Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

D. Sena

2003-2004 öğretim yılı başlıyor... Yine onbinlerce genç yarış atı gibi hazırlandıkları bir sınavın ardından hesaplanmasına akıl sır ermeyen bir puanlama sisteminin sonucu olarak istedikleri ya da istemedikleri, hatta akıllarından bile geçirmedikleri bölümlere girdi ve “ istikbal” için ilk adımı attı. Tarif edilemez ölçüde yozlaştırılan orta eğitim mekanizması, geçen yılın mahsullerini üniversiteye gönderdi ve şimdi yenilerini kısırlaştırmak, zihinlerini boşaltmak üzere “işbaşı” yaptı.
Türkiye’nin yeni-sömürge düzeni artık toplumsal yapıdaki uçurumları geçmiş yıllarla hiç kıyaslanamayacak oranda derinleştirmiş ve netleştirmiş bulunuyor. Neredeyse doğumdan başlayan “talih” ya da “talihsizlik”, bu topraklarda büyüyüp yetişen insanların yakasını ömürboyu bırakmıyor. Aradan fırlayıp “kefeni yırtanlar” ise, başkalarının omuzlarına basarak birazcık yüseldiklerinde bile kendilerine düzenin localarında değil en çok ön koltuklarda yer bulabiliyorlar. Derin bir yalnızlık ve insani değerlerden uzaklaşma pahasına gelinen ve tutunmak için durmadan daha fazla performans harcamayı gerektiren bu yer, çoğu kez kocaman bir boşluk ve şizofrenik bir mutsuzluk anlamına geliyor.
Yönetsel yapısı son derece gerici ve statükocu olmakla birlikte, bir ölçüde solcu-ilerici öğretmenlerin varlığıyla dengelenen, bir ölçüde de yaygın toplumsal mücadele atmosferinden etkilenen orta öğrenimin eski dönemi, şimdilik tarihe karışmış gibi görünüyor. Büyük ölçüde devlet tekeline dayanan bu eski dönem, ezberciliğiyle, yetersiz eğitim olanaklarıyla, vb. şüphesiz son derece olumsuz özellikler taşıyordu. Ayrıca “adalet-fırsat eşitliği” gibi laflar o dönemde de bugünkü gibi içi boş kavramlardı. Burjuvazinin kaymak tabakasının ihtiyaçlarına denk düşen klasik kolejlerin zaten hep var olması bir yana 70’lerden itibaren yeni özel okullar da ortalığı kaplamaya başlıyor ve dolayısıyla üniversite sınav sonuçlarının bölgesel-sınıfsal dağılımı bugünkü gibi açık bir adaletsizlik manzarasını ortaya koyuyordu.
Ancak, vahşi kapitalizmin papağanları ne söylerse söylesin, bugünkü ayrışma ve uçurum manzarası yine de eski dönemle kıyaslanamaz. Son yirmi yılda hakim kılınan ve bütün kamu alanlarını ticaret konusu haline getiren neoliberal düzen, eğitim sisteminin incir yaprağını kaldırıp atmış ve emeğiyle geçinenlerin dünyasıyla emek hırsızlarının dünyasını kesin biçimde birbirinden ayırıp karşı karşıya getirmiştir. Artık her şey, ilkokuldan, hatta daha öncesinden, anaokullarından başlamaktadır. Yalnızca oturdukları mekanlar, mahalleler anlamında değil, sosyal-kültürel alanlarıyla da, yararlandıkları sağlık olanaklarıyla da, eğlence mekanlarıyla da ezilenlerin dünyasından kesin çizgilerle ayrılan şımarık burjuvazi, zaman içersinde aynı ayrımı eğitim alanında da tamamlamış, ortaya tam bir “dengi dengine” manzarası çıkmıştır. Artık herkes kendi okulunda okumaktadır! Üst sınıfların çocukları ve yine aynı sınıflar tarafından uşak olarak kullanılmak için burslarla avlanan orta ve alt tabaka çocukları astronomik ücretli süper okullarda, geriye kalanlar ise düz devlet okullarının “allaha emanet edilmiş” hınca hınç dolu sınıflarında...
Gemisini kurtaran kaptandır artık! Kişisel hırslarıyla ya da tarikat, vb. desteğiyle bir adım öne çıkmak isteyenler ise, bunu kendi başına yapmak zorundadır! IMF emirleriyle eğitim dahil bütün sosyal harcamaları kısıp duran ve devletin yapısını -ordu ve polis hariç!- habire küçültüp küçültüp neredeyse tanklar ve coplardan ibaret bir aygıta dönüştüren oligarşi, ihtiyaç fazlası eleman üretmekle meşgul olan okullardan elini ayağını (mali anlamda) tamamen çekmiştir. Eski zamanların dışa bağımlı sanayileşme atmosferinin de köküne kibrit suyu dökülüp ülke ekonomisi IMF’nin isteğiyle üretim-dışı, spekülatif alanlara yönlendirildikten sonra artık düzenin eskiden olduğu gibi bol bol mühendis, vb. ihtiyacı da kalmamış, kapasitenin dışındakiler ise sokakta oyalanmaya bırakılmışlardır. Darvin’in “doğal seçme” teorisi, canlıların evrimi bakımından belki daha yıllarca tartışılabilir ama “Sosyal-Darvinizm” 2000’li yılların toplumsal hayatında (ve eğitim sisteminde) bütün acımasızlığıyla yürürlüktedir. Daha 1980’lerde Reagan’ın akıl hocalarının ortaya attığı “yoksulların ve renkli ırkların yeteneksizliği” teorileri, şimdilerde tam yerini bulmuş, “altta kalanın canı çıksın” ilkesine sıkı sıkıya bağlı yeni bir “beyaz adam” düzeni yerine oturmuştur. Hem de sadece Türkiye gibi kenar ülkelerde değil, okuma yazma bile bilmeyen milyonlarca insanın yaşadığı ABD’de ve AB’nin bütün emperyalist ülkeleri başta olmak üzere dünyanın her köşesinde...
Şimdi, 2003 eğitim yılının başındayız, böyle bir eğitim sisteminin bol miktarda üretip üniversitelere püskürttüğü yüzbinlerce insan, “yeni” hayatıyla tanışıyor.

Türkiye: Çürütülen Ülke
2000’lerin Türkiyesi, insan ilişkilerinin ve toplumsal hayatın yıkıma uğratıldığı bir ülkedir.
1980’ler sonrasında uşak ruhlu politik kadroların sakınmasız işbirliğiyle yeniden “ele alınıp” kuşa benzetilen, uluslararası kapitalist sistemin ihtiyaçlarına uygun şekilde düzenlenen Türkiye’nin ekonomik-siyasal sistemi, bu süreçte en büyük yarayı sosyal-kültürel hayat bakımından almış, özelleştime furyasıyla bütün kamu alanlarının kâr hırsının eline terk edilmesi operasyonu gerçekleşmiştir. Kapitalist ekonomi yeniden düzenlenirken, tarımdan kamu işletmelerine dek her alan büyük bir yalan-dolan kampanyasının eşliğinde soyguna açılmış, yoksulların hayatında az çok destekleyici anlam ifade eden bütün kurumlar yok pahasına yeni dönemin sülüklerine satılmış, tarihin en büyük skandallar döneminin kapıları böylece aralanmıştır.
Bu arada zaten eskiden beri emekçileri canından bezdiren mevcut sağlık sistemi çökertilmiş, sosyal güvence alanları felç edilmiştir. Pıtrak gibi her köşede biten özel hastaneler bile kısa sürede kendi içinde sınıfsal bir ayrıma uğramış, varoş poliklinikleriyle astronomik yatak ücretli süper hastaneler ayrı sınıflara hizmet etmeye başlamıştır. Aynı şey meslek alanlarının tümünde büyük bir hızla gerçekleşmiş, örneğin binlerce mühendisi “kalifiye işçi” haline getirip çok küçük bir bölümünü yönetici sıfatına yükselten düzen, doktorları kendi arasında ayrıştırmış, bu arada eğitim alanında ise bir kısım öğretmeni transferlerle özel okullar dünyasına çekerken kalanları yokluk içindeki okullarda kendi haline terk etmiştir.
