma fırsatını şüphesiz bulacağız. Ve büyük bir olasılıkla, bu tartışmanın bugün tekelci medya tarafından öne çıkarılıp kördüğümleştirilen ayrıntılarının aslında ne kadar gerilerde kalıp önemsizleştiğini de aynı süreçte fark edeceğiz. Yürüyen ve yürüdükçe kendi gücünün büyüklüğünü öğrenen emekçi kitleleri, din tüccarı burjuva politikacıların da, neoliberal solcu hokkabazların da nasıl bir yalan perdesinin arkasında durduklarını görecektir.
İşimizi yapmak! Israrla ve bütün enerjimizi açığa çıkararak... Emekçilerin yaşantısının tam içinden yürüyüp gelerek dönüştürücü bir devrim hareketini inşa etmek... Öfkenin ve gücün doğru kanallara akması ve suni gündem maddeleriyle sakatlanmış bugünkü ara dönemin bir an önce bitmesi için...
Devrimci sosyalizmin güncel görevi budur...


 


 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul