İlk elden, öncelikle birkaç temel
saptama yapmakta yarar vardır:
Bir: TDH’nin bir önemli kazanım olarak ele alınması
gerekli bir tarihsel birikimi (geleneği) vardır;
bu birikimin en olumlu ve başlıca öğelerinden biri,
elbette önceki dönemlerde de uç veren, ama 71 silahlı
devrimci atılımı ile kendi yolunu açan direnişçiliktir.
Devrimci direniş geleneği, bir birine eklenen halkalarla,
birbirini besleyen devrimci tavırlarla bu güne ulaşmış,
tek tek her bir devrimci tavrın toplamından çok
daha güçlü bir kazanımı, değerler toplamını ifade
etmektedir. Sınıf savaşımının her alanında, devrimci
zeminde boy atan yaratılan bu devrimci gelenek,
devrim ve sosyalizm kavgasının olmazsa olmaz en
temel varlık koşuludur. Reformist-liberal-tasfiyeci
sol’un iddialarının tersine, bu gelenek, sosyalist
hümanizmle çelişmemektedir. Bu gelenekte tek başına
“acı-göz yaşı-ölüm...” yoktur, dahası tek başına
“direniş” de değildir, devrimi ileri taşıyan dün
ile gelecek arasında güçlü tarihsel bağlar kuran
bir işleve sahiptir. Geleneği olmayanın geleceği
de olmaz; böyle bir gelenekten beslenmeyenin devrim
iddiası da olmaz. Ayrıca, bu devrimci gelenek tek
başına devrimci sosyalizm dahil, tek bir çevrenin,
akımın, partinin vb. değil, devrimci sosyalizmin
de içinde yer aldığı, devrimci hareketin ortak kazanımıdır,
ortak bedellerle yaratılmıştır. Bundan dolayı bu
devrimci direniş çizgisi “meta” haline dönüştürülemez,
politik rantın aracı olamaz, tam devrimci sorumlulukla
korunup geliştirilmesi görevdir. Mahir’den bu yana
devrimci sosyalizm, bu devrimci geleneğin yaratılmasında
önemli katkılar sunmuştur; bunu devrimci yaşamın
doğal bir parçası olarak ele almıştır. Dahası bu
devrimci geleneği sahiplenirken, kendi dışında tüm
devrimci kesimlerin katkılarını önemsemiş, bu devrimci
geleneğin bir parçası olarak değerlendirmiş, ortak
devrim ve sosyalizm değeri olarak bilince çıkarmıştır.
İki: Ancak bu devrimci gelenek, TDH’ne musallat
olan Ortadoğu tipi önderlik tarzıyla, “reel politika”cılık
tarzıyla, sınır tanımayan bir pragmatizmle lekelenmiştir.
Elbette bu bir sonuçtur; bu sonucun ideolojik-politik-kültürel-örgütsel
kaynakları vardır, küçük burjuva devrimciliğinin
tezahürleridir. Bu küçük burjuva devrimciliği, konumuzla
bağı açısından, teorik ve siyasal darlık olarak
da ortaya çıkıyor. Bununla sakatlanmış küçük-burjuva
devrimciliği için teori en genel temel yaklaşımların
tekrarından ibarettir, “dar politikacılık” kaba
bir taklitçilikle kutsanır, teori ile pratik arasında
kapaması mümkün olmayan mesafeler yaratılır. Yani
özünde “teori” bir yana atılırken, her şeye “ilaç”
olacağı iddiasına rağmen, “pratik” tümden sakatlanmış
olur. Bu “ufuksuzluk” olarak da tanımlanabilir;
bu “ufuksuzluk”, her şeyi kaba ve toptancı bir tasnife
tabi tutar, Materyalist tarih anlayışı ve yöntemden
uzaktır ve bir kazanım olan devrimci direniş çizgisinin
savunma tutumundan öteye taşınmasını engeller. Devrimci
sosyalizm, bu küçük burjuva devrimciliği ile, bu
alan dahil her alanda, en başta da, programatik
platformda temelde farklıdır. Devrimci sosyalizm,
devrimci direniş geleneğini kendi ile sınırlı tutmazken,
bu kesimlerin katkısını önemserken, direniş birikimlerini
ele alışta, dahası da küçük-burjuva tarzın ideolojik-
politik-kültürel-örgütsel kaynakları ile arasına
kalın bir çizgi çeker.
