Giriş ve Bazı Sorular
Din ve dinsel kökenli politik akımlar karşısında
takınılacak tutum meselesi Türkiye'nin işgal ettiği
özgün jeopolitik konumdan da ötürü, bu topraklarda
her zaman sosyalistlerin önemli sorunlarından biri
olmuştur. Esasen bir açıdan bakıldığında bu sorun,
belki bilimsel sosyalist düşüncenin yüz elli yıllık
tarihinin daha çok başlangıç aşamasına ait bir sorun
gibi görünmektedir ama Türkiye, Ortadoğu ve dünyanın
2000'li yıllardaki gerçekliği karşısında konunun
yeni bir politik çehre kazandığı da göz ardı edilemez.
90'lardan bu yana gelişmekte olan yeni tarihsel
süreç, son derece dinamik ve karmaşık yapısıyla
yeni tartışmaları gündeme taşımış, emperyalist sömürünün
sınırsızca yaygınlaştırılmasına dayanan politikalar
bölgesel ya da genel planda bazı tepki odaklarını
öne çıkarırken doğal olarak bunlarla ilgili soruları
da getirip önümüze koymuştur. Başka bir deyişle,
reel sosyalizmin çöküşüne bağlı olarak bu süreçte
bütün yerleşik durumlar ve güç dengeleri yerinden
oynamış, dünya halkları için derin bir yoksulluk
ve zulüm anlamına gelen "yeni dünya düzeni"
ortaya büyük bir isyan potansiyeli çıkarmış ve bilindiği
gibi sosyalist hareketin gerileme koşullarında bu
potansiyel çoğu zaman başka kimlik arayışları üzerinden
şekillenmiştir. Dolayısıyla bütün bu sorular da
artık sosyalist hareketin yanıtlamaksızın üzerinden
atlayıp geçemeyeceği ölçüde yakıcı sorular haline
gelmişlerdir.
Elbette burada, genel olarak Marksist düşüncenin
dinle ilişkisinden söz etmiyoruz; materyalist felsefe
ile idealizm arasındaki bu hesaplaşma -günlük devrimci
çalışma içersinde her gün her saat önümüze yeniden
çıksa da- tarihsel bağlamda çözümlenmiş sayılabilir.
Üstelik özellikle geçen yüzyılın olağanüstü bilimsel
keşif ve gelişmeleri de bu tartışmada materyalist
cepheye yeterince açık bir destek sağlamış, idealizmin
yüzyıllar boyunca yıkılmaz görünen dogmaları ağır
yaralar almıştır. Ancak buna rağmen dünya sosyalist
hareketi ve onun yerel parçaları ile dinsel kökenli
politik akımlar (ya da en azından bunlardan bazıları)
arasındaki siyasal ilişki, tarihsel süreçlere bağlı
olarak zaman zaman yeniden tartışma konusu olabilmekte
ve durumu bir kez daha ele alarak çözümleme ihtiyacı
belirmektedir, ki bu da sınıf mücadelesinin gelgitler
ve iniş-çıkışlarla dolu uzun seyri içinde doğal
karşılanmalıdır. Çünkü sınıf mücadelesinin bu seyri,
sık sık hayatın sorunlarıyla karşılaştığımız ve
her aşamada yanıtlar ürettiğimiz bir süreçtir; burada
söz konusu olan şey, dinsel dogmaların genel olarak
doğruluğu-yanlışlığı, vb. değil, dinsel düşüncelerin
toplumsal mücadele üzerindeki etkileriyle ilgili
politik bir sorundur.
Türkiye solunda bu çözümleme çabasının henüz belli
bir olgunluğa ulaştığı söylenemez. İşin doğrusu,
tartışma çoğu kez, biraz da anlaşılabilir günlük-yakıcı
ihtiyaçlardan ötürü, belli güncel olaylara bağlı
olarak salt bir "tutum belirleme" aciliyeti
üzerinden düşünülmekte, uluslararası durumun ve
üzerinde yaşadığımız toprakların kültürel-manevi
dünyasının ciddi bir çözümlenmesi yerine bu türden
"acil deklarasyonlar" geçirilmektedir.
Küçük burjuvazinin konformist tutumundan ve "şeriat
korkusu"ndan beslenen bir diğer eğilim ise
son zamanlarda kendisini dinsel akımlarla mücadeleye
adama biçiminde ortaya koymaktadır. "Arı bir
sosyalizm" ya da "tavizsiz aydınlanmacılık"
iddiasıyla davranan bu eğilimin en büyük kusuru,
bir yandan böylece kendisini "temiz" hissetmenin
rahatlığını yaşarken, diğer yandan öfke ve zayıflıklarıyla,
güç ve güçsüzlükleriyle milyonlarca insanın dünyasını
anlamaktan uzak durmak, gitgide bu dünyadan ve özellikle
Ortadoğu coğrafyasından koparak steril bir "sınıf
mücadelesi" düşüne kendisini kaptırmaktır.
Gerçek hayattaki gerçek bir devrim hareketinin çamursuz,
tertemiz bir alanda her türlü gerici etkiden arınmış
insanlarla yürümediğini; tersine böyle bir devrim
hareketinin her zaman milyonlarca insanın pratik
mücadele içinde dönüştürülmesi anlamına geldiğini
unutan bu eğilim, eninde sonunda düzen-içi bir kast
haline gelmeye mahkumdur.
İşin doğrusu, birinci eğilimin gerçekten de anlaşılabilir
gerekçeleri vardır. Çünkü gerçekten de bir devrimci
hareket çevresinde olup bitenler üzerine hızlı refleksler
geliştirmek ve özellikle kendi etki alanındaki insanların
bu konularla ilgili yanılsamalarını düzeltmek zorundadır;
bu, çoğu zaman ertelenemez bir görevdir. Bugün içinde
yaşadığımız dünyaya ve Türkiye'ye şöyle bir baktığımızda,
yalnızca sola sempati duyan binlerce insanın değil,
bizzat devrimcilerin de zihnini karıştıran bir dizi
olguyla karşı karşıya olduğumuzu görürüz ve bunların
hiçbiri de önemsiz değildir. En sonuncusuna İstanbul'da
tanık olduğumuz ama daha kapsamlı biçimini 11 Eylül'de
yaşadığımız İslami kökenli büyük şiddet eylemleriyle
ilgili tartışmalar bu konudaki en yakıcı örneklerinden
biri olmuştur. Ama yalnızca bu kadar değil, örneğin
Filistin'in son yirmi yıllık sürecinde öne çıkan
İslami direniş de Ortadoğu coğrafyasında yaşayan
devrimciler için tartışılması gereken bir olgudur.
Ya da örneğin pratikte kitleler arasında çalışan
bir devrimci militan, Irak'taki direnişten söz ederken,
belleğinde Maraş ve Sivas katliamlarının izlerini
taşıyan sıradan bir işçi "peki bu direnişçiler
iktidar olursa ne olur?" diye bir soru sorabilir
ve bu soru da yanıtlanmak zorundadır. Ve tabii aynı
işçi, benzer bir soruyu savaşa karşı bir mitingde
sendikasının kortejinin yanında İslami dernekleri
gördüğünde de sorabilir. Bunun yanında, Sincan'daki
Kudüs Gecesi'nden 28 Şubat "ayarlaması"na,
oradan kronikleşmiş türban sorununa, 8 yıllık eğitime
ve ordunun ikide birde hükümetleri "fırçalaması"na
dek uzanan bir dizi politik olgu da bu ülkedeki
emekçilerin zihninde soru işaretleri üretmiştir,
üretmektedir. O kadar ki, bu soru işaretleri, bir
dizi sosyo-politik olguyla bir araya gelerek üç-beş
aylık bir partiyi yoksulların oylarıyla tek başına
iktidara taşımıştır.
Öte yandan, aynı süreçlerde bu ülkede, köşedeki
sakallı bakkaldan alışveriş yapmamayı "laiklik"
açısından çok önemli bulan ama öte yandan çadırlarda
direnen grevci işçilere de en küçük bir sempati
beslemeyen, Kürtlere yönelik katliamları ve faili
meçhulleri ise zaten tamamen görmezden gelen ya
da düpedüz onaylayan tuhaf bir "solcu-ilerici"
tipi de bol miktarda üremiştir. Ve bu tip, kendine
uygun siyasi temsiliyetler de bularak politik arenada
belli ölçülerde varlık kazanmış, kitlelerin gerçek,
somut gündemini bulandırarak onun yerine "şeriat
karşıtlığı, vb." üzerinden suni tartışmalar
ikame etme görevini üstlenmiştir. Böylece işçi sınıfının
ve sosyalistlerin neoliberal restorasyona karşı
yürüttüğü mücadelenin tek tek parçaları da zaman
zaman anti-emperyalist, anti-kapitalist içeriğinden
saptırılarak bulanıklaştırılmakta, aynı suni tartışmaların
parçası haline getirilmektedir. Örneğin GATT anlaşmaları
ve diğer emperyalist direktiflere uygun olarak üniversiteleri
ticarethaneye döndürmek konusunda en küçük bir anlaşmazlığa
sahip olmayan "iki taraf" (ki aynı "iki
taraf" öğrenci hareketini ezmekte de tamamen
hemfikirdir) YÖK üzerine fırtınalı tartışmalar yapabilmekte
ya da aynı emperyalist direktiflerin ürünü olan
"Kamu Reformu Yasası" sanki ulusalcılık
ve laiklikle ilgili bir konuymuş gibi tartışılabilmektedir.
Benzer biçimde ara sıra "İslami sermaye"
ile ilgili ürkütücü tablolar çizilmekte, büyük kampanyalarla
şu ya da bu sektörde kısmi tasfiyeler gerçekleştirilmekte,
ancak bu arada aynı sektörlerdeki pazarın kimin
eline geçtiği gözlerden gizlenmektedir, vb. vb.
Soruları çoğaltmak mümkün ama uzatmaya gerek yok...
Bu kadarlık bir gezintiyle bile görülebilen gerçek,
emekçi kitleler arasında çalışma yürüten devrimcilerin
her gün bir dizi soruyu yanıtlamak zorunda olduğudur;
ki bu, devrimci hareketlerin de şu ya da bu konuyla
ilgili olarak sık sık "tutum belirlemesi"
yapma göreviyle karşı karşıya kaldığı anlamına gelmektedir.
Ancak devrimci sosyalizm açısından asıl sorun bu
kadarla sınırlı değildir. Çünkü sorunun günlük gelişmeleri
aşan daha genel ve köklü bir yanı da vardır ve güncel
gelişmeler karşısında sık görülen yalpalamaları
önleyecek bir eksen ihtiyacı kendini dayatmaktadır.
Böyle bir temel kriterler sistemi sağlamca inşa
edilmediğinde, son zamanlarda sosyalist çevrelerde
sık sık görülen uçlara savrulma eğilimini aşabilmek
mümkün değildir.
İlk sayısından bu yana yeni tarihsel sürecin temel
unsurlarını irdeleyerek yayın hayatını sürdüren
Sosyalist Barikat, hatırlanacağı gibi bu arada aynı
sürecin öne çıkardığı bazı yeni çatışma ve sorun
alanlarını da ele almakta ve bu konularda temel
kriterleri ortaya koymaktadır. 90 sonrası sürecin
gitgide kronikleşen sorun alanlarından "ulusal
sorun"la ilgili olanını 10. sayımızda irdelemiş
ve geçen dönemden çözülmeden günümüze gelen sorunların
yol açtığı kargaşayı Marksizm-Leninizmin klasik
referanslarının eşliğinde ele almaya çalışmıştık.
Aynı sürecin önümüze çıkardığı bir başka karışık
alanı da bu sayımızda ele alacağız ve bunu yaparken
de yine günlük olgulara tek tek yanıtlar arama yerine
öncelikle sorunun genel çerçevesini irdelemeyi tercih
edeceğiz.
Temel Soru: Zayıflaması Gereken Neden Güçleniyor?
Sorunun genel çerçevesine bakmak istediğimizde,
işe son yıllarda bütün devrimci sempatizanların
zihninde ciddi bir yer işgal eden en temel soru
ile başlamak zorundayız: Kaba pozitivist anlayışa
göre bilimlerin ilerlemesi ve evrenin sırlarının
bir bir çözülmesiyle birlikte kendiliğinden güç
yitirmesi ve nihayet erimesi gereken dinsel düşünce
nasıl oluyor da olağanüstü bilimsel sıçramalarla
geçen bir yüzyılın sonunda yeniden bir yükseliş
tablosu çizebiliyor? Nasıl oluyor da, 2000'lerin
başında, özellikle Ortadoğu coğrafyasında (ve
Türkiye'de) milyonlarca emekçi, "çağdaş"
dünyanın bütün normlarına sırt çevirerek yeniden
dinci partiler ve örgütlere yönelebiliyor?
Bu ciddi bir sorudur; çünkü bu ülkede on yıllardır
yetişen devrimci insanların çoğu, materyalist
felsefe üzerine en temel gıdalarını alırlarken
aynı zamanda yukarıda sözünü ettiğimiz pozitivist
yaklaşımı da benimsemişler, böyle bir anlayışla
dinsel düşüncenin kökenleri üzerine düşünürlerken
her zaman "bilgisizlik" ve "korku"
unsurlarına daha fazla öncelik vermişlerdir. Dolayısıyla,
dinin kaynağı, insanın kendisi ve çevresi üzerine
bilgisizliğiyse eğer, bilimlerin-teknolojinin
ulaştığı her gelişme evresinde, evrene ve insana
ait bilgi eksikliklerinin giderildiği her yeni
buluşta, materyalist dünya görüşünün kendiliğinden
bir şekilde güç kazanacağı ve dinsel hurafelerin
gerileyeceği varsayımı kendi içinde tutarlı bir
yaklaşım olarak genel kabul görmüştür. Nihai olarak
bu kabul, "gericilik"le "cehalet"
arasında doğrudan bir ilişki kuran, "cehalet"in
sona erdirilmesi yoluyla "gericiliğin"
de hakkından gelineceğini varsayan "Aydınlanma"
düşüncesine ve bu düşüncenin Türkiye'deki çarpılmış
versiyonuna denk düşen eski "eğitim"
zihniyetine de uygundur. Daha doğrusu zaten kökeni
orasıdır. Dolayısıyla özellikle bu eğitim sürecinden
geçmiş eski kuşaklardan Türkiye'li devrimcilerin
çoğunun (ki bunların çoğu "ilerici öğretmen"
ile "ağa-imam" karşıtlığına dayanan
romanlarla büyümüşlerdir) dinci hareketin bugünkü
canlanışını şaşkınlıkla karşılamaları doğaldır.
Olguya bir yönünden bakıldığında, esasında bu
yaklaşım temelde çok yanlış değildir. Gerçekten
de birbirini besleyen unsurlar olarak bilgisizlik
ve korku, tarihin başlangıcında insanın manevi
dünyasını biçimlendiren temel faktörlerdir. Topluluk
halinde yaşadığı halde aslında doğanın korkunç
güçleri karşısında zayıf ve çaresiz olan insan,
kendisine bütün felaketleri ve yaşamsal kaynakları
sunan bu kontrolsüz güçle ilişkisinde edilgendir.
Böylece, tarihin henüz zifiri karanlıktan ibaret
olan başlangıcında, bilginin acınası azlığı ve
doğanın müthiş zenginliği arasındaki derin uçurumun,
insanın beyninde bütün bu tanımlanamaz karmaşanın
birileri tarafından yaratıldığı ve yönetiliyor
olduğu fikrini doğurması mantıklı bir varsayımdır.
İnsanın henüz çok geri bir soyutlama düzeyine
sahip olduğu bu noktada söz konusu olan şey, son
derece doğal korunma güdüleridir ve esasen başlangıçta
tanrıların kendileri de çok doğal ve somut varlıklardır.
Bu anlamda doğaya yönelik olan hayranlık ve korkunun
tapınmaya dönüşmesi doğrusu bugün bildiğimiz dinsel
düşünceden daha saf ve aynı zamanda daha mantıki
görünür. İnsanın açıklamakta aciz kaldığı her
doğa gücünü tanrılaştırması, korku ve hayranlığını
bir biçimde açığa vurması ve daha sonra, soyutlama
gücü geliştikçe bu doğal güçleri daha taşınabilir,
sabitleşmiş nesnelerde (totemler, fetişler, vb)
simgeleştirmesi de çok anlaşılabilir durumlardır.
Tanrısal varlığın daha da soyutlanıp görünmez
hale sokulması ise artık tümüyle yeni bir tarihsel
aşamadır ve yeni üretim-yaşam koşullarına denk
düşer. Bu kez artık söz konusu olan, bütün doğal
güçlerin ve bütün bilinmezliklerin toplulaştırılması
ve somut nesnelerden kavramlara geçiştir. "Tek
tek halkların ve halk gruplarının gelişmelerinin
tarihsel aşamalarının ifadesi" (Engels, Komünizmin
İlkeleri Taslağı) olan dinler, artık yeni bir
aşamaya gelmişlerdir. İnsan artık ulaşmış olduğu
maddi üretim düzeyi ve kültürel birikimiyle daha
soyutlayıcı ve kavramsal düşünebilmekte, içindeki
boşluğu bu kez daha yoğunluklu bir "yaratıcı"
kavramıyla doldurmaktadır. Sayıları hayli fazla
olan ve her biri ayrı doğa güçlerini kontrol eden
eski tanrıların yerini, bunların bütününü yaratıp
yöneten bir yeni tanrı biçimi aldığında, bu kez
artık daha gelişkin ve daha zor yıkılabilir bir
dinsel inanışın eşiğine geliriz. Bu kez daha gelişkin
bir insanla da karşı karşıyayızdır; çevresini
ve doğayı daha çok kavrayan, onun basit işleyişinden
daha çok haberli olan ama bu kez de bütün bu işleyişler
arasındaki bağı kavramakta zorlanan insan, bu
bağı yine de "genel bir yönetici" ile
doldurmaya çalışır. Bütün bu oluşların, kendisinden
çok üstün, "yetenekleri tanımlanamaz"
ölçüde soyut bir güç tarafından gerçekleştiriliyor
ve denetleniyor olması onun için artık sabit bir
veridir.
Buraya kadar söylediklerimiz kuşkusuz materyalist
anlayış açısından son derece mantıklıdır ve bilimsel
düşünceye de uygundur. Ve eğer durum gerçekten
böyleyse, olguyu açıklamak için bu kadarı yeterliyse,
dinsel düşüncenin tarihin başlangıcından bugüne
dek uzanan çizgisinin her gün biraz daha aşağıya
doğru düşmesi de mantıkidir. İnsan düşüncesinin
buzul çağında doğmuş olan dinsel dogma, bu düşüncenin
uzayı bile aştığı bir noktada, erimelidir. Özellikle
insan eliyle gerçekleştirilmiş mucizelerle dolu
olan 19. ve 20. yüzyılın ardından insanın doğa
ve evrenin yapısı üzerine olan bilgisi en üst
noktaya ulaşmışken her çeşit hurafenin tarihe
gömülmesi, beklenen bir sonuç olmalıdır.
Ama işte sorun zaten buradadır. Meseleyi salt
"bilim-din", "bilgi-bilgisizlik"
ikilemi içine sıkıştıran ve neredeyse yapısalcı
bir yöntemle tarihsel arka planı gözetmeyen bu
anlayış, aslında durumu kavrayamaz. Yalnızca irdelediği
olguyu dikkate alan, onun başka birçok olguyla
birlikte içinde devindiği genel süreci, yani tarihsel
gelişimi ve diyalektik bütünlüğü gözardı eden
bir yaklaşım, insanlık tarihinin bu kadar önemli
bir aktörünü anlamakta yetersiz kalır. Çünkü hayat,
bu kadar dar bir ikilemin içine sığmaz ve insanın
en üstün teknolojileri geliştirip maddenin en
küçük parçacıklarının işleyişini kavramaya başladığı
bir süreçte bile sınıfsal toplumsal ilişkilerin
seyri, politik-kültürel ihtiyaçlar, değişik kırılma
noktalarında dinsel düşüncenin yeniden şahlanışlarına
izin verebilir.
Bir Üstyapı Kurumu Olarak Dinsel Düşünce
Her şeyden önce, 2000'lerin olağanüstü koşullarından
da bağımsız olarak üstyapı-altyapı ilişkileri
ve bu arada dinsel düşüncenin seyrinin mekanik
olarak anlaşılamayacağını söylemeliyiz. İnsanların
maddi yaşamları ile düşünceleri arasındaki ilişki
düz değildir ve insan düşüncesi, onun maddi yaşantısının
doğrudan bir yansıması olarak meydana gelmemektedir.
Burada devreye gelenekler ve kuşaklar boyunca
akıp gelen manevi kalıpların yanında, egemen sınıf
tarafından kontrol edilen ideolojik üretim araçları
da girmekte ve düşünsel alan, her geçen gün daha
da geliştirilen bütün bu araçların labirentinden
geçerek, bu labirent içersinde çarpılarak oluşmaktadır.
Ayrıca aynı süreç, bir "özerklik yanılsaması"nı
da üretmekte, böylece çoğu kez, üstyapı kurumları,
zaman içersinde kendi kökenlerinden ve oluştukları
ilk koşullardan bağımsız göründükleri bir noktaya
ulaşmaktadırlar. Sözgelimi hukuk kuralları da
böyledir. Ciltler dolusu yasalara dönüşen hukuk
kuralları, zamanla artık doğmuş oldukları sınıfsal
güç ilişkileri alanından "özerk"miş
gibi görünürler ve sıradan insanlar, hatta uygulayıcılar
için bile kökenle ilgili sorular çok bulanık bir
örtünün altında kalır. Kuşaktan kuşağa akıp giden
gelenekler ve eğitim sonucunda bugün varılan noktada
sınıfsal özü birebir açığa vuran çok çarpıcı örnekler
dışında hukuk, ezelden ebede var olan ve var olmak
zorunda olan (olduğu sanılan) soyut bir nitelik
kazanır.
Dinsel düşünce alanında da, başlangıçtaki kökenler
ne olursa olsun, kuşaklar boyunca devam eden eğitim
ve akıp giden gelenekler, kültürel biçimlenişler
yoluyla insanların artık onu kendilerinden önce
varolmuş ve varolacak, öyleyse kabulü de zorunlu
bir olgu olarak görmeleri durumu ortaya çıkar.
Yani, zaman içerisinde, dinsel düşünce ve iman
etme durumu öğrenilmiş bir tavır olarak işlevini
yürütür ve tek tek her insanın tanrının varlığını
tartışıp tartışmamasından bağımsızlaşır; çünkü
her tek insan bu kültürel genlerle birlikte büyüyüp
erişkin hale gelir. Aynı zamanda bir kurumlar,
törenler, tekrarlanan davranışlar silsilesi olan
din, giderek hatta (Hıristiyan dünyasındaki çilecilerin,
Doğu dünyasında ise tasavvufçuların yakındıkları
gibi) "tanrı"nın kendisinden de uzaklaşarak
bir sosyal olgu, yerleşik bir toplumsal klişe
haline gelir. Artık, varlığı sorgulanmayan, sorgulanması
da zaten dinsel düşüncenin kuralları tarafından
yasaklanmış bir ön kabul vardır. Zaten, bütün
dinsel düşünce biçimlerinin en temel öğesi, kendisini
tartışma dışına çıkaran tavrıdır. Küçük ayrıntılar
üzerinde tartışmaya kısmen izin veren dinsel ideolojiler,
sorunun asıl temeli olan "ilahi bir yaratıcının
varlığı-yokluğu" sorununu hiç bir biçimde
tartışmaya yanaşmazlar ve kendilerini de bu tabunun
kuşaklar boyu aktarılmasıyla görevli sayarlar.
Bu açıdan, tarihin ve bilimlerin gelişmesi yükselen
bir çizgi izlese bile, bu gelişmenin birebir şekilde,
kendiliğinden dinsel düşünceyi geriletmesi pek
mümkün değildir. Bu çok düz bir varsayımdır. Hatta
öyle ki, dinin, onu doğuran kökenlerin tümüyle
yitip gitmesi halinde bile daha uzun bir süre
varlığını devam ettirmesi beklenmelidir ve zaten
evrenin eksiksiz bir kavranışı hiçbir zaman tam
olarak gerçekleştirilemeyeceği için, içine tanrısal
inancın sığabileceği bir boşluk uzunca bir süre
hep mevcut olacaktır. Tarihsel ömrü sınırlı olan
bir üretim biçiminin bile, ortadan kalktıktan
çok sonra üstyapısal varlığını, ideolojik kalıntılarını
uzun süre sürdürebildiği düşünülürse, neredeyse
insanlığın tarihiyle yaşıt olan dinsel düşüncenin
insan beynindeki mevzilerini öyle pek kolay terk
etmeyeceğini tahmin etmek çok zor değildir.
Kaldı ki, süreç içersinde olağanüstü sıçramalar
gerçekleştirmiş olan bilimler de, -kapitalist
koşullar altında- hiç de beklenildiği gibi boş
inancı gerileten bir etki yaratmamışlardır. Teorik
olarak kendine güveni ve iyimserliği üretmesi
gereken teknolojik gelişme, çoğu durumda büyük
bir düş kırıklığını ve yabancılaşmayı beraberinde
getirmekte, kâr hırsıyla insanı bütünüyle dışlayan,
onu ezip tüketen bu "ilerleme" biçimi
içe kapanma eğilimlerini de güçlendirmektedir.
Burada, yalnızca gelişen üretim teknolojisi içindeki
o büyük emek yabancılaşmasından söz etmiyoruz,
o zaten işin temeli ve biliniyor. Ama daha önemlisi,
kapitalist teknolojik gelişmenin en uç biçimlerinin,
insanlığın sorunlarını gerçekten çözmek bir yana,
korkunç sosyal uçurumları daha da derinleştirici
bir etki yaratmasıdır. Örneğin tıpta, uzay teknolojisinde
ya da silah sanayisindeki baş döndürücü gelişmeler,
geçen yüzyıl içersinde, ne açlıktan kaynaklanan
toplu ölümlerin bir parça olsun önüne geçebilmiş,
ne de korkunç bir yoksullaşmayı durdurabilmiştir.
Bilimlerin ve teknolojinin insanın en temel ihtiyaçlarına
değil de, kapitalist kâr hırsının hizmetine (çoğu
kez de yıkım araçlarının geliştirilmesine) koşulması,
20. yüzyıl boyunca milyonlarca insanın mutsuzluğu
anlamına gelmiş ve bu yüzyıl, bilimlerin en parlak
gelişmeleri ile insanlık tarihinin en korkunç
katliamlarını bir arada görmüştür. Doğal olarak,
hem bu kanlı bellek, hem de dünyanın uçurumlara
bölünmüş bugünkü manzarası, bilim konusunda da
büyük bir karamsarlığı beraberinde getirmektedir.
Hatta teknolojinin en uç boyutlarını yakalayan
ABD gibi başlıca kapitalist ülkelerde de milyonlarca
insanın "evsizler sınıfı" denebilecek
ölçüde büyük bir topluluk oluşturması ve öte yandan
tüketim toplumunun anaforundan savrulmuş tortu
tabakaların uyuşturucu, vb. gettolarını yaratmış
olmaları en can alıcı çelişmeleri belirlemektedir.
İşte 21. yüzyılın insanı böyle bir dünyanın içinde
kendine çıkış yolları aramaktadır. Yaşamı kolaylaştırmayı
ve insan soyunu yüceltmeyi değil, kârların azamileştirilmesini
gözeten kapitalist teknoloji, insanın ruhunu öylesine
teslim alıp çürütmüştür ki, adeta onu şu bildiğimiz
ilkel insanın yalnızlığına sürüklemiştir. Kocaman
kentlerin ve sanayi komplekslerinin içinde sürüler
halinde yaşayan ama öte yandan olağanüstü düzeyde
tecride ve atomizasyona uğratılmış insan, korkunç
bir yalnızlığın bütün travmalarını bir arada yaşamaktadır.
Sistem, insanın geleceğini ve bugününü çalmıştır,
onu çevresinden ve ait olabileceği toplumsal ilişkilerden
de giderek soyutlamıştır. Kaba maddi çıkarı bütün
insani değerlerin önüne kesinlikle geçiren sistem,
insani özün üzerine öyle büyük çöp yığınları biriktirmiştir
ki, gelecek toplumsal düzenin kaygısını duyan
sosyalistler açısından bile bu özün yeniden ortaya
çıkarılıp canlandırılması çok ciddi bir problem
haline gelmiştir..
Üstelik, bilimlerdeki ve teknolojinin seviyesindeki
olağanüstü gelişmeler, kapitalist sistemin temel
niteliğinden ötürü, insanın doğal çevresinin de
tükenmesini beraberinde getirmiştir. Teknolojideki
dev gelişmeler, doğal ortamın büyük ölçüde tahrip
edilmesi pahasına gerçekleştirilmiş, dolayısıyla
özellikle son çeyrek yüzyılda artık çıplak gözle
de görülebilir bir biçimde dünyanın geleceği tehlike
altına sokulmuştur. Ki, bu da, bilimlerin insanın
mutluluğuna yol açması gerektiği inancını zayıflatmış,
böylece dinsel düşünce ile modernliğin gelişmesi
arasındaki hesaplaşmada bir kayıp puan olmuştur.
Kaldı ki, kapitalist sistem koşullarındaki teknolojik
gelişim, insanların bilimle kurdukları ilişki
açısından da başından beri derin bir çelişkiyi
içermiştir. İnsanı teknolojinin piyasaya dönük
sonuçları olan malların tüketicisi konumuna düşüren,
ama aslında onu bilimin kendisinden uzakta bırakan
bir başka yabancılaşma türü de kapitalizmin ayrılmaz
parçasıdır. Öyle ki, sonuçta varılan insan tipi,
bilimlerin gelişmeleriyle salt tüketici düzeyinde
ilişki kuran ama hiç bir zaman bilimi yaşamayan,
onu kendi hayatının bir parçası olarak algılamayan
insan tipidir.
Tarihsel Bağlamda Dinsel Düşünce: Düşüş ve
Yükselişler
Sonuç olarak denilebilir ki, insana ait bütün
diğer sorunlar gibi dinin iniş-çıkışları sorunu
da tek yönlü ve basit varsayımlarla ele alınamaz.
Bilgisizlik ile dinsel düşüncenin etkinliği arasına
bir paralellik koymak, sorunun yalnızca bir cephesini
anlamamıza yardımcı olabilir, hepsi o kadar. İşin
başka cephelerine baktığımızda ise insan düşüncesinin
evrimini ve bu evrimin içinde gerçekleştiği sınıflar
mücadelesi tarihini ele almak zorunluluğuyla karşılaşırız.
Bu tarih içinde emperyalist çağ çok özel bir yer
işgal eder. Çünkü,emperyalist çağ, bir anlamda
geriye dönüşler çağıdır ve büyük burjuva devrimleri
döneminde öne çıkarak dinin etkinliğini büyük
ölçüde gerileten akılcı-bilimsel düşünce de bu
gericilik dalgasından nasibini almıştır. Burjuva
devrimleri sürecinde kendisi de yarı yarıya ateist
olan burjuvazi, iktidarı alıp sağlamlaştırdıktan
sonra giderek her konuda olduğu gibi bu konuda
da geriye çark etmiş, bir yandan kapitalist üretimin
işleyişini tamamen dünyevi, "materyalist"
bir tarzda yürütürken, diğer yandan dinin emekçi
yığınlar üzerindeki etkisini fark ederek sistemin
işleyişini bozmayacak "ayarlama"lara
yönelmiştir. Burjuva devrimlerin uğruna kan dökülen
laiklik ilkesi, sonraki süreçte yeniden tanımlanmış,
böylece dinin devlet ve dolayısıyla ekonominin
işleyişi üzerindeki etkisi süreç içerisinde geri
dönülemez bir biçimde tırpanlanırken, artık bu
gerçeği "hazmederek" hizaya gelmiş bulunan
dinsel kurumlar himaye edilmiş, bir zamanlar hedef
tahtasına konulan Kilise bu kez yoksulların tepkilerini
yumuşatan bir olgu olarak yeniden öne çıkarılmıştır.
Bu kez daha şatafatlı bir biçimde ama sadece sosyal-kültürel
hayatta etkili olan yönüyle... Yani artık karşı
karşı karşıya olduğumuz şey, çarmıha kimin nasıl
çakıldığının ötesinde, tümüyle sosyo-kültürel
ve politik bir olgudur. Bu artık aynı zamanda
ölümcül bir çelişkinin de işaretidir: Emekçi kitlelerini
büyük birimler halinde bir araya getirerek onların
hayata ve kendi geleceklerine müdahale etmelerinin,
kendi öz güçlerine güven duymalarının önünü açan
kapitalizm, bir yandan da edilgenlik öğütleyen
bir ideoloji olarak dini muhafaza etmekte, hatta
bir önceki dönemde bizzat kendisi tarafından yıpratılmış
olan yaldızlarını parlatıp öne çıkarmaktadır.
İş başka ülkelerin sömürülmesine geldiğinde ise
durum çok daha açıktır: Bir yandan metropol kiliselerini
sömürge topraklarına yönlendirerek beşinci kol
gibi kullanan emperyalizm, diğer yandan ise girdiği
ülkedeki "en gerici unsurlarla" işbirliği
yaparken laikliği aklına bile getirmemektedir.
İster metropolde isterse sömürgede olsun bütün
amaç, emekçi yığınlarının kendi geleceklerini
belirlemelerine engel olmak, onların bu geleceği
"tanrının ellerine" terk etmelerini
sağlamaktır.
İşte bu noktada, dinsel düşüncenin tarihsel serüvenini
izlerken kullanmamız gereken anahtar kavramı yakalıyoruz:
Kendi kaderine, geleceğine hakim olup olamamak...
Ya da başka bir deyişle tarihin öznesi olup olamamak...
Bu bağlamda, Victor Hugo'nun "bilim her konuda
ilk sözü söyler, ama hiçbir konuda son sözü söylemez"
belirlemesi belki de her şeyden çok din-bilim
ilişkisi için geçerlidir. Bilim dinsel dogmaların
temellerini ortadan kaldıran nesnel, somut verileri
sunar. Ancak bu, dinsel dogmalarla mücadele için
sadece ilk kalkış noktası olabilir. Son söz ancak
devrimci toplumsal hareketlerin uzun mücadeleleri
ile söylenebilir.
Gerçekten de sınıflı toplumların tarihine biraz
dikkatle bakıldığında, dinsel düşüncenin gerileme
dönemlerinin özellikle büyük toplumsal kaynaşma
süreçlerine denk düştüğü görülür. Bu çok basit
bir nedenden ötürü böyledir; çünkü bu dönemler
insanın kendi iradesini en çok kullandığı ve hayata
en çok müdahale ettiği dönemlerdir. Bu açıdan
bakıldığında Avrupa'daki en büyük köylü isyanlarının
aynı zamanda katı dinsel tutuculuğa yönelmesi
ya da örneğin büyük Anadolu ayaklanmalarının hemen
tümünde daha özgürlükçü bir dinsel yorumun hakim
olması ve hatta bu ayaklanmalarda İslam dışındaki
dinlerden yoksulların da yer alması rastlantı
değildir.
1789 ile simgelenen büyük burjuva devrimleri dönemi
ise daha önce anlattığımız gibi en tipik örnektir;
burjuvazinin önderliğinde ayaklanan kitleler,
Ortaçağ'ın zifiri karanlığından sonra öyle bir
aydınlık sürecin kapılarını açmışlardır ki, papazlık,
uzunca bir süre Paris sokaklarında "gizlenmesi
gereken" bir meslek olmuştur. Kilisenin yüzyıllar
boyunca hatırı sayılır mülkleri elinde toplaması
ve yozlaşarak ticarethaneye dönmesinin yarattığı
nefret, yığınların özne olma bilinciyle birleşmiş
ve Hıristiyanlık, tarihinin en büyük gerileme
dönemini yaşamıştır.
Daha sonra Avrupa'da 1800'lerin ortalarında başlayıp
Komün'e dek devam eden ayaklanmalar ve devrimler
dönemi de benzer bir nitelik gösterir. 1917 ile
açılan yeni çağ ise bütün önceki alt üst oluşları
geride bırakacak ölçüde çarpıcıdır ve büyük emekçi
yığınlarının kendi kaderlerine el koymaları olgusu
ilk kez bu kadar açık ve kalıcı niteliktedir.
Milyonlarca insan, büyük bir özgürleşme hareketi
içersinde devinirlerken zihinlerindeki prangalardan
da kurtulmuşlardır. Ancak bu kez olayın etkisi
dünya çapında olmuştur. Ekim Devrimi, bütün dünya
emekçilerinin ve ezilen halklarının önünde somut,
elle tutulur bir örnektir ve insanın kendi kaderine
hakim olamayacağı, evrendeki bütün olayların ilahi
bir güç tarafından yönetildiği yolundaki düşünceye
uluslararası boyutta ağır bir darbe vurmuştur.
Aynı zamanda bu büyük alt üst oluş, burada, yani
yaşadığımız gerçek dünyada da adil bir üretim-paylaşım
düzeninin mümkün olduğunu göstererek yoksullara
yalnızca öteki dünyada "adalet" ve "mutluluk"
vaat eden dinsel düşünceyi kapsamlı bir sarsıntıya
uğratmıştır. Rusya'da ve bütün dünyada milyonlarca
insan, tabii ki dinsel düşünceden bir çırpıda
ve bütünüyle uzaklaşmamışlardır ama artık materyalist
dünya görüşlerini hiç saklamamış olan komünistlerin
peşinden gitmekte de tereddüt göstermemektedirler.
Hatta bilindiği gibi Ekim Devrimi'nden sonraki
yıllarda Doğu halklarıyla ilgili bir dizi kurultay,
kongre yapılmış ve bu platformlarda İslami düşünceyle
sosyalizmi uzlaştırma girişimlerine de, vb. rastlanmıştır.
Daha sonra gelen inişli çıkışlı devrimci süreçler
de aynı özellikleri gösterir. Ama özellikle III.
Bunalım Dönemi'nin devrimci kabarış süreci olan
1960'lar bu bakımdan sözünü etmeye değerdir. Bu
süreçte özellikle yeni-sömürgelerde emekçi yığınlar
büyük topluluklar halinde kendi kaderlerini değiştirmek
için hareket halindedir; bu durum, bir yandan
dinin toplumsal etkisinde ciddi gerilemeler yaratırken,
öte yandan da bu büyük altüst oluşların içinde
tümden eriyip gitmek istemeyen dinsel düşünce
yer yer kendini reforme etmek zorunda kalmıştır.
Anti-emperyalist mücadelelerin daha çok öne çıktığı
yeni-sömürge ülkelerin çoğunda dinsel akımlar
tanrısal emirler arasında "zalimlere boyun
eğmemek"le ilgili olanlarını daha çok "keşfetmişler"
ve toplumsal süreçten tümüyle kopmama kaygısına
(kimi örneklerde oldukça samimi bir biçimde) düşmüşlerdir.
Latin Amerika'daki "Yoksulların Kilisesi",
İran'da "Halkın Mücahitleri" gibi akımlar
bunun en somut örnekleridir.
Kısacası bu dönemler, dinsel düşüncenin hem çok
zayıfladığı hem de yer yer devrimci güçlerin etki
alanına girdiği dönemler olmuştur. Çünkü, bu dönemler
aynı zamanda insanın kendine en çok güven duyduğu,
tarihin canlı bir parçası olarak büyük oranda
özgürleştiği dönemlerdir. Kuşaklar arasındaki
en derin uçurumlar bu süreçlerde açılmış ve yerleşik
gelenekler en çok bu süreçlerde sarsıntıya uğramıştır.
Yeni Tarihsel Süreç: Gerilemenin Yarattığı
Boşluğun Doldurulması
Ve elbette, bunun tam tersi de doğrudur. İnsanın
mücadele içersinde özgürleşerek kendi özgüvenini
kazandığı dönemler nasıl dinsel akımı zayıflatıyorsa,
bu mücadelenin gerilediği dönemler de aynı dinsel
akımları (başka bir çok eğilimle birlikte) canlandırmıştır.
90'larla birlikte başlayıp günümüze dek uzanan
süreç, bu bakımdan tarihin büyük laboratuvarında
söz konusu olguyu en çarpıcı örnekleriyle izleyebildiğimiz
bir deneye benzemektedir.
Hatırlanacağı gibi, Sosyalist Barikat'ın ilk sayısında
yeni tarihsel sürecin insan manzarasını çok kabaca
şöyle özetlemiştik: "1990'ların gerici değişim
ve yeniden biçimlenme süreci insanlığın bütün
varoluş biçimlerinde ifadesini derin bir krizle
bulmuştur. Sistemin yarattığı insan tipi ve ilişkileri,
biçim ve öze ilişkin nüanslardaki kimi farklılıklara
karşın, esas olarak insanlığın bugüne değin yarattığı
ileri insani değerlerden kopmuş, etik yoksunu,
kimliksizleşmiş, kişiliği parçalanmış, geleceksizleştirilmiş,
bilimi ve aklı dışlayan savruluşların girdabında
çürüyen yozlaşmış insan ve ilişkileridir."
(Sosyalist Barikat, Sayı:1, Tek Yol Devrim Tek
Yol Devrimci Yenilenme)
Bu, açık ki, bir çöküş manzarasıydı. Yetmiş yıllık
sosyalist emeğimiz, biz onun şu ya da bu dönemini
nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, dünya
halkları açısından "sosyalizm"le özdeşleştirilmiş
olan bu büyük deneyim çöktüğünde, ortaya çıkan
manzara karanlıktı. Genel bir gericilik dönemi,
postmodern ideolojik saldırıyla da desteklenen
umutsuzluk ve parçalanma eğilimi, çığırından çıkmış
küresel haydutluğun yarattığı pasifikasyon, kuşkusuz
kalıcı olarak değil ama hiç olmazsa bir süreliğine
insanın geleceğe yönelik iyimserliğinin ve kendi
öz-güveninin sarsılmasına yol açmaktaydı. Kimi
devrimci yapıları ve bireyleri bile savuran bu
rüzgar, özellikle ilk başlangıcında sokaktaki
insanı, sıradan emekçiyi ezip geçti ve insan eliyle
sağlanmak istenen bir adil dünya özlemi konusunda
ciddi kuşkulara yol açtı. Dünyanın bütün köşelerindeki
bütün devrimciler, işçi ve emekçilerle kurdukları
her ilişkide sırtlarında bir "başarısızlık"
kamburunu hissettiler ve bu kuşku her adımda onları
karşıladı.
