Bu yazı "Yeniden İnşa ve
Devrimci Atılım Perspektifimiz ve Görevlerimiz"
başlıklı taslak çalışmadan derlenmiştir.
Reel sosyalist ülkelerin 1990 başında çöküşü
ile birlikte, sadece emperyalist ülkeler için
değil, tüm dünya açısından yeni bir tarihsel sürecin
kapısı sonuna değin aralanırken ilk elde göze
çarpan olağanüstü karmaşık bir siyasal ve moral
atmosferin ortaya çıkışıydı.
1917’den itibaren Büyük Ekim Devrimiyle birlikte
insanlığın kaderinin belirleyici gücü haline gelmiş,
kurtuluş umudunun somutlaşmış ifadesi olan sosyalizm
bir anda her cephede olağanüstü bir geriye düşüş
yaşamıştı.
Emperyalist güçlerin yoğun ideolojik ve siyasal
saldırganlığı ile birleşen bu durum, başta proletarya
olmak üzere tüm ezilen halklar ve kesimlerin gelişen
yeni tarihsel sürecin doğrultusunu, ilerici insanlığın
önüne çıkaracağı tehlikeleri ve tarihin belki
de en karanlık dönemlerinden birini yaşatacağını
görmelerini engellemişti. “İnsan hakları”, “demokrasi”,
“refah” söylemlerinin yarattığı siyasal ve moral
sis bulutu bir anda tüm gerçeklerin, emperyalist
kapitalist sistemin inanılmaz yıkımlarla, barbarlıkla
dolu tarihsel gelişim seyrinin üzerini örtmüştü.
Aradan geçen on yılı biraz aşan kısa sayılabilecek
süre, içine girilen yeni tarihsel sürecin yaşamın
her alanındaki anlamının kavranabilmesini, gelişmelerin
yönünün her insan için az ya da çok görülebilmesinin
verilerini sunmuştur. Bilinçlerdeki sis bulutları
yavaş da olsa artık dağılmaktadır. En azından
giderek artan ölçüde biliniyor ki; emperyalist-kapitalizmin
egemen olduğu günümüz dünyasını tanımlayacak kavramlar
“insan hakları, demokrasi ve refah” değil, sömürgeci
savaşlar, yoksulluk, toplumsal çürüme, gelecek
umudunun yitirilmesi ve yıkımdır.
Emperyalist-kapitalist sistemin patronlarının
kendi aralarında ve ezilen sınıflara ve halklara
karşı giriştikleri mücadeleler kaçınılmaz olarak
dünyanın her köşesindeki emekçilerin günlük hayatını
tarihin belki de hiç bir döneminde olmadığı kadar
belirliyor. Yaşanan yoğun yıkım, yoksulluk, paylaşım
savaşları, yaşamın her alanını kuşatmış olan emperyalist
politikalar her emekçiyi günlük olarak bu emperyalist
müdahaleler karşısında şu ya da bu biçimde tavır
almaya zorluyor.
Emperyalist-kapitalist dünya sistemin yarattığı
ilişkiler tablosunun tüm ilişki ve çelişkilerinin
bileşkesini en çarpıcı biçimde sunan alan ise
uluslararası ilişkiler ve paylaşım mücadeleleri
alanıdır. Günümüzde emperyalist-kapitalist sistemin
genel karakteri hemen her önemli gelişmeyi hızla
yerelden genele, yani uluslararası alana taşımakta,
tüm insanlığa mal etmekte, proletarya ve tüm emekçiler
şu ya da bu biçimde ve ölçüde bu sorunların tarafı
haline gelmektedir.
Başta proletarya olmak üzere tüm emekçi insanlığın
genel olarak sisteme, özelde ise emperyalist paylaşım
mücadelelerinin yarattığı sonuçlara-yıkımlara
karşı gelişen tavrı giderek esas olarak öfke ve
tepki ile karakterize olmaktadır. Fakat, emekçilerin
büyüyen tepkileri bugün daha çok el yordamı ile
ve çoğu durumda sistem içi rakip güçlerin ideolojik
yönlendirmelerinin etkisi altında bozularak biçimleniyor.
İnsanlığın yegane kurtuluş yolu olarak devrimci
sosyalizmin temel görevlerinden biri bu durumu
tersine çevirmektir. Bu noktada, sistemin tüm
çelişkilerinin, kırılma noktalarının ve gelişim
doğrultusunun doğru tespiti özel bir önem taşımaktadır.
Devrimci gelişmeyi sağlayacak, emperyalistlerin
yarattığı sis bulutunu dağıtacak mücadeleler bu
çelişki ve kırılma noktaları üzerinden gelişebilir.
Bu bağlamda emperyalist güç odaklarının uluslararası
alandaki paylaşım mücadelelerinin içeriğinin,
taşıdıkları çelişkilerin ve devrimci olanakların
açığa çıkarılması; emekçilerin bu çelişkiler ve
mücadeleler karşısında giderek billurlaşmakta
olan ve milyonlarca insanı harekete geçiren mücadelelerine
devrimci içerik kazandırılmasında özel bir önem
taşıyor.
Devrimci sosyalizm 1990 sonrası gelişmeleri sadece
emekçi sınıfların bilincinde yarattığı olumsuz
sonuçlar nedeniyle değil, dünya çapında tüm insanlığın
kaderi üzerinde nesnel olarak yarattığı muazzam
değişimler nedeniyle de özel olarak önemsiyor.
Bu noktada, çeşitli çalışmalarda ‘90 sonrası gelişmelerin
anlamı ve değişik boyutları irdelendi.
Uluslararası alanın oldukça hareketlendiği ve
emperyalistler arası paylaşım mücadelelerinin
artık açıktan ve giderek daha da keskin biçimler
kazandığı son süreç, bu gelişmelerin daha billurlaşmış
ve bütünlüklü olarak değerlendirmesini zorunlu
kılıyor.
1990 Sonrası Gelişmelerin Arka Planı
II. Paylaşım Savaşının ardından Doğu Avrupa’da,
Çin, Vietnam ve Kore’de kazandığı zaferlerle bir
dünya sistemi haline gelen sosyalizm, kapitalizmin
dünya üzerindeki egemenliğini ağır biçimde darbeleyerek,
iki kutuplu bir dünya yarattı. Artık esas olarak
emperyalizmin belirleyici olduğu dünya tablosu
ortadan kalkmış ve tüm uluslararası dengeler sosyalist
kamp-kutup ile emperyalist sistem-kutup arasındaki
ilişki ve çelişkilere bağlı olarak yeniden biçimlenmişti.
Bu durum kaçınılmaz olarak emperyalist sistemin
iç yapısını ve ilişkilerini de belirlemiş, emperyalist
sistem içi ilişkiler kendi aralarındaki çelişkilerin
öne çıkarılması temelinde değil, esas olarak sosyalist
sistemin ve ulusal/halk kurtuluş mücadelelerinin
büyümesinin durdurulması ve geriletilmesi temelinde
biçimlenmiştir. Savaştan emperyalist sistemin
hegemonik gücü olarak çıkan ABD öncülüğünde sistemin
yeniden inşası ve devamlılığının sağlanmasında
genel bir uzlaşma sağlanmıştır. 1945 ile 1990
arası sürecin tüm kurumları, ilişkileri, çelişkileri
ve çatışmalarıyla esas olarak reel sosyalist sistem
ile ABD etrafında toparlanmış olan emperyalist
sistemin mücadeleleri etrafında şekillenmiştir.
Günümüz dünyasını, özellikle son on yılı aşkın
süreyi biçimlendiren ana olgular esas olarak 1945
sonrasında oluşan bu tablo içinde biriken çelişkilerin
ürünüdür. Özellikle de 1960’larda açıkça boy veren
ve 1970’li yılların başından itibaren hızla derinleşen,
emperyalist-kapitalist dünyada ve reel sosyalizm
pratikleri de dahil olmak üzere ML’i referans
alan güçler ve emek hareketindeki çelişki ve değişimlerin
ürünüdür.
Kısa bir özet yapacak olursak;
Emperyalist-kapitalist sistem açısından 1945 sonrası
oluşan dengelerin parçalanmaya başlamasında kritik
eşik 1970 başlarında emperyalist-kapitalist sistemin
yapısal kriz olarak da tanımlanan sürecinin başlamasıdır.
Aslında nasıl tanımlanırsa tanımlansın olan şey,
emperyalizmin genel bunalımının ağırlaşmış biçimiyle
ortaya çıkmasıdır. Bunalım ya da yapısal kriz
emperyalizm için gel-geç bir durum değil, onun
karakteristik bir özelliğidir. Ona içkin bir özelliktir.
1945’ten 1970’lere değin yaşanan geçici gelişme
dönemi, II. Paylaşım Savaşının yarattığı büyük
yıkımın ardından, kapitalist sermaye için büyük
kar oranları ile değerleneceği geniş alanların
açılmasından kaynaklanmıştır. Emperyalist savaşların
çıkış nedenlerinden biri de zaten budur. Bir kısım
sermaye savaş sürecinde değersizleşirken, bir
bölümü de olağanüstü ölçüde merkezileşir ve savaş
sonrasında değerleneceği büyük alanlar açılır.
1945-70 arası dönemindeki kapitalist gelişmesi
esas olarak bu temelde gerçekleşmiştir (I. Paylaşım
Savaşından sonra 1920-29 arası süreç de böyle
bir balayı dönemidir).
1968-73 arası yıllar bu gelişme döneminin tüm
unsurlarının keskin bir biçimde düşüşe geçtiği,
emperyalizmin bunalımlı işleyişinin olağan sonuçlarının
yeniden olgunlaştığı yıllar olmuştur. Sermayenin
1945 yılları sonrasında tutturduğu yüksek kar
oranları keskin bir düşüş yaşamış, genişletilmiş
yeniden üretimin olanakları ciddi ölçülerde daralmıştır.
Bunun sonucu olarak 1945 sonrası emperyalist-kapitalist
dünyayı düzenleyen Bretton-Woods vb. iktisadi
mekanizmaların kapsamlı biçimde çözülmesi süreci
başlamıştır. Sadece bu değil, emperyalist-kapitalist
ülkeler arasındaki çelişkiler bloklaşmanın ipuçlarını
ortaya koyan tarzda gelişmeye, 1945 sonrasında
tartışmasız olan ABD hegemonyası açıkça tartışılmaya
ve aşındırılmaya başlanmıştır. Gelişen ulusal
ve halk kurtuluş mücadeleleri kapitalist pazar
alanlarını parça parça koparıp alırken, emek hareketi
de en güçlü olduğu konuma ulaşmış, emperyalist
ülkelerde yaşanan 1968’deki devrimci gelişmeler,
kültürel ve sosyal karşı koyuş vb., sistemin dayanaklarının
hızla parçalanmaya başladığını ortaya koymuştur.
1970’li yıllar sistem açısından bu faktörlerin
derinleştiği ve bunlara karşı arayışların yoğunlaştığı,
parça parça karşı saldırının ve toparlanma çabalarının
geliştiği yıllar olmuştur. Bu çabalar 1970’lerin
sonu, ‘80’lerin başında kapsamlı bir restorasyon
programına dönüştürülmüştür. Ekonomide neoliberalizm,
siyaset alanında yeni-sağ, kültürel alanda postmodernizm,
askeri alanda yıldız savaşları ve düşük yoğunluklu
savaş vb. temel öğelerden oluşan restorasyon programı
büyük paylaşım savaşlarının sonrasında yaşanan
balayı dönemlerinin (1920-29, 1945-70) benzeri
koşulları değil, esas olarak krizi yönetmeyi vaat
ediyordu. (Geçici de olsa rahatlama yaratabilecek
yeni bir emperyalistler arası paylaşım savaş M.
Çayan yoldaşın Kesintisizlerde ortaya koyduğu
üzere artık mümkün olmadığı gibi, sosyalist sisteme
dönük bir fetih savaşının astarının yüzünden pahalı
olduğu açıktı.) Kriz verili koşullarda geçici
de olsa ciddi ölçülerde zayıflatılamazdı. Bunun
yerine onu yönetmek; yani sistemin mevcut mekanizmalarının
tümüyle parçalanmasını engellemek, sosyalist sistem,
ulusal/halk kurtuluş hareketleri ve emek hareketinin
ilerleyişini durdurmak, karşı ataklarla mevzi
kazanmak, dünya kapitalist ekonomisini neoliberal
politika temelinde yeniden düzenleyerek kar oranlarının
düşüşünü engellemek, kısmi ilerlemeler sağlamak,
vb. hedeflenmekteydi.
1980’li yıllar restorasyon programının devreye
sokulduğu, bu programı bozguna uğratabilecek yegane
güç olan devrimci ve sol güçlerin bu süreçte gelişmeleri
tam olarak kavrayamadığı ve kendi iç dinamiklerinde
yaşanan gerileme ve çözülme nedeniyle giderek
etkisizleştikleri, güçlü bir karşı koyuş geliştiremedikleri,
tersine mevzi kaybettikleri, emperyalist-kapitalist
sistemin ise bütünlüklü olarak bu temelde yeniden
düzenlendiği yıllar biçimlendi. (Restorasyon programının
temel öğeleri ve gelişim seyri S. Barikat’daki
başka çalışmalarda ana hatlarıyla da olsa irdelendiği
için burada girmeyeceğiz.)
Elbette, günümüz tablosunu hazırlayan faktörler
sadece bununla sınırlı değildir. Bu süreç aynı
zamanda hem reel sosyalist sistem içinde hem de
emperyalist kapitalist sistem içinde kırılmaların,
farklı eğilimlerin, yeni merkezkaç dinamiklerin-kurumların
ve çelişkilerin mayalanıp geliştiği bir süreç
olmuştur. Reel sosyalist sistemin SSCB ve Doğu
Avrupa’da revizyonist çürümeyle sakatlanması,
Çin-SSCB ayrışmasının sistemi parçalaması, Çin’in
1960’ların sonlarından itibaren uluslararası alanda
emperyalist güçlerle birlikte davranma eğilimi
içine girmesi, Küba’nın da içinde yer aldığı uluslararası
proleter devrimci hareketin ortaya çıkışı, Afrika,
Asya ve Latin Amerika’da ulusal/halk kurtuluş
devrimlerinin emperyalist sistemden yeni parçalar
koparması, emperyalist sistemde; savaşla çöküntüye
uğramış güçlerinin toparlanması, Avrupa’lı emperyalistlerin
küçük adımlarla da olsa ABD vesayetin kurtulma
çabaları, bu doğrultuda AET’nin kuruluşu ve sistem
içinde ABD etkisinin giderek zayıflama yoluna
girmesi, vb... gelişmeler de son on yılın değişimlerinin
arka planını hazırlayan faktörlerin ilk elde akla
gelenleridir. Bunların bir bölümü reel sosyalizmin
çöküşünü hazırlayan ve hızlandıran faktörler,
bir kısmı ise 1990 sonrası emperyalist sistemin
biçimlenişinde belirleyici faktörler olsalar da,
1990’lara kadar varolan dünya statükolarında belirleyici
değişimler yaratan faktörler olamadılar. Dünya
1990’lara kadar esas olarak 1945-50 yılları arasında
sosyalist ve kapitalist sistem arasında oluşan
statükolar ekseninde biçimlendi.
Bu bağlamda, reel sosyalizmin 1990’da-ki çöküşü,
adeta gordiom düğümünü kesen kılıç rolünü oynamıştır.
Bu çöküş, biriken tüm değişim dinamiklerinin zincirlerinden
boşalması ve dünyanın yeniden biçimlenmesinde
keskin bir dönemeç noktasıdır.
1990 başlarında reel sosyalist sistemin çöküşü
ve sosyalist hareketin büyük geriye düşüşü tüm
insanlık açısından dünya çapında yeni bir eşik
noktasıdır. Yeni bir emperyalist paylaşım sürecinin
ve insanlığın kapsamlı biçimde moral ve toplumsal
krize sürüklenmesinin kapıları ardına değin açılmıştır.
150 yıllık sosyalist emeğin yarattığı değerlerin,
birikimlerin bir anda ayaklar altına alınması,
devrim ve sosyalizm güçlerinin oldukça zayıf bir
konuma düşüşü, sistemin gerici-faşist saldırıları,
ideolojik manipülasyonları ve çürütme politikaları
ile birleştiğinde tam bir alaca karanlık tablosu
ortaya çıkmıştır.
1990 Sonrası Yeni Tarihsel Süreçte Emperyalist-Kapitalist
Dünyayı Biçimlendiren Dinamikler; Yeniden Paylaşım
Mücadelesi Emperyalist Restorasyon Programı ve
Sistem Karşıtı Muhalefet
1990 sonrası yeni sürecin alaca karanlık tablosunun
bir yanını 1917 Büyük Ekim Devrimi ile parçalanan
emperyalist-kapitalist dünya egemenliğinin, reel
sosyalizmin çöküşüyle (birkaç örnek dışında) esas
olarak yeniden kurulması oluşturuyor. Diğer yanını
ise emperyalist-kapitalist sistemin bütün aktörlerinin
bu düşüş karşısındaki reflekslerinin sonuçları
oluşturmaktadır.
Çöküşle birlikte dünya çapında oluşan yeni nesnel
zemin, geride bırakılan süreçte biçimlenmiş olan
tüm ilişki denklemlerinin önemli ölçüde geçersizleşmeleri,
ya da yeniden kurgulamaları gereğini ortaya çıkarmıştır.
1945-90 yılları arasında tüm iç dengeleri ve politikaları
esas olarak reel sosyalizm ve ulusal/halk kurtuluş
mücadelelerine bağlı olarak biçimlenmiş olan emperyalist-kapitalist
sistemin aktörleri reel sosyalizmin çöküşü ve
sosyalist hareketin genel gerileyişi ile birlikte
oluşan yeni dünya tablosu karşısında, kaçınılmaz
olarak kendi iç işleyişlerini ve tüm dünya çapındaki
yönelimlerini yeniden biçimlendirmek zorunda kalmışlardır.