Üç: emperyalizm, dünyanın 1/3’de zafer kazanan sosyalizmin
ülke pratiklerinin önce revizyonizmin elinde yozlaşması,
90’lı yıllarda ise çöküşü ve ulusal/halk kurtuluş
mücadelelerindeki gerilemeyle birlikte önemli bir
taktik üstünlük elde etmiştir. “Reel Sosyalizm”in
çözülmesi, ulusal/halk kurtuluş savaşlarında yaşanan
gerileme vb. faktörler, stratejik olarak çöküş-kriz
sürecinde olsa da emperyalist saldırganlığı hızlandırmış,
bu süreci tamamlayan emperyalist-kapitalist restorasyon
ile birlikte yeni bir tarihsel sürecin başlangıcını
ifade eden dünya tablosu ortaya çıkmıştır. Ekonomik
alanda “özelleştirme”, “esnek üretim”, “devletin
ekonomiden elini çekmesi”, “mali sermayenin başatlığı”
vb. öğeleri içeren neoliberal politikalar temelinde
vahşi bir sömürü ve sosyal yıkım, siyasal alanda
yeni-sağ politikalar temelinde her türlü demokratik
hakların bir yana atılması ve yeni versiyonları
temelinde faşizmin yeni-sömürgelerde güçlendirilmesi,
emperyalist işgal ve saldırganlığın olağanlaştırılması,
sosyal-kültürel alanda, postmodern kültürün halklar
üzerine püskürtülmesi, insanın hiçleştirilmesi ile
genel çerçevesi çizilen bu saldırı programı; “yeniden
yapılanma”, “küreselleşme” vb. adı altında, emperyalist-
kapitalist sistemi yeniden düzenliyor. Örneğin,
11Eylül’de ABD emperyalizminin “ikiz kuleler” ve
“Pentagon”a saldırı, hala bir çok karanlık noktalarına
rağmen, sadece tarihten bir gün olmaktan çıkıyor,
bu yeni tarihsel sürecin bütün çelişkilerinin önünü
açıyor, tüm iğrenç “demokrasi”, “insan hakları”
söylemlerini paçavraya çeviriyor, ABD emperyalizminin,
özellikle Ortadoğu’da yeni hamlelerinin önünü açıyor
“ya bizdensiniz ya değilsiniz” söylemi ile halklara
savaş açılıyor. Emperyalist güçlerin dünyanın yeniden
paylaşımında en temel tezlerinden biri olan, “Avrasya’ya
hakim olan dünyaya hakim olur” bu süreçte, önce
Afganistan işgali, sonra Irak işgali ile pratik
bir olguya dönüşüyor. “Şer ekseni” olarak emperyalizm
tarafından tanımlanan İran, Kore Demokratik Halk
Cumhuriyeti, hatta Suriye gibi ülkeler, halklar
sırasını bekliyor. Emperyalizmin böylesi kapsamlı
saldırı programı; “demokrasi”, “özgürlük” vb. değil,
ilhak, yeni mandacılık, yeniden sömürgeleştirme
vb. gibi, yeni emperyalist egemenlik biçimlerini
getiriyor. Ve tüm bunların, zeka özürlü Bush’un
“marifet”i değil, stratejik bir bakış açısının,
bu yönde bir dizi araştırma-geliştirme projelerinin,
stratejiyi emperyalizmin “bilim” haline dönüştürmesinin
sonucu olduğu biliniyor.
Dört: TC oligarşisi, emperyalist-kapitalist sistem
içinde, bölgesel çapta rol oynayan bir güçtür. Emperyalizmin
ve onun işbirlikçisi tekelci sermayenin ana gövdeyi
oluşturduğu oligarşi, egemen sınıflar blokudur,
dahası bunun siyasal örgütlenmesidir. Yeni-sömürgecilik
ilişkileri içinde ortaya çıkan, giderek güçlenen
oligarşi, 90’lı yıllarda yeni rol üstlenmiş, emperyalizmin
stratejik çıkarları doğrultusunda kendini yeniden
kurumlaştırmaktadır. Çoğu kez sanıldığı gibi, 1970’lerin
söylemi ile “zayıf ve cılız”değil, “muz cumhuriyeti”
hiç değil; Osmanlı İmparatorluğundan almış olduğu
yönetim birikimi ve 1920-50’li yılların bonapartist
devlet geleneğinin olanaklarını kullanarak-aşarak,
yeni-sömürgecilik temelinde güçlü-merkezi iktidarını
yaratmıştır. Bir hamlede, bir kaç vuruşla dağılacak
değil, ancak uzun süreli bir savaşla, bir çok aşamayı
içeren çok yönlü bir savaşla yıkılabilir. “2. İsrail”
veya “eksen ülke” tanımlamaları doğrudur. Hiçbir
“ulusal” özelliği olmayan, tam tersine “kozmopolitizmi”,
“işbirlikçiliği” ve “tam bağımlı”lığı ifade eden
oligarşi, emperyalist-kapitalist sistem içinde,
bölgesel bir stratejik mevziiyi işgal etmekte, bu
konumun yarattığı olanaklar temelinde kendini sistem
içinde, tüm ekonomik, siyasal krize rağmen, hatta
bu “kriz”le birlikte kendini yeniden üretmektedir.
1980’li yıllardan sonra güncelleşen neoliberal ekonomik
politikalar, F tipi saldırılarına kadar uzanan saldırılar,
KUKM’ni binbir hile ile tasfiye etme programları,
adeta bir yönetim biçimi olan entrika ve komplolar,
YÖK, tarımın tasfiyesi, tahkim, İMF reçeteleri,
“demokrasi” yalanları, AB tartışmaları vb; tümü
bir bütünün parçalarıdır. Çok uzağa değil, günlük
gazetelere bile göz atmak; TÜSİAD raporları, M6
belgesi, ASAM, jeopolitik tartışmaları vb. bakmak,
oligarşinin stratejik bir analize bağlı, stratejik
bir yönelim içinde olduğunu anlamaya yeter. Bunun
için elbette kitlelerin bilincini çarpıtma operasyonlarını
binbir hile ile güncelleştiriyor; dahası, buna uygun
“beyin gücü”nü örgütlemek için, her imkanı kullanıyor;
üstün zekalı çocukları devşiriyor, akademik destek
programları örgütlüyor, bu temelde kendini kriz
içinde üretme olanaklarını yaratmaya çalışıyor.