Bu arada emekçi yığınları cephesinde iki eğilim
bir arada görüldü: parçalanmışlık /çürüme ve bütünlük
arayışı. Milyonlarca insan, hayatlarını, geleceklerini
parçalayan bu vahşi sürece karşı kendi elleriyle
bir barikat inşa edemeyecekleri sanısına kapıldıklarında
ya da en azından bu konuda kuşku duyduklarında,
hayatlarını, manevi dünyalarını bir arada tutabilecek
başka bütünlükler aradılar. Madem ki bu dünyada
yoksullardan yana adil bir düzen insan iradesiyle
kurulamıyordu - ve işte, kurmak isteyenler de
başarısızlığa uğramışlardı!-, madem ki insan hayatına
yön veren büyük ideolojik akımlar şimdilik gözden
düşmüş gibi görünüyorlardı -ve bu akımların savunucuları
da şimdilik pek zayıftılar-, öyleyse geriye, eski
bütünleyiciye yani dine geri dönülmeliydi. (Bu
sonuca elbette her durumda böylesi net sorgulamalarla
ulaşılmadı, çoğu durumda söz konusu olan karmaşık,
bulanık savruluşlar içinde varılan bir duruş noktası
oldu.) Geniş emekçi yığınlarının sosyalizme bakışı
noktasında sorun çoğu kez, sosyalistlerin tezlerinin
ya da programlarının doğruluğu-yanlışlığı, haklılığı-haksızlığı
sorunu değildi; neoliberal vahşet sosyalistlerin
doğruluğu ve haklılığı konusunda en küçük bir
tereddüde bile izin vermiyordu aslında; ancak
asıl sorun, sosyalistlerin bu doğru ve haklı amaçları
gerçekleştirip gerçekleştiremeyecekleri, ve eğer
gerçekleştirirlerse yeniden başarısızlığa uğrayıp
uğramayacakları konusundaydı. Daha genel olarak
durum aslında sosyalist hareketin yaşadığı ağır
gerileme sonucunda geniş emekçi kesimlerle bağlarının
olağanüstü ölçüde zayıflaması, onların düşünce
ve günlük yaşam alanlarının dışına düşmesiydi.
Bu durum çok yönlü bir yozlaşma ve çürümenin yanında,
daha yirmi-otuz yıl önce toplumsal mücadele ve
özgüven duygusu karşısında gerileyen dinsel düşüncenin
yeniden canlanması anlamına geldi.
Üstelik, bu canlanış, eski reel sosyalist ülke
topraklarında da belli ölçülerde yayılmakta gecikmedi.
Böylece, kapitalist dünya ile kıyaslanmayacak
ölçüde önemli başarılarına rağmen reel sosyalist
pratiğin, esas olarak sosyalizm anlayışındaki
yanlışlıktan ötürü kitlelerin sürece katılımını
sakatlayarak aslında bilimlerle insan arasındaki
bağlantıyı da erozyona uğrattığı yeniden anlaşıldı.
Öyle ki, yetmiş yıllık bilimsellik serüveninin
ardından, daha idari mekanizmalar çözülür çözülmez
toprağın altından dinsel eğilimler yeniden hortlamakta
ve yeni kapitalist saldırıya karşı kendini koruma
kaygısıyla birleşerek kısmi bir güçlenme eğilimi
göstermekteydi.
Açıkça görüldüğü gibi, bütün bunlar, bilimlerin
gelişimiyle teknolojik buluşların çokluğu-azlığıyla
değil, doğrudan doğruya emekçi yığınlarının kendi
öznelik bilinçlerinin zayıflamasıyla, yani politik
durumla ilgiliydi. Yoksa, bu insanlar -belki Yağmur
Ormanları'nda arada sırada bulunan yepyeni birkaç
kabile dışında!- dünyanın genel bilimsel ve teknolojik,
vb. gelişme temposunu hiç bilmeyen insanlar değillerdi;
tersine sözünü ettiğimiz insanlar, bir yüzyıl
önceki dedelerinin hayal bile edemeyeceği araç
gereçler ve bilimsel bulgularla kendi günlük hayatlarında
her gün karşılaşmaktaydılar.
İslami Canlanışın Özgüllüğü
Ancak burada genel olarak dinsel düşüncenin canlanmasından
söz edersek, bugünün gerçeğini tam anlatmamış
oluruz; çünkü bugünün dünyasında esas yer tutan
-ve bizi daha çok ilgilendiren- dinsel unsur İslamiyettir.
Şüphesiz emperyalist metropollerdeki tuhaf tarikatlar
ve misyonlar bu süreçte belli bir canlanma yaşamış
olabilir ama konumuz açısından asıl sorun alanı
Doğu'nun uçsuz bucaksız dünyası ve İslamiyettir.
Yukarıda çizdiğimiz çerçeve içersinde bu kolayca
anlaşılabilecek bir olgudur. Özellikle manzaraya
dünyanın yoksulları cephesinden baktığımızda,
bu cephenin kalbinin emperyalizm tarafından iliğine
kadar sömürülmüş ve sömürülmekte olan bölgelerde
attığını görmek zor değildir. Bu bölgelerde ise
Hıristiyanlık, daha çok sömürgecilerin dini olarak
zihinlerde yer tutmuştur ve çoğu kez batılı dünyayı
simgeleyen bir niteliğe sahip olmuştur. Buna karşın
Müslümanlık ya da en azından onun bazı yorumları
-sosyalist hareketin genel gerileme koşullarında-
emperyalist saldırıya karşı bir tutunma noktası
olarak öne çıkmıştır. Zaten öteden beri kendi
dinini ve ülkesini "haçlı" tehdidi altında
gören milyonlarca insan, başka bir alternatifin
kendisini güçlü olarak duyuramadığı koşullarda
tepkileri için oldukça uygun bir kanal bulmaktadırlar.
Hatta sadece Doğu'da değil, emperyalist ülkelerde
de, örneğin ABD'de, muhalif kimliklerin çoğu kez
İslami inanışla örtüşmesi rastlantı değildir.
Burada, emperyalizmin ideologları tarafından ortaya
atılan ve Türkiye'deki tuzu kuru küçük burjuva
solcularının dolaylı olarak benimsedikleri "uygarlıklar
çatışması" gibi açıklamalar bir anlam ifade
etmez. Bu tür tezlerden hareket ederken bir yandan
da sırtını Kemalizme vererek ulaşılan "çağdaşlık-çağdışılık"
normları ve bu normlardan hareketle olup biteni
"yobaz topluluklarının çağdaş Batı dünyasına
karşı direnişi" biçiminde açıklamak, siyasi
ahmaklık değilse eğer, Washington politikalarına
eklemlenmektir. Çünkü her şeyden önce burada çatışmanın
diğer ucunu oluşturan emperyalizmle "çağdaşlığı-ilericiliği"
bir arada düşünmek mümkün değildir. Söz konusu
olan şey, yalnızca şimdi değil, yüzyıllardan beri,
dizginlerinden boşanmış azgınca bir sömürü ve
vahşettir, dünya ve Ortadoğu halklarının kanını-iliğini
kurutan büyük bir hırsızlık öyküsüdür. Dolayısıyla,
"muasır medeniyetler" demagojisiyle
çatışmanın bir ucuna "Batı uygarlığı"nı
koymak, böylece bir yandan emperyalist haydutlar
düzenini kutsarken, öte yandan da, bu düzene karşı
oluşan tepkileri "çağdışı akımlar" diye
geniş bir çuvalın içine tıkıştırmak, (ki bilindiği
gibi sosyalistler de aynı "çağdışılar"
çuvalına "popülizm"le yaftalanarak konmaktadır)
düpedüz emperyalizmin hizmetine koşulmaktır.
Ve tabii bu arada, söylemeye bile gerek yok, "uygarlık"
denilen olguyu yalnızca bugünkü kapitalist dünya
ile özdeşleştirmek, tarih bilimi açısından da
entelektüel bir ahlaksızlıktır. Uygarlık denilen
şey, yaşamın tümünün kuruluş biçimidir ve binlerce
yıllık bir zincir üzerinden anlaşılabilir. Batı
uygarlığı ise bir yanında "Aydınlanma"yı
(ki bu 20. yüzyılda yalnızca tarihsel bir motif
haline gelmiştir) diğer yanında en vahşi sömürgeciliği
ve en insanlık dışı yabancılaşma biçimlerini kapsayan
bir olgudur. Kapitalizmin doğuş çağı da bu kapsamın
içindedir, emperyalizm de… Sosyalizm ise, evet
tarihsel dayanaklarını kapitalizmde, yani Batı
uygarlığı içinde bulmuştur ama onun bir parçası
değildir; onun ve bugüne dek var olmuş bütün uygarlık
biçimlerinin devrimci eleştirisi ve aşılmasıdır.
Emekçilerin tek seçeneği olan sosyalist uygarlık,
bu anlamda ne Batı'nın ne de Doğu'nundur; o, evrenseldir.
Bu nedenle dünyanın bütün köşelerinde milyonlarca
emekçinin kurtuluş umudu olmuştur.
Ayrıca, eklenmeli, bazı yeni-sömürgelerde on yıllarca
saltanat sürmüş en zalim işbirlikçilerin (ki onlar
bir anlamda "Batı" normlarını temsil
eden yöneticilerdir!) aynı zamanda dinsel kuralları
da ihlal eden ahlaksızlar olması konunun bir başka
yönüdür. Örneğin Ortadoğu ve Uzakdoğu'nun en şöhretli
ABD işbirlikçileri ve en kanlı zalimleri olan
İran Şahı Pehlevi ile Filipin diktatörü Marcos'un
aynı zamanda tarihin gördüğü en büyük hırsızlar
olmaları, yoksulların dünyasında son derece anlamlı
olmuştur. Birincisinde solun parçalanmışlığı ve
inisiyatifsizliği gibi faktörlerin de etkisiyle
zulme karşı isyan İslami bir renk kazanmış, ikincisinde
ise İslamcı gerilla örgütleri her zaman belli
bir güç sahibi olmuşlardır. Bugünkü Kemalist "laik"lerin,
on yıllar süren kanlı bir zalimlikten sonra Tahran
Havaalanı'nda Humeyni'yi bir peygamber gibi karşılayan
bir milyonu aşkın İranlının ne hissettiğini anlaması
mümkün değildir; hatta onlar sırf Batılı normlar
uğruna Ortadoğu'nun gördüğü en aşağılık rejimi
olan Şah rejiminin devamından yana bile olabilirler;
ama bütün bunlar gerçektir ve bu gerçek birkaç
ay sonra Humeyni'nin de bir zulüm dönemi başlatmasına
rağmen değişmez. Çünkü gerçek, boşluk tanımaz;
boşluk her zaman bir güç tarafından doldurulur.
Öte yandan, dinsel yükselişi, özel olarak da İslami
akımın genel yükselişini türlü çeşitli komplo
teorilerine bağlamak da sorunun özünü görmemizi
engeller. Bugünlerde bir yerlerden "yeşil
kuşak" diye bir şey duymuş olan herkesin
bütün süreci kolayca CIA'nın yönlendirmesine bağlaması
pek moda olsa da gerçeği tam olarak açıklamaz.
ABD emperyalizminin III. Bunalım Dönemi boyunca
"yeşil kuşak" projesiyle sosyalist uyanışa
karşı Ortadoğu'daki İslami rejimleri ve örgütleri
desteklediği bilinmeyen şey değildir. Bu taktiğin
Türkiye'deki somut örneklerini yakından bildiğimiz
gibi özellikle Afganistan'daki CIA faaliyetleri
ve Bin Ladin'in geçmişi, vs. de artık herkesin
malumudur. Ancak, bütün bunlardan hareketle bugünkü
durumu basit bir biçimde "işsiz kalmış ya
da kontrolden çıkmış ajanların faaliyeti"
olarak tanımlamak sorunu aydınlatmaz.
Her şeyden önce, emperyalizmin "yeşil kuşak"
taktiğinin artık sona ermiş olduğu doğru değildir.
Söz konusu olan şey, yalnızca bir biçim değişikliğinden
ibarettir. ABD emperyalizmi bugün "yeni dünya
düzeni" ile uyumlu olmak, yani "pazarı
daraltmamak" ve "çıbanbaşı olmamak"
gibi basit iki altın kurala uygun davranmak koşuluyla
dünyadaki bütün şeriatçı rejimlerle işbirliğine
hazırdır. Zaten Malezya, Suudi Arabistan, Afganistan
gibi bir çok yerde olan da budur. Asıl sorun,
şu ya da bu ülkeyi yöneten kastın dinsel düşünceye
bağlılığı değil (ki bu açıdan bakıldığında ABD'nin
saldırdığı Saddam İslamcı değildi, Afganistan'da
işbaşına getirdiği kuklaları ise Taliban'dan daha
az yobaz değildir), emperyalist sisteme bağlılığındadır,
Amerikan yeni-sağı tarafından çizilen "şer
cephesi" tablosu da (Saddam Irak'ı, Kore
Demokratik Halk Cumhuriyeti, Küba, vb.) tam bu
ölçüte göredir. Barbar, dinci fakat ABD kuklası
Suudiler ya da diğer işbirlikçi şeriatçı rejimler
ise koruma altındadır.
Dolayısıyla, emperyalizmin Lenin tarafından ısrarla
altı çizilen en temel niteliği, yani "girdiği
ülkedeki en gerici güçlerle işbirliği yapması"
bugün de geçerlidir.
Ayrıca, Doğu dünyasındaki bugünkü büyük kaynaşmayı
sadece "işsiz kalmış ajanlar"ın marifeti
olarak görmek, milyonlarca insanın yanlış bir
kanala akmakta olan büyük öfkesini ve adalet isteğini
anlamamak demektir. Halkların duyguları ve istemleriyle
bir zaman diliminde bu duygulara tercüman olan
siyasal yapıların niteliğini birbirine karıştırmak
devrimci mücadelede her zaman büyük bir kusurdur.
