Rusya’da 1917 Şubat Devrimi ile
feodal gericiliğin Avrupa’daki son kalesi konumundaki
Çarlık otokrasisi yıkılırken ardında bıraktığı toz
duman içinden yeni bir olgu tarih sahnesinde yerini
alıyordu: “İkili iktidar”. O güne kadar devrimci
mücadele veren sosyalist partilerin yaşamadığı bir
deneyim olarak ‘ikili iktidar’, burjuva demokratik
devrimin ardından devrimi gerçekleştiren güçlerin
kendi sınıfsal karakterlerine denk düşen iki farklı
iktidar biçiminin aynı anda ortaya çıkmasıydı: Burjuvazi
ve müttefikleri devlet organizasyonunu ele geçirirken,
sokakların/yaşamın denetimi, onu üreten işçi, köylü
ve asker sovyetlerinin denetimindeydi. Ve çarlık
devrildiğinde bir yanda burjuvazinin Geçici Hükümet
adı altında kurduğu iktidar, bir yanda işçi, asker
ve köylü sovyetlerinde cisimleşin iktidar olmak
üzere ikili iktidar süreci başlamış oluyordu. Rusya’da
Şubat Derimi’ni Avrupa’nın klasik demokratik devrimlerinin
izlediği rotadan ayıran özellik; sosyalistlerin
(o dönemki adıyla sosyal-demokratlar) demokratik
devrimi burjuvaziye bırakmayacak kadar tarihin öznesi
olduğunun bilincine varıp, bu devrimde de proletaryanın
öncülüğünde ısrar ederek yıllarca verdikleri mücadeleydi.
Tarihin Rusya’da insanlığın önüne koyduğu bu yeni
problemin çözümü ise aylar süren kıran kırana bir
mücadele sonunda Ekim Devrimi ile gerçekleşecekti.
Şubat Devrimi’nin ardından Rusya’da ortaya çıkan
tabloda burjuvazinin, otokrasinin artıklarıyla birlikte
kurmaya çalıştığı demokratik cumhuriyete karşı Bolşevikler’in
devrimi sosyalizme taşımanın organları olarak gördüğü
Sovyetler’de cisimleşen mücadelelerini gözlemliyoruz.
Monarşist burjuvaziden liberaline, büyük toprak
sahipleriden Narodnik ve Menşevik kökenli sosyalist
partilere kadar yayılan bir ittifakla kurulan Geçici
Hükümet, Kurucu Meclis toplanana kadar işçi sınıfı
ve köylülüğün devrimci gücünü törpüleyip burjuva
iktidarını perçinlemeyi hedefliyordu. Bunun karşısına,
isimlerindeki gibi çoğunluk olmamalarına aldırmayan
(Bolşevik Rusça’da çoğunluk anlamına geliyor) ve
siyasal karakteri, burjuvaziyle arasında -kaynağını
proletaryanın bağımsız ideolojisinden alan- kalın
bir sınır çekmek olan Lenin önderliğindeki Bolşevikler’in
hedeflediği Sovyet iktidarı duruyordu. Şubat Devriminin
hemen ardındaki süreçte Bolşevikler henüz Sovyetler’e
hakim değildi, ancak Lenin, her yönüyle bunların
taşıdıkları siyasal işlevin farkındaydı ve sokakların
canlı pratiği, faaliyet halindeki bu aracı (sovyetleri),
ideolojisiyle, partisiyle buluşturan bir turnusol
kağıdı gibi işliyordu. Geçici Hükümet’e bakan veren
Narodnik ve Menşevik kökenli sosyalist partilerin
aksine Bolşevikler, 20 yıllık mücadele pratiklerine
damgasını vuran, Marksizm’in Rusya’ya ve döneme
özgü (zamana ve mekâna) geliştirilmesi yetenekleriyle
devrimi sonuna kadar götürme sosyalist sorumluluğunu
bir kez daha gösteriyorlardı. Demokratik devrimin
görevleri yerini sosyalist devrimin görevlerine
bırakıyordu ve bu görevler ihmal edildiğinde Rusya’da
ve Avrupa’da proleter devrimin kaderi burjuvazinin
eline teslim edilmiş olacaktı. Bolşevikler bu gerçeği
bilince çıkardıkları için diğer sosyalist partiler
gibi “olan, olması gerekendir” dememişler ve Ekim
Devrimi ile haklılıklarını kanıtlamışlardır.
Geçici Hükümet’in sosyalist bakanlarla cilalanmış
iktidarına karşı kitlelerin, Kurucu Meclis’in bir
an önce toplanması, yoksulluk ve yıkıma neden olan
emperyalist paylaşım savaşının bir barışla sonlandırılması,
işçilerin burjuvaziye karşı haklarının verilerek
üretimde söz sahibi olmaları, köylülere toprak dağıtılması
gibi temel taleplerini dillendiren propagandalarıyla
Bolşevikler, devrimin iktidar organları olarak gördükleri
Sovyetler’de örgütlenme ve mücadele çağrısı yapıyorlardı.
Bozgunculukla, Alman ajanı olmakla suçlansalarda
devrimin kitlelerin taleplerine yanıt vermemiş olduğu
gerçeğini ısrarla haykırmaktan vazgeçmeyen Bolşevikler,
burjuvazinin ve sosyalist görünüşlü müttefiklerinin
maskelerini indirdikçe Sovyetler içinde güç kazanıyorlardı.
İkili iktidarın tarafları arasında kızışan mücadele
Ekim’e gelindiğinde Bolşevikler’in “Tüm İktidar
Sovyetlere” sloganıyla harekete geçme zamanlamasını
yapmak gibi bir sorunla karşı karşıya bırakıyordu.
İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri’nin genel
kongresi Petrograd’da toplantıya çağrılmıştı. Geçici
Hükümet’in tüm önleme çabaları, ‘Kurucu Meclis toplanacak’
vaatleri Sovyetler’in toplanmasını engelleyememişti.
Petrograd’da Kızıl Muhafızlar’ın, silahlanmış işçilerin,
kentteki garnizonu oluşturan askerlerin Geçici Hükümet
güçleriyle yaşadıkları gerilimler günler sonra yaşanacak
fırtınanın haberini veriyordu. Geçici Hükümet etrafında
kümelenen ittifak hep bir ağızdan Sovyetler’e, Bolşevikler’e
uyarılar-tehditler yağdırıyor, Şubat Devrimi’nin
kazanımlarının tehlikede olduğunu söyleyerek gerici
yüzlerini sergiledikleri ittifaklar kurmaya çalışıyorlardı.
Oysa Şubat Devrimi’nin kazanımlarını tehdit etmek
bir yana, Bolşevikler devrimi ileriye taşımanın
peşindeydiler. Burjuvazi Geçici Hükümet’ten Sovyetler’i
dağıtması gibi enerjik tedbirler almasını istiyor
ama bunu yaptırabileceğini sandığı hangi güce elini
atsa oradan daha önce Bolşevikler’in geçmiş olduğunu
görerek çaresiz kalıyordu. Cephedeki askerleri arkadan
vurmaya çalışan bir Alman komplosunun aleti olmakla,
ülkeyi savaş halindeyken bir iç savaşa sürükleyecek
olmakla suçlanan Lenin ve Bolşevikler adına en iyi
cevabı cephelerden gelen asker temsilcilerinin destek
açıklamaları veriyordu.
İşçilerin fabrika komiteleri, üretimin örgütlenmesini
burjuvaziye bırakmıyor, cephedeki askerler kendi
komutanlarını seçip askeri komiteler oluşturuyor,
köylüler henüz toprak elde edecek güce sahip olamamışlarsa
da büyük toprak sahiplerine karşı örgütleniyordu.
Tabandan gelen bütün bu örgütlenmeler burjuvazinin
Geçici Hükümet eliyle iktidarda kalmasını zora sokuyordu.
Devrim o kadar hızlı gelişiyordu ki, birkaç ay önceki
güçler dengesine göre seçilmiş Sovyet temsilcileri,
devrimci gelişmeler karşısında uzlaşmacı kalmaya
başlıyor, aşağıdan gelen taze güçlerce yerlerinden
ediliyorlardı. Bir dönem Menşevikler’in çoğunlukta
olduğu örgütlenmeler, devrimci gelişmeler karşısında
Menşevikler’in çözümsüz ve geride kalmalarıyla el
değiştiriyor, Bolşevikler’in etkisi artıyordu. Durum
öyle bir hal almıştı ki, Bolşevikler’in etkilediği
kitlenin büyüklüğü ile Sovyet kurumlarındaki temsiliyet
oranları birbirini karşılamaz hale gelmişti. Bu
şekilde Sovyet Kongresi’ne gidilirken, ilk Kongre’nin
yürütme kurulu, yeni Kongre’nin meşru olmadığı propagandasından
sonuç alamıyordu. Bolşevikler “Barış, Ekmek, Toprak”
şeklinde özetlenebilecek programlarını Sovyetlerin
kararı haline dönüştürüp iktidarın alınması için
bu karara dayanarak Sovyetler’i harekete geçirmeyi
başarmışlardı. Lenin’in “dün erkendi, yarın geç,
bugün harekete geçmeliyiz” diyerek fitilini ateşlediği
devrim 6-7 Kasım’da (eski takvimle 22-23 Ekim) Bolşevikler’in
insiyatifiyle gerçekleşmişti. “Barış, Ekmek, Toprak”
programının arkasında durup, bu programın yaşama
geçirilmesi için Bolşevikler’in kitlesel bir desteği
vardı. İş bu desteği açığa çıkaracak bir dinamizmle
askeri alanda olduğu gibi siyaset labirentlerinde
de burjuvaziye üstünlük sağlayabilmekteydi. Dünyayı
Sarsan On Gün başlıyordu.
Buraya kadar kabaca yaptığımız özet Ekim Devrimi’nin
hemen öncesindeki siyasal tablonun ve devrimle birlikte
Dünyayı Sarsan On Gün’ün anlatılması için bir zorunluluktu.