Bu saptamalara başka ek saptamalar da eklenebilir;
ama bunlar stratejik yönelimin önemi açısından bize
temel fikirleri vermektedir. Emperyalizm ve oligarşi
böylesi bir stratejik yönelim içinde, dönemsel taktik
politikalarını güncelleştiriyor. Ancak TDH, yukarıda
işaret ettiğimiz gibi, tamda bu alanda, “ufuksuzluk”
içindedir; ideolojik-politik-örgütsel vb. açılardan
bir dizi zaaf yaşanmaktadır. Devrimci sosyalizm,
bu genel zaafiyetten uzak değildir, bu genel zaafiyetler,
devrimci sosyalistlerin, bir çok adımında, ilişkisinde
karşısına çıkıyor; bunlarla mücadele edilerek ilerleneceği
açıktır.
Devrimci sosyalizm, önüne büyük hedefler koyuyor.
Bu hedeflere sınırlı bir bakış açısı ve “günü kurtarma”
basiretsizliği ile ulaşmak; veya tersinden “büyük
hedefler”in hayali ile bugünü kazanmaktan uzak,
yaşanılan anı “ıskalamak” pratiği ile ulaşmak mümkün
değildir. Tam tersine, büyük hedeflere büyük irade
ve örgütlülükle, büyük bedeller ödenerek ulaşılır.
Bu gün yarına çıkar, dün bir zincirin halkası olarak
bugüne eklenir. Her şey bu ilişki içinde, tarihsel
süreklilik içinde yerli yerini bulur. Bu süreç zor
ve zahmetlidir; çoğu kez bıktırıcı bir “yeniden”
önümüze çıkar, ama insanlık tarihi, sınıflar mücadelesi,
bunun dışında da bir başka yöntem keşfetmemiştir.
Büyük bir irade gücü ve yüksek bir tempo ile bu
zahmetli ve zorlu yoldan yürünür; kişisel kaygı
ve beklenti, sınıf mücadelesinin dışında her türlü
hesap vb. bir yana atılır, her adım parti-devrim-sosyalizm
düzleminde çoğaltılır. Tarih boşluk tanımıyor, bırakılan
boşluk mutlaka bir başka güç tarafından dolduruluyor;
bundan dolayı atılan hiç bir adım “boşa” gitmiyor,
bir biçimde sınıf savaşımında cisimleşiyor, bazen
bir “deney” bazen bir “kazanım”, bazen de bir “öğretmen”
olarak ortaya çıkıyor. Lenin, “Yenilen ordular iyi
öğrenir” derken tam da, sınıf mücadelesinde bir
yenilginin bile eğer doğru ele alınırsa, doğru çözümlenip
bilince çıkarılırsa, bir kazanıma dönüşeceğine işaret
ediyor.
Hedefimiz nettir; yeni-sömürge Türkiye’de, dünya
devriminin bir parçası olarak, anti-emperyalist,
anti-oligarşik Demokratik Halk Devrimi’ni zafere
ulaştırmak, halk iktidarını kurmaktır. Bu keyfi
bir tercihin ürünü değildir. Demokratik ve sosyalist
görevleri içeren DHD; tüm emperyalist ilişkilere,
bağımlılık biçimine son verecek, faşizmi yıkacak,
sosyalizme yönelecektir. Bu kesintisiz bir süreçtir;
ve ancak, kapitalizmin tümden tasfiyesi ile, tüm
demokratik kazanımlar garanti altına alınabilir.
Proletarya, DHD’de önder gücüdür; işçi-köylü tüm
emekçi sınıflar devrimin temel gücüdür. Ve, böylesi
bir stratejik hedefe; yeni-sömürge, kapitalizmin
egemen üretim ilişkisi olduğu, faşizmin süreklilik
gösterdiği, bu ilişkiler içinde emekçi sınıflar
ile oligarşi arasında suni bir dengenin kurulduğu
Türkiye’de, ancak ve ancak Uzun Süreli Halk Savaşı
ile ulaşılabilir. PASS olarak da tanımlanan Uzun
Süreli Halk Savaşı; şehir-kır birleşik gerilla savaşı
ile, silahlı propaganda ve diğer kitlesel mücadele
biçimlerinin diyalektik bütünlüğünü içerir. Bu politikleşmiş
askeri savaşa parti önderlik eder; parti zafere
ulaşmada tek örgüt biçimi değildir, cephe ve ordu
örgütlenmeleri savaşımın temel yapılarıdır ve zaferin
garantisidirler.
Strateji ve Taktik
Bu özet, stratejik bir bakış açısıdır, hedefi
ve ana yönelimi ifade ediyor. Elbette, bu stratejik
doğrultunun bir dizi başka teorik-siyasal gerekçesi
vardır, ama bunlar, bu yazı çerçevesinde konumuz
da değildir; fakat, bu temeldeki bir dizi temel
tez, programatik platformu ifade eder. Devrimci
sosyalizmin, tam da bu açıdan güçlü bir teorik-siyasal
zemini olduğu biliniyor. Bu stratejik doğrultu
veya programatik temel tezler, bugünden yarına
değişmez. Bir tarihsel sürecin sınıfsal analizine
dayanan bu stratejik yönelim, ideolojik-politik
birliğin ilkeleri olduğu gibi, ancak, bir tarihsel
dönem yerini bir başka tarihsel döneme bıraktığı
ölçüde, süreklilik ve kopuş diyalektiği ekseninde
kısmen veya kapsamlı değişime uğrar veya yeni
özelliklerle zenginleşir.