Bunu anlamak, söz konusu yapıların gerici-katliamcı
niteliklerini yok saymak ya da hoş görmek değildir;
devrimci sosyalizm bu konularda zaten bir tereddüt
yaşamamaktadır; ancak gözünü ön cephedeki sakallı
birkaç kişiye dikip geride duran ve sınıfsal bir
öze sahip olan büyük patlama potansiyelini görmemek,
üzerinde devindiğimiz toprakların kimyasından
habersizliktir. Bu topraklardaki insanlar, kendi
yoksulluklarının sebebi olarak gördükleri emperyalizme
karşı ancak devrimci sosyalist hareketler tarafından
açığa çıkarılıp doğru biçimde yönlendirilebilecek
olan bir öfke potansiyeli taşımaktadırlar ve bu
durum onların şu andaki dinsel inanışlarından
bağımsız bir olgudur. Bu öfkenin kör şiddet patlamalarıyla
kendini açığa vurduğu her noktada hemen "teröre
karşı" tumturaklı lafların arkasına sığınmak
ve Pentagon'da imal edilmiş "laiklik"
şemsiyelerinin altına girmek, durumu anlamamıza
hiç yardımcı olmaz.
Sonuç olarak; dinci hareketin son on yılı aşkın
süredir yaşadığı yükseliş anlaşılmaz değildir
ve her ülkedeki özgül farklılıklara karşın esas
olarak 1990'dan itibaren itibaren dünyanın içine
girdiği kaotik özellikler taşıyan gelişmelerin
ürünüdür. Başlarda da belirttiğimiz gibi, dinci
yükselişin kavranmasında ana halkayı insanların
kendi kaderine, geleceğine hakim olup olmaması,
tarihin öznesi olup olmaması oluşturmaktadır.
Kapitalizm koşullarında, emperyalizm çağında emekçi
insanın kendi kaderine, geleceğine hakim olması
ancak devrimci sosyalizmle buluşmasıyla mümkündür.
Bu buluşmanın gerçekleşmediği koşullarda sistemin
aygıtlarının egemenliği söz konusu olur. Ortadoğu
ve coğrafyamızda 1945'lerden bu yana siyasal mücadeleye
damgasını vuran üç ana unsurun; din, milliyetçilik
ve sosyalizmin rollerinde ve güçlerinde yaşanan
farklılaşma 1990'lara gelindiğinde önemli bir
kırılma noktasına ulaşmıştır. Milliyetçi akımların,
batıcı politik argümanları kullanılan siyasi yapıların
ve sosyalist hareketlerin gerilemesi ile birlikte
geniş emekçi yığınlar dinle başbaşa kalmışlardır.
Böylece dinsel yükselişin önü tümüyle açılmıştır.
Yoksulluk, aldatılmışlık, hiçleşmişlik duygusu
içinde adalet ve insanca yaşam arayışı içinde
olan emekçiler yüzlerini hayata gözlerini açtıkları
andan itibaren bir biçimde ilişkilendikleri dine
dönmüşlerdir. Din Ortadoğu coğrafyasında hemen
hemen her dönem esas olarak geniş emekçi yığınları
sisteme bağlamanın başlıca araçlarından biri olagelmiştir.
1990 sonrasında da din hâlâ bu yönde yoğun biçimde
kullanılmaktadır. Öte yandan onlarca yıldır kent
yaşamı içinde an be an derin yoksulluk ve büyük
sefahati bir arada gören, emperyalistlerin, siyonistlerin
aşağılamalarını her an hisseden bu kitle büyük
bir öfkeyi de taşımaktadır. İşte, Amerikan emperyalizmine,
yoksulluğa, aşağılanmışlığa karşı derin bir kin
duyan, kaderine müdahale etmek isteyen bu kitlenin
uysallaşmayı kabullenmeyen bir bölümü ise çoğu
oldukça gerici ve anti-komünist özellikler taşıyan
ve esas olarak küçük ve orta burjuvazinin itiraz
ve öfkesinin temsilcisi olan dinci silahlı örgütler
yoluyla eyleme geçmektedirler. Dinci silahlı hareketler
elbette evrensel bir kurtuluş programı sunmaktan,
kapitalist sistemi yok etmeyi hedeflemekten tümüyle
uzaktırlar. "Kapitalizme evet, ancak ABD
ve diğer emperyalistlerin ve mevcut kuklalarının
saldırganlığına ve aşağılamalarına hayır."
Bu hareketlerin sisteme eleştirilerinin en kaba
anlatımı budur. "Kurtuluş İslamda" denilirken
bugünün dünyasında bu İslamın anlamının ne olduğu
sorusunun açık yanıtı verilmemektedir. Eşitsizliğin,
yoksulluğun, aşağılanmanın kaynağı olan kapitalist
üretim ilişkileri ve onun tüm dünya egemenliği
hayatın her alanında sökülüp atılacak mıdır? Silahlı
dinci hareketlerin böyle bir amacı yoktur. Ülkelerinin
tüm kaynaklarının emperyalistler tarafından yağmalandığını
gören, ekonomik ve sosyal konumları bozulan küçük
ve orta burjuva kesimler dinsel düşünce zemininde
öfkesini kusmakta, en fazlasından kapitalist yapıya
herhangi bir itiraz yöneltmeden ülkelerinin yönetimine
talip olmaktadırlar.
İşte 1945'lerden bu yana emekçileri din temelinde
yeni-sömürgecilik ilişkilerine bağlayan ve bunun
karşılığında belirli gelişme imkanları kazanan
dinci küçük ve orta burjuvazinin tavrında, neoliberal
yıkımın bütün etkilerini gösterdiği 1990'lardan
itibaren çatallanma oluşmuştur. Sistemin nimetlerinden
yararlanarak palazlanan bir bölümü diğer siyasal
seçeneklerin zayıflaması ile yüzünü giderek daha
fazla dine dönen geniş kesimleri sisteme bağlama
işine daha bir canla başla sarılmış durumdadır.
Sistemin nimetlerinden yararlanamayan dinci küçük
ve orta burjuvazi ise öfkeyle sistemin bütününü
hedeflemeden, onun yarattığı kimi olumsuz sonuçlardan
hareketle (örneğin El Kaide'nin silaha başvurmada
başlıca gerekçesi Filistin ve Ortadoğu kaynaklarının
ABD tarafından yağmalanmasıdır) ABD'ye saldırmaktadır.
Emperyalist sisteme, işleyişe genel ve bütünsel
bir itirazları olmayan (kapitalizm karşıtlığı
ise hiç yoktur) bu kesimlerin ABD'ye saldırılarından
hareketle anti-emperyalist oldukları söylenemez.
ABD'ye saldırmalarından hareketle emperyalist
sisteme zarar verdikleri söylenebilir, ancak anti-emperyalizm
emperyalist sistemin işleyişine, yapısına karşı
bütünlüklü ve tutarlı bir karşı duruşu gerektirir,
ki bu hareketlerde böylesi bir niteliğe sahip
değildir.
Türkiye: Özgün Bir Süreç
İşin Türkiye cephesine gelindiğinde ise sürecin
temel aktörleri bakımından hem klasik hem de özgün
unsurlarla karşılaşırız.
Türkiye sürecinin en özgün unsuru şüphesiz ülkedeki
dini akımın işin başından beri, yüzyıllardır iki
ayrı kanaldan akıyor olmasıdır. Genel Şii mezhebinden
tamamen farklı bir noktada olan Anadolu Aleviliği,
özgün bir unsur olarak, şöyle ya da böyle her
zaman belli dozlarda muhalif bir kimliğe sahip
olmuş ve en azından etkisi altındaki emekçi potansiyelini
sosyalist hareketle aynı havuzda paylaşmıştır.
Bu akımın emekçilerdeki öfke potansiyelini ne
ölçüde canlandırdığı ne ölçüde pasifize ettiği
tartışması ise Alevilikten çok devrimci hareketlerin
gücü, doğruları-yanlışları ile ilgilidir.
Anadolu ve Kuzey Mezopotamya topraklarındaki ana
dini akım olan sünni gelenek ise, yalnızca nüfusun
büyük çoğunluğu üzerinde değil, devlet mekanizmasında
da hakimdir ve süreç içersinde çeşitli değişimler
göstermiştir.
Kemalist dönem boyunca belli ölçülerde baskı altında
tutulan bu akımın en uçlardaki kolları, asıl güçlerini
yeni-sömürge ilişkilerinin başladığı ve geliştiği
yıllara borçludurlar. Sünni geleneğin Anadolu'daki
en büyük kanalı olan Nur tarikatı ve büyük çoğunluğu
ondan ayrılarak kurulmuş olan büyük cemaatlar,
feodal ilişkilerin "zenginleştirme"
yoluyla çözülerek tefeciliğe doğru kaydığı yeni-sömürge
sürecinde bir yandan sistemin taşradaki politik-ideolojik
ayaklarını oluştururken, diğer yandan da ithal
ikameci düzenin sağladığı yağlı kapılardan sebeplenmişler,
kırdan kasabalara ve kentlere taşıdıkları birikimlerini
acentalık ve tüccarlık gibi alanlarda değerlendirmişlerdir.
Çelişkili gibi görünse de, en koyu tutuculuğun
taşıyıcısı olan bu güçler, Türkiye'yi Batı dünyasıyla
ve o dünyanın emperyalist kültürüyle, yaşam alışkanlıklarıyla
en çok bütünleştiren siyasi kadroların da başta
gelen destekçileri olmuşlardır. Yine çelişkili
olarak bu güçler, emperyalist dünyayla bütünleşmenin
getirdiği sosyal-kültürel alışkanlıklara, zaman
zaman teknolojinin nimetlerine de saldırmayı sürdürmüşlerdir.
Aslında bu ilişkide göründüğü gibi bir çelişki
yoktur. Tarihsel olarak sistemle bütünleşmiş olarak
gelen bu cemaatlerin Cumhuriyet'in ilk dönemlerinde
güçleri sınırlanmış olsa da sistemle bağları hiçbir
zaman kopmamıştır. Feodal-dinsel imtiyazları koruma
çabaları çok nadiren ve lokal olarak isyana dönüşmüştür.
1945 sonrası yeni-sömürgeleşme dönemi bu cemaatler
için de önemli bir değişim ve fırsatlar dönemi
olmuştur. 1945 sonrası siyasal ve toplumsal ilişkiler
yeniden biçimlendirilirken, bu kesimlerin de rolleri
yeniden tanımlanmış ve sisteme daha sıkı biçimde
eklemlenmişlerdir. Türkiye oligarşisinin çekirdeği
olan tekelci burjuvazi bu kesimlere ekonomik olarak
Anadolu'daki ayağı olarak bakmış, bu kesimler
acentalıklar, bayilikler ve diğer ticari ilişkiler
yoluyla sistemle güçlü biçimde bütünleştirilmiştir.
Siyasal olarak ise oligarşinin en gerici siyasetlerinin
Anadolu'daki temel dayanaklarından biri haline
getirilmiştir. Cemaatler artık geride kalmakta
olan feodal ve yarı-feodal ilişkilerin siyasal
ve kültürel bekçileri değil, gelişen ve pek çok
devrimci dinamik ortaya çıkaran çarpık kapitalist
sistemin meşrulaştırılmasının aracı haline getirilmişlerdir.
Hiç kuşkusuz bu süreç tümüyle sorunsuz yürümüş
değildir. Ancak sürecin ana doğrultusu bu yönde
olmuştur ve esas olarak 1990'lara gelindiğinde
belki kimi istisnalar dışında tamamlanmıştır.
Büyük tarikatların işbirlikçi politik kadroların
belkemiği ile (DP-AP) olan bu kader birliğinin
Erbakan'ın ortaya çıkışından sonra bozulduğu sanılsa
da bu doğru değildir. Asıl gövdeyi oluşturan büyük
cemaatler, 70'li yıllar boyunca da bu kader birliğini
bozmamışlardır ve ancak tekelci burjuvazinin ekonomiye
diktiği elbisenin çok dar geldiği noktalarda burjuvazinin
bir kesimiyle birlikte yeni alternatif arama çabasına
girmişlerdir.
1980'lerde İran Devrimi'nin estirdiği rüzgar ise
yalnızca mezhep farklılığından ötürü değil, Türkiye'deki
hakim cemaatların düzenle olan bağlarından dolayı
da çok ciddi bir etki yaratmamıştır. Daha doğrusu
genel olarak bir "İslami rejim"in mümkün
olduğu fikri İran'la birlikte kanıtlandığında,
bu belli bir radikalleşmeye kaynaklık etmiş ama
asıl gövdeyi oluşturan büyük kitle, yerinden çok
fazla kımıldamamıştır. Çünkü bu kitleye hakim
olan güç sahipleri, bütün hoşnutsuzluklarına karşın
mevcut düzenin nimetlerinden beslenmektedirler
ve daha da önemlisi İran'daki gibi "baldırıçıplakların"
ellerinde kalaşnikoflarla caddeleri arşınladığı
bir ortam emperyalizm ve oligarşi için olduğu
kadar onlar için de tehlikelidir. Bu güçler, doğrusu
tam da ABD emperyalizminin "yeşil kuşak"
taktiğine uygun bir biçimde dizayn edilmişlerdir,
yoksullardan gelecek her türlü kaynaşmadan (bu
kaynaşma dinsel amaçlı bile olsa) duyulan derin
bir korku ve dizginsiz bir komünizm düşmanlığı...
Komünizmle Mücadele Dernekleri'nden Kanlı Pazar'a
dek bütün kirli işlerin altında dönem boyunca
özellikle Nur tarikatının imzası vardır ve bu
süreçte MİT ve faşist partiler ile de tam bir
uyum içersindedirler.
Büyük cemaatler, bu temel tutumlarını 1980 sonrasında
gelen Özal restorasyonu sürecinde de değiştirmemişlerdir.
Klasik İslami tarza deyim yerindeyse postmodern
unsurlar ekleyen ve aynı cemaatlerin ABD üniversitelerinde
CIA tarafından yetiştirilmiş insan potansiyelini
kullanan Özal, sonuçta yeni dönemin "yükselen
değerleri"ni inşa ederken, bütün alanlardan
olduğu gibi dini düşünceden de ahlak ve vicdanın
son kırıntılarını ayıklamış, neoliberalizm ile
hafifletilmiş-kolaylaştırılmış bir Müslümanlık
biçimini harmanlamıştır. Böylece varılan nokta,
bir zamanlar televizyona, radyoya bile soğuk bakan
klasik yobaz tipinin evrim geçirerek bir elinde
cep telefonu diğer elinde tesbihiyle sosyal hayatımıza
girmesidir. Bu dönem, belki artık 1950'lerde olduğu
gibi bal tutanın parmağını yaladığı çok verimli
bir dönem değildir ama yine de restorasyonun açtığı
kanallardan çıkan yeni türden (ihracat, müteahhitlik,
hafif ürünler alanı, vb) iş alanları İslami cemaatleri
büyük ölçüde tatmin etmiştir.
Bu arada Türkiye'de "radikal" diye tanımlanan
bazı gruplar türemektedir ama bunların hemen tümü
şaibelidir; daha doğrusu büyük çoğunluğu doğrudan
devletin istihbarat ağının içindedir. 90'lı yıllar
boyunca bu "radikal" grupların gerçekleştirdiği
(ya da gerçekleştirdiği iddia edilen) siyasi suikastlerin
tamamı "solcu" olarak bilinen gazetecilere
ve yazarlara yöneliktir ve dönemin en kanlı katliamı
olan Sivas kıyımı ise sonuçlarıyla ortadadır.
Bütün bu eylemlerin hiçbiri emperyalizme ya da
oligarşinin temsilcilerine yönelik değildir.
Ortadoğu'nun Hizbullah figürü ile karıştırılmaması
gereken hizbul-kontra ekibi ise zaten tümüyle
ayrı bir kategoridir. Tamamen kontr-gerilla tarafından
yetiştirilerek Kürt hareketine karşı kullanılan
bu katiller güruhu, sonunda kullanıcıları tarafından
devreden çıkarılmıştır (daha doğrusu daha sıkı
biçimde kontrol altında yedeğe alınmıştır).
Toparlayacak olursak;
1990'lara değin burjuva politik arenada esas olarak
yardımcı aktör rolü verilen, ya da büyük gerici-faşist
partiler (DP, AP, DYP, ANAP) içinde eritilen İslamcı
eğilimin, 1990'lardan itibaren başa güreşir hale
gelmesi, RP-DYP iktidarında büyük ortak, ardından
AKP ile tek başına iktidar olması ne anlama geliyor?
Baştaki soruya dönersek, kapalı kır yaşamının
tümüyle parçalandığı, kent yaşamının tüm toplumsal
hayata egemen hale geldiği, bilim ve teknolojinin
tüm ürün ve sonuçlarının yaşamın her alanında
hissedildiği koşullarda dinci partilerin yükselişi
nasıl açıklanabilir?
Her şeyden önce, dinci partilerin burjuva siyaset
arenasındaki gücü arkasında yer alan sermaye kesimlerinin
gücünden kaynaklanıyor. 1980'lerden bu yana siyasal
olarak İslamı referans alan sermaye kesimleri
Anadolu'daki acentalık, büyük tüccarlık rolünü
giderek daha fazla aşarak, orta ve büyük ölçekli
sanayi, ticaret ve finans işlerine girmişler ve
oldukça yaygın bir sermaye ağı oluşturmuşlardır.
Bu kesimler ulaştıkları konumun siyaset ve ekonomi
alanında karşılığını bulmak istemektedirler. Bu
kesimler açık biçimde oligarşinin çekirdeği içinde
yer almak, devletin dağıttığı büyük rantlardan
pay almak, siyaset arenasında daha belirleyici
roller oynamak istiyor. Çekirdeğini ve gövdesini
artık tekelci burjuvazinin oluşturduğu Türkiye
oligarşisinin politik olarak şüphe ile baktığı,
ekonomik olarak ise giderek rakip olarak gördüğü
bu kesimler, büyük gerici-faşist partilerin (ANAP,
DYP, vb.) aşınmasına paralel olarak RP ve ardıllarının
(son olarak AKP) arkasında saflaşmışlardır. Anadolu'da
ve büyük kentlerde muazzam bir siyasal ve toplumsal
ağa sahip olan bu kesimlerin toplaşması doğal
olarak başa güreşen bir politik güç ortaya çıkarmıştır.
İkincisi, 12 Eylül faşist cuntasının dini kitle
pasifikasyonunun başat araçlarından biri haline
getirme politikasının ürünü olan Türk-İslam sentezi
politikasının toplumsal dayanağı esas olarak söz
konusu kesimler olmuştur. Bu politikanın toplumsal
yaşama egemen kılınması için gösterilen eğitimden,
kültüre ve politikaya değin tüm çabalar, aynı
zamanda bu kesimlerin politik ve kültürel gücünün
muazzam ölçülerde büyümesini beraberinde getirmiştir.
Üçüncü olarak, kapalı kır yaşamının dinsel hurafelerin
etkinliğini arttıran atmosferi, on milyonlarca
emekçinin barınması bağlamında kent yaşamının
içinde yer alan, ancak nimetler bağlamında kent
yaşamının dışına atılmış olan; çürüme, yozlaşma
ile sakatlanmış, bilimle, bilgiyle, devrimci düşüncelerle
bağları kopmuş geniş emekçi mahalleleri yaratmıştır.
Kapalı kır yaşamının atmosferi, izole olmuş, kentin
kenarına itilmiş emekçi semtlerinde farklı bir
tarzda ve farklı görünümler altında yeniden oluşmuştur.
Bu mahalleler kendi içine çökmüş, dışındaki dünya
ile bağları oldukça zayıf, öfkeli ve çaresizce
başta din olmak üzere geleneksel düşüncelere (dinin
yanı sıra, hemşerilik, akrabalık, vb. gibi dışa
kapalı ilişkiler) ve bunların oluşturduğu ilişkilere
yönelmiş oldukça büyük bir emekçi kesim yaratmıştır.
Kısacası, dinci siyasetin gücü salt cemaat ilişkilerinden
gelmemektedir, çok daha büyük bir bölümü hiçbir
cemaatın müridi olmayan, din gibi geleneksel düşünceler
dışında dolaysız olarak ilişkiye girdiği hemen
hemen hiçbir düşünce ve örgütlülükle bulunmayan,
kent yaşamının korkutucu parçalayıcılığı ve acımasızlığı
karşısında dine sığınan milyonlarca küçük-burjuva
ve proleterden gelmektedir. Bu sürecin macerası
esas olarak 12 Eylül cuntası ile başlamıştır.
12 Eylül cuntasının hem devrimci politik güçleri,
hem de burjuva siyaset alanındaki politik örgütlenmeleri
dağıtmasının ve oldukça gerici bir toplumsal atmosferin
egemen olmasının ardından, bu geniş emekçi kitleler
(kendisini daha önce CHP'lilik bağlamında sol
olarak tanımlayan küçümsenemeyecek bir kitle de
-özellikle Karadeniz ve Orta Anadolu'da- dahil
olmak üzere) politik aidiyet noktasında ciddi
arayışlar ve savruluşlar yaratmıştır. 1980'lerde
bu kitlenin büyük bir bölümü ANAP'ın dört eğilimi
birleştirme politikasının arkasında sürüklenirken,
daha küçük bir bölümü ise 12 Eylül öncesi partilerin
uzantılarının peşine takılmıştır. 1990'lara gelindiğinde
büyük merkez partilerden hiçbir taleplerine karşılık
bulamamalarına paralel olarak kopuşmaya başlamışlardır.
1990'lar bu kitlenin adım adım diğer burjuva partilerinden
koparak dinci partilerin yörüngesinde toplaşmaya
başladığı yıllar olmuştur. Dini düşüncelerin şu
ya da bu ölçüde etkisi altına giren ve yaşadıkları
yoksulluğa, hiçleşmeye büyük öfke duyan bu emekçi
kitleler, sisteme az-çok muhalif görünen, kendilerinin
geleneksel düşünce dünyasına yakın duran dinci
partilere oy vermişlerdir. Refah Partisi'nin açık
islamcı propagandası ve "Adil Düzen"
demagojisi, AKP'nin daha yumuşak islam vurgusu
ve yeni ve temiz bir parti demagojisi, halkın
manevi dünyasına saygı gösteren parti imajı bu
noktada önemli rol oynamıştır.
Dördüncü olarak, bu süreçte bu emekçi kesimlerin
oylarıyla iktidara gelen "İslamcı" iktidarlar
sık sık gerçekleştirilen "burun sürtme"
operasyonlarıyla hizaya getirilmiş, sistem için
risk oluşturdukları noktalarda tasfiye edilmişlerdir.
Bu ekiplerin sonuncusu olan AKP ise baştan kendisini
revize ederek ortaya çıkmış, bu revizyonun yetmediği
noktalarda da yeniden ve yeniden "düzeltilerek"
hizaya sokulmuştur. AKP'nin arkasında duran büyük
burjuva kesimlerin siyasal ve ekonomik alandaki
maceracı ve hemen başat güç olma eğilimleri törpülenmiştir.
Esasen 12 Eylül sonrasında daha baştan dünya kapitalist
sistemine, neoliberal politikalara bağlanarak
gelişen "İslamcı sermaye"nin ekonomik
rotaya ilişkin hiçbir itirazı yoktur. Onlar güçlerine
uygun olarak ekonomide ve siyasette karar vericiler
arasında olmak istemektedirler. Gelinen noktada,
bu konuma ulaşmanın güçlüklerini görmektedirler
ve oligarşinin çekirdeği ile daha fazla çatışmaya
girmeden, hükümet olmanın da nimetlerinden faydalanarak
güçlenme yolunu seçmişlerdir/seçmek zorunda kalmışlardır.
Artık neoliberal düzenin yerine oturduğu ve bütün
burjuva partilerinin temel noktalarda birbirine
az çok eşitlendiği bir noktada, sisteme yönelik
risk unsurları bertaraf edilmiştir, ki zaten AKP
kanadından da böyle bir risk yaratma potansiyeli
mevcut görünmemektedir.
Beşinci olarak, aynı süreçte, İslamcı etiketli
partilere sık sık yakıştırılan "takiyye"
(kendini olduğundan farklı gösterme) suçlaması
da giderek tersinden geçerli hale gelmiştir. Oligarşinin
dinci partilere yönelik "takiyye" suçlaması,
elbette ki emekçilere dönük yalanları ile ilgili
değildir. Sistemin işleyişine yönelik gizli niyetleri
olabileceği noktasındadır. Özellikle AKP bugün
kendisini düzenin sahiplerine farklı gösterme
durumunda değildir; AKP hem programatik tezleriyle,
hem de pratiği ile neoliberal politikaların arkasında
olduğunu, burjuva siyaset sisteminin temellerini
savunucusu olduğunu, ABD emperyalizminin sadık
izleyicisi olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Ortada
bir "takkiye" söz konusu ise o da oylarıyla
partiyi iktidara taşıyan yoksullara karşı yapılan
bir "takiyye"dir. Emekçi mahallelerinden
aldığı oylarla iktidara gelen AKP, büyük çoğunluğu
gerçekte adalet ve eşitlik arzusunun ifadesi olan
bu oyların sahiplerine Müslümanlık üzerine yalanlar
söylemeye devam ederken gerçekte emekli maaşlarına
yapılan zamlarda bile IMF'yi memnun etmeye çalışmaktadır.
Bu bağlamda Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasındaki
İslami yükselişin Ortadoğu'nun genel atmosferinden
nisbeten farklı olduğu kolayca söylenebilir. Ortadoğu'daki
yükseliş, özellikle bazı alanlarda anti-emperyalist
unsurlara ya da daha genel bir tanımlamayla "Batı
karşıtlığı" temeline sahipken, Türkiye'de
özellikle İslami kesimin asıl gövdesini yönlendiren
güçler düzen ve emperyalizmle uyumlarını bozmamaktadırlar.
Şüphesiz son Irak savaşı sürecinde de görüldüğü
gibi bu tabloya uymayan küçük gruplar da mevcuttur,
ancak bu unsurlar marjinal bir çerçeveyi aşamamaktadırlar.
Anketlerde bir ara %94'e dek fırlayan "savaş
karşıtlığı"nın sokakta somut bir karşılık
bulamaması bu açıdan anlamlıdır. Dinin etkisi
altındakilerde dahil olmak üzere tüm emekçiler
başta ABD emperyalizmi olmak üzere, tüm emperyalist
güçlere karşı büyük bir öfke duymasına karşın,
dinci hareketi yönlendiren güçler anti-emperyalist
eylemin dışındadırlar. Genel geçer söylemlerle
emekçilerin öfkesini bulanıklaştırmaya, sistem
kanalları içine çekmeye çalışmaktadırlar.
Devrimci Sosyalizm ve Temel Kriterler
Daha fazla uzatmadan buraya kadar söylediklerimizi
toparlarsak, insanlık tarihinin bugünkü aşamasında
ortaya çıkan özgün durum, yani genel olarak dinsel
düşüncenin, özel olarak da İslami akımların bir
bölümünün zaman zaman şiddet gösterileriyle kendisini
ortaya koyan yükselişi, siyasal bir sorundur ve
ancak siyasal mücadele alanında çözülebilecek
bir nitelik göstermektedir. Soruna böyle baktığımızda,
yani asıl dikkatimizi dinsel akımın kendisine
değil de onun içinde devindiği tarihsel-siyasal
sürece verdiğimizde, bir yandan dinsel ideoloji
karşısında proletaryanın bağımsız sınıf çizgisini
koruyan bir perspektif tutturmak, diğer yandan
da bu siyasal sorunun arka planını kavrayarak
çözümler üretmek zor gibi görünse de mümkündür.
Devrimci sosyalizmin bu konudaki anlayışı birkaç
temel nokta üzerinden vurgulanabilir:
l Her şeyden önce,
devrimci sosyalizm, günümüzdeki -ağırlığını İslamiyetin
oluşturduğu- dinsel yükselişe yukarıdaki belirmelerden
hareketle yaklaşmakta ve bu eğilimin kendisini
en kanlı biçimlerle açığa vurduğu durumlarda bile
arka plandaki sınıfsal tepkiyi dikkate almaktadır.