Devrimin canlı bir tanığı olarak Amerikalı gazeteci
John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün kitabında anlattıkları,
devrimin havasını solumak, Ekim Devrimi ile ilgili
kitabi bilgilerle sınırlı kalmamak, devrimi adlandırırken
isminin başına neden “büyük” sıfatının konulduğunu
anlamak için bugün tekrar tekrar okunmayı hak ediyor.
Tarihi, politik gelişmeler ve savaşların kronolojik
bir sıralaması olmaktan çıkarıp, içindeki insan
unsuruna, onu yapan, değiştirirken değişen insana
dair tanıklıklarıyla J. Reed’in kitabı devrim dersinin
öğrencileri için eşsiz bilgiler sunuyor. Politik
bir kavram olarak ikili iktidarın Petrograd kentinde
nasıl ete kemiğe büründüğünü o kentin sokaklarında
yaşıyormuşçasına görebilmek, devrimle birlikte ilan
edilen sovyet iktidarının yaşama şansı bulup bulamayacağının
anlık gelişmelerle sürekli değişmesinin yarattığı
gerilimi içimizde hissetmek için soluk soluğa okuyacağımız
bir kitap bu. (Oda yayınları baskısındaki kötü çevirinin
anlatımı tökezletmesi bile okurken duyulan heyecanı
azaltmıyor).
İşçi ve Asker Sovyetleri Kongresi’nde Bolşevikler
dışındaki tüm siyasal grupların, iktidarın alınması
kararına karşı çıktıklarını, Kongre’nin meşruiyetinin
bulunmadığını ileri sürüp birer ikişer Kongre’den
ayrılışlarına tanık oluyoruz önce. Hatta Bolşevikler’in
bile ‘iktidarı elimizde tutamayız’ diyen kararsız
bir kesimi olmasına rağmen, alınmış kararlar doğrultusunda
devrimin ileri yürüyüşü büyük bir disiplinle sürdürülüyor.
Kitabın satırları arasında koşulların genel tablosu
belirdikçe, devrimin gerçekleşmiş olmasını imkânsızın
başarılması olarak görmemiz mümkün. Bir ara Kongre’nin
hararetli toplantıları sürerken kentten gelen silah
ve top seslerinin yarattığı atmosfer içinde Kongre’ye
“iktidarı aldık ama tüm Rusya’ya bunu kabul ettirebilecek
miyiz? Cephedeki ordu bizi destekleyecek mi yoksa
devrimi boğmak için üzerimize mi yürüyecek?” şeklinde
ifade edilebilecek kaygılı bir hava hakim oluyor.
Ve bir süre sonra cepheden ve diğer kentlerden işçilerin
ve askerlerin destek ve bağlılık mesajları Kongre’ye
aktıkça oluşan kaygılı hava dağılıyor. Devrimin
yarattığı saflaşmayı John Reed’in ağzından aktaralım:
“Herkesi karşılarına almışlardı: işadamları, spekülatörler,
rantiyeler, toprak sahipleri, subaylar, politikacılar,
tüccarlar, memurlar. Öteki sosyalist partiler de
ölesiye nefret ediyorlardı Bolşevikler’den. Sovyetler’in
yanında ise yalnızca basit işçiler, gemiciler, morali
bozulmamış askerler, topraksız köylüler ve tek tük
birkaç aydın bulunuyordu...”
Yeni iktidara karşı olanların Bolşevik bir hükümet
darbesi olarak gördükleri devrimin kaderini belirleyen
ise Lenin önderliğindeki Bolşevikler’in kendi programlarını
işçi, asker, köylü tüm halkın destekleyeceğine olan
inançları ve bu uğurda gösterdikleri muhteşem iradeydi.
Lenin’in Kongre’ye hitaben yaptığı ilk konuşmanın
ilk cümlesi, “şimdi de sosyalist düzenin kurulmasına
geçiyoruz” oldu. Neredeyse 20 yıllık mücadele sürecinde
bir an olsun kaybetmediği sosyalizm ufkunun, proletaryanın
burjuvaziye karşı iktidar mücadelesini bir an olsun
geri bırakamayacağı bilincinin ilk meyvesini nihayet
alıyordu Lenin. Stratejik bakışındaki netlik sayesinde
her dönem etkili taktikler geliştirebilen Lenin,
Rus halkıyla birlikte hedefine ulaşmıştı. Burjuvazi
onu hep pragmatist, iktidar hırsıyla yanan, komplocu
ve -kelimeye olumsuz anlamlar yükleyecek- politikacı
olmakla suçlamıştır. Oysa Lenin, ufku burjuva demokrasisiyle
sınırlı olmayan, proleteryanın ideolojisini tüm
canlılığıyla yaşatmasını bilen, strateji-taktik
ilişkisini bu bilinç üzerinde kurabilen bir devrim
ustasıydı.