Stalin’in strateji üzerine, özet ve önemli, devrimci
sosyalistlere klavuzluk eden sözlerini hatırlayalım;
“Strateji, devrimin verili aşaması temelinde,
proletaryanın ana darbesinin doğrultusunu saptamak,
devrimci güçlerin mevzilenişi (ana ve ikincil
yedek güçlerini) için uygun plan hazırlamak, devrimin
verili aşamasının tüm süreci boyunca bu planın
gerçekleşmesi için çalışmaktır.” (Leninizmin Sorunları,
S.78)
“Strateji, devrimin ana güçleri ve onların yedekleriyle
uğraşır. Devrimin bir aşamadan diğerine geçişiyle
değişir, fakat verili aşamanın tüm dönemi boyunca
esas olarak değişmez.” (Leninizmin Sorunları,
s.80)
Hiç şüphesiz, devrimin ana yöneliminin böylesine
net ele alınıp, tanımlanması önemlidir, zorunludur.
Ancak, devrim ve sosyalizm kavgasında, sınıf mücadelesinin
çok yönlü gelişimi ve ihtiyaçları üzerinden, bu
çerçeve herşey demek değildir. Adı üzerinde, bu
bir “ana yönelim” veya “çerçeve”dir, hatta bir
platformdur. Bu “genel” olanı ifade eder, bu doğrultunun
ana hatlarını içerir. Sorunu bununla sınırlı ele
almak, en hafif ifade ile, kitle mücadelesinden
uzaklaşmak, sınıf mücadelesinin sorunları karşısında
yetersiz kalmaktır, politik darlıktır. TDH’de,
zaman zaman vurguladığımız gibi, en ilerisinden
,böylesi bir çerçevenin tekrarı sık sık görülür;
bu, politik mücadelenin önemini kavramamak, teorik
yetersizlik, hatta teori ile pratik arasında bir
“yarılma” olarak kendini gösterir. Halbuki, ideolojik-politik
hattın ana doğrultusunu ifade eden böylesi bir
çerçeve, sınıf mücadelesinin zengin deneyi içinde
sınanmalı, her vesile ile, politik mücadelenin
ihtiyaçları temelinde yeniden üretilmelidir. Devrimci
teori olmadan devrimci pratik olmaz; devrimci
teori ile yolu aydınlanmayan pratik, dar pratiktir,
sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını karşılamaktan
uzaktır. Sınıf mücadelesi, bir dizi zenginlik
yaratır; “bütün teoriler gridir, yaşam ağacı ise
yeşil” (Goethe). Devrimci teorinin, stratejik
yönelimin üretilmesi işi bir kez yapılarak sona
eren bir şey değildir. Ancak, devrimci pratik
ile zenginleşin teori, sınıf savaşımına kılavuzluk
edebilir. O halde, stratejik ana yönelim ile teorik
yönelim; strateji ile taktik arasındaki diyalektik
ilişkiyi kurmak, devrimci sosyalizm için yaşamsaldır.
İşte, proletarya partisinde aranan; olmazsa olmaz
koşul olan “eylem ve irade birliği” ancak, bu
ilişkinin cisimleşmesi ile mümkündür.
Proletarya partisinin davranış biçimini saptayan,
buna uygun şiar ve örgütlenme biçimlerini ön plana
çıkaran, somut bir hedefi ve ona ulaşmayı içeren,
stratejiyi tamamlayan taktik; tam da bundan, dönemsel
ve kısa erimli süreçleri içerdiği için, son derece
çeşitli biçimlerde ifadesini bulur. Strateji öyle
her gelişme ile değişmez, ancak temel toplumsal
ilişki ve dinamiklerin değişimine bağlı olarak
değişim yaşanır. Öte yandan, her somut-güncel
süreçte, elbette strateji ile ilişkili olarak,
taktik politikalar değişir, çeşitlilik gösterir.
Sınıf ilişkilerinde, nesnel ve öznel koşullara,
devrimin alçalma ve yükselme dönemlerine, kitlelerin
yönelimine vb. bakarak, proletarya partisi, farklı
dönemlerde farklı taktiklere başvurur.
Yine, Stalin’den okuyalım;
“Taktik, hareketin kabarma ve alçalma, devrimin
yükselme ve alçalmasının nispeten kısa dönemi
için proletaryanın davranış çizgisini saptamak,
eski mücadele ve örgütlenme biçimlerinin ve eski
şiarlarının yerine yenilerini geçirmek, bu biçimleri
birbiriyle birleştirmek vb. bu çizginin uygulanması
için mücadele etmektir. Strateji, diyelim ki,
çarlığa ya da burjuvaziye karşı savaşı kazanma,
çarlığa ya da burjuvaziye karşı mücadeleyi sonuna
kadar götürmeyi hedef edinmişse, taktik daha az
önemli hedefleri önüne koyar; çünkü onun hedefi,
bütün olarak savaşı kazanmak değil, devrimin verili
yükselme ya da alçalma dönemlerindeki somut duruma
uygun şu ya da bu muharebeyi, şu ya da bu çarpışmayı,
şu ya da bu kampanyayı, şu ya da bu eylemi başarıyla
gerçekleştirmektir. Taktik, stratejinin bir parçasıdır,
ona bağlıdır ve ona hizmet eder.” (Leninizmin
Sorunları, S.80)
“Taktik proletaryanın mücadele ve örgüt biçimleriyle,
bu biçimlerin değişmesiyle uğraşır. Devrimin verili
bir aşaması temelinde taktik, devrimin kabarma
ve alçalma, yükselme ve geri çekilmesine göre
birçok kez değişebilir.” (Leninizmin Sorunları.