Bütün bunlar olup biterken düzen, etik ilkelerin ayaklar altına alındığı yeni bir “yükselen değerler” sistemi inşa etmiş, ahlak ve dürüstlükle ilgili her şeyi sosyal-ekonomik hayattan kovalamış, insan ilişkileri alanını, özellikle de gençliğin dünyasını korkunç bir yalnızlığa ve çürümeye boğmuştur. Öyle ki, insanların toplumsal hayatta “başarısız” ya da “başarılı” olmaları, eninde sonunda insani bakımdan aynı sonucu verir hale gelmiştir: “başarısızlık” halinde dibe itilme, “başarılı” olunduğunda ise rekabetin gerginliğinden kaynaklanan insani yalnızlıkla yüklü bir boşluk duygusu...
Böylece aslında “ilerleme” kavramı üzerine düzenin papağanları tarafından yapılan bütün tanımlamalar da daha fazla kuşku uyandırmaya başlamış, daha çok cep telefonu, daha hızlı giden arabalar ve daha yüksek binaların gerçekten insani bir “ilerleme” anlamına gelip gelmediği tartışması önem kazanmıştır. Özalcı sonradan görme teknoloji şımarıklığıyla Marx’ın insanın yeteneklerinin ve ilişkilerinin düzeyine yaptığı vurgu bir kez daha karşı karşıya gelmiş, yeni-sömürge Türkiye’nin bütün şatafatlı çağ atlama söylemlerinin arkasında korkunç bir sosyal-kültürel gerilemenin yattığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır.
Emekçi sınıfların bütün kültürel olanaklardan kesin biçimde tecrit edilerek pop dünyasının sabun köpüğü ürünlerin mahkum edilmesi ve insanlık kültürünün tüm yetkin ürünlerine ulaşmanın yalnızca “lüküs kamara yolcuları”nın ayrıcalığı haline getirilmesi de aynı sürecin bir ürünü olmuş, böylece varoşların, yoksulların düşkün, yozlaştırılmış, uyuşturucu ve alkolle çürütülmüş hayatı korkunç biçimde sakatlanmıştır.
En önemlisi de, bütün bu çığırından çıkmış kaosa karşı tepki üretmesi beklenen genç insanların çoğunun, solun bütün dünyada yaşadığı gerilemenin de etkisiyle belli bir yabancılaşma sürecine boğulmuş olması, koşullara isyan etmek yerine bu koşullardan bireysel olarak “yırtmayı” şimdilik daha uygun bulmasıdır. Bütün anket çalışmalarında üniversitelilerin çoğunun “bu ülkeden gitmeyi” kafasına koyduğunun anlaşılması yeterince açık bir göstergedir.


Üniversite Ortamı ve Çoraklaşma..
.
Böyle bir Türkiye’den, böyle bir dünyadan bahsediyoruz...
Ve bu Türkiye’de, üniversiteye böyle bir bütünlüklü perspektiften baktığımızda, örneğin YÖK’ün varlığının bir baskı atmosferi olarak hâlâ önemli olduğunu ama öte yandan oturtulmak istenen neoliberal düzen bakımından şimdiye kadar “yapacağını yaptığını” düşünüyoruz. Yani yakın bir gelecekte YÖK’ün tamamen ortadan kaldırılması halinde bile, kuşkusuz bir çok şey değişecek ama yirmi yıllık süreçte yerleştirilmiş olan temel normların ve insan tipinin değişmesi hiç de kolay olmayacaktır. Çünkü YÖK, yalnızca bir 12 Eylül kurumlaşması değildir; o aynı zamanda yirmi yıldır adım adım yerleştirilen bir ekonomik-sosyal düzenin, yeni-sömürgeciliğinin derinleştirilmiş bir biçiminin kendisine uygun insan tipini üretmek için eğitim alanına uzattığı koludur. Ve itiraf etmek gerekir ki, aradan geçen yirmi yılda, oligarşi solun gerilemesinden de yaralanarak bu alanda hatırı sayılır bir başarı sağlamıştır. Bu anlamda, bugünkü YÖK-YEK tartışmaları, mevcut statükoyu ve bu arada kendi konumlarını pekiştirmek isteyen YÖK monarşisi ile hükümet arasındaki çatışma, vb. esasen sorunun özüne ilişkin değildir. Nasıl artık ekonominin yönetimi konusunda burjuva partilerin bütün uç noktaları törpülenmiş ve hepsi de IMF-DB, neoliberalizm eksenine bağlanmışsa, üniversiteler gibi temel alanlarda da oturmuş kriterlerin dışına taşarak durumu köklü olarak değiştirecek gelişmeler beklenemez. Yirmi yılı aşkın sürede sistem oturtulmuş, bütün teknik tartışmaların ve “özerklik” ya da “eğitim düzeyi” gibi muğlak kavramların ötesinde, asıl operasyon “üniversite eğitimi”nin temeline yöneltilmiş, akıl ve vicdanın yerine korku ve duyarsızlığı yerleştiren bir işleyiş yerleştirilmiştir. Yani bugün YÖK başkanı TV röportajlarında “GATT anlaşmaları ve Dünya Bankası kararları doğrultusunda artık üniversite eğitiminin bir ticari rekabet alanı olduğunu, bu değişen paradigmaya uymak gerektiğini” büyük bir rahatlıkla söylüyorsa, bu monarşinin muhalif gibi görünen hükümet çevreleri işin özüyle ilgili olan bu konuda farklı bir şey söylememektedirler. Daha doğrusu, nasıl bugünün Türkiye’sinde neoliberal ekonomi ile devletin şiddet aygıtı dokunulamaz alanlar ise, üniversite cephesinde de eğitimin ticarileştirilmesiyle öğrencilerin sopa altında tutulması, bütün tartışan tarafların üzerinde hemfikir olduğu konulardır. Sistem oturmuştur ve bu tartışmalar sırasında, “kışla demokrasisinin” dalkavuk temsilcilerinin “muhalefet partisi” olarak yaptığı ise İstanbul Üniversitesi tarihinin görüp görebileceği en faşist rektörünü ziyaret edip “desteklerini” bildirmekten ibarettir.
Kısacası, son yirmi yıl boş geçmemiştir! Her şeyden önce, en uç örnekleri fiziksel olarak ezilen öğretim üyeleri kitlesinin hayli önemli bir bölümü bu süreçte utanç verici bir teslimiyet sonucunda hırsızlık düzeniyle tamamen uyumlulaştırılmış, renksizleştirilmiş ve insani-entelektüel duyarlılık bakımından herhangi bir sıradan insandan daha geri bir noktaya çekilmiştir. Geçen zaman içersinde, “öğretim üyesi”, “profesör” gibi saygınlık telkin eden kavramların tümü düzenin kanalizasyon çukuruna çekilerek kirletilmiş, teknik bilgi ile insani düşkünlük bir arada görrülebilir hale gelmiştir. Pek “laik” olanlarından en koyu yeşil “islamcı”sına dek bütün bu kitle, kapıkulluğunun çamuruna gömülmüş, eskilerin “bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” deyişi tarihte hiç olmadığı kadar haklılık kazanmıştır. Taşra üniversitelerinde sık görülen ve düğmeye basıldığında orduya, dışişlerine, vb. dalkavukluk etme krizine giren, bütün performansını Ermeni, Kürt, vb. düşmanlığına yöneltmiş turancı-ırkçı “akademisyen” çeteleri işin yalnızca bir bölümüdür; ama artık köklü gelenekleri olan üniversitelerde de durum farklı değildir. Üniversite kavramının evrensellikten (universal) kaynağını aldığını unutarak “her türlü ahval ve şeraitte” pek sevgili devletinin etekleri altına sığınan, hatta bununla da kalmayıp oligarşinin belli kesimlerine (ordu, vb.) sık sık tekmil veren “mehmetçik” ruhlu “laik”lerden, rektör seçilmediğinde Genel Kurmay’a mektup yazarak “zararsız” olduğunu kanıtlamaya çalışan “İslamcı”sına dek, bu büyük çoğunluk artık kesin olarak akademisyen sıfatının dışına düşmüştür. Son yılların “istihbaratçı-akademisyen” tipi bu ortamda türemiş, Genel Kurmay koridorlarını komşu kapısı yapan rektörler, pornocu ilahiyatçılar, hergünkü namazlarının iki rekatında mutlaka holding kulelerini ve kışla kapılarını kendisine kıble seçen müslümanlar, vb. vb., aynı sürecin ürünleri olmuştur. Sonuçta, 1960’lardan bu yana köprülerin altından sular akarken, bir zamanlar solla hiç ilgileri olmadığı halde sırf ahlaki bir tutum olarak polisi üniversitesine sokmayan rektörler, dekanlar, geçip gitmişler ve bugün artık dövülen öğrencisine bir soruşturma da kendisi açan üniversite çavuşları kuşağına gelinmiştir.
Bütün bunlar içinde şüphesiz en yüzkızartıcı durumda olanları ise, neoliberal süreçten “dünyalığını çıkaran” büyük bir “beyaz” kitledir. Görgüsüz holding ağalarının önünde el etek öpen dekanlardan, işçi sınıfının can düşmanı “esnek üretim” sistemiyle ilgili konferanslardan yolunu bulan öğretim üyelerine ve televizyonlarda IMF papağanlığı yapan iktisatçılara dek bu “akademisyen” grubu, kan revan haldeki dünyayla da, emperyalist talan ve katliamlarla da, yoksulların çamurlu sokaklarıyla da artık ilgili değillerdir. En “çağdaş” olanlar, “globalleşme”nin “nimetlerini” en iyi kavramış olanlar, “piyasalar”ın refleksleri üzerine, vs. en çok şeyi bilenler ve bu arada “piyasalar”ın kapitalizmin akbabaları tarafından yönetildiğini ustaca halktan gizleyenler bunlardır. 2003 yılı itibarıyla resmi rakamlara göre ABD üniversitelerinde 12 bin Türkiyeli öğrencinin “okuduğu” düşünülürse, “göreve çağrıldıklarında” derhal gelip IMF emirlerini uygulayan “prensler”in kaynağının da neresi olduğu kolayca anlaşılır. Çoğu “sol” söylemli bu sefiller grubunun onca yıldır göz önünde olup biten “faili meçhuller”, yakılan köyler, vb. konusundaki suskunlukları ise çoğu kez sanıldığı gibi bilgisizlikten değil, konformizmden, düzenden nemalanmalarından ve sefil korkularından kaynaklanmaktadır.
Bu arada, üniversite kavramının bir başka temel unsuru olan “bilim” de arada kaynayıp gitmiştir. Son bilmem kaç yılda kaç tane tez, kaç tane araştırma, vb. yayınlandığı üzerine verilen karışık rakamlar, bu konuda beş paralık bir anlam ifade etmez. Bu araştırmaların büyük bölümünün şişirme dalkavukluk eserleri olması bir yana, asıl önemli olan araştırmaların miktarı değil, konuları ve yöneldikleri amacın insaniliğidir. Yani “ermeni soykırımının aslında hiç olmadığını” kanıtlamak için yazılan ciltler ya da silahlı kuvvetler siparişlerinin kotarılması ile gerçekten özgür bir bilim ortamının bağımsız araştırmaları ve teknolojik buluşları ayrı ayrı şeylerdir. Dolayısıyla, yirmi yıl boyunca engizisyoncu bir mantıkla yönetilen ve aykırı her unsuru “aforoz” edilme korkusu altında bezdiren bir üniversite ortamından ciddi bilimsel gelişmeler beklemek, hele hele “bilim ahlakı” gibi kavramlardan söz etmek mümkün değildir.
Şüphesiz bu söylediklerimizin tümü, sözünü ettiğimiz büyük çoğunluk içinde akıntıya karşı yüzmeye çalışan dürüst akademisyenlerin saygınlığını, yaptıkları işin önemini de ortaya koymaktadır. Ancak, bugünkü noktada söz konusu grubun oldukça zayıf bir güce sahip olduğu da gerçektir.
Öğrenci kitlesindeki kırılma ise son derece ciddi bir noktadadır.
Her ile, ilçeye birbiri ardına kurulan ortaokul bozması “üniversite”lerin yarattığı etki işin bir bölümüdür. 90’lı yıllarda bir ara Demirel’in açık yüreklilikle ifade ettiği gibi insanların “sokakta kalmayıp oyalanması” amacıyla kurulan bu “üniversite”lerin en ciddi zararı, kampüsüyle, kültürel atmosferiyle, aile-ev ortamından kopuşu sağlayan bağımsız havasıyla bir bütün oluşturan üniversite kavramını deforme etmesi, bünyesindeki öğrencilerin kişilik gelişimini sakatlaması olmuştur. Aileden ve yaşadığı çevrenin atmosferinden koparak yeni bir kentte yeni bir hayata başlamak, yeni insanlarla tanışarak yaşamı yeniden kavramak anlamına gelen “üniversiteye gidiş” olgusu, böylece bitirilen lisenin üç sokak ötesindeki bir başka “lise”ye gidiş noktasına indirgenmiş, sonuçta oligarşi, metropollere yığılarak buralarda yeni fikirlerle tanışan yüzbinlerce taşra gencini oldukları yerde boğup pasifize etme olanağına kavuşmuştur.
Başka bir deyişle söylersek, çocukluktan gençliğe geçiş çağını zaten ortaöğrenim sürecinde iğdiş eden eğitim sistemi, genç olma halinin yeni bir dönemeci olan üniversite aşamasını da yavanlaştırmış, insan hayatının kopuş-aşma diyalektiğiyle ilerlemesi gereken süreçlerini tekdüze geçişleri indirgemiştir. Bütün bunların sadece “tesis yaparak” Anadolu’dan oy toplama kaygısına dayandığını düşünmek yanlıştır; bu operasyon düpedüz bir politik operasyondur ve 70’li yıllarda metropollerde biriken özgür düşünce-toplumsal davranış potansiyelinin ortadan kaldırılmasını hedeflemiştir.
Üstelik böylece tamamen geleceksiz bir üniversite eğitimi de inşa edilmiştir. Üniversite mezunlarının işsizliği belki Türkiye’de eski bir sorundur ama bu kez ortaya çıkan şey, işsizikten daha derin bir olgudur. Neoliberal restorasyonun bir parçası olarak kaymak tabaka ile emekçi sınıflar arasındaki uçurum her gün daha da derinleşirken, eğitim alanında da tam bir ayrışma yaşanmış, ana okulundan başlamak üzere üst sınıflarla ezilenlerin eğitim kurumları, olanakları birbirinden kilometrelerce açılmıştır.

Eğitimde Sınıfsal Hiyerarşi
Orta öğrenimdeki durum da bu bakımdan çok önemlidir ve aslında bütün sınıfsal hiyerarşi o aşamada inşa edilmektedir. Elbette Türkiye’de zengini yoksulu eşitleyen bir eğitim sistemi hiçbir zaman mevcut olmamıştır ama bugün ulaşılan aşama durumu tartışmasız biçimde pekiştirmektedir.
Öncelikle, bir zamanlar bilgisine ve hırsına güvenen orta sınıf ve emekçi çocuklarının girebildiği “kaliteli” okullar olan Fen Liseleri ve Anadolu Liseleri, süreç içinde yaygınlaştırılarak taşrada da bir hiyerarşinin oluşumunun aracı yapılmışlardır. Anadolu’daki başarılı öğrencileri genel öğrenci kitlesinden ayırmak, giderek sınıf hiyerarşisine uygun bir eğitim piramidi yaratmak, kalanları ise kaderine terk etmek amacıyla yapılan bu operasyon, sonuçta sadece “özel okullar” üzerinden değil, elitleştirilmiş devlet okulları üzerinden de yapılmıştır. Burada, “sınıf hiyerarşisine uygun bir eğitim hiyerarşisi”nden söz ederken, kastettiğimiz şey bu okullarda okuyan öğrencilerin birebir sınıfsal kökenleri değil, sonuçta piramidin hangi sınıfların ihtiyacı için düzenlendiğidir.