Ta ekonomizme karşı verdiği mücadele sırasında savunduğu
tezlerle “ekonomistler” karşısında “politikacı”
olarak tanınan Lenin ve yoldaşları, ekonomik mücadele
ile politik mücadeleyi hiçbir zaman karşı karşıya
koymamış ve Lenin “Ne Yapmalı” adlı eserinde bu
“politikacılığın” ne anlama geldiğini çok iyi anlatmıştır.
Proletaryanın bağımsız ideolojisine ve ilkelerine
her zaman bağlı kalan Lenin’in yaşamına ve mücadelesine
damgasını vuran temel kavramın “devrimcilik” olduğunu
rahatlıkla söyleyebiliriz. Ekonomistlerden başlayarak
tüm oportünist, reformist, uzlaşmacı vb. akımlara
karşı mücadelesinde Lenin’i farklı kılan, onun her
koşulda “devrimci” kalabilmesidir. Lenin’de politikacılık
en geniş anlamıyla “devrimcilik” anlamına gelmiştir.
Devrimci bir teorinin kılavuzluk ettiği devrimci
pratik-politika. Leninizmi sulandırmaya çalışan
liberal solculuğun yüz yıl önce yazılmış “Ne Yapmalı”
kitabındaki devrimci, iradeci ve politik ruhla,
onun örgüt çizgisiyle hala umutsuzca hesaplaşmaya
çalıştığını düşünürsek, Lenin’in devrimci politikaya
nasıl bir köşe taşı yerleştirmiş olduğunu daha iyi
anlarız.
İşte devrim hedefini hiç elden bırakmayan Lenin’in
en önemli politik başarısı da Ekim Devrimi’nde cisimleşiyordu.
Devrimin ilk günlerindeki başdöndürücü politik gelişmelerin
içinde, devrimin kalıcı olarak yaşam bulmasını sağlayacak
politikaları üreten yine Lenin’di. Onun ve dolayısıyla
Bolşevikler’in politikacılığı, diğer tüm sosyalist
ve devrimci gruplarınkinden farklıydı. Sosyalist
Devrimcilerin tarım programlarını çalmakla suçlanmasına
karşı verdiği cevap buna iyi bir örnek oluşturur:
“Toprak programlarını çalmakla suçluyorlar bizleri.
Eğer böyleyse kendilerini kutlarız. Bu program gerçekten
işimize yarıyor...” Sosyalist Devrimcilerin köylülük
üzerindeki etkinliklerine rağmen programlarını uygulayabilmek
için burjuvaziyle uzlaşmasız bir mücadele çizgisi
yürütemeyişleri nedeniyle kağıt üstünde kalan programlarına
Lenin hayat veriyor ve Sovyet iktidarının Köylü
Sovyetleri’nce de desteklenmesi için bu programı
kullanıyordu. Zaten köylülüğün katılımını sağlayarak
devrimin yaşamasını sağlayan en önemli etken de
bu programın açıklanmasıydı.
Biz ve Onlar
İki dünya tüm güçleriyle her cephede çarpışıyordu:
burjuvazinin ve proletaryanın dünyası. Bolşevikler
içinden bile uzlaşmacılar, kararsızlar çıkıyordu.
Devrimin bakanlar kurulu olan Halk Komiserleri
Kurulu’ndan ve Bolşevik Merkez Komitesi’nden kimi
isimler karşı-devrimci propaganda yapan gazetelerin
yasaklanması, diğer sosyalist partilerin dışlanarak
bir koalisyon hükümetine yanaşılmaması gibi nedenlerle
görevlerinden ayrılıyordu. Bunların yerine hemen
yeni isimler atanıyordu. Lenin görevlerinden ayrılanları
“kaçaklar” olarak niteleyip, halka teşhir etmişti.
İç savaşın henüz bitmediği koşullarda basın özgürlüğünden
bahsetmenin, burjuvazinin eteklerine yapışmış
partilerle anlaşmanın devrimi geriye götüreceğini
vurgulayan Lenin, “devrim bir kez yapıldıktan
sonra ya ileri gideceksiniz ya da geriye” diyerek
yerinde sayanlara, kararsızlara karşı net bir
ayrım koyuyordu. Burada aslında temel bir sorun
olarak demokrasi ve diktatörlük konusunda bir
ayrışma yaşanıyordu. Proletaryanın iktidarı aldığı
ve elinde tutmaya çalıştığı bir dönemde kafası
burjuva demokrasisi ile sınırlı olanlar ile yollar
ayrılıyordu. Proletarya için demokrasi, burjuvazi
için diktatörlük - devrimle kurulan iktidarın
özünü ifade ediyor ve Lenin burjuvazi ile proletaryanın
dünyaları arasındaki sınır çizgisinin net olarak
çizilmesinde ısrar ediyordu. Demokrasi Sovyetler’de
işliyordu ve diktatörlük burjuvazinin açık ya
da her türlü sosyalist maskeli güçlerine karşı
Sovyet iktidarı eliyle uygulanacaktı.