1990 sonrasında dünya çapındaki ilişki ve çelişkiler,
oluşmakta olan yeni dengeler (ya da dengesizliklerde
diyebiliriz) başlıca üç öğe tarafından biçimlendirilmektedir.
Bunlardan birincisi, reel sosyalist sistemin varlığı
ve büyük ulusal ve halk kurtuluş mücadeleleri
karşısında, sistemin her alanda en büyük gücü
olan ABD’nin arkasında saflaşma, onun hegemonyasını
kabul etme, çelişkilerini açıkça ve çatışmalı
olarak ortaya koymama temelindeki emperyalist
dünya işleyişinin, reel sosyalizmin çöküşüyle
birlikte gereksiz hale gelmesi ve parçalanmaya
başlanmasıdır. Emperyalist sistemi kasan ve zorunlu
bir birlik ilişkisi içine sokan reel sosyalist
sistemin ortadan kalkması ile birlikte çelişkiler
ve rekabet açıkça ve çatışmalı olarak ortaya konmaya
başlanmış, sistem içi dengeler, ilişkiler, saflaşmalar
yeniden biçimlenme yoluna girmiştir. Dünya emperyalistler
arası yeniden paylaşımın oldukça çatışmalı bir
arenasına dönüşmüştür ve dünya kapitalist sisteminin
tüm ilişki ve çelişki, denge ve denklemlerini
belirleyen başlıca öğelerden biri bu mücadeledir.
İkinci öğe, 1980 başlarında devreye sokulan emperyalist
restorasyon programıdır. Bu restorasyon programının
bileşenleri (neoliberalizm, yeni-sağ ve postmodernizm,
vb..), 1990’lı yıllardan bu yana ortaya çıkan
yeni koşullara ve yeniden paylaşımın çatışmalı
ve her alanda çatallanmaları geliştiren mantığına
uygun olarak sürekli bir değişim içinde olmasına
ve pek çok alanda zemin kaybetmesine rağmen hala
emperyalist-kapitalist dünyayı biçimlendiren temel
politikalardır.
Dünya çapındaki ilişki ve çelişkileri, denge ve
denklemleri biçimlendiren üçüncü ve henüz oldukça
zayıf olan, fakat giderek oldukça yavaş da olsa
toparlanan ve güç kazanan diğer öğe ise sosyalist
hareketin de içinde yer aldığı sistem karşıtı
hareketlerdir. Bu hareketlerin bir bölümü (islamcı
hareket, küreselleşme karşıtı hareketin bileşenlerinin
bir bölümü vb.) ilerici değildir ve esasen sistem
içi de sayılabilirler; sınıfsal duruşları ve siyasal
çizgileri itibariyle anti-kapitalist özellikleri
bulunmamaktadır. Sosyalist, sol ve demokratik,
anti-kapitalist vb.. güçler ise henüz sağlam ve
zafere ulaşabilmiş bir örnek yaratamamış olsalar
da dünyanın her yanında giderek artan etkinlikler
geliştiriyorlar. Bu çabalarla birlikte tüm dünya
çapında toplumsal yaşamın çeperine itilen ilerici
güçler giderek daha fazla ölçüde gündeme giriyorlar,
gündem yaratıyorlar, hesaba katılması gereken
güçler hale geliyorlar.
Bu üç ana zemin üzerinden gelişen dünya çapındaki
ilişki ve çelişkilerin 2003’de ortaya çıkardığı
dünya manzarası karmaşıktır. Ancak 1990 başlarında
emperyalistlerin yaydığı sahte puslu söylemlerin
geçersizliğini ortaya koyan, büyük belirsizlikleri
ortadan kaldıran ve dünyanın gidişatına ilişkin
bir düşünsel iskelet oluşturacak kadar veri de
oluşmuştur.
Yeni Tarihsel Süreçte Emperyalist-Kapitalist
Dünyayı Biçimlendiren Temel Dinamiklerden Biri
Olarak Yeniden Paylaşım Mücadelesi
Her kapitalist için en önemli dürtü ve hedef kar
oranlarını azamileştirmektir ve bunun aracı ise
pazar alanları üzerinde egemenlik sağlanmasıdır.
Pazar alanları üzerinde hakimiyet mücadelesi hem
tek tek her kapitalist devletin iç pazarının ele
geçirilmesi biçiminde, hem de başka ülkelerin
pazarlarına sömürgeleştirme ve yeni-sömürgeleştirme
yoluyla el koyma biçiminde tüm kapitalizm tarihinin
belirleyici olgularından biri olmuştur. 1800’lerin
sonu, 1900’ların başında kapitalist sistem emperyalizm
aşamasına ulaştığında, Avrupa ve Kuzey Amerika
kökenli olan emperyalist-kapitalist ülkeler birbirleriyle
çok büyük çatışmalara girişmeden dünyanın geri
kalan tümüne sömürgeleştirme ya da yarı-sömürgeleştirme
yoluyla el koymuşlardı. El konulacak yeni pazarın
kalmadığı bu andan itibaren pazarların paylaşılması
mücadelesi, bir yeniden paylaşım mücadelesi olarak
gelişebilirdi. Ve kapitalizmin eşitsiz gelişme
ve kar oranlarını azamileştirme yasalarının kaçınılmaz
işleyişi sonucu olarak pazarların yeniden paylaşımı
da kaçınılmaz bir şeydi. Mevcut pazarlarında büyüyüp
gelişen emperyalist tekellerin yeni pazar alanlarının
ele geçirilmesi yoluyla daha büyük kar oranlarına
ulaşma isteği, zayıf tekellerin büyümek için daha
büyük ve korumalı pazarlar elde etme çabası, vb.
bir dizi etken yeniden paylaşım mücadelelerini
tetiklemiştir. 20. yüzyılda yaşanan iki büyük
dünya savaşı (Yeniden Paylaşım Savaşı) kapitalizmin
bu işleyişinin insanlık için büyük acı ve yıkımlar
getiren sonucudur. II. Paylaşım Savaşı sona erdiğinde
kapitalist sistem içindeki paylaşım ABD’nin kesin
hegemonyası altında İngiltere ve Fransa’nın katılımıyla
gerçekleştirilmiştir.
Bu paylaşımın ve bununla birlikte ortaya çıkan
emperyalist-kapitalist sistemin biçimlenişinin
özellikleri pek çok çalışmamızda ve özet olarak
yukarıda ortaya konmuştur. 1960 ve ‘70’lere gelindiğinde
II. Emperyalist Paylaşım Savaşından yenik çıkan
emperyalist ülkeler toparlanmış ve savaştan galip
çıkmasına rağmen önemli avantajlarını kaybederek
çıkan emperyalist ülkeler yeniden güç kazanmış
olmasına rağmen pazarların yeniden kapsamlı biçimde
paylaşımı için nesnel zeminlerin oldukça daraldığı
açıkça ortadaydı. 1945 sonrasında emperyalistler
arasında pazarların yeniden paylaşımı mücadelesinin
sınırlarını minimuma indiren başlıca faktör dev
dünya sosyalist bloğunun ortaya çıkışı ve tek
tek her emperyalist ülke için pazarları (daha
da ötesinde sistemin bütününü) tehdit eden asıl
öğenin sosyalist blok ve gelişen devrimci ulusal
ve halk kurtuluş mücadeleleri olmasıydı. Bu nedenle,
1945-90 arası süreçte emperyalistler açısından
pazarların korunması söz konusuydu ve bu koruma
esas olarak sosyalist sisteme ve tüm dünyada gelişen
devrimci mücadelelere karşıydı. Emperyalistlerin
kendi aralarındaki paylaşım mücadelesi ise oldukça
dar bir alanda daha çok nüve halindeki bloklaşma
eğilimleriyle, özellikle ABD’nin pazar alanlarının
ekonomik rekabet yoluyla kemirilmesi vb. yollardan
yürümüştür.
Reel sosyalizmin çöküşü ve devrimci güçlerin gerilemesiyle
birlikte, emperyalistler açısından tek tek pazar
alanlarını ve sistemin bütününün varlığını tehdit
eden başlıca tehlike en azından şimdilik kaydıyla
ortadan kalkmıştır ya da somut ve açık bir tehlike
olmaktan uzaktır. Böylece sosyalizm tehlikesi
karşısında ABD’nin arkasında saf tutmanın gereği
ortadan kalkmıştır. İkincisi, II. Emperyalist
Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıkanlarda dahil olmak
üzere tüm emperyalist ülkeler toparlanmış ve ABD’nin
1945’lerden bu yana belirlediği emperyalist düzen
içinde gelişmelerinin sınırlarına varmışlardır.
Üçüncü bir faktör olarak emperyalist ülkeler arasına
Rusya ve Çin gibi değişik düzeylerde de olsa iddialı
ve gelişmek için hızla yeni pazar alanlarına ihtiyaç
duyan iki ülke daha katılmıştır. Bu koşullar altında,
diğer emperyalist ülkeler açısından ABD arkasında
saf tutmanın gereği ortadan kalkmıştır. Ortaya
çıkan yeni koşullar altında ABD hegemonyası diğer
emperyalist ülkeler için bir yükten, yeni pazar
alanlarına ulaşmanın önünde bir engelden başka
bir şey değildir. Aynı durum, ABD içinde geçerlidir.