Örneğin Robert Kolej gibi kurumlar, zaten öğrencilerin sınıfsal kökenleri bakımından da bellidir, Türkiye’nin sınıfsal tablosundaki belli bir kesim öteden beri bu tür elit kurumlara yönelmiştir ve çoğunlukla gözü dışarda olan kesimin çocukları Türkiye üniversitelerinin sınıfsal manzarasında büyük bir yekûn tutmamışlardır; ama daha öteye geçip Fen ya da Anadolu Liseleri, ya da benzeri okullara geldiğimizde (ki onlar da kendi aralarında kurulu oldukları il-ilçe bakımından uçurumlarla ayrılırlar), orada özellikle orta sınıfları da içeren bir tablo vardır ama sonuçta bütün bu okullar, “orda bir köy var uzakta” şarkısıyla anlatılabilecek olan diğer okullardan çok farklıdırlar. Bu arada büyük holdinglerin ve irili ufaklı şirketlerin finanse ettiği özel okullar ve tarikat orijinli liseler ortalığı kaplamış, hem ticari kâr bakımından hem de geleceğin kadroları bakımından bir yatırım alanı olarak görülen bu eğitim kurumları, hiyerarşiyi kesinleştiren unsurlar olmuşlardır. Şüphesiz bunların tümü köklü devlet okullarını aşabilecek kadar yüksek bir düzey tutturamamışlardır; hatta bazıları tamamen tüccar mantığıyla yaratılmış seviyesiz mekanlardır; yani bu konuda da kendi aralarında bir kademelenme vardır; ama böylece varılan noktada sonuç olarak sınıfsal ayrışım tescillenmiş, tam bir “evli evine köylü köyüne” tablosu ortaya çıkmıştır. Bugün itibarıyla, öğretmenin öğrenciden öğrencininse her şeyden bezdiği kaderine tekredilmiş genel bir bir orta öğrenim düzeniyle emekçi çocuklarının kenarından bile geçemediği “yukarı mahalle” okulları net bir biçimde karşı karşıya durmaktadır.
Özel dershaneler ise aynı hiyerarşik zincire eklenen ve onu pekiştiren bir halkadır. Bir zamanlar genel öğrenci kitlesi için zaten ulaşılamaz olan sınırlı sayıdaki dershaneler, 1980’lerden sonra patlama yapmış ve bu arada eğitiminin “başarı” düzeyine, şöhretli hocaları transfer edebilme gücüne, ücretlerine, vb. göre kendi aralarında ayrılmışlardır. Böylece üniversitelerdeki hiyerarşinin oluşumuna katkıda bulunan, öğrencilerin bu hiyerarşinin neresinde bulunacağını belirleyen yarışların eşitsiz geçmesini sağlayan bir unsur olarak dershaneler, yeni eğitim sisteminin artık yadırganmayan asalakları olarak gelişmişlerdir.
Üniversiteler açısından sonuç çok daha vahimdir: İşler ortaöğrenimde böylece sağlama bağlandıktan sonra üniversite ortamı zaten şekillenmekte, öteden beri normal üniversitelerden çok farklı olan elit birkaç üniversitenin yanında tekelci burjuvazinin kendi ihtiyacı için kurduğu kendi üniversitelerinin de sürece katılmasıyla, sınıfsal hiyerarşi iyice netleşmektedir. Elbette bu alan da “özel üniversiteler-devlet üniversiteleri” biçiminde kolayca ikiye bölünebilecek kadar basit değildir ve kendi içinde ayrımlaşmıştır. Tamamen “para tuzağı” olarak kurulmuş üniversiteler yanında, dinci gericiliğin finanse ettiği üniversiteler de bu alandadır ve bunların Bilkent, Boğaziçi, Galatasaray, Koç, Sabancı, gibi oturmuş okullarla ya da İTÜ gibi oligarşiye kalifiye eleman yetiştiren üniversitelerle aynı kefeye konulması mümkün değildir.
Bu anlamda, asıl sorun, sadece bazı üniversitelerin özel diğerlerinin sözde kamu malı olması değil, piramidin inşa ediliş biçimidir. Piramidin tepesinde kimin kurduğundan bağımsız olarak “elit” niteliğe sahip olan bir dizi üniversite varken, geride ise yüzbinlerce öğrencinin “oyalandığı” diğer “üniversite”ler yer almaktadır.
Her şeyden önce, ülkedeki sanayi ve ticaret dünyasının, hatta sosyal-kültürel hayatın büyük bir dilimine hakim olduğu için üniversite mezunlarının (devletin istihdamını bir yana bırakırsak) en belli başlı işvereni olan tekelci burjuvazi, sanayi yapısının çökertilmiş olmasından ötürü son derece az elemana ihtiyaç duymakta, bu elemanlarını da Elazığ ya da Konya “üniversite”lerinden değil, elit üniversitelerden derlemektedir. Özellikle işletme, iktisat, bankacılık ve diğer yönetsel bölümlerle ilgili ihtiyaçlarını zaten daha en baştan yaptığı yatırımlarla ve elit üniversitelere attığı çengellerle gideren tekeller için herhangi bir düz “üniversite”nin mezunu tamamen gereksiz bir varlıktır. Hatta bu, devlet aygıtının da gitgide artan ölçüde yeni dünya düzenine göre uyarlandığı koşullarda kamu istihdamı açısından da böyledir; orada da ekonominin ve idari yönetimlerin temel kadroları artık rastgele üniversite mezunları arasından değil, “seçkin” okullardan ya da tekelci holdinglerde belli bir “iş tecrübesi” kazanmış unsurlar arasından devşirilmektedir.
Bir anlamda burjuvazi, 1900’lerin başındaki üniversite yaklaşımına geri dönmüştür. 1800’lü yıllarda tamemen seçkinlerin harcı olan üniversiteyi, 1945’lerden itibaren Keynesçi-kalkınmacı anlayışlarla alt ve orta sınıf çocuklarına da açan ve gelişen yeni-sömürge kapitalizminin gereksindiği o koşullarda görece yoğun mühendis, teknik eleman, yönetici, vb. ihtiyacını böylece karşılayan burjuvazi, 1980’ler sonrasında oluşan yeni dünya düzeninde para-sermaye hareketine ve spakülasyona gömüldükçe bu kadar ağır bir eğitim yükünü taşımak istememekte ve emekçi çocuklarını eğitimden dışlayan yeni bir model oluşturmaktadır. Elbette ki bu tercihte üniversitelerin birer politik muhalefet odağı olmasının etkisi de büyüktür. Ancak bu operasyon, tümden dışlama biçiminde kaba bir yoldan yürütülmemektedir. 2000’li yıllarda uluslararası ve yerel tekeller, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak bir mühendis, vb. grubunu “süper” üniversitelerden devşirip “yönetici” konumlara getirirken, geriye kalanlar ise işçi sınıfının “okullu” bir kesimini oluşturmaktadır. Örneğin eğitim alanında da, bir bütün olarak “düzene uygun kafalar” üreten eğitim sisteminin asgari masrafla devam ettirilmesi için alt sınıflardan binlerce insanın eğitim fakültelerinden geçirilmesi bir gereksinmedir; piramidin üst kesimi için gerekli olan “eğitimciler” kuşağının yaratılması ise bir başka gereksinme...
Bu yüzden tekeller, ellerini yoksul kesimlerin çocuklarının üzerinden tamamen çekmemekte, her yıl milyarlarca lirayı burslara akıtmaktadır. Ayrıca bu, çok basit bir nedenden ötürü de böyledir: Hiçbir büyük patron ya da holding grubu, büyük çaptaki yönetsel faaliyetlerini salt kendi aile fertleriyle yürütemezler ve çoğu zaman da bu ailelerin kendi çocukları, aşırı doygunlukları yüzünden işlerin kotarılmasında yararsızdırlar. Ve onlar yüzlerce yıllık iş deneyimleriyle bilirler ki, yoksulların ve orta sınıfların büyük bir hızla yükselmek isteyen çocukları, yaşadıkları hayattan kurtulma arzuları yüzünden en iyi hizmetkârlar olurlar. Bir adım öne çıkmak, keşfedilmek, bunun için gerekiyorsa riske girmek ve kişiliğinden, vicdanından, vb. vazgeçmek zorunda olan bu çocukların en parlak olanlarına özel burslarla el atarak kendi okullarında ya da elit üniversitelerde okutmak ve daha sonra çeşitli kademelerde istihdam etmek, bu yüzden çok önemlidir. Ve bunlar, bütün diğer yatırımlar gibi birer “yatırım’dırlar, diğer yatırımlarda nasıl belli bir kâr miktarı beklenirse bu “yatırım”da da hem sadık hem de yaratıcı bir yönetici-eleman tipi bir kâr olarak geri dönmektedir. Bu yüzden, onların kendi okullarını kurdukları halde devlet okullarından vazgeçmemeleri çelişkili bir durum değildir.