Bu gelişmeler yaşanırken Bolşevikler’i destekleyen
tek örgüt olan Sol Sosyalist Devrimciler Devrimci
Askeri Komite’den, sorumluluklarını bırakarak
ayrıldılar. Bu grup hükümete katılmamıştı ama
Komite’de yer alarak devrime destek veriyordu.
Aslında diğer sosyalist partilerle diyaloglar
hiç bitmemişti. Bolşevikler bir yandan Sovyet
iktidarını pekiştirmeye çalışırken, bir yandan
da hükümete katılmaları ya da devrimi desteklemeleri
için bu partilerle görüşmeleri sürdürüyordu. Bolşevikler’in
iktidarı ellerinde fazla tutamayacaklarını düşünen
bu partiler kendilerince koalisyon hükümeti hesapları
yapıyor ve Bolşevikler’i hükümete alıp almayacaklarını
tartışıyorlardı. Bolşevikler ise devrimin öncü
partisi olarak hükümeti oluşturma görev ve haklarının
olduğunu söylüyorlardı. Hatta Kurucu Meclis’in
toplanmasından sonra Sovyetler’in dağıtılması
kararı alınırsa buna izin vermeyeceklerini de
açıkça söylüyorlardı. Böylece burjuvaziye ve burjuvaziye
hizmet eden tüm anlayışlara devrimi dayatan Bolşevikler’in
başarılarını tüm alanlarda somutlamaları artık
bir zorunluluk haline geliyordu. İktidar alınmıştı
ama verilecek en küçük fırsat burjuvazinin devrimi
boğmasına kadar gidebilirdi. Burjuvazinin askeri
güçlerine karşı zaferler kazandıkça, özellikle
tarafsız kalmaya çalışan askeri güçlerin desteğini
kazanıyorlardı. Ancak devrimin kaderini köylülüğün
tavrı belirleyecekti. Köylü Sovyetleri Kongresi
toplantıya çağrılmıştı ve bu kongredeki Bolşevik
etkinlik iktidarın alınmasına karşı olan muhalefeti
geriletmiş ve köylüler içinde en örgütlü grup
olan Sol Sosyalist Devrimciler’le son anda anlaşma
sağlanmasıyla Köylü Sovyetleri Kongresi’nin İşçi
ve Asker Sovyetleri’ne dayanan yeni iktidara katılma
kararı almasıyla devrim sağlam bir rotaya oturmuştu.
Bu gelişme devrimin yaşayacağına dair çok önemli
bir güvenceyi ifade ediyor ve tüm Rusya’da büyük
bir coşkuyla karşılanıyordu. Sovyet iktidarına
köylülerin de katılmasıyla birlikte diğer tüm
devrimci ve sosyalist partiler muhalif konumlarını
terkedip bu gelişmeyi selamlıyorlardı. Başta Petrograd
ve Moskova olmak üzere tüm Rusya devrimci iktidarın
bayrağı altında birleşiyor ve Ekim Devrimi Dünyayı
Sarsan On Gün’ün ardından kazandığı askeri zaferi
çok geçmeden siyasal zaferle perçinlemiş oluyordu.
Artık daha az önemli olmayan devrimci iktidarı
sağlamlaştırma sürecine giriliyordu.
Canlı Bir Anlatım
Bir devrimi gerçek bir devrim yapan yalnızca politik
karakteri değil, bununla birlikte ve bunu destekleyen
bir sosyal devrimi bünyesınde ne ölçüde barındırdığıdır.
Devrim dönemleri muazzam bir insan gücünü harekete
geçiren, yüzyılların oluşturduğu alışkanlık, yaşam
biçimi ve değerlere çok kısa sürede eşsiz bir
sıçrama yaptırarak insanlığı ileriye taşıyan dönemlerdir.
İşte John Reed Ekim Devrimi’ne tanıklık ederken
yoğun olarak bu sosyal devrimin çarpıcı örneklerini
de aktarıyor. Çarlığın ve kilisenin kutsal zincirleriyle
yüzlerce yıldır prangalanmış bir halkın, yaşadığı
devrim deneyimleriyle o prangaları yalnız fiziksel
olarak değil, kafalarının içinde parçaladığının
sayısız örneklerinden kesitler sunuyor kitap.
Kendi kaderini eline almanın yaratıcı coşkusuyla
işçilerin, askerlerin, köylülerin yüzlerce yıla
denk düşecek bir değişimi sığdırdıkları devrim
günleridir sözkonusu olan.
Petrograd sokaklarında burjuvazinin askeri güçleriyle
çarpışan, mitralyözlerin önüne devrimi korumak
için atılmakta tereddüt etmeyen Kızıl Muhafızları
harekete geçiren, bir kez sahip oldukları iktidarı
burjuvaziye teslim etmeme kararlılığıydı. Ya da
burjuva Geçici Hükümet’in devrilen başbakanı Kerenski’nin
topladığı orduyla Petrograd’a yaklaşması karşısında
Sovyet’in ve Devrimci Askeri Komite’nin emriyle
şehirde hendekler kazmak, barikatlar kurmak, silahlanmak,
kentin hemen dışında siperler kazmak üzere kadın,
erkek, çocuk demeden fabrikalardan, mahallelerden
kışın ortasında yollara düşen insan kalabalıklarının
sahiplendiği kendi devrimleri, kendi kaderleriydi.