ABD emperyalizminin ve genel olarak emperyalist
kampın, kendilerini ve karşıtlarını tanımlarken
kullandıkları kavramsal çerçeve tümüyle bizim
dışımızdadır. İslami güçlerin çeşitli renk ve
biçimleriyle devrimci sosyalizm arasında en küçük
bir sempatinin söz konusu bile olamayacağı açıktır;
ama bu, milyonlarca insanın emperyalist vahşete
karşı olan duygularını anlamamızı engellemez.
Devrimci sosyalizm, örneğin Filistin cephesindeki
devrimci eylem etiğine uymayan (ki sosyalist olmadıkları
açık olan güçlerden bunu beklemek de saçmadır
zaten) ve çoğunlukla İslamcı güçlerce gerçekleştirilen
olaylardan hareketle ne İsrail'i mağdur ve mazur
görme aptallığına gömülür, ne de Filistin davasına
bağlılığını bir an olsun azaltır. Devrimci sosyalizm,
Irak'ta ya da Afganistan'daki direnişçi güçlerin
İslami kesimleriyle arasındaki aşılmaz mesafeyi
her zaman korur, ama işgalci güçlere indirilen
her darbeyi de coşkuyla karşılamaktan vazgeçmez.
Devrimci sosyalizm, örneğin Ortadoğu'nun en katı
dinsel gruplarından olan HAMAS hakkında son derece
net düşüncelere sahiptir; ama öte yandan İsrail
helikopterlerinin bu örgütün liderlerine ya da
tabanını oluşturan mülteci kamplarına yönelik
saldırıları da asla olumlamaz. Bu saldırıların
Filistin halkına ve onun ulusal özgürlük istemlerine
karşı yapılmış olduğunu görür.
Doğal olarak devrimci sosyalizmin her ülkedeki
müttefik ve dostları sosyalistler, demokrat-ilerici
grup ve bireylerdir; bu anlamda örneğin İran'daki
gerici rejime karşı gerçek bir toplumsal muhalefeti
sonuna kadar desteklerler; ama buradan hareketle
"insan hakları emperyalizmi" çerçevesinde
ABD'nin kışkırttığı "kukla demokratlar"la
kendi aralarında hiçbir yakınlık hissetmezler,
vb. vb.
Kısacası, devrimci sosyalizm, ABD emperyalizminin
çizdiği "şer cephesi" tablosuna bir
biçimde soldan destek olmayı, "çağdaşlık"
ya da "sınıf tavrı" ve "teröre
karşı olma" gibi bahanelerle yoksul Ortadoğu
halklarından koparak kapitalist dünyaya eklemlenmeyi
kesin biçimde reddeder ve safını bu düşünceyle
belirler. Bu anlamda, devrimci sosyalizmin (daha
önce çeşitli vesilelerle açıkladığımız gibi) İslami
akımlardan kaynaklanan şiddet eylemleri karşısında
hemen kendisini "teröre karşı olanlar"
listesine yazdıran reformist solla ortak hiçbir
yanı yoktur; o, halka zarar veren eylemler karşısındaki
tavrını ortaya koyar ama bu eylemlerin arka planında
yer alan emperyalist suçları asla unutmaz ve bu
suçların doğrudan ya da dolaylı ortaklarıyla hiçbir
"kınama" platformunda bir araya gelmez.
l Böyle bir perspektif,
yine aynı merkezler tarafından oluşturulan kavramsal
çerçevelerin kesinlikle reddini gerektirir. Bu
anlamda "laiklik" ya da "çağdaşlık"
gibi kavramlar, bugün tanımlandıkları biçimiyle
bizim dışımızdadır, bizim devrimci çalışmamıza
deyim yerindeyse dar gelen kavramlardır.
Her şeyden önce, burjuva devrimleri sürecinde
ortaya çıkmış bulunan "laiklik" ve "sekülerizm"
gibi kavramlar, esas olarak Marksizm tarafından
aşılmış kavramlardır. Kapitalizmin şafağında toplumsal
gelişmenin önündeki engelleri temizlemek için
ortaya çıkan, devleti, ekonomiyi ve bir ölçüde
sosyal hayatı dünyevileştirme ihtiyacı Marks ve
Engels tarafından bütün mantıki sonuçlarına dek
götürülmüş ve kapitalizm tarafından yalnızca "işlerin
gidişini bozmayacağı" bir noktaya itilerek
bir yandan da riyakarca muhafaza edilen din, salt
bir kişisel sorun haline getirilmiştir. Ama Marksizm
bu kadarla yetinmez ve dinsel düşünceye karşı
sistematik bir mücadeleyi de önüne koyar, ki bu
da kuşkusuz devrim sürecinin dönüştürücülüğüyle
ilgili bir sorundur.
Devrimci sosyalizmin bugün bu çerçeveden daha
geriye giderek sorunu tekelci burjuvazinin ve
emperyalizmin ihtiyaçları çerçevesinde tartışması
mümkün değildir. Sonuçta, devrimci sosyalist olmak
hayat karşısında bir duruştur, alternatif bir
yaşamın temsilcisi olmaktır ve önüne-arkasına
"laik" ya da "çağdaş" gibi
kavramlar eklemek son derece gereksizdir.
Bundan daha önemlisi ise şudur: Bugün egemen medya
ve oligarşi tarafından burnumuza dayatılan "laiklik"
anlayışı, burjuva devrimlerinin bilinen mirasından
ya da hatta Türkiye bağlamında konuşursak 1920'lerin
Kemalist çerçevesinden bile kaynaklanmamaktadır.
Bugün söz konusu olan şey, neoliberalizmin sınırsız
sömürü politikalarına uygun bir siyasal iklim
yaratma çabasından başka bir şey değildir. Sömürü
ilişkilerinde pürüz yaratmayan bütün şeriatçı
rejimleri hararetle destekleyen emperyalizm ve
Kürt ulusal hareketine karşı kontra-İslami örgütler
kurmaktan çekinmeyen oligarşi, 18. yüzyılın Aydınlanma
fikirlerinden fersah fersah uzaktadır. IMF ve
Dünya Bankası tarafından dayatılan "Kamu
Reformu" ne kadar "yerli malı"
ise Pentagon'da belirlenmiş "terörist ülkeler"
listesine ve dünya kapitalizminin sınırsız pazar
arzusuna dayanan "laiklik" histerisi
de o kadar "yerli malı"dır. "Kemalizmin
yılmaz savunucusu" olarak lanse edilen ordunun
bu kampanyanın başını çekmesi de son derece anlaşılır
bir durumdur; çünkü fiilen Türkiye'nin en büyük
tekelci holdingi OYAK'ın sahibi olan generallerin
düşünme biçimleri de (1920'lardan farklı olarak)
yerli ya da yabancı herhangi bir tekelci burjuvanınkinden
bir milimetre farklı değildir.
Pazar daralmamalı ve emperyalist politikalar asla
hedefinden şaşmamalıdır; üniformalı ya da üniformasız
bütün tekelcilerin ortak isteği bundan ibarettir.
Sonuç olarak devrimci sosyalizm, sınırları Pentagon'da
çizilmiş bir "laiklik" anlayışını tartışma
konusu bile yapmaz. "Rakı keyfinin bozulmasını
istemeyen" dar kafalı küçük burjuvaların
etkisinde kalarak "anti-şeriatçı" gösteriler
yapmayı, elinde "laiklik" bayraklarıyla
dolaşmayı aklının ucundan geçirmez. Dahası, devrimci
sosyalizm, son derece açıkça vurgulamak gerekirse,
henüz dinsel düşüncenin etkisi olmakla birlikte
yoksulluğunu ve sınıfsal durumunu fark etmeye
başlamış bir emekçiyi, Onuncu Yıl Marşı sevdalısı
olan ama bir tek yoksulun acısını paylaşmayan
şu malum" bu millet adam olmaz solcusu"na
yeğ tutar. Bilimsel Sosyalist Aydınlanma perspektifine
sahip olan devrimci sosyalizm, insanlığın yeni
aydınlık geleceğini bu işçi sınıfı ve emekçi yığınlarıyla
kurmakta kararlıdır.
l Öte yandan devrimci
sosyalizm, İslamcı politik örgütlerle herhangi
bir biçimde işbirliği-güçbirliği yapmak ihtiyacı
içinde de değildir. Kendi inisiyatifi ile oluşturduğu
ya da kendi inisiyatifinin durumu değiştirmeye
yeterli olduğu her platformda, gerici politik
örgütlerin yer almasını hoş görmez, bu örgütleri
ortak platformlara çekmek için yapılan şirinlik
ve "hoşgörü" gösterilerini de doğru
bulmaz. Dinsel tepkilerin arka planındaki sınıfsal
özü fark etmek ve anlamaya çalışmakla gerici politik
örgütlerle bir arada olmak apayrı şeylerdir. Mücadelenin
gelişen evrelerinde Türkiye'de "Yoksulların
Kilisesi"ne veya 1970'lerin "Halkın
Mücahitleri"ne benzer bir olgunun ortaya
çıkma ihtimali üzerine tartışmanın ise şu anda
spekülasyondan başka anlamı yoktur.
l Öte yandan, devrimci
sosyalistlerin bir "kimlik" sorunu yaşadığı
ve bir tercihle karşı karşıya olduğu görüşü de
son derece ahmakçadır. Devrimci sosyalist Ortadoğulu,
Balkanlı, Akdenizli, Kafkasyalı, Karadenizli ve
bütün diğerleridir. Bu topraklarda her kimler
yaşıyorsa, bütün bu kavimler Türkiyeli devrimcinin
kimliğinin bir parçasını oluşturur. Göğsüne şatafatlı
bir Batılı etiketi yapıştırıp böylece Ortadoğu'nun
ve bütün diğer bölgelerin yoksul halklarından
"yakasını kurtarmak" ancak hayatları
boyunca nereden bir silah sesi duymuşlarsa oradan
kuşku duymayı alışkanlık edinmiş olan eski ve
yeni reformistlerin ve tabii bir de AB taşeronlarının
işi olabilir. Devrimci sosyalizm, ayaklarını bastığı
toprağı tanır ve onu veri olarak kabul eder; bu
topraklar üzerinde yaşayan emekçi insanları herhangi
bir uzay boşluğundan ithal edilecek daha modern
ve "uygar" insanlarla değiştirmenin
mümkün olmadığını bilir; bu emekçilerle yürür,
onları dönüştürerek yürür.
l Dolayısıyla,
devrimci sosyalizme göre, bu topraklarda yaşayan
bütün işçi ve emekçiler -şu andaki siyasal, kültürel,
dinsel eğilimleri ne olursa olsun- devrimci mücadelenin
öznesidir. Bu cümleler Marksizmin bilinen çerçevesi
açısından basit ve gereksiz gibi görünebilir ama
bugün yaşadığımız gerçeklik içinde önemlidir;
çünkü bu basit ve gereksiz gibi görünen kavramsal
çerçeve, devrimden ne anladığımıza ilişkin bir
soruna denk düşer. Devrim, iktidarın bir anda
elde edilmesinden ibaret değildir; o, yığınlarla
insanın içinde dönüştüğü bir süreçtir ve bu insanlar,
bugün bildiğimiz, tanıdığımız sıradan insanlardır,
herhangi bir başka diyardan çıkıp gelmezler. Devrim
gibi ciddi bir işe kalkışmış olanlar, ne burun
kıvırmak, ne de yemek beğenir gibi insan beğenmek-beğenmemek
lüksüne sahip değillerdir; bugün önümüzde devrimci
çalışmanın hedef kitlesi olarak duran emekçi yığınları,
popüler kültürün en kötü örnekleriyle, kafalarındaki
binbir türlü dinsel hurafeyle, şovenist-ırkçı
saplantılarıyla, düzen partilerine şöyle ya da
böyle bağlanmış umutlarıyla vardırlar ve biz onlara
yöneldiğimizde bütün bunlarla karşılaşır, mücadele
ederiz. Bırakalım bin yıllık geçmişi olan dinsel
inanışları, en ahlaksızından bir medya patronunun
(Uzanların) yarattığı demagojik ortamın bile yoksul
emekçiler üzerinde ne kadar etkili olduğunu bir
an düşünürsek, nasıl bir umutsuzluk ve çürümeyle
karşı karşıya olduğumuzu daha iyi anlarız. Ve
burası bizim ülkemizdir, biz buradayız; bu dünyada,
bu coğrafyada, bu fabrikalar-atölyeler ve mahallelerde,
bu somut insanlarla birlikteyiz ve bugün de yarın
da devrimci süreç bu insanların tek tek ya da
yığınlar halinde dönüştürülmesiyle yürüyecektir.
Bugünkü koşullarda çeşitli düzen partilerinin
kitle tabanını oluşturan (hatta buna MHP gibi
faşist partiler de dahildir) yüz binlerce emekçi,
onların kendi gerçek gündemleri ve sorunları üzerinden
yürütülecek bir devrimci çalışmanın hedef kitlesidir
ve devrimciler bu insanlardan vazgeçemezler.
Üstelik, bu insanların üretim ve yaşam alanları,
yalnızca gerici eğilimlerin kaynaştığı yerler
değildir, sözünü ettiğimiz emekçi havzaları, ülkede
satılan uyuşturucunun hemen hemen tümünün tüketildiği,
alkolizmden fuhuşa dek bütün çürüme biçimlerinin
kol gezdiği alanlardır ve devrimciler bütün bunlara
karşın, bütün bunlarla boğuşa boğuşa politik çalışmalarını
bu alanlar üzerine inşa edeceklerdir, etmek zorundadırlar.
Özel olarak devrimci sosyalizmin açık alanda belirlediği
Politik Kültürel Odaklar perspektifi de bu ideolojik-politik-kültürel
savaşın bir parçasıdır.