Sonuç olarak, bütün bu neoliberal süreç boyunca, ilkokuldan üniversiteye dek bütün eğitim süreci düpedüz parçalanarak sınıfsal esaslara göre yeniden düzenlenmiştir. İşin yalnızca “İslami vakıflar ve okullar” bölümünü görüp holding üniversitelerinin açılışlarında şaklabanlık eden pek “laik” solcuların görmek istemediği düpedüz sınıfsal gerçek bundan ibarettir.
Böylece bir taşla vurulan kuş miktarının ise haddi hesabı yoktur. Bir yandan kendisine gerekenden fazla sayıda eleman yetiştiren eğitim sisteminin yükünü sırtından atan, hatta özelleştirme furyasını körükleyerek devlet üniversitelerinin tümünün küçük küçük adımlarla ticari alana çekilmesini isteyen burjuvazi, diğer yandan da gençliğin en parlak kesimlerini yutmakta, en önemlisi de bütün bunlar olurken yüzbinlerce genç insan gerçek üniversiteye hiçbir biçimde benzemeyen alt düzey okullarda öğütülerek siyasal bir tehlike olmaktan uzaklaştırılmaktadır.
Bu anlamda “üniversite eğitiminin kalitesinin düştüğü-yükseldiği” yolundaki toptancı değerlendirmeler de (sol ajitasyonda kullanıldığı haliyle bile) çok anlamlı değildir. Çünkü artık genel eğitim seviyesini ortalama yoluyla tespit edebileceğimiz bir homojen eğitim yoktur! Eğer salt teknik anlamıyla söylersek, bazı elit üniversitelerde eğitim kelimenin gerçek anlamıyla yüksektir ve yükselmektedir; bazı üniversitelerde ise tamamen dibe vurmuş durumdadır. İkincisi, üniversite eğitimi (ve genel olarak eğitim) sadece teknik kriterlerle ölçülebilecek bir şey değildir. Son yirmi yılda, teknik anlamda çok yüksek ya da çok düşük eğitim düzeylerinin hepsinde insani gelişme, toplumsallaşma, vicdani duyarlılık gibi alanlarda korkunç bir erezyon yaşanmıştır. Teknik anlamda eğitimin seviyesi ne olursa olsun, öğrenci kitlesine genel bir cehaleti şırınga eden, onları yaşadıkları toprağa, içtikleri suya, yedikleri ekmeğe yabancılaştıran sistem, böylece kaynağını evrensellik kavramından alan üniversite eğitimini sözcüğün tam anlamıyla çökertmiştir.
Bir sokak ötede açlıktan ölen insanları tanımayan, dünyayla ilişkisini magazin basını üzerinden kuran mühendis tipi, böyle ortaya çıkmıştır. Uzakdoğu mucizesi üzerine ahmakça inciler döktürürken Tayland’da, Laos’ta, vb. sayıları milyonlarla ölçülen çocuk fahişeliğini görmeyen bankacı bu sistemin ürünüdür. “Piyasa endeksleri”, “doların paritesi” gibi basit insanların anlamadığı bir jargon üzerinden konuşmayı marifet sayarken Ümraniye’deki bir evdeki tencerede ne kaynadığı üzerine hiçbir fikri olmayan iktisatçı bu eğitim sisteminden doğmuştur. Brecht’in ünlü “evimizin duvarındaki lekeyle aynı şeydir/ciğerlerimizdeki siyahlık” dizelerini hiç düşünmeyen, Hipokrat yeminini sadece “önüne gelen hastayı ayırmamak” olarak anlayan ama hastanın oraya nasıl ve hangi bedellerle geldiğini umursamayan doktor, aynı yabancılaşmanın parçasıdır. Yanıbaşındaki Irak’ta gerçekleşen kanlı işgali bile öldürülen çocukların gözünden değil de “devletimizin alî menfaatleri” açısından değerlendiren dış ilişkiler uzmanları, dibimizde binlerce köy yakılır, binlerce insan “faili meçhuller”le ortadan kaldırılırken gözünü kapatan hukukçular, yine bu kör okumuş-cahilliğinin, insani düşkünlüğün göstergeleridir.
Dolayısıyla, devrimci güçlerin eğitim sistemine saldırırken, genel olarak eğitim sisteminin ve olanakların yetersizliği gibi bir yerden hareket etmesi, böylece açgözlü rektörlerin bütçe feryatlarını soldan desteklemesi düşünülemez. “Daha çok para-daha iyi eğitim” yalanını pompalayarak “mali özerklik” adı altında üniversiteleri ticarethaneye çevirmek isteyen, bu yönetici güruhuyla devrimci yaklaşımın hiçbir ortak noktası olamaz. Çünkü bize göre asıl sorun, tam da bu noktada, çürütülmüş toplumsal dokuya denk düşen çürütülmüş eğitim sisteminin insana vurduğu darbeyle ilgilidir. Bu sefil sistem, yalnızca taşrada değil, köklü gelenekleri olan üniversitelerde de üniversite öğrencisini yalnızca kötü eğitmemekte, aynı zamanda içini boşaltmaktadır. Üniversiteye yabancılaşan, bir an önce okulu bitirmek isterken diğer yandan da hiçlikten ibaret yaşantısını bir kadavra gibi peşinden sürükleyen öğrenci tipi, kaynağını bu sistemden almaktadır. Bir yandan yalnızca giriş kapılarına değil, aynı zamanda öğrencilerin beynine de yerleştirilerek özgür davranışı dumura uğratan polis imgesi, diğer yandan “aradan sıyrılıp gemisini kurtarma” hırsıyla sakatlanmış sosyal davranış kalıpları, sonuçta çoğu kez umutsuz bir nihilizme yol açmakta ve sonuçta ortaya başkalarının acısına ortak olmayan, kendi içine gömülmüş bir kişilik çıkmaktadır. Çünkü bu sistem, esasen üniversite ortamındaki sosyal hayatı da çoraklaştırmış, daha doğrusu bu hayatı yozlaştırarak paylaşımcı-ortaklaşacı yanlarını törpülemiştir. Geçmiş yılların örgütlü kitlesel hareketi sırasında yaşanan geniş ve az çok kalıcı sosyal öbekleri, giderek yerini çok kaygan ve geçici bireysel ilişkilere bırakmış, bu ilişkilerin onarıcı olamadığı her noktada ise üniversite öğrencisi yalnızlık tarafından kuşatılmıştır.
Bu konularda somut bir araştırma olmamakla birlikte, tanık olunan örnekler üzerinden gidilerek örneğin öğrenci evlerindeki insan bileşimlerinin sürekliliğinin geçmişe göre daha az olduğu, öğrenci yurtlarında ise şekilsiz bir kalabalığın içinde yalnızlığın daha da derinleştiği söylenebilir.
Hatta yine genel bir gözlem olarak öğrencilerin siyasal yapılara giriş ve ayrılış sürelerinin de azaldığı, genel olarak bir geçicileşme-kayganlaşma eğiliminin ortama hakim olduğu ifade edilebilir. Basın ya da araştırma şirketleri tarafından yapılan anketlerin sonuçları da az çok bu gerçeklere işaret etmekte ve genel bir güvensizlik-umutsuzluk halinin yaygınlığını ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla, öğrenci kitlesi açısından asıl sorun, “eğitim düzeyi” gibi muğlak kavramlar üzerinden değil, insanların somut yaşantıları, davranışları ve ruh halleri üzerinden değerlendirilebilir.

Umutsuz Bir Yanlışın Peşinde:
Geleneksel Tarzın Yararsızlığı

Üniversitelerdeki devrimci çalışma konusuna gelindiğinde ise, düşüncemizi çok açıkça ve en baştan ifade etmekte bir sakınca görümüyoruz: Böylesi koşullar altında, geleneksel bir “öğrenci çalışması”nın öğrenci kitlelerine ulaşmak ve solun üniversitelerdeki büyümesini sağlamak bakımından bir şansı yoktur. Maalesef, geleneksel sol akım, zaman ve mekan ne kadar değişmiş olursa olsun, eskiden ne bellemişse ona takılıp kalmakta ve böylece devrimci hareketin gelişimine zararlı olmaktadır.
Bu akımın en belirgin özelliği, öğrenci kimliği ya da öğrencilik durumu kavramlarına yapılan aşırı vurgu ve öğrenci kitlesini “kendi özgül sorunlarından hareketle bilinçlendirmek ve mücadeleye sokmak” konusunda gösterilen yararsız ısrardır. Gençlik ortamında oldukça yaygın olan örgüt fobisinin baskısı altında devrimci kimliğini örtük tutan (tuttuğunu zanneden) ve öğrenciyi başka bir damardan, yemekhane, harçlar, polis kontrolü, vb. gibi yerlerden yakalamaya çalışan bu çalışma tarzı, deyim yerindeyse muhatabı olan öğrenciyi yanlış bir frekanstan aramakta ve doğal olarak karşıdan ses gelmemektedir.