Sosyalistlikleri, devrimcilikleri yalnız isimlerinde
kalmış burjuva uzlaşmacı partiler yayınladıkları
bildiri ve çağrılara rağmen salt aydınlardan oluşan
yapılarıyla sosyal tabanlarını yitirmişti ve arkalarında
halktan ciddi bir destek bulamıyorlardı. Birlikte
bulundukları her toplantıda Bolşevikler, kitlelerin
nabzını elinde tutan programlarının kabul görmesinin
rahatlığıyla bu gerçeği yüzlerine vuruyordu. Cephenin
her yanında, tüm şehirlerde askerler ve halk mitingler
düzenleyip, ülkedeki siyasal durumu, devrimi tartışıyor
ve her yanda burjuvazi ile proletarya arasındaki
iç savaşta nasıl tavır takınılacağı, hangi güçten
yana taraf olunacağı netleşiyordu. Tarafsız unsurları
kazanmak için Bolşevikler’in yoğun çabası sürerken,
irili ufaklı örgütlerde birleşmiş tüm halkta,
Rusya tarihinde görülmemiş canlılıkta bir politik
atmosfer oluşmuştu. Önce Petrograd Sovyeti’nin
ve Bolşevikler’in karargahı olan Smolni Enstitüsü
binası, devrimle birlikte Halk Komiserleri Kurulu
ile Devrimci Askeri Komite’nin karagahına dönüşmüştü.
J. Reed’in deyimiyle “bir dinamo gibi kıvılcımlar
saçarak çalışan” Smolni tüm Rusya’da iktidarın
kurulması için emrindeki güçlere talimatlar yağdırarak
devrimi yönetiyordu. J. Reed’i okurken Smolni
koridorlarının, odalarının hiç bitmeyen koşturmacasına,
saatler süren hareretli toplantılarına katılmadan
edemiyor insan.
O güne kadar ayaktakımı olarak dışlanmış işçi
ve köylülerden oluşan devrimci güçler burjuva
iktidarı yıkarken disiplini elden bırakmıyor ve
yağmacılığa karşı Kışlık Saray’da olduğu gibi,
devrimin artık halkın kıldığı malı mülkü korumaya
alıyordu. Telefon santralini ele geçirdiklerinde
çalışmayı reddeden memur kadınlar tarafından kaba,
pis kokulu köylü ve işçiler olarak aşağılanan
Kızıl Muhafızlar’ın sakinliğinin altında, artık
kendi düzenlerini/dünyalarını kuruyor olmanın
yarattığı güven olsa gerek. Önce Çarın ve ondan
sonra da burjuva hükümetinin herşeyi onlar adına
düşünüp belirlediği bir düzen yerini, kendilerinin
söz sahibi olduğu kendi düzenlerine bırakıyordu.
Bir kamyon şoförünün Petrograd’a yaklaşırken,
ışıklar içinde parlayan kente “benimsin artık
Petrograd’ım” deyişindeki sahiplenme, aslında
bir kentin asıl sahiplerinin eline geçmesinden
daha fazlasını anlatıyor.
Emperyalist savaşın darmadağın edip tükettiği
yığınlar, artık savaşa dur diyecek, gerçek bir
barışı savaştıkları kardeş halklarla kurabilecek
bir iktidara sahiplerdi. Burjuvazinin tüm barış
oyalamalarını, somut ve kararlı bir barış bildirisini
dünyaya açıklayarak tuzla buz eden devrim, süren
savaşın içinde bile kitlelerde enternasyonalist
bir bilinç yaratmayı başarmıştı. Ordu içinde kendi
komutanlarını seçen birlikler, devrimle birlikte
askeri komiteler aracılığıyla Devrimci Askeri
Komite’ye bağlanmış ve yüksek rütbeli subaylar
askeri uzmanlıklarını bu komitelere bağlı olarak
sürdürmekteydiler. Devrim kendi komutanlarını,
uzmanlarını, memurlarını hızla yetiştirmek zorundaydı.
Devlet dairelerinin büyük çoğunluğu, bankalar
ve bakanlıklardaki memurlar yeni iktidarı tanımıyor
ve hiçbir iş yapmıyorlardı. Bolşevikler maaş ödeyecek,
alım yapacak para bile bulamıyorlardı. Memurları
yer yer tutuklama tehdidiyle çalıştırıp, yer yer
el koymalar aracılığıyla ihtiyaçlarını gidermeye
çalışan yeni iktidarın bu açılardan gerçekten
iktidar olabilmesi için burjuvazinin direncini
kırması gerekiyordu. Ve ancak iktidar Kerenski’yi
askeri olarak da yenip ardından Köylü Sovyetleri’nin
desteğini almaya, otoritesini Rusya’nın tüm bölgelerine
yaymaya başladıktan sonra memurların bu direnci
çözülüp devlet işleyişi yeniden sağlanıyordu.
Halkın her yerde örgütlü ve disiplinli olmasını
sağlayan ve üstelik bunu demokratik biçimlerde
kendiliğinden geliştiren bir bilinç sıçraması
yaşaması, sosyal devrimin en önemli göstergelerinden
biriydi. J. Reed’in kitabında Moskova’ya doğru
yola çıkan tıklım tıklım dolu bir trenin her kompartımanında
ihtiyaçları gidermek ve düzeni sağlamak için bir
örgüt oluşturulduğunu, bu örgütlenmenin aynı zamanda
yol boyunca yapılacak devrimin gündemine ilişkin
tartışmaları da organize ettiğini okurken, yazarla
birlikte o trende yolculuk ettiğimiz hissine kapılıyoruz.
Halklar hapishanesi Rusya’dan, J. Reed ile Amerika’nın
politik yapısı ve oradaki mücadeleye ilişkin sohbetler
yapabilen askerlerin, köylü ve işçilerin yaşadığı
Rusya’ya. Bu, devrimin can verdiği bir nitelik
sıçramasıydı. Cephenin ileri uçlarında, soğukta,
çamur içinde, aç ve yalınayak bir askerin yanına
gelen gazetecilere ilk sorusu birçok şeyi açıklamaya
yetiyor aslında: “Okuyacak birşeyler getirdiniz
mi bari?”.
Ve artık sol kültüre malolmuş bir diyaloğu kaynağından
okuyoruz; Petrograd yakınlarındaki bir garın kapısında
nöbet tutan askerlerle tartışan kalabalığın içinden
bir öğrencinin çıkış yaptığını okuyoruz kitapta.
Kendisinin devrimci marksist olduğunu, iki yılını
sürgünde geçirdiğini söyleyen öğrenci, tartıştığı
askeri Bolşevikler ve Lenin hakkında aydınlatıyor
(!). Lenin’in Alman ajanlığından, devrimi baltalamasına
kadar türlü sözler söyleyen öğrenciye askerin
karşılığı hep “ama iki sınıf var, burjuvazi ve
proletarya” şeklinde oluyor. “İki sınıf var ve
birine karşı olan öbürüyle beraberdir.” Bu sözler
“marksist” öğrenciye devrimin yalın gerçeğini
anlatan mükemmel bir bir cevaptır. Daha sonraları,
“sosyalist devrim” savunucularının elinde bir
demagoji malzemesine dönüşecek olan bu diyalog,
proletaryadan yana olmayı tek bir biçime, salt
sosyalist devrimi savunmak biçimine indirgemenin,
dolayısıyla demokratik halk devrimini savunmanın
burjuvaziden yana olmak anlamına geleceğinin ıspatı
yapılmaya çalışılmıştır. 1917 Ekim’inden sonra
devrim yapan tüm parti ve önderlerini “burjuva”
yapan bu anlayışa hala rastlanmaktadır.
Yalnızca haklı olmanın, doğru politikalar üretmenin,
kitlelerin taleplerini iyi bilmenin, yıllarca
birikmiş laf yığınlarının içinden benzer sözleri
söylemenin yetmediğini, insanın normal zamanlardaki
normal sınırlarını kat kat aşan yaratıcı eylemine,
onun tüm varlığıyla harcayacağı muazzam emek gücüne
ihtiyaç duyulan devrim günleri... Smolni karargahında
günlerce uykusuz, yarı aç, konuşmaktan sesleri
kısılmış devrimin eski kadrolarının yanında, çoğunluğunu
devrimin hızlı gelişmesinin örgütlediği işçi ve
askerlerin oluşturduğu ve karşı-devrimin saflarında
yerini alan aydın, subay, uzman ve memurların
yerini kısa sürede doldurmak için canla başla
çalışan Bolşevik kadrolar... Bolşevik Partideki
ve hükümetteki görevlerinden ayrılan “kaçaklar”ın
(Kamanev, Zinovyev, Rikov, Nojin vb.) isimlerindeki
yaldızların dökülüşü ve devrimin yarattığı genç
kadroların ileriye atılmaları... Hepsi içiçe geçiyor
ve devrimin muğlaklıkları kaldırmayan yapısını
ve sınıf mücadelesinin Parti içinde bile bir karşılığının
olduğunu anlatıyor bize.
Devrim sürecinde yer alan önemli isimler arasında
Troçki’yi de görüyoruz. Genelde sonraki yıllarda
karşı-devrim saflarına kadar gidişiyle tanınan
Troçki’nin devrimde önemli bir rolü var. Devrimden
hemen önce Petrograd Sovyeti başkanı olan Troçki,
devrimle birlikte oluşturulan Halk Komiserleri
Kurulu’nda dışişlerinden sorumlu olarak görev
alıyor. Daha birkaç yıl önce 1914 yılında partinin
birliği adı altında fraksiyonculuğu ve tasfiyeciliği
meşrulaştırmaya çalışan Troçki, Lenin tarafından
“Parlayan herşey altın değildir. Troçki’nin laflarında
çok parlaklık ve gösteriş var, fakat içerik yok”
(Lenin, S. Eserler, c.4, s.201) şeklinde ciddi
eleştirilerle karşılaşıyordu. Aynı Troçki devrim
sırasında kendisinden demeç isteyen gazetecilere,
Kerenski güçleriyle çarpışan devrim güçlerini
kastederek “demeci şu an cephedeki toplarımız
veriyor” diyecek kadar devrimin içinde yer alıyordu.