S.81)
Taktik politika veya taktik yönelim/ya da planda;
proletarya partisi, ulusal, uluslararası koşulların,
sınıfsal ilişkilerin, kitlelerin yönelimi ve ruh
hallerinin, kitlelerin taleplerinin, devrimci
deney ve öznel koşulların vb. tam bir değerlendirilmesini
yapar. Böyle bir değerlendirme; nesnel-öznel koşulların
tam bir analizi olmadan, stratejinin bir parçası
olarak taktik politika veya plan amacına ulaşamaz.
Örneğin “taktik” adına salt öznel örgütsel ihtiyaçlar
üzerinden politika belirleme; “kitlenin devrimci
ruhu” çoğu kez abartılarak yada küçümsenerek,
tek başına bunun üzerinden “taktik” politika inşa
etme, genel ve kaba bir söylemle “tutarlı taktik”
adına güncel nesnel-öznel koşulları göz önünde
bulundurmama; kaba bir “devrimcilik”le taktikle
stratejiyi karıştırma TDH’de sık yaşanan olumsuzluklardır.
“Taktik” üzerine tartışmalar, belki de en çok
seçim dönemlerinde yaşanır. Kaba bir “boykotculuk”
bu ülkede 1970’den bu yana vardır; faşizm tespiti,
parlamentonun “ahır” olduğu, demokrasi oyunu vb.
sıralanır, elbette çözüm devrimdir, “boykot” politika
olarak belirlenir. Bu gerekçelerde doğruluk yanı
vardır, ama bunlar genel söylemin kaba bir tekrarıdır;
kitlenin yönelimi, devrimci durumun içinde bulunulan
koşullardaki düzeyi, öznel-örgütsel çalışmaların
durumu vb. hiç dikkate alınmaz. Ve “tutarlılık”
adına 30yılı aşkın “boykot” savunulur; bu otuz
yılda koşullar ve sınıf ilişkileri hiç mi değişmedi?
Bu sorunun yanıtı yoktur; veya kaba bir “yarı-feodal,
yarı-sömürge” tesbiti vb. ile geçiştirilir. Hatırlatalım;
1905 Rus devriminde “boykot” doğru bir taktiktir,
Lenin’in ifade ettiği üzere, 1906 “boykot”u da
yanlıştır; sosyo- ekonomik ciddi bir değişim yoktur;
ama devrimin alçalma ve yükselme, kitlenin yöneliminde
ve öznel koşullardaki bu değişim temelinde 1905
boykotunu doğru, 1906 boykotunu yanlış olarak
tanımlıyor. Aynı eksende, yine seçim sorununda,
her dönem, “parlamentodan yararlanma” adı altında,
özellikle reformist-legalist solun, klasik taktiği
vardır; bunlarda, yukarıda özetlediğimiz nesnel-öznel
koşulların tahliline değil, “öznel ihtiyaçlar”
üzerinden bu taktiği belirlerler.
Benzer tartışmalar, F tipi saldırılarında da yaşanmıştır.
Reformizm, F tipi saldırılarını, buna karışı ölüm
orucu eksenli direnişi gündemine bile almaz ve
oligarşinin şimşeklerini üzerine çekmemek için
direnişten uzak durup, hatta onu mahkum etmeye
çalışırken, tüm bunlar “taktik” adına yapılmıştır.
96 Ö. O.-SAG. tartışmaları hala hatırlanmakta,
yazan ve okuyanın anlamadığı anlamasının da mümkün
olmadığı “ayrım”lar “taktik” adına TDH’de tartışılmıştır.
Elbette reformizmin “intihar” iddialarının tersine,
Ö.O eylemi savunma zemininde kimi süreçlerde bir
zorunluluğun ifadesi olarak kaçınılmazdır. Hapishaneler
bağlamında stratejik F tipi saldırısına karşı
gelişen direniş bu noktada en önemli örneklerden
birini oluşturmaktadır. Öte yandan, her taktik
mücadele biçimi gibi bu eylem biçiminin de sınırları
söz konusudur. Üç yıllık mücadele bu yönde zengin
deneylerle doludur. Bir taktik politika olarak
somutlaşan, savunulan ve uygulanan Ö. O; siyasal
işlevini yitirdiği, destek güçlerinin devrimci
hareketin aleyhine döndüğü, direnişçi tutsak sayısının
asgariye indiği, eylemin rolünü tamamladığı, vb.
koşullarda aşılmak zorundadır. Direniş (mücadelenin)
bir biçiminin direnişin (mücadelenin) kendisinin
yerine geçmesi araçların amacın yerine geçmesi
anlamına gelir.
Dikkat edilirse, seçmiş olduğumuz bu iki örnekte,
“taktik” adına yapılan, yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, tek yanlı bir değerlendirme ve/veya öznel/örgütsel
ihtiyaçlar üzerine kurulmuştur. Ve bundan dolayı,
eksik ve yanlıştır.
“... Kitlelerde devrimci ruh hali olmadan, böyle
bir ruh halini gelişimini teşvik eden koşullar
olmadan, devrimci bir taktik elbette eyleme dönüşemez,
fakat Rusya’da bizler son derece uzun, ağır, kanlı
deneyimlerle, devrimci taktiğin sadece devrimci
ruh hali üzerine kurulamayacağı gerçeğini öğrendik.
Taktik, her verili devletin (ve onu çevreleyen
devletlerin ve tüm devletlerin, yani dünyadaki
tüm devletlerin) tüm sınıf güçlerinin soğuk kanlı
ve sımsıkı nesnel bir değerlendirmesine ve devrimci
hareketin deneyimlerinin hesaba katılmasına dayandırılmak
zorundadır...” (Lenin/sol komünizm /SE.10, sf:120)
Ayrıca taktik, Lenin’in ifade ettiği gibi, “bütün
durumlar için bir reçete yada genel kural”ı rededer;
“Her özel durumda doğru yolu bulabilmek için insanın
kendi aklını kullanmasını” öngörür. Ve taktiğin
amacı, stratejiye bağlı olarak “proleter sınıf
bilincinin, devrimci ruhun, savaş ve zafer geleneğinin
genel seviyesini düşürmek için değil, yükseltmek
içindir” (Lenin). Sınıf savaşımını geliştirmeyen,
kitlesini devrime hazırlamayan veya bu hazırlığa
hizmet etmeyen, kitlesini bu deneyle eğitmeyen,
parti faaliyetlerini çoğaltıp örgütlü savaşımda
bir kazanıma dönüştürmeyen, strateji ile bağ kurup
yönünü ileriye çevirmeyen bir “ taktik”, belki
“taktik” olur ama bunun adı “devrimci taktik”
değildir. Taktik politika içinden geçilen süreçte,
nispeten kısa dönemde, tüm alan ve çalışmaların
yönünü belirler, onları birbirine bağlar, illegal,
yarı-legal, legal tüm alanları adeta bir şerit
gibi keser. Zaten politika sanatı da budur; zincirin
bütününü elde etmek için, o konjonktürde, o taktik
evrede, doğru halkayı yakalamaktır. Eğer sadece,
“iyi devrimciler” veya “iyi insanlar” değil, doğru
çözümleme ve tespitler yapan marksistler değil,
sınıf savaşımında ciddi bir özne olmak istiyorsak,
ki devrimci sosyalizmin böyle bir hedefi ve iddiası
vardır, işte bu ilişkiyi doğru kullanmamız, devrimci
politikanın gereğini yapmamız zorunludur.
Devam edelim... Lenin Rus devriminin temel derslerini,
örneğin “sol komünizm”de özetlediği, hatta bu
derslerin doğrultusunda 3. Enternasyonalin strateji
ve taktiğini geliştirdiği biliniyor. Ve, 2. Enternasyonal’e
karşı, dünya devrimi perspektifi ile, Zimmervarld
solu olarak ilk adımını atıp, Ekim Devrimi sonrası
kurulan 3. Enternasyonal, Lenin’in ifadesi ile
“burjuvazinin mükemmel stratejisinin gerisindedir”.
Ancak, öğrenmeyi önüne koyan Lenin ve 3. Enternasyonal
komünistleri, stratejiyi “bilim” olarak tanımlamışlardır.
“Alman Komünistlerine Mektup”ta yapılan bu tespit,
özünde, strateji-taktik ilişkisinde bir sıçramadır.
Strateji bilimi; insanlığın tüm tarihsel birikimi
üzerinden, tüm bilim dallarından (tarih, coğrafya,
matematik, biyoloji, fizik, kimya, tıp, felsefe,
siyaset, ideoloji, askerlik vb.) beslenir, bunları
en üst düzeyde sentezler. Doğal olarak, bu bilim,
bir analizi içerir, materyalist bakış açısı ve
diyalektik yöntem temel bir rol oynar. Diyalektik
ve tarihsel materyalizm bir yana atılarak, stratejik
bir analiz yapmak mümkün değildir; burjuvazi bile
bu gerçeğin farkındadır, elbette kendi sınıf çıkarı
doğrultusunda, bu yöntemi kullanmaktadır. Ancak,
bu yöntemle; olgu ve süreçler arasındaki ilişki,
parça-bütün ilişkisi doğru ele alınıp, yerli yerine
oturtulabilir, çelişki-zıtların birliği, nicel
birikim ve nitel dönüşüm vb. ile ana yönelimler
saptanabilir. Bu yöntem, proletaryanın felsefesi,
strateji ve taktik ilişkilerinde, proletarya partisi
için, muazzam bir silahtır. Ve, bunun üzerinden,
kararlı bir irade ve öznel gücün seferberliği;
devrimin tüm potansiyelini harekete geçirebilir,
kazanımların yolunu açar. Bir çok devrim deneyimi,
bu arada Türkiye ve Mezopotamya devrim deneyimleri
bunun zengin örnekleri ile doludur.
Yolumuz Açıktır
Sınıfın elinde bir silaha dönüşen strateji bilimi,
elbette oligarşi için başka, proletarya için başka
amaca hizmet eder. Oligarşi; bu bilimi kullanarak,
gerici siyasetini “jeopolitik” tartışmaları içinde
yaygınlaştırır, tüm karşı-devrimci deneyleri sentezleyip
“özel savaş” veya “psikolojik savaş”, “düşük yoğunluklu
savaş-düşük yoğunluklu demokrasi” adı altında
tezler, projeler, pratikler geliştirir, bin bir
hile ve komplo ile sınıfsal-ulusal mücadelenin
üstü örtülmeye çalışılır, zor yoluyla ve postmodern
kültürün çeşitli versiyonlarıyla kitlelerin bilinci
çarpıtılmaya dönük kapsamlı faaliyetler geliştirir.
Bu çemberin kırılması, proletaryanın bu bilimi
doğru kullanması ile mümkündür. Proletarya da,
ancak bu çemberi kırdığı ölçüde, kendi için sınıf
olur, tarihsel ve siyasal rolünü oynayabilir.
İçe kapanma, dar cemaat ilişkileri, bölgecilik-hemşericilik,
rekabet vb., proletaryanın evrensel bir sınıf
olma gerçeği ile çelişir; proletarya evrensel
bir sınıftır, ama, kapitalizm kapitalizm olarak
kaldığı ölçüde, bu tip içe kapanma, darlaşma,
parçalanma, rekabet, vb.’den kurtulamaz. Tüm bunları
parçalamanın yolu, proletaryanın kendisi için
sınıf olmasıdır; proletarya partisi, sınıfa “yukarı”dan
bilinç taşıyarak, ona devrimci eylemin öznesi
olma yolunu açarak bu süreç aşılır.
Dikkat edilsin; TDH’ne bir virüs gibi giren “bölgecilik”
veya Lenin’in ifadesi ile “çevre ruhu”, parti
örgütlenmesi ve parti ruhu ile çelişir. İçe kapanma,
kapalı devre bir ilişki ile bir iç dünya, “cemaatleşme
eğilimi; buna özgü bir hiyerarşi ve karikatürleşmiş
“askeri disiplin” hiç de TDH’den uzak değildir.
Mekanik kavrayış, basma kalıp cümleler, herhangi
bir devrimci dergiyi okuduğumuzda hemen görebiliriz;
cümlenin başı okunursa, sonunun nasıl olacağını
biliriz. Atalet/tembellik, çoğu kez, “birşey çıkmaz”
söylemi ile kamufle edilip, birçok imkan-olanak
bir yana atılıyor; veya tersinden basit bir ilişki
ve küçük/yerel bir olumlu örnek üzerine “koca
bir dünya”, oldukça abartılı kurulabiliyor. Örnekleri
çoğaltabiliriz; tüm bunlar toplumsal bir zeminden
kaynaklanıyor, ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi,
sınıf bilincinin körelmesi/veya gelişmemesi, stratejik
bir bakış açısına ulaşamamayı ifade ediyor. Yerel-evrensele;
parça-bütüne; olgu-sürece; birey-partiye/veya
topluma; nicelik-niteliğe vb. ancak böylesi bir
çerçeveye sahip olmakla bağlanabilir.
Demek ki, stratejiyi ve taktik ilişkilerini, “bilim”
düzeyine çıkarmak; buradan alışkanlıklara, statülere,
dengelere, geri olan herşeye karşı mücadele etmek,
bunu bilince çıkarmak zorunludur. Bu çoğu kez,
öncelikle, kafalarda oluşturulan, elbette, işaret
ettiğimiz gibi, mevcut toplumsal zemin ve ilişkilerden
beslenen kalıpların, sınırların parçalanması ile
mümkündür. Yaşam öğretiyor; bir çok deney, tam
da bu yönde öğreticidir. Bunu bilince çıkarmak,
dahası, stratejik bir yönelimle taktik politikaları
tespit etmek, ve bunları kararlılıkla uygulamak,
zorunludur. Sınıf mücadelesinde, politik özne
olmanın, böyle bir politik öznenin bir parçası
olarak, devrimci sosyalist olmanın yolu budur.
“Bir kez tutulan rota, hedefe giden yol üzerindeki
tüm ve her türden zorluklar ve karışıklıklara
rağmen şaşmadan izlenmelidir; bu öncünün, mücadelenin
ana hedefini gözden kaybetmemesi
ve hedefe yönelen ve öncünün çevresinde toplanmaya
çalışan kitlelerin yoldan sapmaması için zorunludur.”
(Stalin/Leninizmin Sorunları, S.84)
Anlaşılacağı gibi, stratejiye bakış açısı, devrimci
sosyalizm için bir zorunluluk; ama, bu tek başına
yeterli değildir, bu stratejik bakış açısı, somut
taktik politika ile anlamlıdır. Dahası, tüm bunlar
ancak ve ancak somut örgüt ve mücadele biçimlerine
dönüştüğü ölçüde, çizilen ana yönelim ve belirlenen
taktik politikaları ısrarla, şaşmadan takip edildiği
ölçüde bir kazanıma dönüşeceği açıktır. “Taktik”
ve “esneklik” adına, tutarsızlığı, kimliksizliği
politika yapmak; atılan her adımın ciddiyetinden
uzak tutum ve davranış içinde olmak; ufuk darlığı
ve emek cimriliği yapmak; atılan her adımı, ortaya
konan her politikayı somut örgütsel biçimlere dönüştürmemek,
bizim işimiz olmaz, bu tip örneklere de müsaade
edilemez. Devrimci sosyalizm, bütünsel bir politik
özneyi inşa etmeyi, bunun için her alanda somut/taktik
politikaları adım adım örmeyi hedefliyor. Atılan
her adım, örneğin, açık alanda adım adım somutlaşan
politik-kültürel odaklar yaratma açılımı, laf olsun
diye değil, “bizim de olsun” hiç değil, herhangi
bir örneğin kaba bir tekrarı değil, dönemin politik-kültürel
kitle hareketini yaratmak için zorunludur.
Devrimin nesnel koşulları birçok imkanı yaratıyor,
ama, nesnel koşullar ile öznel koşullar arasındaki
mesafe, uzun yılları kapsayan bir zaman diliminde,
bir hayli açıktır. Açlık-yoksulluk-yabancılaşma-baskı
vb. olgular düzene tepkiyi doğuruyor; ancak, binbir
bağla kitleler tekrar baskı ve terör eşliğinde düzene
bağlanıyor. Sınıfsal çelişki her zamandan daha yoğun;
bu net. Devrimci bir politik özne ihtiyacı her zamankinden
daha yakıcı. İşte, yeniden inşa sürecimiz, bu yöndeki
stratejik bakış ile taktik politikalarımız son derece
anlam kazanıyor. Böylesi bir dönemde, mücadele ve
örgütlenmeden bağımsız değil, tam tersine bunları
merkeze alarak yeniden inşayı gerçekleştirmek bugünün
temel şiarıdır!
Başka biçimde de anlatılabilir. 150 yıllık enternasyonal
tarihsel birikime, Mahir’den bu yana 35 yıllık öz
tarihsel birikime sahibiz, bunun üzerinden geleceğe
yürüyoruz. Politik-ideolojik hattımız, kimliğimiz
nettir; devrimin tüm ana sorunlarına yönelik sağlam
bakış açısına sahibiz; dahası tüm bunlar, bugün
“devrimci yenilenme” ekseninde kendini yeniden üretiyor.
Elbette, bu süreç, “tamamlanmış” değildir, problemsiz
hiç değildir; zaten marksizm böylesi bir “tamamlamayı”
da reddeder. Ayrıca bu süreç, salt bir “teorik çalışma”
da değildir, bunu aşan, yaşama ve sürece bütünsel
bir biçimde müdahaleyi esas alan bir süreçtir.
Lenin diyor ki;
“Şu anda [1897 sonu, bu tarihe dikkat-B.N.] bizim
bakış açımızdan hareketle en yaşamsal sorun, Sosyal-Demokratların
pratik faaliyeti sorunudur. Sosyal-Demokrat hareketin
pratik yanını vurguluyoruz, çünkü, öyle görünüyor
ki, teorik yanı, bir yandan karşıtlarının inatçı
bir anlayışla karşı çıktıkları ve yeni akımı hemen
başlangıcından ezmek için büyük çaba gösterildiği
ve öte yandan sosyal-demokrasi yandaşlarının ilkelerini
tutkuyla savundukları en kötü dönemi atlatmıştır.
Sosyal-Demokratların teorik görüşleri esas, temel
çizgileri içinde şimdi yeterince açıklığa kavuşmuş
gibi görünüyor. Fakat sosyal-demokrasinin pratik
yanı için, politik programı, eylem yöntemleri, taktiği
için aynı şey iddia edilemez...” (Seçme Eserler-1,
s.480-481)
Bu sözler, Narodnizmin egemenliği koşullarında,
“Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” ve “Halkın Dostları...”
ile devrimci sosyalizmin kendi teorik-politik temellerinin
atıldığı devrimci sosyalizmin Rusya’da henüz kuruluş
aşamasında olduğu döneme aittir. Lenin kuruluş döneminde
bile pratiğe özel vurgu yapıyor. Mahir’lerin atılımı
da benzer özellikler göstermiştir. Teori ile pratik
içiçe dokunmuştur. l970’lerden bu yana, “Kesintisiz
Devrim-1-2-3”, “Şafak Yargılanamaz”, “Mahir ve Devrim”,
“Devrimci Yenilenme” yazıları, vb. bir dizi teorik-politik
kazanım elde edilmiştir. Bu muazzam bir birikimdir.
İşte bu birikim üzerinde, bugün, stratejik bakış
açısıyla taktik politikaları geliştirmek-kavramak,
bunları pratik mücadele içinde somutlamak; görev
budur!
Unutmayalım... Devrimcileştiren pratik, Lenin’in
ifadesi ile, “teorinin ikna edemediği birçok devrimcinin
Sosyal-Demokratların pratiğiyle ikna olmaya başladıkları”
(Lenin) saptaması, bugün içinde yaşamsal önemdedir,
kitleleri başka bir yolla ikna etme imkanı da yoktur.
Devrimci sosyalizm, zorlu bir yoldan yürüyor, alınacak
mesafeler vardır. Devrimci yenilenme sürecimiz teori
ile pratiğin arasındaki devrimci bağın stratejik
çizgimiz temelinde kuruluşunun zeminlerini örmektedir.
Büyük ve sıçramalı gelişme bu zemin üzerinden, bu
zemini içinden geçtiğimiz yeniden inşa sürecinde
yarattığımız ölçüde gerçekleşecektir. Bunu bilerek,
ileri atılmak, her partinin, her cephelinin görevidir.
Son sözümüzü Lenin’le tamamlayalım;
“...Şimdi görevlerimizi dünden çok daha berrak,
daha somut, daha açık biliyoruz; hatalarımızı açıkça
göstermek ve düzeltmekten korkmuyoruz. Şimdi, daha
iyi örgütlenmesi, çalışmaların kalitesini ve içeriğini
yükseltmesi, kitlelerle daha sıkı ilişki kurması,
işçi sınıfının gittikçe daha doğru ve tam taktiğini
ve stratejisini geliştirmesi için tüm gücümüzü pratiğe
vereceğiz.” (Seçme Eserler-10, s.329) |