Dolayısıyla, "proletaryanın bağımsız sınıf
çizgisini koruma"nın yolu, bu çizgi üzerine
uzun uzun yazılar yazmaktan geçmez; bugün artık
işçi sınıfının küçük bir azınlığını oluşturan
büyük sanayi proletaryasına övgüler düzerek atölyelerde,
bürolarda ve işsizler olarak evlerde sokaklarda
ömür tüketen milyonlarca insanı, kadınları, gençleri
yok saymak hiç değildir. Proletaryanın bağımsız
sınıf çizgisi, bütün yukarıda saydığımız eğilimlere
teslim olmadan, onlar içinde eriyip gitmeden emekçi
yığınlarına onları dönüştüren bir çizgiyle gitmeleridir.
Öte yandan, Anadolu ve Kuzey Mezopotamya coğrafyası
devrimci çalışmanın az-çok başarıyla yürütüldüğü
süreçlerde dinci gericiliğin etkisinin ciddi biçimde
zayıfladığı süreçlere yabancı değildir. 1970'lerden
80'lere uzanan devrimci yükseliş sürecinde nüfusun
bütün kesimlerine dönük yoğun devrimci çalışmayla
milyonlarca emekçi başta dinsel düşünce olmak
üzere her türden gerici anlayışın yörüngesinden
doğrudan pratik mücadele yoluyla çıkmış devrimci
ve sol hareketlerin etki alanı içine girmiştir.
Aynı biçimde Kürt ulusal hareketinin yükseliş
süreci, dinsel düşüncenin toplumsal ilişkileri
güçlü biçimde belirlediği Kürt coğrafyasında dinsel
düşüncenin etkisinin büyük ölçüde gerilemesini
sağlamış, siyasal alanın yanı sıra sosyal, kültürel
ve düşünsel açıdan da büyük bir dönüşüm yaratmıştır.
l Yukarıda söylediklerimizin
çok açık anlamı şudur: Devrimci sosyalist hareket
ve genel olarak devrimci çalışma, kendisini emekçi
sınıf ve tabakaların belli kesimleriyle (sanayi
işçisi, Alevi-Kürt nüfus, vb.) sınırlayamaz. Bu,
çalışma avantajı sağlayan durumların ve bu topraklarda
yüzyıllardır var olan muhalif damarların reddi
ya da önemsiz sayılması değildir. Özellikle ezilen
ulus emekçilerinin ve Alevi kökenli emekçi gençliğin
devrimci fikirlere daha yatkın olduğu ve çalışma
alanlarında belli avantajlar yarattığı şüphesiz
doğrudur. Ancak bu kolaylıktan hareketle ve bu
kolaylığa teslim olarak devrimci çalışmanın hedef
kitlesinin temel kriterini unutmak mümkün değildir.
O kriter ise bellidir: işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin,
daha da ötesi nüfusun bütün kesimlerine gitmek...
Çalışmanın temel dayanakları ve içeriği de bellidir:
Sömürü ve yoksulluk... Kürt savaşının ve göç dalgalarının
da etkisiyle neredeyse tamamen şovenizmin eline
terkedilmiş, gerici-dinci partilerin oy deposu
haline gelmiş mahalleler, hatta koca koca kentler,
kasabalar bugün devrimci hareketin en ciddi sorunlarından
biridir ve işin daha da acı yanı bu mahalle ve
kentler ya da kasabalardan bazılarının geçmişte
az çok devrimci etkinlik altındaki yerler olmalarıdır.
Bugün dinci ya da diğer düzen partilerine oy veren
emekçi kitlelerin büyük bir bölümü yoksulluğa,
yolsuzluklara, çürümeye, hiçleştirmeye, ABD emperyalizmine,
İsrail siyonizmine karşı henüz çok ileri düşünsel
ve eylemsel biçimlere kavuşmamış olsa da (ki devrimci
sosyalist müdahale olmadan bunu beklemek de mümkün
değildir) büyük bir öfke içindedir. Dinci partilere
verilen oylar dinsel bağlılıktan daha çok, dinci
partilerin bu olumsuzluklarla nispeten uzak olduğu
yanılsamasından kaynaklanmaktadır. Bu olumsuzluklara
karşı tepki, farklı bir alternatifin olmadığı
koşullarda dinci partilere akmaktadır. Devrimci
sosyalizm buna tahammül edemez, etmemelidir. Devrimci
sosyalizm, medya tekellerinin ısıtıp ısıtıp öne
sürdüğü bütün sahte gündem maddelerini bir kenara
iterek emekçilerin gerçek ve yakıcı sorunlarına
yönelmek, bunu yaparken yaratıcı yöntemler ve
kurumlaşmalar yoluyla emekçilerin -yalnızca bir
bölümüne değil- bütününe gitmek zorundadır.
l Devrimci sosyalizmin
dinsel inançlarla ilgili programatik tutumu ise
kendi mücadele tarzı ve politik stratejisine uygundur.
Politikleşmiş Askeri Savaş yolundan yürüyen devrimci
sosyalizm, bu sorunu da uzun süreli bir halk savaşının
mantığıyla ele alır ve esasen bugünden başladığı
söylenebilecek olan böyle bir sürecin dönüştürücü
etkisiyle işini yürütür. Dolayısıyla o, "iktidara
geldiğinde" ne yapacağının yanında "iktidara
gelirken" ne yapacağının da son derece önemli
olduğunun bilincindedir. Gerilladan en açık çalışma
ve kurumlaşma biçimlerine dek bütün bir devrimci
süreci, insanların yenilendiği, değiştiği büyük
bir dönüşüm süreci olarak ele alır ve kuşkusuz
bu kurumlarının tümünü yarının toplumunun nüvelerini
barındıran alanlar olarak görür. Bunun anlamı,
bugün etrafında büyük fırtınalar koparılan bir
dizi sorunun savaşın içinde "sorun"
olmaktan çıkarılacağıdır; devrimci sosyalizm dinsel
düşüncenin etkisinin kırılması için elbette sistematik
bir aydınlatma çabası yürütecektir. Ancak sorunun
asıl çözüm noktasının da emekçilerin somut sorunlarından,
taleplerinden hareket eden bir devrimci savaşımın
ve halk hareketinin geliştirilmesi olduğunun bilinciyle
hareket edecektir.
l Devrimci faaliyet,
emekçi yığınlarının bağrında, onların yaşamlarının
tam içinde yapılan bir şeydir ve gerçek sorunların
arasında yürütülen bu faaliyet sırasında kimse
kimseye dinsel inancını, vs. sormamaktadır ve
on yıllardır sürdürülen devrimci çalışmada da
zaten -eğer çalışmayı yürütenler özel olarak bunu
öne çıkarmamışlarsa- sormamıştır. Doğru politikalar,
doğru bir stratejik çizgi izlersek ve onların
arasında kök salmak için devrimci enerjimizin
bütününü ortaya koyarsak eğer, emekçi yığınları,
devrimci cepheye gelirler ve gelirlerken de bizi
tanırlar, bilirler; dinsel inanç karşısındaki
tutumuzun farkındadırlar. Buna rağmen bizimle
birlikte yürürler; çünkü biz dürüst ve açık bir
noktada dururuz, kimseyi kandırmayız; onların
yanında, omuz başında eşitlik ve özgürlük davası
için savaşırken din tüccarlığı yapan bütün burjuva
politikacılarından daha samimi bir ahlak ortaya
koyarız. Süreç içersinde, bizimle birlikte oldukları
her alanda, her kavgada, dinsel kökenli ahlak
biçimlerinin yanında bize özgü devrimci bir ahlak
ve dürüstlüğün de var olduğunu öğrenirler. Esasen
bu konuda devrimci sosyalizm işe sıfırdan da başlamamaktadır;
Deniz'lerden Mahir'lere, İbo'lara ve sonraki kuşaklara
dek uzanan uzun bir tarih içersinde devrimciler
düşmanlarının bile takdir ettiği bir ahlaki gelenek
yaratmışlardır. Materyalist düşüncelerimiz konusunda
bizimle en küçük bir ortak noktaya sahip olmayan
insanlar bile, bu tarih boyunca bizim halkın davasına
-uğrunda ölebilecek kadar- bağlı, güvenilir insanlar
olduğumuzu öğrenmişlerdir. Biz, bu geleneğin kilometre
taşlarına basarak yürürüz; bütün devrimci enerjimizle
halkın, işçi sınıfının davasına sarılırız; ve
o zaman yeniden ve yeniden görülür ki, bugün çok
önemli sanılan tartışmaların çoğu aslında sabun
köpüğünden daha hafiftir.
Bu noktada, devrimci sosyaliste düşen görev son
derece basit ve açıktır: İşimizi yapmak! İşimiz
ise bellidir: PASS temelinde devrimci faaliyetin
yükseltilmesi yoluyla, hiç kimsenin görmezden
gelemeyeceği devrimci müdahaleler temelinde devrimci
politikanın ve örgütlenmenin toplumsal yaşamın
merkezi bir unsuru haline getirilmesi ve emekçilerin
düşünce ve yaşamını parçalayan her türden gerici
ayrım noktasının ortadan kaldırılması, yeniden
devrim ve sistem ayrımı üzerinden bir saflaşmanın
yaratılması...
"Böylesi bir eylem ve örgütlenme çizgisi
sömürüye, yoksulluğa, işsizliğe, yozlaşmaya, emperyalizme
uşaklığa, emperyalist saldırganlığa, genel olarak
sisteme ve devlete karşı büyük bir öfke besleyen,
ancak çıkış yolu bulamayan ve geleneksel tercihlerin
etkisiyle gerici ve faşist sistem partilerinin
etkisi altında olan geniş emekçi kesimlerinin
öfkesinin de ifadesi olacaktır.
Emekçileri bölen ve sisteme bağlayan kanalları
kesecektir. Emekçilerin gündemini dolduran; laik-şeriatçı,
alevi-sunni ve artık bozulmuş ve anlamını yitirmiş
geleneksel sağ-sol ayrımları yerini, IMF'ciler,
Amerikancılar, emperyalist yardakçıları ve onların
karşısında bağımsız ve onurlu bir ülke isteyenler;
yiyiciler-hortumcular-tekelcilerin sömürü ve sefahat
düzenini savunanlar ve onların karşısında işçilerin,
yoksulların iktidarı ve insanca yaşamı için mücadele
edenler; oligarşinin uşakları ve onların karşısında
halk kurtuluş savaşçısı devrimciler ayrımına bırakacaktır.
Devrimci eylemimizle bu ayrım noktalarını geliştirdiğimiz
ölçüde emekçilerdeki ve soldaki bugüne değin varolan
tüm siyasal, sosyal, kültürel aidiyet ilişkileri
altüst olacak ve yeniden devrimci temelde biçimlenecektir.
Devrimci kitle mücadeleleri ile birleşen silahlı
devrimci eylem yoluyla devrimci bir halk hareketi
yaratılacaktır." (Yeniden İnşa ve Devrimci
Atılım Perspektifimiz ve Görevlerimiz, başlıklı
taslak çalışmadan)
Devrimci sosyalizm devrimci yenilenme ve yeniden
inşa çalışması ile böylesi bir sürecin temellerini
örmektedir ve mutlaka başaracaktır.
Bugün ve Yarın: İşçiden Esiyor Yel
Hatırlanacaktır, 18. sayımızda "Emperyalist
Yeniden Paylaşım ve Devrimci Dinamikler"
yazımızın "Sistem Karşıtı Güçler ve Devrimci
Hareketler" bölümüne başlarken "1990'ların
başında böyle bir başlığın altını doldurmak herhalde
oldukça zahmetli bir iş olurdu" demiştik.
Gerçekten de bugün, 2000'lerin ilk on yılını yarılarken,
durum ciddi şekilde değişmektedir. Çeşitli yazılarımızda
ayrıntılarıyla irdelemeye çalıştığımız 1990'lar
sonrası dünya tablosu bugün henüz zayıf da olsa
giderek istikrarlı bir şekilde değişmektedir.
Şimdilik belki güçlü kasırgalardan söz edemiyoruz
ama çok önemli isyan potansiyellerinin biriktiği
ve yer yer patlamalarla kendini ortaya koyduğu
inkâr edilemez.
Pek uzak olmayan bir gelecekte bu olguların -politik
iradelerin olgunlaşıp müdahale güçlerinin artmasına
bağlı olarak- yavaş yavaş devrim kanallarına akacağını
kestirmek zor değildir; ve belki de o zaman, bugünkü
süreç, "iktidara yönelmeden bu işin olmayacağı"
gerçeğinin bir kez daha öğrenildiği bir dönem
olarak hatırlanacaktır.
Belki bazı aklı evveller (tarih durdurmaya pek
meraklı oldukları için) bugünkü patlayıp sönen
hareketlerin yeni sürecin tek ve kalıcı biçimi
olduğunu düşüneceklerdir ve düşünmektedirler;
şu eski "otoriter" devrimlerin, parti
aygıtlarının, gerilla ordularının, vs. tarihe
karıştığını ve işlerin artık böyle yürüyeceği
fikrine saplanmışlardır ama tarih böyle yürümez.
Dünya devrimci hareketi, kuşkusuz bugün yaşanan
deneyimlerden de deneyim ve birikim kazanarak
bu ara dönemi aşacak ve başka bir aşamaya gelecektir.
İşte o zaman, şu anın yakıcı sorunlarından biri
olan dinsel yükseliş olgusunu da bir kez daha
tartışma fırsatını şüphesiz bulacağız. Ve büyük
bir olasılıkla, bu tartışmanın bugün tekelci medya
tarafından öne çıkarılıp kördüğümleştirilen ayrıntılarının
aslında ne kadar gerilerde kalıp önemsizleştiğini
de aynı süreçte fark edeceğiz. Yürüyen ve yürüdükçe
kendi gücünün büyüklüğünü öğrenen emekçi kitleleri,
din tüccarı burjuva politikacıların da, neoliberal
solcu hokkabazların da nasıl bir yalan perdesinin
arkasında durduklarını görecektir.
İşimizi yapmak! Israrla ve bütün enerjimizi açığa
çıkararak... Emekçilerin yaşantısının tam içinden
yürüyüp gelerek dönüştürücü bir devrim hareketini
inşa etmek... Öfkenin ve gücün doğru kanallara
akması ve suni gündem maddeleriyle sakatlanmış
bugünkü ara dönemin bir an önce bitmesi için...
Devrimci sosyalizmin güncel görevi budur...
|