Parti içinde de devrim kararının alınmasında ve
sonrasında tüm uzlaşmacılara karşı Lenin’le omuz
omuza devrimi savunan, adı sık sık Lenin’le birlikte
anılan yine aynı Troçki’dir. İyi bir örgütçü,
iyi bir konuşmacı olan Troçki’nin devrimin içinde
ve devrimci dönemidir sözkonusu olan. Devrimin
hangi güçleri ve kişilikleri bir araya getirip,
hangilerini ayrıştırdığı ancak tarihselliği içinde
ele alındığında nesnel olarak anlaşılabilecek
bir durumdur. Belki Lenin’in Troçki’ye bakışını
anlatan bir örnek daha öğretici olur. Gorki “Lenin’den
Anılar” kitabında, Lenin’in, Troçki’nin örgütlenme
yeteneklerini övdüğünü görünce şaşırdığını yazar.
Lenin Gorki’nin şaşkınlığını farkedince şöyle
bir açıklama yapar: “Evet biliyorum, ona karşı
ilgim hakkında birçok şeyler uyduruluyor. Ama
olan bir şey varsa, vardır: olmayan da yoktur,
bunu da biliyorum. Doğrusu, askeri uzmanları örgütlemeyi
çok iyi biliyordu.(...) Fakat buna rağmen bizimkilerden
biri değil. Gerçi bizimle birlik, fakat bizimkilerden
değil. Haris biri. Onda kötü birşeyler var...”
(aktaran Gelenek Dergisi, sayı:71). Bu arada belirtelim,
Gorki’nin kendisi de devrime karşı çıkan koroda
yer alıp, gazetesinde karşı propaganda yapmayı
ihmal etmemiştir. Ta ki Köylü Sovyetleri Kongresi’nin
iktidara katılımını açıklamasına kadar.
Devrimle birlikte dinin ve kilisenin son derece
büyük önem taşıdığı Rus toplumunda gökyüzünden
bekledikleri herşeyin aslında kendi ellerinde
olduğunu gören tüm halk, önce Çarın sonra burjuvazinin
iktidarını kutsal halelerle süsleyerek kendisine
benimseten kiliseden de uzaklaşmıştı. J. Reed
bunun çarpıcı bir örneğini Moskova’da 6 gün süren
çarpışmalar sonucunda şehit olan 500 devrimci
için düzenlenen cenaze törenini anlatırken veriyor.
Tüm kiliseler boş, önünden haç çıkarmadan geçilemeyen
kiliselere kimsenin dönüp baktığı yok, cenaze
töreninde din adamı bile bulunmuyor ama bu kimsenin
umurunda bile değil. 500 devrimci Rusya’nın kalbi
dedikleri Kızıl Meydan’da aynı çukura büyük ve
görkemli bir törenle gömülüyor. Her yan kızıl
bayraklarla donatılmış ve binlerce kişinin doldurduğu
meydan askeri bandonun çaldığı Enternasyonal marşıyla
çalkalanıyor. Bayrakların üzerinde çeşitli yazılar:
“Yaşasın 3. Enternasyonal, Dünya Sosyalist Devriminin
ilk şehitlerine...” Açılan dev çukurlara işçi,
asker, köylü tüm halktan devrim şehitlerinin tabutları
konuluyor. Kızıl Meydan’daki o günü anlatan en
iyi sözleri J. Reed söylüyor, “o zaman anladım
ki dindar Rus halkı kendisine göğün yollarını
açmak için artık yeryüzünde görkemli bir ülke
kurmak üzereydi ve bu uğurda ölmek öylesine büyük
bir onurdu ki...”
Sömürüsüz bir dünyanın kapılarını ardına kadar
açıp bunu bir düş olmaktan çıkaran Ekim Devrimi’nin
tüm yaratıcılarını selamlayarak noktalayalım sözlerimizi.
Tarihin geldiği bugünkü aşamada insanlığın kurtuluşunun
Ekim Devrimi’nin çığır açıcı önemine denk sonuçlar
yaratacak savaşımlara bağlı olduğu tespitini yapan
devrimci sosyalistler, güncel görevlerini bu tespiti
karşılayacak bilinç, irade ve örgütlülük düzeyiyle
yerine getirmek durumundadır. Büyük Ekim Devrimi’nden
öğrenmek, devrimci sosyalistler için yeni Ekimler
yaratmak anlamına geliyor. Tarihi bu bilinçle
okuyanlar kazanacak.
|