Her şeyden önce, bu, pratik olarak da yararsız bir örtme çabasıdır; çünkü zannedildiği gibi saf olmayan öğrenci kitlesi, bu tür sorunlarla devrimcilerin uğraştığını, devrimcilerin de genellikle “örgüt”lerinin olduğunu pekala bilmekte ve hatta arada bir “partiye giden yol dernekten geçer” gibi postmodern espriler patlatmaktadır.
Şüphesiz bütün bu özgül sorunlar, özellikle neoliberalizmin uygulamaları olan paralı eğitim, yemekhanelerin özelleştirilmesi gibi unsurlar genel bir bağlamda son derece önemlidirler ve devrimci güçler bu sorunların üzerine gitmekten kaçınamazlar. Ancak, neredeyse paravan bir mantığın ürünü olarak özgül sorunlar konusunda gösterilen performansla etkilenecek öğrenci bireyinin böylece akademik-demokratik mücadeleden politik mücadele ve örgütlülüğe “yatay geçiş” yapacağı varsayımı hiç sağlam değildir. Bu, işçi sınıfı hareketinde yaygın olan ve ekonomizme denk düşen “işçicilik” eğiliminin üniversite bünyesinde “öğrencicilik” biçiminde yeniden üretilmesidir. İşin tuhaf yanı, YÖK dahil bütün özgül sorunlarda harekete geçen kitle, netice olarak yine bu büyük öğrenci kitlesi değil, politik hareketlerin sempatizanlarıdır.
Bize göre, bugün artık bağımsız bir öğrenci kimliğine, öğrenci olma haline vurgu yapılarak bir yere varılamaz. Birincisi, süreç içinde neoliberal sistem ve ağır baskı atmosferi böyle kendinden yakıtlı, kendinden coşkulu, kendiliğinden hareket etme potansiyeline sahip bir gücü törpülemiştir. İkincisi, bu artık doğru da değildir; büyük çoğunluğu zaten alt ve orta sınıflardan gelen insanları oradan koparıp yeni bir kastmış gibi kutsamanın anlamı yoktur.
Oysa yukarıdaki espride alaya alınan gerçek son derece basittir, gerçekten devrime giden bir yol vardır ve o yol yalnızca “dernek”ten değil, postmodern gericiliğin geriletildiği, parçalanmış hayatlara karşı dayanışma ve paylaşımın inşa edilebildiği her yerden geçer. Yani devrimciler politik çalışmalarında herhangi bir özel kurnazlık içinde değillerdir; onlar, bütün insanlara açıkça bir devrimden yana olduklarını, bugünkü düzenin yerin dibine geçirilmesi ve yerine demokratik bir halk iktidarı ve sosyalist bir düzenin kurulması gerektiğini, bunun için de elbette bir partinin gerekli olduğunu, bu partinin ise hayatın her köşesinde kollarının olduğunu söylerler. Bu konuda günboyu devrim ve savaş çığırtkanlığı yapmazlar ama duruşları çok nettir; herkes de bu netliği görür. Bu, değişik sınıfsal kategoriler için de böyledir; sözgelimi bir bakkal ya da ayakkabıcının, bizimle birlikte yürümesini istediğimizde, onlar, kendilerine ait güncel bir sorundan ötürü harekete geçmiş de olsalar, bizim nihai olarak sosyalist bir düzen kurmak istediğimizi bilirler. Buna rağmen bizimle yürürler, çünkü düzen onları bizimle birlikte yürümeye itmektedir ve biz onlara daha açık bir yaklaşım gösteriyoruzdur, vb.
Yani sonuçta, devrimci çalışma, nerede olursa olsun, devrimci kimliğin pasifize edildiği bir noktadan inşa edilemez. Tam tersine, bu yoldan kitleselleşmekten durmadan bahsedip sonuçta yine “sen ben bizimoğlan” tarzında eylemler yapmaktan daha hayırlı olanı, üniversite çalışmasını kendi sorunlarına boğulan, tecrit edilmiş, steril bir alan çalışması olmaktan çıkarmak ve neoliberal yeni-sömürgeci düzene, emperyalizme karşı emekçilerin genel mücadelesine yakınlaştırmaktır. Bu, zaten aslında üniversite dünyasındaki sorunların da gerçek temellerine inmek anlamına gelmektedir; çünkü, daha önce ifade ettiğimiz gibi eğitim hiyerarşisinin yaratılması, özelleştirme, eğitim alanının ticari bir pazar haline getirilmesi gibi uygulamaların tümü, dünya kapitalist sisteminin Türkiye gibi yeni sömürgelere dayattığı uygulamalar olarak gündemdedir. Ve yine bu uygulamalar, örneğin tarımda yapılanlardan ya da esnek üretim, vb. den bağımsız değildir, aynı sürecin parçalarıdır.
Bu, açıkça anlaşılacağı gibi, artık farklı bir ses tonu, farklı bir frekanstır. İnsanları daha büyük ve daha radikal bir sorun için hareket etmeye çağırmaktır; ancak bu, ilk elde hemen zannedileceği gibi, yararsız ve gülünç bir “keskinlik” gösterisiyle aynı şey değildir. Her şeyi devrim ve “iç savaş” moduna bağlamış, bundan bir milim aşağıya inme zahmetine katlanmayan, günlük hayatı ve özgül sorunları atlayan traji-komik bir dil değildir kurmak istediğimiz. Ancak, son yıllarda öğrenci kitlesindeki örgüt korkusunun duvarına çarpmamak için “kenardan dolaşmayı” yeğleyen, böylece “keskinlikten kaçınma” adına dilini törpüleyen, iddia ve meydan okuma düzeyinden “mağdur” ve “salt demokrat” söylemine inerek kitleyle ilişkilerini kolaylaştırdığını zanneden anlayış, ciddi bir kültür haline dönüşmüştür. Bu, James Petras’ın son derece yerinde bir saptamayla belirttiği gibi “dilin uyumlulaştırılması” anlamına gelmiştir, ki sözünü ettiğimiz kültür yalnızca öğrenci hareketi gibi özgül bir alanı değil, aslında bütün hayatı kapsayan bir şeydir.
Böyle olduğunda ise çoğu zaman devrimcilerin söylemi, herhangi bir liberal köşe yazarının da kınayıp duracağı ve kınayıp durduğu şeyleri aşmamaktadır. Bugünkü vahşi düzenin ulusal ve uluslararası bağlamda kesinlikle yıkılması gerektiği, bunun bir devrimle mümkün olduğu, bizim devrimci olduğumuz ve asıl amacımızın ülkedeki ve dünyadaki düzenin bütünüyle değiştirilmesi olduğu, gibi net bir söylem üzerinden kurulmayan yaklaşım, sonuç olarak böyle bir noktaya kaçınılmaz biçimde varmaktadır. Oysa bu kadarı için, öğrencilerin bize ihtiyacı yoktur; üniversitedeki devrimci hareket tarih boyunca kendini her zaman “haksızlıklar” üzerinden değil, “dünyayı değiştirme” perspektifi üzerinden inşa etmiştir ve gelecekte de böyle olacaktır.