1945 sonrasında savaştan en güçlü emperyalist
devlet olarak çıkan, yıkılmış Avrupalı emperyalistlerin
tüm sömürgelerine ve pazar alanlarına el koyma
imkanı olan ABD, dev sosyalist blok ile ulusal
ve halk kurtuluş mücadeleleri karşısında, diğer
emperyalist ve sömürge ülkelerin tümden kaybedilmemesi
için onlara yardım etmiş, bir ölçüde ayağa kaldırmış,
dolayısıyla diğer emperyalistlerin pazar alanlarına
gücüne nazaran daha sınırlı müdahaleler geliştirmiş,
gerek diğer emperyalistlerin, gerekse zaman zaman
daha sınırlı ölçüde yeni-sömürgelerin kimi ayrıksı
tavırlarını tolere etmek, gücünün kemirilmesi
karşısında zorunlu bir sabır göstermek zorunda
kalmıştır.
Reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte ABD, dünya
çapında kendisiyle boy ölçüşebilecek bir gücün
kalmamasından hareketle zayıflayan dünya hegemonyasını
güçlendirmek için 1990 öncesi sürecin kendisine
ayak bağı olan tüm statükolarını yıkmaya, kritik
pazar alanları üzerindeki denetimini kesinleştirmeye
yönelik oldukça saldırgan bir mücadeleye girişmiş
durumda.
Kısacası, 1990 sonrası yeni koşullarda sistemin
yeniden düzenlenmesi, pazar alanlarının yeniden
paylaşılması, sadece daha büyük pazarlar isteyen
‘alttakiler’ tarafından değil, en tepedeki başat
güç ABD tarafından da istenmektedir.
Böylece 1945-90 yılları arasında stres biriktiren
ancak yukarıda ifade ettiğimiz nedenlerden ötürü
kırılmayan emperyalistler arası fay hatları, 90’lı
yıllarda ortaya çıkan yeni koşullarda kırılmaya
başlamıştır. Kırılmaları tetikleyen başlıca faktör
dünyanın yeniden paylaşılmasıdır. Tüm büyük emperyalist
devletler ve onların yardakçısı daha küçük emperyalistler,
yeni-sömürgeler ortaya çıkmış olan yeni dünya
tablosunda kendileri için yeni fırsatlar, olanaklar
görmektedirler ve kendi çıkarları doğrultusunda
ve güçleri oranında yeniden paylaşımı için harekete
geçmiş durumdalar. 1990’lı yıllar tüm dünyada
öncü çatışmalarla biçimlenirken, 11 Eylül eylemi
ile birlikte gerçek depremler, daha net saflaşmalar
ve paylaşım alanlarında daha büyük çatışmaların
önü açılmıştır.
Bu süreç aynı zamanda emperyalist yeniden paylaşım
mücadelesinin aktörlerinin, bunların temel yönelimlerinin
ve paylaşım alanlarının az-çok belirginleştiği
bir süreç olmuştur.
ABD, Almanya-Fransa eksenli AB, Japonya, Rusya
ve Çin yeniden paylaşım mücadelesinin başlıca
stratejik aktörleridirler. Bunların yönelimlerine
ve paylaşım alanlarındaki duruşlarına gelince
bu noktaları tek tek ana hatlarıyla ortaya koymak
mümkündür.
Büyük emperyalist güçler açısından çatışmanın
odağında dünyanın yeniden paylaşımı ve bu yoldan
sistemin hegemon gücü olma vardır.
“Hiyerarşi piramidinin en tepesinde bulunan ülke
ya da ülkeler sisteminin egemen (hegomon) gücüdür.
Hegomon ülke(ler) en güçlü ekonomiye, askeri,
siyasal güce, kültürel ve sosyal etkinliğe sahip,
sistemin bütünü için genel düzenlemeleri yapabilecek
konumda olan emperyalist ülke(ler)dir. Hegemon
ülke(ler) olmak pek çok avantaj sağlar.
Dünya çapında üretilen artı-değerin aslan payını
hegemon ülke(ler) alır, sistemin olanaklarından
en fazla hegomon ülke yararlanır. Öte yandan,
oluşmuş olan hiyerarşik düzenin sürdürülmesi için
gerekli olan pek çok külfeti de hegomon ülke(ler)
üslenirler. (...) Hiyerarşinin tepesinde bulunan
hegomon ülke(ler) konumlarını sürdürebilmek, meydan
okuyan rakip ülke(ler) ise onun yerini almak için,
sistemin tıkanmış ve kriz içindeki sömürü modelini
yeniden biçimlendirmek, pazarları yeniden paylaşmak,
siyasal ve askeri güç ilişkilerini yeniden düzenlemek
amacıyla hamleler geliştirirler.” (Emperyalizmin
Bunalım Dönemleri, S. Barikat, sayı 11)
Emperyalist stratejik aktörlerin paylaşım mücadelelerini
anlamak için anahtar yaklaşım esas olarak bu kısa
alıntıda ifade edilmiştir. Tüm gelişmelerin bu
perspektif üzerinden ele alabiliriz.
ABD emperyalizmi ve yeniden paylaşım
ABD emperyalizminin 1970 başlarında bu yana devam
eden zayıflaması sürmekle birlikte hala sistemin
hegemonik-başat gücü olma özelliği sürüyor. ABD
sistemin en büyük ekonomik, askeri, siyasal ve
kültürel gücü durumunda. Sadece bu değil, son
60 yılda tüm dünya çapında geliştirdiği ilişki
ağları, kurumsal varlığı ve müdahale gücüyle sistemin
başlıca belirleyeni konumundadır.
Ancak ekonomik olarak önemli ölçüde spekülatif
mali sermayeye bağlı hale gelmiştir, durgunluk
eğilimi gelişmektedir, üretkenlik ve verimlilik
ise düşmektedir. Askeri harcamalar (askeri keynesizm)
geçici rahatlamalar yaratsa da orta ve uzun vadede
ciddi riskler yaratmaktadır. Mali sermaye alanı
ABD emperyalizminin ekonomide en güçlü olduğu
alandır, ancak mali sermaye alanının önemli ölçüde
spekülatif hale gelmesinden ötürü ciddi riskleri
de bulunmaktadır. Spekülatif sermayeye sahip olmak
başka ülkelerin sömürüsünde, istendiğinde kırılmasında
ciddi avantajlar sunarken, aynı zamanda başka
pazarlardaki iniş-çıkışlara aşırı duyarlılığı
nedeniyle ani çöküşlere-kırılmalara da açık olmak
anlamını taşır. ABD ekonomisi günlük olarak 1
milyar dolar spekülatif sermaye akışı olmadan,
yani dünya ekonomisinden ABD’ye bu miktarda para
hortumlanmadan, sürdürülemez bir ekonomi haline
gelmiştir. Bunun anlamı oldukça kırılgan bir ekonomik
yapının olduğu ve giderek taşınamaz hale geldiğidir.
Dünyanın en büyük ekonomisinin bu kırılganlığı
aynı zamanda tüm dünya kapitalist ekonomisinin
oldukça kırılgan hale geldiği anlamını taşımaktadır.
ABD emperyalizmi hegemonyasını sürdürebilmek için
çözemediği zaaflarının yarattığı handikapları
rakiplerinin zaafları-kırılgan oldukları noktalarda
güç kazanarak dengelemeye çalışmaktadır. Bu bağlamda
izlediği ana güzergahlar şöyle ifade edilebilir;
çoğunlukla dışardan enerji temin etmek zorunda
olan diğer büyük emperyalist güçlerin enerji sağladıkları
kaynakların denetimini ele geçirmek, mali alandaki
üstünlüğünü kullanarak gerektiğinde rakiplerini
istikrarsızlaştırmak, mali spekülasyon yolunu
mümkün olduğunca uzun süre açık tutmak, ABD dolarının
genel değişim aracı olma konumunu korumak ve böylece
açıktan para basarak ekonomisini finanse etme
koşullarını sürdürmek ve daha da önemlisi diğer
emperyalist güçlerin şu anda ve kısa vadede asla
karşı karşıya gelmek istemeyecekleri askeri gücünü
kullanıp sürekli gerilim atmosferi yaratmak, onları
askeri rekabet alanına çekerek ekonomik gelişme
ivmelerini zayıflatmak... ABD emperyalizmi bu
yollardan diğer emperyalistlerin gelişmesini ve
karşısına güçlü rakipler olarak çıkmalarını engellemeyi
hedefliyor. ABD emperyalizmi merkezinde kendisinin
yer aldığı ve diğer emperyalist güçlerin ise yakın
çeperde tutulduğu, koşullara bağlı olarak gücün
sınırlı olsa da paylaşıldığı bir dünya düzeni
yaratmaya çalışıyor.
Öte yandan, ABD emperyalizmi her alanda AB’nin,
Rusya’nın ve kısmen Çin’in karşı koyuşları ile
karşı karşıyadır. Sadece bunlar değil, giderek
dünya çapında gelişen anti-kapitalist ve anti-emperyalist
mücadelelerin odağında da ABD bulunmaktadır. Tüm
dünyada ABD emperyalizminin hareket kabiliyetini
giderek daha fazla daraltan ABD karşıtı ruh hali
ve hareketler halkların bilincine daha fazla kazınmaktadır.