Bütün bu söylediklerimize karşın, doğrudan kendisini ilgilendiren “özgül” sorunlarda duyarlı davranmayan öğrencinin politik ve toplumsal sorunlarda nasıl bir duyarlılığının olabileceği belki sorulabilir. Ama zaten sorun da tam buradadır; çünkü birinci tür duyarsızlığı yaratan ve kalıcılaştıran şey, ikinci duyarsızlık biçimidir. Öğrenci, harçlardan, kapıdaki polisten, vb. şüphesiz hoşnutsuzluk duymakta ama zaten genel bir karanlık ve boşluk kuyusunda yaşamaktadır. Neoliberalizmin genel saldırısına, yeni dünya düzeninin dayattığı vahşi kapitalist düzene karşı bir bilinç edinmedikçe, ona bu konularda bir yönelim gösterilmedikçe, “özgül” alanla da ilgilenmemekte, bu noktada örneğin polisin okuldaki varlığından, YÖK’ün boğucu ortamından rahatsız olsa da son tahlilde bu baskıların kendisini değil “bu işlerle uğraşan bir grubu” hedeflediğini düşünmektedir. Yoksa 18 yaşındaki bir gencin “özerk-demokratik üniversite” “parasız eğitim” gibi son derece doğru talepleri benimsememesi, bu talepler için harekete geçmemesi, okuldaki boğucu baskı ortamından rahatsız olmaması yalnızca baskıyla açıklanabilir bir şey değildir. Kuşkusuz, polis ve yönetimin yoğun baskısı son derece önemli bir faktördür ama asıl sorun öğenci kitlesinin bu baskıyı göze alabilecek bir bilince sahip olmamasıdır. Bu bilinç ise esas olarak bütün bu talepleri de gündemine alan bir devrimci alternatifin varlığı-yokluğuyla ilgilidir.
Bu noktada elbette biz, başka bir çok alanda olduğu gibi öğrenci hareketindeki tıkanmanın da yalnızca bu alanda gösterilecek bir çalışmayla aşılabileceğini düşünmüyoruz. Sosyalist Barikat’ın bu konudaki stratejik görüşü biliniyor: biz, merkezi ve bütünlüklü bir politik müdahale ile ülkenin siyasal atmosferinin değiştirilmesi gerektiğini söylüyoruz ve bunun da ekseninde politik-askeri bir mücadelenin yer alacağını ortaya koyuyoruz. Biz, üniversitelerde ya da başka alanlarda sürdürülen kitleselleşme çabasının önünün ancak böylesi bir müdahale tarzına bağlı olarak, bu müdahaleyle güven ve bilinç unsurlarının yeniden yaratılması sonucunda açılabileceğini ve bugünkü noktada ulaşılabilecek kitleselliğin bazı sınırları olduğunu söylüyoruz. Bu, tabii ki bütün süreci böyle bir politik-askeri müdahale noktasına bağlayıp devrimci çalışmayı tatil etmek anlamına gelmiyor; tersine böyle bir müdahalenin örülmesi bugünkü kitle çalışmasına sıkı sıkıya bağlıdır ve stratejik çizgi, hayali bir yerden değil, bizzat bu çalışmanın içinden geçmekte, oradan güç ve olanaklar almaktadır. Biz yalnızca böyle bir genel müdahale planına bağlanmamış bir çalışmanın sınırlarının olduğunu ve geleneksel yaklaşımla bu sınırların aşılamayacağını söylüyoruz.

Tıkanmanın İki Çocuğu:
Ulusalcılar ve Otonom Gruplar

“Özgül alan” ile “devrimci kimlik” arasındaki ilişkiyi doğru kuramayan ve üstelik zaman zaman bu konuda tutarsız bir manzara çizen geleneksel “öğrenci mücadelesi” yaklaşımı, sonuçta “sol” adına, “devrimci örgüt” adına yapılan bir dizi düzeysizliğin de sürece eklenmesiyle, öğrenci kitlesi açısından bir çekim merkezi olamamış, ortaya çıkan boşluk ise çeşitli gruplar tarafından doldurulmuştur.
Artık “sol” dışında bir yerde değerlendirilmesi gereken “şovenist” kesim, bunlardan birincisidir. İP’le başlayan ve sonra daha çok ADKF çerçevesinde yoğunlaşan bu odaklar, “ulusal sol” iddialarından hızla şovenist-ırkçı bir noktaya kaymışlar ve üniversite yönetimleri, bazı hocalar ve polisten aldıkları destekle palazlanarak Ülkü Ocakları’nın yerine talip olmuşlardır.
Aynı boşlukta oluşan ve çok daha yaygın etki yaratan diğer akım ise, önce ÖDP’nin etkisine bağlıymış gibi görülse de sonraları bu ekolü kısmen aşmış ve çeşitli “anarşist” eğilimlerin, yalnızca mevcut örgütlerden değil devrimden de umudunu keserek “küresel ayaklanma” tezleriyle oyalanan otonom grupların kapladığı bir alan haline gelmiştir. Tabii ki bu akımlardan oluşan genel tablo, genel bir “kaçış” eğilimini yansıtsa da içerdiği bütün insanlar açısından tamamen samimiyetsiz değildir. 1936 Barcelona’sıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan “kantin” ya da “Beyoğlu tipi” anarşizm anlayışlarından, fakülte çapında papalıklara, Marks’tan tek satır okumadan ulaşılmış “marksizm eleştirmenliği” rütbelerine, “örgüt-iktidar” konusunda cahil cesaretiyle yapılan ukalalıklara dek türlü çeşitli akılları-fikirleri bünyesinde barındıran bu tablo, devrimci hareketin mevcut gerileme manzarasının yarattığı umutsuzukla savrulan insanları da kapsamaktadır. Kabul etmek gerekir ki, devletin devrimci örgütler konusunda yaptığı karşı-propagandayı zaman zaman soldan destekleyen bir dizi saçmalık da (Ortadoğu tipi önderlikler, sol içi çatışmalar, düzeysiz polemikler, vb.) bu insanları etkilemekte ve devrim-örgüt fikrine yönelik bir soğukluk, buralardan da güç almaktadır.
Ancak, bütün bu ayrıntılar ne olursa olsun, şovenist akımla otonom grupların nihai olarak sıradan öğrenciye aynı şeyi vaad etmekte olduğu gözden kaçırılmamalıdır: Riskli örgütlerden uzaklık... Birincisi, öğrenci kitlesine zaten “garantili” ve “koruma altında” bir siyaset yapma zemini sunmaktadır, bu çoktandır biliniyor. İkincisi ise son derece açık bir söylemle ortaya koyduğu düzen karşıtlığına, bütün radikal söylem ve eylemlerine rağmen, yine de ortaya koyduğu “bir arada olma” modeli, geçici, karşılıklı sorumluluklar esasına dayanmayan gevşek ve şekilsiz bir durumdur. En iyi olasılıkta bile bu model, bir devrimi hedefleyen, kalıcı, sürekli bir örgütsel yapı değil, “tutuculuktan ve iktidar ilişkilerinden kaçınma” adı altında gizlenen kaygan bir zemindir. Çoğu kez uluslararası ölçekteki daha çaplı akımların solgun bir kopyası olarak ortaya çıkan bu gruplar, belki “anti-kapitalizm” gibi ucu açık kavramlarla kurdukları dar dünyada mevcut devrimci yapılardan bile daha kan-revan, ateşli bir manzara çizmektedirler ama buna karşın pratikte devrimci örgütlerin taşıdığı fiziki ve hukuki risklere sahip değillerdir.
Yani daha basit bir dille söylenirse, “küresel isyan” çığlıklarıyla ortaya çıkmalarına ve böylece çevrelerindeki insanlara “geniş ufuklu” bir hava vermelerine karşın bu gruplar, burada, bu topraklarda, ne DGM’de ne de poliste devrimci yapıların gördüğü “işlemi” görmemektedirler. Bu ise, zaten devrimci örgütlere yönelik ciddi fobilere sahip öğrenci kitlesinde çekici bir unsur olabilmektedir; çünkü sonuç itibarıyla bu yoldan hem “darkafalı” ve “pasifist” soldan daha “ateşli” bir manzara yaratılmakta, hem de doğrudan “terör örgütü üyesi olmak” gibi bir tehlikeye girilmemektedir.
Bu tür yapıların üniversitelerde zaman zaman birkaç adım atarak güç toplamasının ardında yatan gerçek, iddia edildiği gibi öğrenci hareketindeki tıkanmaya bir çözüm bulmuş olmaları değil, tam da bu gerçekliktir.
Daha da açıkça söylenirse, bu gruplar, devletin örgütlere yönelik gaddarlığının yarattığı kaygı ile postmodern ideolojinin kayganlık-geçicilik övgüsünün buluştuğu bir noktadan kan almaktadırlar ve dolayısıyla “düşmanın yarattığı ortamı avantaj olarak kullanmak” gibi ahlaken berbat bir konumda durmaktadırlar.