Emperyalist sistemin genel krizi yönetmek amacıyla
toplumsal, kültürel alanlarda geliştirdiği toplumsal
dokuyu çürütme programları günümüzde kendi aleyhine
dönme sinyalleri verecek denli derinleşmiştir.
Çürüttükleri toplumsal dokuyu bugünün dinamik
gelişmelerle akan dünyasında emperyalist programlar
ekseninde harekete geçirmek giderek güçleşmektedir.
Bu programların-politikaların çıkış noktası olan
ABD bu noktada rakiplerine nazaran daha da dibe
vurmuş durumdadır. Bu ise gerilemenin diğer yüzünü
oluşturmaktadır.
Benzer problemler diğer emperyalistler için de
geçerlidir. Fakat bu problemleri dünya hegemonyasını
sürdürme iddiasında olan bir devlet hem de en
ağır biçimde yaşıyorsa, hegemonyayı sürdürmek
kaçınılmaz olarak oldukça zigzaglı, sancılı ve
saldırgan yollardan olmak zorundadır ve başarısı
da belirsizdir. ABD emperyalizminin en güçlü olduğu
alan askeri alandır. Gerçekten de şu anda ABD
emperyalizminin askeri gücüyle ve onun dünya çapındaki
yayılımı ve bağlantılı ilişkileriyle boy ölçüşebilecek
bir emperyalist güç bulunmamaktadır. Ve bu üstünlüğünü
paylaşımın her alanında açıkça ortaya sürmektedir.
ABD’nin emperyalist dünyadaki kesin askeri üstünlüğü
yeniden paylaşım sürecinin biçimini ve sınırlarını
da önemli ölçüde belirlemektedir. Bu bağlamda,
paylaşımın açık ve çatışmalı biçimleri, diğer
emperyalistlerin açık karşı koyuşları, ABD’ye
karşı askeri müdahale ve emperyalistler arası
açık savaş olarak değil, özellikle paylaşım alanlarına
ABD’nin geliştirdiği el koyma çabalarına diğer
emperyalistlerin sınırlı paylar için ortak olması,
ya da ABD müdahalelerinin meşruluğunu ortadan
kaldırıcı diplomatik ve siyasal karşı koyuşlar
olarak (Irak örneğinde görüldüğü gibi) biçimlenmektedir.
1990’dan bu yana gelişmeler de bu durumu açıkça
ortaya koymaktadır. ABD emperyalizmi 1990 başlarında
baba Bush’un ilan ettiği “YDD” projesi ile diğer
emperyalist güçlerin ABD karşısında açık bir mücadele
yürütme noktasında hazırlıksız olmalarından da
yararlanarak, onları oldukça ikincil bir konuma
iterek askeri gücün öne çıktığı tek yanlı bir
üstünlük politikası izlemeye yönelmiştir. Körfez
Savaşı bu strateji ekseninde dünyanın paylaşılması
mücadelesinde ilk büyük çatışmadır. Her ne kadar,
diğer emperyalistler gönülsüzce de olsa ABD’nin
arkasında dizilmiş olsalar da, ABD’nin dayatması
ve üstünlüğü açıktır. Clinton dönemi yeniden paylaşımda
hegemonyanın korunması ve aslan payının alınması,
diğer emperyalistlerle işbirliğini öne çıkaran
ortak güvenlik ve işbirliği stratejisi ile biçimlenmiştir.
Paylaşım mücadelesine en hazır konumda olan ABD
bu dönemde hem Doğu Avrupa’daki yağmaların etkisi
ile hem de yeni ekonomi (bilişim vb.) şişirmeleriyle,
büyük spekülatif mali sermayenin girişimleriyle
belli bir ekonomik rahatlama yaşasa da, bu dönem
uzun sürmemiştir. Clinton döneminin ardından gelen
Oğul Bush döneminde ise özellikle 11 Eylül eylemlerinin
ve rakip emperyalist güçlerin ve toplumsal muhalefet
güçlerinin giderek artan direnişlerinin etkisiyle
tekrar askeri gücü öne çıkaran tek yanlılık ve
üstünlük stratejisini öne çıkmıştır. Rakip ve
direnişçi güçlerin 1990 başlarına nazaran çok
daha güçlü oluşu bu stratejinin de o yıllara nazaran
olağanüstü ölçüde sert ve saldırgan biçimde uygulanmasını
beraberinde getirmiştir. ABD emperyalizmi paylaşım
alanlarına “terörizmle mücadele”, “haydut devletleri
ortadan kaldırma” söylemleriyle diğer emperyalistleri
fazlaca dikkate almadan el koymaya çalışmaktadır.*
İttifak ilişkilerinin stratejik özellikleri artık
oldukça zayıftır, daha çok bu saldırgan duruşu
destekleyecek herkesle ve gerektiği kadar geliştirilmektedir.
Bu yaklaşıma bağlı olarak Birleşmiş Milletler
vb. uluslararası platformlar 1990 öncesinde oynadıkları
uzlaşma ve birlikte hareket platformu olma rolünü
ABD emperyalizminin tek yanlı tutumu nedeniyle
yitirmektedir. ABD emperyalizmi bu tür kurumlara
esas olarak aldığı tek yanlı kararlara uluslararası
meşruiyet sağlamak için başvurmaktadır, üstelik
her durumda da değil, sadece istediği yönde kararlar
çıkacağına emin olduğu durumlarda... Bu yaklaşımlar
emperyalistler arası ilişkileri ve dengeleri adeta
dinamitlemek, tüm çelişkilerin derinleşmesi ve
çatışmalı hale gelmesi anlamını taşımaktadır.
Irak’ın işgali döneminde emperyalistler arasında
yaşanan derin çelişkiler bunun güncel ve su yüzüne
çıkan boyutunu oluşturuyor.
Yeniden paylaşım ve AB
Yeniden paylaşım sürecinin temel bir aktörü de
AB emperyalizmidir. AB, en az ABD kadar büyük
bir ekonomik güç olmasına karşın, o da bir dizi
zaafla sakatlanmış durumda. Her şeyden önce her
biri farklı tarihsel, toplumsal, ekonomik ve siyasal
geçmişe ve güncel konumlanışa sahip çok sayıda
ülkeden oluşmaktadır. Bu nedenle siyasi birliği
oldukça zayıftır. Ekonomik olarak tüm emperyalist
sistem gibi durgunluk içindedir. Askeri olarak
dünya hegemonyası geliştirebilecek birikime sahip
değildir. Kültürel olarak ortak köklere sahip
olmasına karşın, dilsel vb. bir dizi faktörün
etkisi nedeniyle dünya hegemonyası geliştirmede
zorluklarla karşı karşıyadır. Bütün bu zorlukları
rakip ABD tarafından oldukça iyi kullanılmaktadır.
ABD, AB ülkeleriyle sahip olduğu ilişkileri kullanarak
söz konusu zayıflıkların (siyasal, ekonomik vd.)
aşılması çabalarını sürekli baltalamaktadır. Irak
savaşı sürecinde ortaya çıkan bölünmüş AB tablosu,
ABD’nin savaş aracı NATO’nun Doğu Avrupa’ya doğru
genişlemesi, vb., ABD’nin girişimlerinin ürünüdür.
AB’nin geleceği belirsizliklerle doludur. AB’nin
geleceği nispeten istikrar kazanan Almanya-Fransa
ittifakının oluşturduğu çekirdek ile ABD’nin Avrupa’ya
yapacağı müdahaleler arasında salınıp durmaktadır.
Almanya-Fransa çekirdeği kısa ve orta vadede ABD’nin
yeniden paylaşım yarışını güçlü olduğu askeri
alana çekmesini engellemeye, ABD’nin paylaşım
alanlarda bu yoldan güç kazanma çabalarını sınırlamaya
ve hegemonyasını küçük küçük parçalamaya-kemirmeye,
böylece AB içi saflaşmaları daraltmaya, daha az
çatışmalı bir dünya tablosunun oluşmasını sağlayarak
bu ortamda ekonomik gücünü ve AB’nin entegrasyonunu
büyütmeye ve sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. Ancak
bunu sağladığı ölçüde, ABD emperyalizmi karşısında
dünya hegemonyası için açık mücadelelere girişme
gücünü bulacaktır. ABD ise tam tersi yollardan
AB’nin kendi hegemonyası karşısında büyük ve istikrarlı
bir güç olarak ortaya çıkmasını engellemeye çalışmaktadır.
Yeniden Paylaşım ve Rusya
Yeniden paylaşımın bir diğer stratejik oyuncusu
Rusya ise ekonomik olarak tam bir cüceye dönüşmüştür,
yeniden paylaşımda kendine rol arayışı içindedir.
Bu noktada elindeki koz esas olarak hala nükleer
silahlara sahip oluşu, büyük askeri gücü ve yeniden
paylaşımın en önemli alanlarından biri haline
gelmiş olan Kafkasya ve Orta Asya’daki gücüdür.
Bunun yanı sıra, sahip olduğu büyük doğal kaynaklar,
yetişmiş insan gücü ve büyük bilimsel gücü de
onu yeniden paylaşımın büyük bir aktörü olma noktasında
heveslendiren diğer faktörlerdir. Rusya’nın bugünkü
yeniden paylaşım sürecinde dünya ölçeğinde bütünlüklü
bir stratejisi olduğundan söz edilmesi oldukça
güçtür. Pragmatizm ve günlük politikalar ekseninde
güç kazanma ve toparlanmayı esas alan bir çizgi
izlemektedir. Bu ise her önemli gelişmede farklı
bir Rus tutumunu ortaya çıkarabilmektedir. Kimi
zaman ABD’ye yanaşmakta, kimi zaman AB’ye, kimi
zaman ise Çin’e. Rus emperyalistlerinin, 1990
öncesinde SSCB’nin sahip olduğu gücü tekrar yakalamaları
oldukça güçtür. Ancak güç kazandığı ölçüde diğer
stratejik aktörlerle girişeceği kalıcı ittifaklar
yoluyla yeniden oldukça önemli bir konum elde
etmesi en olası gelişmedir.
Yeniden Paylaşım ve Japonya
Japonya dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmasına
karşın, dünya hegemonyasına oynama dinamikleri
pek çok noktada oldukça zayıftır. Her şeyden önce,
Japon ekonomisinin son on yıldır yaşadığı durgunluğu
bir türlü atlatamamasını bir kenara bıraksak bile,
Japonya dünyanın en kırılgan ekonomisine sahiptir.
Japon ekonomisi tümüyle dışarıdan gelen hammadde
kaynaklarına bağımlıdır. Hammadde kaynaklarının
ve ulaşım yollarının güvenliğinde ortaya çıkacak
herhangi bir ciddi sorun kısa sürede bir çöküşe
yol açabilir. Bu nedenle diğer emperyalist güçlerle
açık ve kapsamlı bir mücadeleyi uzun süre götürmesi
güçtür.
Yine aynı ölçüde ABD ekonomisine oldukça karmaşık
bağlarla sıkı biçimde bağlıdır. Siyasal olarak,
2. Paylaşım Savaşı’ndan ötürü oldukça kötü şöhretlidir.
Askeri olarak diğer emperyalistlere nazaran ciddi
ölçüde zayıftır. Askeri zayıflığı belki aşabilir,
ancak bunun maliyetinin altından kısa ve orta
vadede kalkması mümkün değildir. Japonya’nın yeniden
paylaşım içindeki rolünün ne olacağı sorusunun
yanıtı Japon emperyalistleri içinde de oldukça
tartışmalıdır ve belirsizliklerle doludur. Japonya’nın
yeniden paylaşımda başat güç olmaya oynaması pek
mümkün olmasa da, süreçte daha aktif olmak istediği
açıktır. Hammadde kaynaklarında daha fazla pay,
siyasal kararlarda daha fazla söz hakkı, Uzakdoğu’da
bölgesel hegemonya kurma vb. ilk elde sıralanabilecek
Japon istekleridir.
Bunları gerçekleştirmek için diğer aktörlerle
nasıl bir ilişki geliştireceği, tüm yeniden paylaşım
süreci açısından oldukça belirleyici önemdedir.
Japonya 1945’ten bu yana ABD’nin sadık bir müttefiki
konumundadır, güvenliğini önemli ölçüde ABD’ye
emanet etmiştir, siyasal alanda ise esas olarak
ona angajedir.
Öte yandan, artık ABD’nin tek yanlı tutumlarının
yükünü çekmek konusunda da isteksizdir. ABD, onu
Uzakdoğu’daki İngiltere konumuna çekmek istiyor
ve bunun belli zeminleri de var. Diğer yandan,
ABD ile mevcut ilişkiler zemininde kalarak yeniden
paylaşımda daha aktif olma hedefine ulaşılamayacağı,
ABD’den daha bağımsız bir hat izlenmesi gerektiği,
diğer emperyalist stratejik aktörlerle daha eşit
ilişkiler kurarak dünya çapında söz hakkı elde
edilebileceği görüşü de gelişmektedir.
Japonya bu iki farklı eğilimin makasındadır. ABD’ye
daha fazla angaje olması halinde ABD’nin dünya
hegemonyasının daha da güçleneceği ve ömrünün
nispeten uzayacağı kesindir. Diğer eğilimin güç
kazanması durumunda ise ABD hegemonyasının şu
anda tahmin edilenden daha kısa ömürlü olması
ve dünyanın oldukça farklı bir tabloya daha hızlı
ulaşması söz konusudur. Bu noktada, Japonya’nın
kendi iç süreçleri kadar, hatta belki de daha
fazla diğer emperyalist aktörlerin ve sistem karşıtı
güçlerin ABD karşısındaki konumları, mücadeleleri
ve bunların sonuçları belirleyici olacaktır diyebiliriz.
Yeniden Paylaşım ve Çin
Çin’e gelince; kapitalist restorasyonun artık
egemen (tüm nihai sonuçlarına ulaşmış olmasada)
olduğu Çin emperyalist-kapitalist dünyanın bir
parçası olarak ele alınmalıdır. Devrimsel bir
gelişme olmadan bu süreçten kopması da mümkün
değildir. Çin kapitalizmi Rusya’dan farklı olarak
tedrici bir gelişme yoluyla Çin toplumuna egemen
olmuştur. Çin sahip olduğu tüm dinamikler hesaba
katıldığında yeniden paylaşımın stratejik bir
aktörüdür. Ortaya konan projeksiyonlar, mevcut
gelişmenin devam etmesi durumunda Çin’in önümüzdeki
20-30 yıl içinde dünyanın en büyük ekonomik gücü
olacağını gösteriyor. Çin askeri ve bilimsel olarak
da büyük bir potansiyele sahiptir. Kültürel olarak
dünyanın geri kalan bölümleri üzerinde nüfuz geliştirmede
mevcut durumda ciddi zayıflıkları olsa da genel
olarak başat güç olmaya AB’nin yanı sıra aday
ülkelerden biri konumundadır. Öte yandan, hem
derinleşen ve güçlü patlama öğeleri taşıyan sınıf
ayrımları ve hem de etnik (Uygur bölgesi, Tibet
vb.) sorunları nedeniyle önemli zayıflıkları da
bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, ABD, AB ve diğer
aktörlerin halihazırda sahip olduğu ekonomik dinamiklere
Çin sadece potansiyel olarak sahiptir. Bu potansiyellerin
realize olup olmayacağı, dünya kapitalizminin
gelişme seyrinin buna izin verip vermeyeceği büyük
bir soru işaretidir. Dünya kapitalizminde yaşanacak
büyük kırılmalar, ona entegre olmuş Çin’in gelişim
seyrini ciddi biçimde baltalayabilir ve tam bir
kaosa sürükleyebilir. Yanı sıra diğer emperyalist
güçlerin rekabeti ve önünü kesme girişimleri mevcut
ekonomik gelişme temposunu düşürebilir ve onu
daha geri noktalara çekebilir. Çin bu olasılıkların
gerçekleşmesini asgariye çekmek için sessiz ve
derinden gelişme yolunu izlemeye çalışıyor. Halen
süren paylaşım mücadelelerine aktif olarak katılmıyor.
AB gibi o da dünyada gerilimin yükselmesinden
yana değildir. Ekonomik olarak gelişmesini baltalayacak
askeri süreçlerden uzak durmaya çalışıyor. Daha
çok çevre bölgeleriyle ilgileniyor. Bölgesel konumunu
güçlendirmeye, hegemonya oluşturmaya çalışıyor.
Burada kısaca İngiltere’nin konumuna da değinmek
gerekiyor. İngiliz emperyalizmi özellikle 1945
sonrasında hemen hemen tüm sömürgelerini kaybetmiş
ve oldukça gerilemiş olmasına karşın, hala stratejik
güç ilişkilerinde önemli bir yere sahip. AB içinde
yer almasına karşın, yeniden paylaşım mücadelesinde
stratejik ilişkilerini esas olarak ABD emperyalizmi
ile geliştiriyor. Bu ilişkisinde eski sömürgeleri
Kanada, Avusturalya ve Yeni Zelenda’yı yanında
saflaştırabiliyor ve bu konumu yeniden paylaşımda
elini güçlendiriyor. Buna karşın, tek başına stratejik
aktör olarak dünya hegemonyasına oynama yerine
ABD yanında ikincil rollerle paylaşımdaki kazanımlarını
azamileştirmeye çalışıyor. İngiltere bu duruşuyla
AB ve diğer emperyalistlerin ABD karşısındaki
konumlarını ciddi ölçüde zayıflatıyor. İngiltere’nin
önümüzdeki süreçte de bu konumunu sürdürmesi en
güçlü olasılıktır. Daha küçük bir olasılık ise
Fransa-Almanya eksenli AB’de parçalayıcı bir rol
oynamaktan uzaklaşması ve ABD karşısında saflaşmasıdır.
Bu durumda, ABD’nin hegemonyasının hızla zayıflaması
ve dünya güç dengelerinin ve paylaşım sürecinin
hız, saflaşmaların yeni bir çehre kazanması kesindir.
Yeniden paylaşım mücadelesinin stratejik aktörlerinin
duruşunu ana hatlarıyla böyle özetlenebilir.
Yeniden Paylaşım ve Paylaşım Alanları
Paylaşım mücadelesinin giderek kızışması ve derinlik
kazanmasına bağlı olarak paylaşım alanları da
hızla büyüyen ve karmaşıklaşan bir altüst oluş
yaşıyor. Emperyalist stratejik aktörler dışında
dünyanın geri kalan bölümleri paylaşım alanlarıdır.
(Daha da zayıflayacak bir Rusya ve AB’nin doğu
parçasının da paylaşım alanı haline gelebileceğini
göz ardı etmemek gerekiyor). Bu noktada, stratejik
enerji kaynaklarının (petrol vb.), hammadde alanlarının
ve bunların nakil yollarının bulunduğu bölgeler
paylaşım mücadelesinin öncelikli alanlarıdır.
Bu bağlamda, bölgemiz Ortadoğu ve Orta Asya-Kafkasya
paylaşımın güncel olarak düğüm noktası konumundadır.
ABD emperyalizmi bu alanları tümüyle kendisine
bağlayarak bu alanlardaki enerji kaynaklarına
ve hammaddelere bağımlı olan diğer emperyalistlerin
gelişim seyrini kontrol altını almayı hedeflemektedir.
Bu noktada, açık emperyal niyetlerini ifade etmenin
yanı sıra, “terörle savaş”, “haydut devletleri
yola getirme”, “insani müdahale” vb. söylemler
temelinde tartışmasız bir üstünlüğe sahip olduğu
askeri gücünü öne çıkarmaktadır. Yeni-sömürgecilik
yönteminin yanı sıra klasik sömürgecilik ve onun
bir biçimi mandacılık, ABD emperyalizminin paylaşım
alanlarında giderek öne çıkardığı bir egemenlik
biçimi haline geliyor. Tüm çatışmalı paylaşım
alanlarında (Bosna, Kosova, Afganistan, Somali,
Liberya, Doğu Timor vb, son olarak Irak), kimi
örneklerde diğer emperyalistlerin katılımı olsa
da esas olarak ABD önderliğinde mandacılık, sömürgecilik
geliştiriliyor. ABD askeri gücü tüm stratejik
önem taşıyan ülkelere (Özbekistan, Kırgızistan,
Kolombiya, Panama, Kuveyt, Yemen, Suudi Arabistan,
Endonezya, Filipinler, Bulgaristan, Arnavutluk,
vb.) kalıcı olarak yerleşiyor. Gönüllü ya da zor
yoluyla ABD bu ülkelerin üzerinde tam bir hakimiyet
kuruyor. ABD emperyalizmi yeni-sömürgeleri kesin
biçimde kendine bağlamayı, bunlarda siyasal, askeri
belirleyicilik tekeline ulaşmayı hedefliyor. Belli
farklarla benzer bir politikayı AB Doğu Avrupa’da,
Balkanlar’da, Akdeniz’de, Rusya daha zayıf biçimde
Karadeniz, Kafkasya ve Orta Asya’da geliştirmeye
çalışıyor. Kukla devlet söylemi somut gerçeklikte
tam olarak realize oluyor. İsrail örneği yaygınlaşıyor.
Uç verip gelişen klasik sömürgeciliğin özgün örnekleri
ile yeni-sömürgeciliğin böylesi özgün nitelikler
kazanarak derinleşmesi tüm ezilen halklar dünyasını
kuşatıyor.
Öte yandan, özel ikili anlaşmalar, ekonomik ve
siyasi bloklar (NAFTA, ASEAN, vb.) yoluyla paylaşım
alanlarındaki devletler emperyalist devletler
tarafından kendilerine bağlanmaya çalışılıyor.
Bu noktada, özellikle ABD ve AB çeşitli projeler
geliştiriyorlar.
ABD’nin eksen ülkeler projesi (bu projenin amacı
kısaca, ABD emperyalizmine bağlanmış 10-12 büyük
ve diğerlerine nazaran nispeten gelişmiş yeni-sömürgeler
üzerinden tüm yeni-sömürge bölgeleri kontrol etme
olarak ifade edilebilir.) henüz güçlü somut örnekler
yaratamamıştır. ABD’nin bugün bu noktada gelişkin
adımlar atamaması bir yanıyla stratejik çizgisinin
tek taraflılık-üstünlük stratejisi ile işbirliği
ve ortak güvenlik stratejisi arasında salınmasının
yarattığı kararsızlıklardan kaynaklanmaktadır.
ABD emperyalizminin bugünkü tek yanlılık-üstünlük
stratejisi esas olarak günlük ve olaylar üzerinden
ittifak ilişkilerini önemsemektedir. Bu noktada,
daha uzun vadeli ve stratejik bir düşünceyi ifade
eden eksen ülkeler politikası bugün fazlaca işlevli
görülmemektedir. Diğer yanıyla da belirlediği
10-12 ülkeden bir bölümünde Brezilya, Venezüella
vb. halk mücadelelerinin bir bölümünde ise yaşanan
ağır ekonomik çöküşün bu politikayı uygulama olanağı
sunmamasından kaynaklanmaktadır.
Ancak ABD emperyalistlerinin eksen ülkeler politikasından
tümüyle vazgeçtiği de söylenemez. Özellikle güvenlik
ve işbirliği stratejisini esas alan kesimler bu
politikada hala ısrarlılar. AB emperyalizmi ise
özellikle Afrika, Akdeniz ve Doğu Avrupa’da pek
çok özel ilişki ve statü biçimi belirleyerek nüfuz
alanlarını genişletmeye çalışıyor.
Yeniden paylaşım sürecinin paylaşım alanlarındaki
sonuçları ise tek kelimeyle faciadır. Bu alanlarda
doğrudan emperyalist ülkelerin kışkırtmaları ile
gerici güçler ve çeteler eliyle, ya da emperyalistlerin
doğrudan işgalleriyle milyonlarca emekçi katledilmiştir.
Sadece Ruanda’da ABD ve Fransa’nın yönettiği işbirlikçi
siyasi grupların çatışmasında 1 milyon kadın,
çocuk, yetişkin vahşice katledilmiştir. Irak’taki
bilanço da yaklaşık 1 milyondur. Bosna, Afganistan,
Somali, Doğu Timor, Liberya, vd. ülkelerde yaşanan
katliamların bilançosu da kesin olarak bilinmemekle
birlikte milyonlarla ifade edilmektedir. Yeniden
paylaşımın mayasında sadece kan vardır. Emekçilerin,
ezilen sömürge ve yeni-sömürge halklarının kanı
vardır.
Dünyanın Yeniden Biçimlendirilmesi ve Paylaşımı
Bağlamında
Emperyalist Restorasyon Programı
Emperyalist sistemin yeniden biçimlenişinin ve
paylaşım mücadelesinin irdelenmesi gereken bir
diğer boyutu ise üzerine oturduğu siyasal, ekonomik,
kültürel, askeri politikalar zeminidir. Bu noktada,
ABD öncülüğünde tüm emperyalist-kapitalist dünyada
1980’lerde devreye sokulan restorasyon programının
ana çerçevesini oluşturan ekonomide neoliberalizm,
siyasette yeni-sağ, kültürel alanda postmodernizm
ve askeri alanda yıldız savaşları ve düşük yoğunluklu
savaş politikalarının, 1990 sonrası sürece uyarlanmış
versiyonlarının hala tüm emperyalist kapitalist
dünyada belirleyici politikalar olduğunu söyleyebiliriz.
Reel sosyalizmin çöküşü ve sosyalist hareketin,
sol ve emek güçlerinin gerilemesi, kimi küçük
istisnalar hariç tüm dünyanın kapitalist dünya
pazarına dahil olması, yapısal krizi (emperyalizmin
genel bunalımını) geçici de olsa hafifletecek
olanakları yaratmamıştır.
Kriz yeni süreçte dünyanın yeniden paylaşılması
mücadelesi içinde yeni öğeler kazanarak sürmüştür.
Yeniden paylaşım, krize karşı geliştirilen bu
politikaların (restorasyon programı) biçimlendirdiği
bir kapitalist dünya zemininde sürmektedir. Öte
yandan, yeniden paylaşım mücadelelerinde yaşanan
gelişmeler de bu politikaları etkilemekte, yeniden
biçimlendirmekte ve pek çok yönüyle aşındırmakta
ya da güçlendirmektedir.
1980’lerde devreye sokulan emperyalist restorasyon
programının asli unsurlarından olan yeni sağ politikalar
yeniden paylaşım sürecinin sert zeminine en uygun
siyasal atmosferi sağlamış, güçlenmiş, demokratik
kazanımların baltalanması, gerici-faşist uygulamaların
yaygınlaşması hız kazanmıştır...
Hiç kuşkusuz, bu eğilimlerin özellikle tüm emperyalist
ülkelerde eşit ve benzer biçimde geliştiği ve
gelişeceği söylenemez. ABD bu politikaları ülke
içinde (özellikle 11 Eylül sonrasında) ve yeni-sömürgelerde,
sömürgeleştirdiği alanlarda hızla derinleştirirken,
Avrupalı emperyalistlerin ve Japonya’nın yeni
sağ politikaların faşizan eğilimlere evrilmesi
karşısında daha temkinli davrandığı, davranacağı
görülüyor. Toplumsal çelişkilerin oldukça derin
olduğu Rusya örneğinde ise Putin ile birlikte
bu politikaların sistematik biçimde derinleştirilmesi
söz konusudur.
Ekonomik alanda neoliberal politikalar 1990 sonrasının
yeniden paylaşım sürecinde daha da derinleşmiştir
ve hatta artık sınırlarına varmakta olduğu da
söylenebilir; neoliberal politikalar genel olarak
hakim konumda olmasına rağmen, bir yandan da yeniden
paylaşım sürecinin ilişki ve çelişkilerine, ihtiyaçlarına
bağlı olarak aşınma-aşılma sürecine girilmektedir.
Bu doğrultudaki somut olgular giderek birikmektedir.
Mali sermayenin spekülatif hareketlerinin sistemin
bütünü açısından artık önemli bir risk alanı haline
geldiği açıktır. Diğer yandan, ABD mali sermayesinin
1998’de Asya’nın kağıttan kaplanlarını mali oyunlarla
yere sererek, mali spekülasyonun patlayıcı, çökertici
unsurlarını yeniden paylaşımda açık bir savaş
aracına dönüştürmesi diğer emperyalistler açısından
neoliberal politikalara karşı uyarıcı bir rol
oynamıştır. ABD emperyalizmi bir yandan neoliberal
politikaları, özellikle güçlü olduğu mali alanda
spekülasyonu oldukça yoğun biçimde kullanırken,
bir yandan da neoliberal politikaların yeniden
paylaşımda elini zayıflattığı noktalarda, bunları
aşındırıcı uygulamaları da hızla devreye sokmaktadır.
Kimi malların ABD’ye ihracına yeni kotalar koyma,
DTÖ ilkelerini ihlal eden biçimde tek tek ülkelerle
imtiyazlı ikili anlaşmaları giderek çoğaltma,
yeni-sömürgeleri tek taraflı olarak kesin hakimiyet
altına alarak rakiplerine kapatma ya da sınırlı
ölçüde açma, vb. politikalar, neoliberal politikaların
temel bileşenleri olan malların ve sermayenin
serbest dolaşımını aşındıran ve bir tür merkantalist
(yeni-merkantalizm olarak da tanımlanıyor) uygulamalar
olarak ABD’nin pratiğinde giderek olağanlaşmaktadır.
Hiç kuşkusuz, bunlar yeniden paylaşım mücadelesinde
ABD’nin izlediği tek yanlılık, üstünlük, paylaşım
alanlarını çeşitli yollarla kendine bağlama politikalarının
ekonomideki izdüşümleridir. Bu durum salt ABD
ile sınırlı değildir. AB ve diğer emperyalistler
de neoliberal politikaları giderek daha fazla
aşındıran benzer pratikler geliştirmektedirler.
Askeri alanda da, 1980 başlarındaki restorasyon
programının askeri politikalarına uygun bir süreç
işlemektedir. Tüm emperyalistler açısından ‘80’li
yıllarda askeri hedef esas olarak ulusal ve halk
kurtuluş mücadeleleri ve reel sosyalist ülkeler
iken, bugün paylaşım mücadelesinin mantığına uygun
olarak tüm önemli aktörler bir yandan sistem işleyişine
muhalefet edenlere ve devrimci mücadelelere karşı
tek tek ya da birlikte saldırılar yürütürken,
bir yandan da paylaşım alanlarına ve birbirlerine
karşı yürütecekleri bugünün ve geleceğin paylaşım
çatışmaları için büyük bir hızla hazırlanıyorlar.
1990 başlarında düşen askeri harcamalar tüm dünyada
yeniden büyük bir hızla artıyor. Sovyetlere karşı
yıldız savaşları projesinin yerini, onun bir uzantısı
olan ABD’nin Füze Kalkanı projesi almış durumda.
ABD bu yolla tüm rakipleri karşısında nükleer
silah avantajı kazanmayı ve kalıcı bir askeri
üstünlük elde etmeyi, diğer emperyalistlerin paylaşım
alanlarına rakip askeri güç olarak katılmalarını
engellemeyi hedefliyor. Düşük yoğunluklu savaş
stratejisi kurtuluş mücadelelerine karşı hala
belirleyici askeri-politik çizgi durumunda. Bunun
yanı sıra tam bir haydutluk politikası olarak
‘Önleyici Darbe’ stratejisi, ABD emperyalizminin
askeri saldırganlığa dilediği anda, başvurma çizgisi
olarak paylaşım mücadelesine dahil edilmiştir.
Bunun yanı sıra yeniden paylaşım mücadelesinin
giderek derinleşmesine bağlı olarak askeri işgal
de temel bir seçenek olarak emperyalist askeri
politikalara yerleşiyor.
Hiç kuşkusuz bütün bu askeri politikalarda aktif
güç ABD emperyalizmidir. ABD emperyalizminin askeri
harcamaları diğer tüm emperyalist ülkelerin askeri
harcamalarından daha fazladır. Ancak kapitalist
sistemin orman kanunlarını en az ABD kadar bilen,
diğer emperyalist güçler de nispeten daha yavaş
da olsa askeri konumlarını güçlendiriyorlar, bunun
siyasi, örgütsel, maddi temellerini hazırlıyorlar.
AB ordusu bu noktada en bilinen örnektir. Ancak
Rusya, Japonya ve Çin de hızla silahlanmakta,
ordularını modernize etmeye ve büyütmeye çalışmaktadırlar.
Kültürel alanda çürütme ve toplumsal ilişkileri
parçalama politikası bütün ağırlığıyla sürüyor.
Postmodern çizgi bu noktada hala motor rolü oynuyor.
Ancak çürüme kapitalist sistemin kendisini üretmesi
için gerekli olan asgari insani zemini de yok
etmeye başladığı ve yeniden paylaşım mücadelesi
yeni ve daha büyük bir enerji gerektirdiği için
sistem içinde toplumsal ilişkileri biçimlendirmede
yeni yollar geliştirmek gerektiğine ilişkin itirazlarda
yükseliyor.
Bu da, emperyalizmin paradoksudur. İtiraz ve arayışlara
karşın ABD eksenli postmodern politikaların karşısına
koyabilecekleri yeni bir çizgi bulunmuyor. Postmodernizm
derinleşen emperyalist genel bunalımın çocuğudur
ve genel bunalımın geçici olarak da olsa hafifletilmeden
postmodernizm de sistem içi araçlarla aşılamaz/bu
istenmez de. Önümüzdeki süreç ise yoğunlaşacak
çatışmalı koşullarıyla postmodern yaklaşımın daha
da derinleşmesini olası kılmaktadır. Postmodernizm
kötümser bakış açısıyla emperyalist kamplaşmanın
ve paylaşımın şiddetlenmesine bağlı olarak oldukça
faşizan ve gerici yeni kültürel, sosyal, siyasal
yaklaşımların ebesi olma rolünü de oynayabilir.
Kültürel alan bağlamında vurgulanması gereken
noktalardan biri de, yeniden paylaşım mücadelesinin
kültürel alandaki izdüşümlerinin de oldukça önemli
olduğu ve giderek güçlendiğidir. Dünyanın başat
gücü olmak ya da paylaşımdan daha fazla pay almak
kültürel alanda da kendi kültürel kalıplarını,
ilişki biçimlerini ve ürünlerin tüm dünyada kabul
görecek şekilde, egemen hale getirmekle mümkündür.
Günümüzde Amerikan kültürü bütün dünyada her alanda
başat kültür olma özelliği sürdürmektedir. Ancak
bu noktada da ciddi karşı koyuşlar gelişmektedir.
Devrimci ve sol hareketlerin yarattığı Amerikan
karşıtı bilincin yanı sıra rakip emperyalist güçler
Amerikan kültürünün kendi ülkelerindeki egemenliğini
sınırlayıcı önlemler geliştirmeye başlamış bulunuyorlar.
Bunun yanı sıra Amerikan kültürünün karşısında
alternatif kültür olarak özellikle yeni-sömürgelerde
kendi kültürlerini geliştirmek ve egemen kılmak
için yoğun bir faaliyet yürütüyorlar.
Bu alanda da önümüzdeki süreçte yoğun mücadelelerin
yaşanacağı açıktır.
(sürecek)
*) ABD emperyalizminin askeri alandaki ve Körfez-Ortadoğu
bölgesindeki planlarına ilişkin daha geniş özgül
çözümlemeler S. Barikat’ın 6. sayısında “ABD ve
Körfez” başlıklı çalışmada ve 11. sayıda “ABD’nin
‘İmparatorluk’ Stratejisi” başlıklı yazılarda
ve başkaca çalışmalarda ele alınmıştır. .
Emperyalist
Yeniden Paylaşım ve Devrimci Dinamikler - II
|