Ancak, söz konusu grupların insanları devrimci örgütlerden ve bu topraklarda bir devrim fikrinden soğutma yönünde gösterdikleri çaba, daha az devrimci-örgütsel söylem kullanma, “kitleyi ürkütmeme” gibi geri bir noktadan değil, tam tersine devrimci sosyalist fikirlerin ve doğru devrimci örgüt biçimlerinin öne çıkarılmasıya bertaraf edilebilecektir. Ne üniversitelerde ne de başka herhangi bir alanda devrimci sosyalizm, örgütsüzlük övgüsü yapan akımlarla örgüt kavramını yozlaştıran örnekler arasına sıkışmak zorunda değildir. Devrimci yenilenme perspektifiyle yürüyen devrimci sosyalist hareket, marksist-leninist örgütlenme biçiminin, cehalet ürünü iddiaların tersine son derece kapsayıcı ve dönüştürücü olduğu kanısındadır ve kendi yapılanışını da böyle örmektedir.

Devrimci Sosyalizm Üniversitelerde Ne Yapmak İstiyor?
Bütün bunları ortaya koyduktan sonra daha somut bir noktaya gelirsek, ilk söyleyeceğimiz şey, devrimci sosyalizmin her şeyden önce, yukarıda eleştirisini yaptığımız yaygın eğilimlerin dışında, kendi tarzıyla yürümek istediği ve yürüyeceğidir. Bu, hiç bilinmedik, “yepyeni” örgütsel biçimler keşfetmek anlamına gelmiyor; esasen şu andaki durumdan şimdiye dek kullanılmış ve kullanılmakta olan biçimler, kulüpler, derneklerin, vb. sorumlu tutulması da doğru değildir. Sorun bu biçimlerde değil, temel anlayışlar düzeyindedir.
Devrimci sosyalizm, öncelikle devrimci kimliği örtük tutan bir yaklaşımdan uzakta durarak kendi devrimci perspektifini açıkça ortaya koymayı ve alanın sorunlarını da bu anlayışla gündemleştiren bir çalışmayı kendi stratejik hattına parelel kılmak istiyor. Bugünkü siyasal-toplumsal düzenin, oligarşik diktatörlüğün yıkılması amacını açıkça ortaya koyan devrimci sosyalizm, mevcut koşullar altında sınırlı ya da geniş olsun üniversitedeki her faaliyetine böyle yaklaşıyor. Daha önce de söylediğimiz gibi biz, son derece gerçekçi bir yaklaşım ortaya koyuyoruz ve gerek öğrenci hareketindeki gerekse de diğer alanlardaki krizin bu alanların içinde mevcut yollardan “daha fazla çalışarak” aşılamayacağını açıkça ifade ediyoruz. Krizin aşılmasını genel bir politik müdahale planına bağlamayan, bu planı da politikleşmiş askeri savaş stratejisi üzerine kurmayan her yaklaşım, zaman zaman geçici “başarı”lara imza atsa da nitel bir sıçrama yakalayamayacaktır.
Dolayısıyla devrimci sosyalizm, çalışmasının ağırlığını özel bir “öğrenci kimliği” üzerine değil, dünya ve Türkiye’nin genel tablosu, bu tablo içinde emekçi sınıfların uğradıkları genel saldırı üzerine kuruyor ve “özgül” sorunları da bu çerçevede ele alıyor. Devrimci sosyalizm, örneğin YÖK’e karşı yürütülen mücadelenin hâlâ çok anlamlı olduğunu düşünüyor ama öte yandan yirmi yılda sadece YÖK üzerinden değil, hayatın bütün alanlarından sürdürülen tarihin en kapsamlı çürütme-parçalama faaliyetinin bir bütün olarak ele alınması ve bir karşılık üretilmesi gerektiğine inanıyor.
Bu çaba ise, bugünkü statükoların sözünü ettiğimiz politik müdahale tarzıyla sarsıntıya uğratılmasını temel almakla birlikte, bu eksen etrafında yürütülecek çok yönlü bir politik, ideolojik, kültürel mücadeleyi de içeriyor. Olanaklar ölçüsünde emekçilerin dünyasına giden ve oralarda kökleşecek kurumlar aracılığıyla postmodern saldırıyı karşılamaya çalışan devrimci sosyalizm, bireyciliğin yerine toplumsallığı ve dayanışmayı, çürüme kültürünün yerine devrimci kültürü, parçalanma eğiliminin yerine bütünlüklü insanı, gericiliğin yerine bilimsel sosyalist aydınlanmayı inşa etmeye çalışıyor.
Kısacası, devrimci sosyalizm, sürecin yarınki ihtiyaçları ve oluşabilecek yeni durumlar şimdilik bir yana konulursa, bugünkü koşullarda üniversiteleri de kapsayan devrimci çalışmasının ağırlığını üniversitenin içine değil, onun dışına, emekçiler dünyasına, onların yaşadıkları-çalıştıkları alanlara, bölgelere, vb. kuruyor. Bunun pratikteki sonucu ise, üniversitenin özgül sorunlarının da gözetilmesi, ama esas olarak öğrencinin dışarıya, sokağa, ezilenlerin ve yoksulların dünyasına çağırılması, sorunun böyle bütünlüklü bir anlayışla ele alınmasıdır.
Öğrenci ile hayat arasındaki mesafenin kapatılması, böylece bugünkü üniversite yaşamının anti-sosyal, yalnızlık ve bunalım üretici boşluğunun emekçilerin sosyal-kültürel zeminlerinde doldurulması, bugünün en önemli adımıdır. Devrimci sosyalizm, öğrencinin dünyasındaki büyük boşluğun, çorak iç dünyasının doldurulması, onun sosyal hayatının dayanışma ilişkileri temelinde yeniden kurulması gerektiğini düşünüyor ve çalışmasının eksenine bunu koyuyor.
Bu, yalnızca üniversite bünyesinde mümkün olacak bir şey de değildir; bu, okul dışında da, hatta daha çok da orada, varoşta, yoksul insanların dünyasında mümkündür; daha doğrusu bu ikisi birlikte ele alınabilir.
Kolayca anlaşılacağı gibi bu, kitleselleşme sorununun bugünden yarına kısa sürede aşılacağı yönünde bir vaat değildir. Devrimci sosyalizm, üniversiteli devrimciye böylesi kof umutlar saçmak niyetinde değildir. Esasen böyle bir vaat ya da “müjde”ye sahip olmamak da bugünkü koşullarda bir kusur değildir; asıl kusur geleneksel yoldan yürütülen çalışmanın böyle bir kitleselliği üreteceği ya da ürettiği yolunda yanılsamalar yaratmaktır. Çünkü bu, sonuçta daha vahim düşkırıklıklarını beraberinde getirmektedir.
Bugünkü politik ortam içinde bütünlüklü bir devrimci çalışmanın, öğrenci kitlesine gelip-geçici, kaygan ilişkiler sunan gruplara göre bazı dezavantajlarının olduğu düşünülebilirse de, bu doğru değildir. Devrimci sosyalist hareket, kendine özgü devrimci örgütlülük ilişkileriyle bu güçlük gibi görünen durumun üstesinden gelebilme yeteneğine sahiptir. Tablonun darlığı, bizim de daralmamızı gerektirmez; devrimci çalışmanın güçlükleri ufkun küçültülmesiyle aşılamaz. Postmodern parçalanma eğilimine karşı sorunların ve çözümlerin bütünlüğünü ortaya koymak, ertelenemez bir görevdir.
Eğitimdeki düzey düşüklüğünden, harçlardan söz ederken tekstil atölyelerinin vahşi düzeninden ya da Kara Afrika’nın korkunç sefaletinden kimin sorumlu olduğu sorusuyla birleştirmek ve genç insanı (sık yapılan şu gerici esprideki anlamıyla değil) hakikaten “memleketi ve dünyayı kurtarmaya” çağırmak, tam da Ne Yapmalı’da söylenen şeydir ve devrimci sosyalizmin asli çizgisidir.
Bu çizgi, hiçbir örgütsel aracı ve söylemi önsel olarak reddetmez. Derneklerden kulüplere, şenliklerden genel ya da lokal öğrenci yayınlarına kadar her araç, bu perspektif içinde kendisine bir yer bulabilir. Asıl sorun, başından beri söylediğimiz gibi bütün bu araçların hangi yöntem ve çalışma tarzıyla kullanıldığı ve nereye bağlandığıdır.
Sonuç olarak, önümüzdeki dönemde devrimci sosyalist hareket, böyle bir perspektif üzerinden yürüyecek ve üniversitelerdeki çalışmasını bu ufuk genişliği üzerine inşa edecektir.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul