Emekçi kitlelerle buluşma ve onların
içinde kök salma sorunu, hemen her dönem devrimci
hareketin asli sorunlarından biri olmuştur. Nasıl
bir mücadele anlayışına, hangi stratejik yaklaşıma
sahip olursa olsun, emekçi sınıf ve tabakalarla
ciddi ve kalıcı bağlar kuramayan, kendi varlığını
bu kaynaktan durmadan yenilemeyen ve sonuç olarak
onları bir devrim ordusu olarak örgütleyemeyen bir
hareketin, bir “politik akım” olmaktan bir “devrim
hareketi” olmaya evrilemeyeceği, böylece öncülük
iddiasının da hayatın içinde gerçeklik kazanamayacağı
açıktır. Devrimin dar bir grubun değil de kitlelerin
eseri olacağı düşüncesinden hareket eden hiçbir
marksist akım ya da partinin görmezlikten gelemeyeceği
olgu, başta proletarya olmak üzere tüm emekçi kitlelerle
ilişki ve bu kitlelerin örgütlenmesi sorunudur.
90’lı yıllardan itibaren başlayan büyük gericilik
sürecinde bu sorun geçmişe oranla çok daha fazla
önem kazanmış, hakim uluslararası ve yerel atmosferin
geriletici etkilerine kendi hatalarını ve perspektif
eksikliklerini de ekleyen sol, kitlelerle ilişkilerinde
son derece ciddi bir zayıflama yaşamaya başlamıştır.
Daha doğrusu Türkiye devrimci hareketi bakımından
zaman zaman aşılmış gibi görünse de zaten hep var
olan zaafiyet daha da derinleşmiştir. Üstelik, bu
kez söz konusu olan zayıflamanın geçmişteki bazı
örneklerde görüldüğü gibi kısmi ya da kısa sürede
atlatılabilir bir durum olmadığı da yavaş yavaş
anlaşılmaya başlamıştır. Dolayısıyla her cunta ya
da yenilgi döneminden sonra reformizm tarafından
devrimci sosyalist harekete ve genel olarak devrimcilere
yöneltilen “kitlelerden kopuk gençlik hareketi”,
vb. gibi eleştiriler de bu kez pek fazla zemin ve
alıcı bulamamakta, sorunun daha köklü ve kapsamlı
olduğu gerçeği öne çıkmaktadır. Denilebilir ki,
bugün, söz konusu eleştirilerin sahiplerinin de
içinde olduğu genel sol çerçeve, işçi sınıfı ve
emekçi kitlelerle ilişkilerinde sorunlar yaşamakta,
onları örgütlemeyi, onların hayatının ve geleceğinin
bir parçası olmayı başaramamaktadır. Legal burjuva
sol siyaset düzlemine ve partiler alanına kaymaktan,
mevcut sendikal bürokrasilere yamanmaya ya da popülist
manşetlerle sanal güç atmosferi yaratmaya dek bir
dizi yolun bugün sıklıkla deneniyor olmasının asıl
nedeni de zaten budur.
Devrimci sosyalist hareket, kitlelerle buluşma ve
onların içinde kök salma konusundaki kendine özgü
düşüncelerini uzun süredir çeşitli vesilelerle ifade
etmeye çalışıyor. M. Çayan yoldaşın stratejik çizgi
ve mücadele-örgütlenme biçimleri üzerine ortaya
koyduğu sağlam referansları temel alan Hareketimiz,
1990 sonrası gelişmekte olan yeni süreç ve sorunları
üzerine de çözümlemelerini ve programlarını oluşturmakta,
bu konulardaki görüşlerini pratik adımlara da denk
düşecek biçimde ortaya koymaktadır. Sosyalist Barikat’ın
ilk sayılarından itibaren adım adım ortaya konulan
süreç çözümlemelerinin yanında, özellikle 2. sayıda
“işçi sınıfının yeni bileşimi ve yeni görevler”
üzerine yapılan irdelemeler ve yine 14. sayıda yayınlanan
“Somut Yaklaşım-Somut Çalışma” gibi yazılar, ayrıca
zaman zaman “Parti ve Kültür” sayfalarında ve başkaca
makalelerde ifade edilen düşünceler bunun örnekleriydi.
Bütün bu yazılarda ve başka yerlerde, örneğin kapitalizmin
iş örgütlenmesindeki değişikliklerle bağlantılı
olarak klasik sendikacılık biçimlerinin artık hayatı
karşılayamadığını ve işçi sınıfının çok katmanlı
yapısını hesaba katan, onu bütünlüklü bir tarzda
ele alan yeni örgütsel biçimler yaratmak gerektiğini
sık sık vurgulamıştık. Başka yazılarda ise bazen
doğrudan doğruya Politik-Kültürel Odaklar projesine
değinirken, bazılarında ise toplumsal çürüme ve
postmodern saldırı koşullarında işçi sınıfının bilinen
mücadele cephelerinin (politik-ekonomik- ideolojik)
arasına artık kültürel bir cephenin de eklenmesi
gerektiğini yer yer ifade etmiştik.
Şüphesiz bütün bunları söylerken, bugüne dek hiç
adı duyulmamış, son derece “orijinal” örgütsel biçimler
ve araçlar icat edeceğimizi söylemiyoruz. Solda
zaman zaman, özellikle bugünkü gibi derinleşmiş
tıkanma noktalarında, “mevcut örgütsel biçimler
ve yöntemler bir işe yaramıyor, başka türlü bir
şey bulmalıyız” diyerek yola çıkan ve giderek bu
“eskimiş”(!) yöntemlere, araçlara “leninist parti”
ve “politik iktidar perspektifi”ni de ekleyerek
kendini iyice “hafifleten” eğilimlerin parlayıp
söndüğü biliniyor. Son yıllarda, kimi zaman “silahlı
mücadelenin artık geçersizleştiğini” ilan eden,
kimi zaman “illegalitenin günümüzde anlamsızlaştığını”
keşfeden, kimi zaman da daralmanın nedenlerinin
yerellikte yattığını varsayarak kendini “küreselcilik”
heveslerine kaptıran bu akımların bir çok örneğine
tanık olduk. Tanık olduğumuz bir başka şey ise,
bazen özellikle gençlik çevrelerinde ilgi gören
bu tür eğilimlerin de, bütün müthiş “keşif”lerine
karşın dişe dokunur bir kitleselleşme başarısı sağlayamadığıdır.
Bu anlamda biz, asıl sorunun “yeni”, “daha yeni”,
“yepyeni” araçların keşfinde değil, anlayış ve çalışma
tarzı düzeyinde olduğunu düşünüyoruz ve bu anlamda
da yeni biçim ve kurumlar keşfetmekten çok bütün
araçların ele alınış ve örgütleniş tarzının altını
devrimci anlayışla doldurmayı daha önemli buluyoruz.
Bu önem, yararlılık-yararsızlık sorunlarının da
ötesinde, emperyalizmin ideolojik bombardımanı altında
marksistlerin dilinin ve araçlarının “biçimlendirilmesi”
çabasıyla da ilgilidir; bilindiği gibi, yoğun ideolojik
yönlendirme altında gitgide daha çok liberalleşen
solun bir kesimi, ML örgütsel ilkeleri ve temel
örgütsel biçimleri kolayca “demode” ilan ederek
süreci karartmakta, bu karanlıkta ise örgütsüzlüğün
çeşitli biçimleri “yeni örgütsel araçlar” adı altında
piyasaya sürülmektedir. Hiçbir bağlayıcı sorumluluk
ilişkisi içermeyen söz konusu “araç”ların, bu nitelikleri
yüzünden zaman zaman sağladığı birkaç adımlık “başarı”
ise, toplumsal hareketi “tehlikesiz” kanallara sürmek
isteyen oligarşinin ekmeğine yağ sürmektedir.
Şüphesiz devrimci sosyalist hareket de gelişmesinin
her aşamasında, o aşamanın ihtiyaçlarına denk düşen
tamamen yeni kurumlaşma biçimleri yaratmak zorundadır
ve yaratacaktır; ancak bugünkü aşamada somut görev,
tarihsel perspektifinden ve bütünlüklü-somut yaklaşımlardan
yoksun arayışların ardından el yordamı ile sürüklenmeden
sürece denk düşen bir devrimci anlayışın inşasıdır.
Bu yazımızın esas amacı da devrimci sosyalizmin
böyle bir anlayışla açık alan çalışmasında yeniden
inşa sürecimizin temel taktik örgütsel açılımlarından
biri olarak ele aldığı Politik-Kültürel Odakların
genel perspektifimiz içindeki yerini, özgül amaçlarını
ve çalışma biçimlerini ortaya koymaktır.
Devrimci Sosyalizm:
Stratejik ve Taktik Anlayış
Sorunu bu anlayışla ele alarak dönemin açık alanda
temel taktik örgütlülüğüne denk düşen Politik-Kültürel
Odaklar perspektifini ortaya koyarken, öncelikle
strateji ve taktik kavramları üzerinde kısaca
durmak ve bu konudaki karışıklıkları düzelterek
kendi bakışımızı özetlemek zorundayız; çünkü ilk
bakışta çok basit ve kolay anlaşılır gibi görünen
bu kavramlar da son süreçlerde büyük ölçüde birbirine
karışmış, deforme olmuştur.
Çok kaba bir askeri tanımlamayla “genel harekât
planı” olarak ifade edilebilecek olan strateji
kavramı, bilindiği gibi zaman içersinde devrimci
terminoloji açısından artık yerleşik bir siyasi
anlam kazanmıştır ve çoğunlukla devrimci partilerin
politik çizgisini anlatmak için kullanılmaktadır.
Bu bağlamda Stalin’in “siyasi stratejinin görevi,
her şeyden önce, marksizmin teorisi ve programından
yola çıkarak ve tüm ülkelerin işçilerinin devrimci
mücadelesinin deneyimlerini hesaba katarak, verili
tarihsel dönem için verili ülkenin proleter hareketinin
esas doğrultusunu doğru saptamaktır” biçiminde
yaptığı tanım, kavramın içeriğinin özlü bir ifadesidir.
Yine Stalin’in başka yerlerde, “esas darbenin
doğrultusunu belirlemek” ya da “tüm savaşın sonucunu
onda dokuz önceden belirlemek” gibi yarı-askeri
ifadelerle anlatmak istediği de aynı şeydir.
Ancak pratikte, zaman zaman bu vurguların unutulduğu
ve “strateji” kavramının “devrim programı” ile
karıştırılarak sadece “neyin yıkılacağı ve nasıl
bir politik-ekonomik-sosyal sistem kurulacağı”
noktasına daraltıldığı sık görülen bir durumdur.
Bütün tanımı ve dolayısıyla bütün tartışmayı örneğin
“sosyalist devrim-demokratik devrim” noktasına
kilitleyen ve bu arada politik iktidarın ele geçirilmesi
için yürünecek yolun doğrultusunu, temel ve yedek
güçlerin konumlanışını, temel ve tali mücadele
biçimlerinin harmanlanışını “ihtiyaç olursa uygulanacak
taktikler” olarak ele alan yaklaşım, gerçekte
kavramın kendisini zayıflatmaktadır. Oysa politik
strateji kavramı, esas olarak bir toplumsal gelecek
projesinin ortaya konuluşu olan “devrim programı”ndan
daha geniş bir anlama sahiptir ve bu projenin
uygulanması için hangi güçlerle, hangi esas ve
tali mücadele biçimleri kullanılarak yürüneceğini,
daha doğrusu bütün bunların ana hatlarını da içerir.
Bu anlamda, daha 1971’de “Türkiye solunda stratejik
hedef ve stratejinin planı ile bizatihi stratejinin
kendisinin karıştırıldığını” belirten M. Çayan
son derece haklıdır. Bilindiği gibi M. Çayan,
“anti-emperyalist anti-oligarşik demokratik halk
devrimi”nden söz ederken bunu “stratejik hedef”
olarak ortaya koymakta, ancak bu kadarıyla yetinilemeyeceğini,
strateji kavramının aynı zamanda öncü, temel ve
yedek güçleri, politikleşmiş askeri savaşın rotasını,
temel ve tali mücadele biçimlerini de kapsadığını
ifade etmektedir.
Dolayısıyla, devrimci sosyalizmin stratejik çizgisi,
“neyin yıkılacağı” ve yerine “neyin kurulacağı”nın
yanında, bütün bunların kimlerle, nasıl ve hangi
mücadele biçimleriyle yapılacağını da içerir.
İşçi sınıfının öncülüğünde anti-emperyalist anti-oligarşik
demokratik halk devrimi yoluyla emperyalizmin
bütün unsurlarıyla ülkeden kovularak özgür-demokratik
bir halk cumhuriyetini kurmayı ve kesintisiz bir
biçimde sosyalizme geçmeyi hedefleyen devrimci
sosyalizm, bu kadarını söylemekle yetinmez. Bunun
yanında, politik ve askeri gücün birlikte ve uyum
içersinde büyütülmesini amaçlayan politikleşmiş
askeri savaş çizgisi de “gereğinde başvurulacak
bir araç” değil, devrimci sosyalizmin stratejisinin
asli unsurlarından biridir. Klasik leninist tanımda
kabaca “yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek
istemedikleri, yönetenlerin de eskisi gibi yönetemedikleri
büyük bir iktisadi-siyasi-sosyal çöküntü” olarak
belirlenen “milli kriz-devrimci durum”un yeni-sömürge
ülkenin çarpık koşullarından ötürü salt belli
bir ana denk düşmediğini, zamana yayılarak sürekli
nitelik kazandığını saptayan devrimci sosyalizm,
“henüz olgunlaşmamış da olsa” sürekli bir biçimde
var olan bu milli krize müdahale edilerek derinleştirilmesinin
mümkün olduğunu ve “krizin derinleştirilmesi”
ile “kitlelerin devrim saflarına çekilmesinin”
bir ve aynı sürece denk düştüğünü ortaya koymuştur.
Bu ise, pratikte evrim ve devrim aşamalarının
klasik kalıplarının ve mücadele-örgütlenme biçimlerinin
iç içe geçmesi ve yeniden harmanlanması anlamına
gelmektedir. Sınırsız zenginlikteki politik-ekonomik-ideolojik
mücadele biçim ve araçlarının eksenine silahlı
mücadeleyi-gerillayı koyan bu anlayış, böylece
“belli bir devrim anına hazırlık” için bütün gücünü
harcarken baskı koşullarında kaçınılmaz olarak
reformizme varan geleneksel çizgiyi aşmış ve politik-askeri
mücadeleyi, politik-askeri liderliği birleştiren
yeni bir stratejik anlayış yaratmıştır. Burada
gerilla, bir tehdit unsuru ya da “gerekirse uygulanacak”
bir taktik değil, stratejik bir unsurdur. Silahlı
mücadeleyi “ilke olarak” benimsediğini söyleyen,
ancak onu bir halk savaşı perspektifinin içinde
değil de geleneksel çizginin tamamlayıcı “sektörü”,
arada sırada başvurulacak bir araç olarak algılayan
yaklaşımla devrimci sosyalizmin yaklaşımı arasındaki
temel fark buradadır. Diğer mücadele ve örgütlenme
biçimlerini asla reddetmeyen, “tali-ikincil” kavramını
“önemsizlik-ihmal edilebilirlik” anlamında değil,
“temel mücadele biçimine uyumluluk” anlamında
ele alan devrimci sosyalist çizgi, bütün sürecin
eksenine gerillayı koymakta, onun çevresine ise
her türlü mücadele alanlarının ve araçlarının
(ve bu arada kitlelerle somut temasın gerçekleştiği
açık alanın da) sınırsız imkânlarını örmeyi amaçlamaktadır.
Başka deyişlerle söylersek, “temel politik mücadele
biçimi, iktidarın alınması sürecinin tümü boyunca
devrimci çalışmanın eksenini oluşturan, güçlerin
yoğunlaştırılması gereken mücadele biçimidir.
Tali mücadele biçimleri ise temel mücadele biçimini
tamamlayan, onun hayat içinde derinlemesine nüfuz
etmesini sağlayan, mücadelenin içinden geçtiği
süreçlere bağlı olarak yeniden ve yeniden biçimlenen
mücadele biçimleridir. Tali mücadele biçimleri,
temel mücadele biçiminin açtığı yoldan ilerleyerek
onun etki alanını büyütür, yeni olanaklar, yeni
ilişki alanları yaratır. Temel mücadele biçimi
devrimci çalışmanın kalbi ve ana damarları ise,
tali mücadele biçimleri ise onun kılcal damarlarıdır
diyebiliriz. Temel mücadele biçiminden sapmak,
hedefe ulaşmayı imkansız hale getirir, hareketi
yönsüzleştirir, marjinalleştirir. Tali mücadele
biçimlerini, temel mücadele biçimi ekseninde sürekli
biçimde örülmemesi ise temel mücadele biçiminin
hayat içinde etkisinin güçlü biçimde hissedilmesini
engeller, açıklayıcı, bilinçlendirici, örgütleyici
gücünü zayıflatır, gelişme ivmesini düşürür, temel
mücadele biçiminin yürütülmesinin koşulları zorlaşır.
Bu durum, kimi zaman temel mücadele biçimi az-çok
uygulansa da gereken sonuçların alınmasını engelleyerek
devrimci çalışmayı marjinalleştirir. Kısacası,
temel mücadele biçimi ile tali mücadele biçimleri
arasındaki ilişki sıradan bir ilişki biçimi olarak
ele alınamaz. Biri önemli, diğeri önemsiz olarak
değerlendirilemez. Her birinin mücadele içinde
ayrı bir yeri ve anlamı vardır, birbirlerinin
yerine ikame edilemezler. İkisinin arasındaki
ilişkiyi tanımlayacak en doğru kavram; tamamlayıcılık’tır.”
(Yeniden İnşa ve Devrimci Atılım Perspektifimiz
ve Görevlerimiz) Bir diyalektiğin iki yönünü oluştururlar
ve bu anlamıyla biri olmadan, diğeri de olamaz.
Ve en önemlisi de, temel-tali mücadele biçimlerinin
ortaya konuluşu, yukarıda altını kalınca çizdiğimiz
gibi, basit günlük ihtiyaçlara bağlı değildir;
sorun, devrimci strateji kavramının bütünlüğü
içinde anlamlıdır.
Devrimci sosyalizmin böylece ortaya koyduğu stratejik
rota; devrimci gücün kitleselleşmesini, başka
bir deyişle emekçi kitlelerin devrim cephesine
kazanılmasını, kabaca “kitlelerin günlük mücadelelerinin
içine girilerek oradan hareketle siyasi hedefe
yönlendirme” biçiminde özetlenebilecek bir çizgi
üzerinden değil, silahlı propaganda ekseninde
geliştirilen yaygın bir mücadele ve örgütleme
faaliyeti üzerinden ele alır. Bu, kitlelerin günlük
sorun ve mücadelelerinin önemsenmemesi, yok sayılması
değil, bütün bunların belli bir temel üzerinden
ele alınmasıdır. Dolayısıyla, devrimci sosyalizm,
kitlelerle sol arasındaki ilişkide yaşanan bugünkü
tıkanıklığın çözümünün de, klasik kitle çalışmasında,
yani bugün yapılanların basitçe tekrarında değil,
bu çalışmanın SP temelinde müdahaleye bağlanmış,
ona göre düzenlenmiş biçimlerinde yattığını düşünmektedir.
Emekçi kitlelerin devrimci saflara çekilerek bir
devrim gücü biçiminde örgütlenmesi, mevcut-geleneksel
çalışma tarzının daha büyük bir ısrarla ve sabırla
sürdürülmesiyle gerçekleşmeyecektir. Üstelik,
bu tarzı ısrarla sürdürerek krizin her derinleşme
noktasında, her toplu sözleşme döneminde, vb.
birkaç adım daha atılabileceğini, böylece bütün
bu küçük küçük adımların eninde sonunda patlayacak
bir devrimci durum-milli kriz ortamında devrimin
yolunu açacağını düşünen politik akımlar, her
düş kırıklığıyla birlikte biraz daha sağa kaymakta,
her “bu da tutmadı” değerlendirmesinin ardından
yeni popülist arayışlar ortalığı kaplamaktadır.
Devrimci sosyalizmin stratejik anlayışı, bu bakımdan
bütün geleneksel çizgiden köklü biçimde ayrılır
ve dolayısıyla “taktik” kavramı da onun sürecinde
değişik bir anlam yüklenir. Temel ve tali mücadele
biçimlerinin esas konumlanışını stratejik bir
yaklaşımla ele alan bu çizgi, taktiği bu stratejik
sürecin güncel uygulamaları alanına inşa eder.
Yine Stalin’in deyimiyle “anlık çıkarlara” değil,
“stratejinin hedef ve olanaklarına uygun olarak”
inşa edilen bu taktik anlayış, her alandaki kurumlaşma-örgütlenme
biçimlerini, kısa ve uzun vadeli politik hedefleri,
çalışma programlarını, kampanyaları ve projeleri
belirler. Bu ise, politik-ekonomik-toplumsal-kültürel
çözümlemeleri, örneğin oligarşinin ve emekçi kesimlerin
karşılıklı konumlanışının görülmesini, iş örgütlenmesindeki
ve sosyal alandaki gelişmelerin yarattığı yeni
emekçi katmanlarının davranış biçimlerinin kavranmasını,
sosyal-kültürel çürüme biçimlerinin yarattığı
etkilerin anlaşılmasını, gençliğin, kadınların,
alt ve orta tabakaların çelişki ve tepki biçimlerinin
incelenmesini, bütün bunların devrimci stratejiye
bağlı olan taktik adımlar çerçevesinde değerlendirilmesini,
vb. gerektiren bir sürekliliktir. Bu anlamda taktik
süreçler, devrimci sosyalist örgütlenmenin sürekli
ve yaratıcı bir biçimde çalışmasını, günlük dilde
“politika üretmek” denilen işe devamlılık kazandırmasını
gerektirir.
Bu taktik yönelim ve kurumlaşmaların bir bölümü
kısa vadeli olabildiği gibi bir bölümü az çok
uzun vadeli projeler de olabilir. Günlük politik
dilde “dönem taktiği” ya da “süreç taktiği” olarak
ifade edilen kısa ve orta vadeli çalışma ve kurumlaşma
biçimleri, esas olarak stratejik yaklaşıma doğrudan
bağlı olarak geliştirilir ve özgün programları
belli bir dönemi kapsayacak biçimde oluşturulurken,
daha alt düzeyden, çoğu kez güncel amaçlara yönelik
taktik hedef ve programlar ise, günlük parti çalışmasının,
hatta bazen yerel organların faaliyetinin bir
parçası olarak kendini ortaya koyabilir.
Ancak her halükârda taktikler, süreci ana hatlarıyla
kavrayan ve temel vuruş noktalarını belirleyen
stratejinin hayatla ve kitlelerle olan somut ilişkisini
kurmakla görevlidirler. “Politik-askeri faaliyet
salt SP ve SP yürütecek örgütlülükle sınırlı tek
katlı, tek bir halkadan oluşan bir faaliyet ve
örgütlenme değildir. Politik-askeri mücadele gizli
ya da legal-açık biçimde organize edilen diğer
siyasal faaliyet ve örgütlülük halkaları yaratarak
yaşamın bütün alanlarına her biçimde müdahale
eder, kendi hegemonyasını kurmaya çalışır.” (agy)
Daha önce de defalarca vurgulama ihtiyacını duyduğumuz
gibi, Politikleşmiş Askeri Savaş çizgisi, -fokocu
anlayışta olduğu gibi- silah seslerinin kitleleri
örgütlediği bir düşler alemi üzerine kurulu değildir.
Esasen o, salt bir askeri eylemler dizisi de değil,
bütünlüklü bir müdahale biçimidir. Ne kadar doğru
politik hedeflere yönelmiş olursa olsun hiçbir
politik-askeri eylem, nihayetinde insandan-insana
bir ilişki olan örgütleme olgusunu kendiliğinden
bir şekilde gerçekleştirmez, gerçekleştiremez.
Orada yine söz konusu olan şey, kısa ve uzun vadeli
taktikler, kitlelerin içinde, onların yaşamlarının
bir parçası olarak yaşayan kurumlar, çalışmalar,
sloganlar, etkinlikler, vb. dünyasıdır.
Nasıl bir Zemin Üzerinde?
A) Derinleşen Yeni-Sömürgecilik
Bütün bunlar ise hiç şüphesiz üzerinde yaşadığımız
toprağın iyi bir analizini, egemen sınıflar cephesinin
olduğu kadar ezilen sınıflar cephesinin de kavranmasını
gerektirir. Devrimci sosyalizmin kitle çalışmasına
yönelik taktiğini ve kurumlaşma biçimlerini belirleyen
unsur, politik-ekonomik-toplumsal yapının günümüzdeki
durumu ve devrimci faaliyetin hedef kitlesi olan
işçi sınıfı ve diğer ezilenlerin sosyal-kültürel
koşullarıdır.
Dolayısıyla, bu konudaki görüşlerimizi açmadan
önce, Türkiye’nin genel tablosuna hızla bir göz
atmak yararlı olacaktır; çünkü bu genel tablo,
son yirmi yılda hatırı sayılır bir değişimden
geçmiştir.
Bilindiği gibi, 20. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren emperyalizmin III. Bunalım Dönemi politikalarına
uygun olarak yeni-sömürgeleştirilen Türkiye, özellikle
bu son elli yıllık süreçte büyük bir talan ve
soyguna uğramış, ekonomisinden siyasetine ve kültürüne
dek her alanda emperyalizme bağımlı bir ülke haline
getirilmiştir.
1970’lerde emperyalist sistemde patlak veren büyük
krizin tetiklemesiyle 1980’lerde uygulamaya konulan
ve 1990’larda olgunluk noktasına varan neoliberal
restorasyon süreci ise bu yeni-sömürgeci ilişkinin
derinleşmesi anlamına gelmiş, Türkiye’nin sosyo-ekonomik
çehresi bir kez daha alt üst olmuştur.
Her şeyden önce bu yeni süreç, yeni-sömürge düzeninin
emperyalist ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılmasıyla
karakterize olmuş, kârlılığını yitirmiş eski sektörlerin
tasfiyesi ve emperyalist işbölümüne uygun ihracatçı-spekülatif
bir yapının inşasıyla gerçekleştirilen “sanayisizleştirme”
operasyonu, pratikte bir yandan emperyalizme bağımlılığın
olağanüstü düzeyde artışı anlamına gelirken, diğer
yandan da büyük bir ekonomik-sosyal alt üst oluşu
beraberinde getirmiştir. Toplumsal yapı, bu süreçte
bir kez daha en alttan en üste kadar her düzeyde
yeniden yapılanmış, en üstte gerçekleşen sadeleşme
ile oligarşi içinde emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci burjuvazinin hegemonyası büyürken, alt
kesimlerde ise işçi sınıfı başta olmak üzere bütün
sınıf ve tabakaların hayatı ciddi değişikliklere
uğramıştır.
Ülkenin ekonomisinden politik yönetim tarzına
ve sosyal-kültürel davranış kalıplarına dek her
alanı sarsıntıya uğratan neo-liberal süreç, eski
keynesci “koruma” duvarlarının tasfiye edildiği
koşullarda ekonomik yapıyı tamamen emperyalist
sistemin ritmine bağlamış, her türlü ekonomik-politik
kararın ayrıntılarından, tarımsal alanlarda neyin
ekilip biçileceğine dek varan bir emperyalist
müdahale tarzı bütün yeni-sömürgelerde olduğu
gibi Türkiye’de de hakim kılınmıştır. Böylece,
bir yandan kapitalist üretimin sektörleri ve iş
örgütlenmesinin biçimleri yeniden düzenlenirken,
diğer yandan tarımsal alan emperyalist ihtiyaçlar
doğrultusunda yeniden “yapılandırılarak” pratikte
bir çok temel ürün ya tasfiye edilmiş ya da doğrudan
uluslararası tekellerin denetimine açılmıştır;
bunun sonucu ise yeni göç dalgaları ve kırsal
alandaki yoksullaşma olmuştur. Yine aynı süreç,
kamu işletmelerinin neredeyse tümünün özelleştirilerek,
sosyal hizmetlerin tamamen metalaştırılmasının
yolunu açmış, böylece gitgide kazanılmış haklarından
ve yaşamsal desteklerinden mahrum kalan alt sınıflardaki
yoksullaşma düzeyi tahammül edilmez boyutlara
ulaşmıştır.
Sonuçta Türkiye’nin son yirmi yılını kapsayan
bu operasyonun sosyal-kültürel sonuçları tam bir
yıkım olmuş, bir yandan toplumun kaymak tabakası
olan üst sınıflarla emekçiler arasındaki uçurum
geçmişle kıyaslanamayacak bir derinliğe ulaşırken,
bir yandan da bu dengesizlik eğitimden sağlığa,
yaşam mekanlarından kültürel zeminlere dek her
alanda kesin bir kopuşmayı ortaya çıkarmıştır.
2000’lerin Türkiye’sinde artık sınıf atlama ya
da sınıflar arası mesafenin azaltılması gibi düşler,
düş olmaktan bile çıkmış, postmodern gericilik
gerçekleri ne ölçüde perdelerse perdelesin, ezilenlerin
dünyasıyla egemen sınıfların dünyası kesin biçimde
karşı karşıya konumlanmıştır.
B) İşçi Sınıfının Değişen Yapısı ve Yeni Katmanları
Bu süreçte devrimci hareketin emekçi kitlelerle
ilişkisini en çok etkileyen nesnel olgu, şüphesiz
kapitalist iş örgütlenmesindeki değişikliklerdir,
ki bu değişikliklerin pratik sonucu işçi sınıfının
bir yandan nicel olarak çoğalırken, diğer yandan
ise fiziksel ve düşünsel bütünlüğünün parçalanmasıdır.
Bunun devrimci hareketle kitleler arasındaki ilişki
bakımından en ciddi sorunu oluşturması son derece
anlaşılabilir bir şeydir; çünkü böylece bütün
sosyalist ve devrimci güçlerin “tarihin lokomotifi”
olarak tanımladığı, devrimci faaliyetin hedef
kitlesi olarak ulaşmayı amaçladığı güç, ciddi
bir dönüşüme uğramış, bileşimi ve üretim sürecinde
yer alış koşulları değişmiş ve eski yöntemlerle
örgütlenemez bir duruma gelmiştir. Solun genel
bir “güven kaybı” yaşadığı zamanlara da denk düşen
bu parçalayıcı süreç, sınıfla ilişkilerin zaten
öteden beri pek sağlam olmayan yapısını iyice
törpülemiş, geleneksel çalışma ve örgütlenme araçlarını
(klasik sendikacılık gibi) sarsıntıya uğratmış
ve mevcut örgütlülükleri önemli ölçüde zayıflatmıştır.
Daha önceki sayılarımızda da vurguladığımız gibi,
yeni süreçle birlikte bütün dünyada kamu alanlarının
tasfiyesi ve kapitalist üretimin sektörlerinin
yeniden yapılandırılması politikalarının en önemli
ayağını fordist iş örgütlenmesinin terk edilerek
esnek üretime geçiş eğilimi oluşturmuştur. Bu
genel değişim, kısa sürede Türkiye’de de en vahşi
biçimiyle karşılığını bulmuş, “sadece üretimin
değil, iş zamanının, işin yapılış biçiminin, çalıştırılan
işçi sayısının, vb. de yeniden düzenlenmesi anlamına
gelen esnek üretim modeli, böylece eski türden
sendikal örgütlülük biçimlerinin mezarının kazılması
anlamına gelmiştir.” (Geçmişten Bugüne Yeni Sömürgeci
Yapı ve Türkiye’nin Sınıf İlişkileri III, SB,
14. sayı)
Esnek üretim modelinin başat kapitalist iş örgütlenmesi
haline gelmesi ile birlikte, iş yerlerinin parçalanması
ve taşeronlaştırmaya paralel olarak işçi sınıfının
büyük kitlelerinin, özellikle de genç işçilerin
büyük bir bölümünün büyük fabrikalardan çok, organize
sanayi sitelerindeki, emekçi semtlerindeki küçük
işletmelerde, atölyelerde toplaşması söz konusudur.
Sendikalar gerek programları ve örgütsel yapıları,
gerekse genel yönelimleri itibariyle, oluşan bu
yeni işçi kitlesinin tümüyle uzağındadır. Örgütlenmelerini
bu kesimleri kapsayacak tarzda düzenleme, onların
sorunlarını programlaştırma, onları kapsama perspektifleri
yoktur. Sendikalar yeni işçi kesimlerini hemen
hemen tümüyle görmezden geldiği gibi, yeni işçi
kesimleri içinde mevcut sendikaların hem yapıları
ve programları, hem de olumsuz imajları nedeniyle
hiç bir çekiciliği, hak arama ve örgütlü davranışı
geliştirme noktasında odak olma özelliği yoktur.
Bu nedenle işçi sınıfının büyük bir bölümünü oluşturan
yeni işçi kesimleri tümüyle örgütsüzdür.
Başka bir deyişle, sınıfı da büyük birimler halinde
bir araya getirerek örgütlenmesini kolaylaştıran
fordist iş örgütlenmesi ve fabrika yapısı, giderek
yerini işin ve sınıfın parçalandığı yeni sürece
bırakmış, böylece bir yandan çok parçalı üretim
yapısı ve geçici-dağınık işlerde konumlanan yeni
işçi katmanları sürece eklenirken, diğer yandan
ise aynı güçlerin söz konusu yapılarından ötürü
klasik örgütlülük biçimleriyle örgütlenemez olması
gerçeği ortaya çıkmıştır. Süreç boyunca yüz binlerce
insanın çalıştığı atölyeler, ev çalışması alanları,
gelip geçici iş alanları çığ gibi büyümüş, hizmet
sektörünün genişlemesi bu yeni işçi sınıfı katmanlarına
taze güçler eklemiş, ama toplumsal yapının çürütülmesi
ve solun gerilemesiyle de karakterize olan koşullarda
hem sendikaların gücü hem de sınıfın toplu davranış
refleksleri büyük ölçüde azalmıştır. Böylece öteden
beri sınıfın tanımını sadece en yoğun politik
desteğini aldığı büyük fabrikaların çalışanlarıyla
sınırlayan geleneksel (ve başından beri yanlış
olan) anlayış boşa düşmüş, hizmet sektörünü, teknik
elemanları, atölyelerin geçici işçilerini, işsizleri,
ve diğer bir çok alanı da kapsayan daha doğru
bir tanım ihtiyacı belirirken, işyerini olduğu
kadar sınıfın yaşam alanlarını, sosyal hayatını,
kültürel ihtiyaçlarını da bir bütünlük içinde
ele alan yeni bir yaklaşım öne çıkmaya başlamıştır.
Öte yandan bütün bunlar, işçi sınıfını son derece
olumsuz bir politik konjonktürde yakalamış, 12
Eylül cuntası koşullarında zaten bütün hakları
ve örgütlülükleri elinden koparılıp alınmış olan
sınıf, 90’lı yıllarda solun uluslararası gerilemesinin
baskısı altında da ezilmiş ve neoliberal saldırıya
ciddi bir karşılık üretememiştir. Sendika bürokrasilerinin
de katkılarıyla derinleşen bu yenilgi-gerileme
halinin tam üzerine denk düşen yeni iş örgütlenmesi,
böylece işçi sınıfının güçlerini parçalamış, sürece
yeni eklenen ve yüz binlerce insandan oluşan yeni
katmanların örgütlenmesinin yolları açılamamıştır.
Burada yalnızca “ihanet” söz konusu değildir;
bu sendikal süreç, sınıfın değişen yapısını anlamayan
bir darkafalılıkla ve “mevcudu koruma” kaygısıyla
da sakatlanmış, böylece aslında kendi altını da
oyarak ciddi bir zemin ve üye kaybı yaşamıştır,
yaşamaktadır. Dağınık ve taşeronlara parçalanmış
yapısından ötürü işyeri düzeyinde örgütlenmesi
yasal olarak da oldukça güçleştirilmiş olan milyonlarca
proleteri, işsizleri, kadınları ve bu insanların
toplumsal-kültürel varlıklarını, yaşam mekanlarını,
vb. yok sayan dar sendikal anlayış, bu anlamda
sınıf hareketine onarılması zor zararlar vermiştir.
Çünkü böylece 1800’lerden beri sınıfın ilksel-kendiliğindenci
bilinci edindiği, dayanışma duygularını kazandığı,
“birlikten doğan kuvvetin” yıkıcı gücünü öğrendiği
“eğitim odakları” yıpranmış, devrimci iradenin
bir sıçrama tahtası olarak üzerine bastığı zemin
zayıflamıştır. Geçmişte, tamamen reformistlerin
elinde bile olsa, yine de, kendi isteğinin dışında,
devrimci hareketin kanallarına az çok nitelikli
bir gücü akıtan büyük sendikaların bugün “sanal”
hale gelmesi, içinin boşalması, pratikte çalışan
devrimci militanın işini olağanüstü düzeyde zorlaştırmaktadır.
Öyle ki, devrimci militan, çoğu durumda, bütün
bu duyguları ve sezgileri hiç gelişmemiş yeni
işçi katmanları arasında çalışırken neredeyse
“sıfır” derecede bir toplumsallıkla karşılaşmakta
ve en basit, en temel sınıf duygularının, (dayanışma,
birlik, vb.) yeniden inşası gibi görevlerle yüz
yüze kalmaktadır. Dolayısıyla, işçi sınıfı içindeki
devrimci çalışmanın artık kültürel bir boyut da
içermesi, yalnızca (az sonra değineceğimiz) postmodern
saldırı ve kültürel çürümeyle değil, sınıfın manevi
dünyasındaki bu büyük boşlukla da ilgilidir, ki
zaten söz konusu saldırı da bu gedikten içeri
sızmaktadır. İşçi sınıfına yeni dalgalar halinde
katılan yüz binlerce yeni emekçi, bu sınıfın 200
yıllık sosyal-kültürel geleneklerinin kırıldığı
bir noktaya eklenmekte ve adeta her tek işçi bireyi
açısından her şey yeniden başlamaktadır. Tam da
bu kırılma noktası, sınıf cephesindeki politik-kültürel
bir tahkimatı gerekli kılmaktadır.
Sonuç olarak özetlersek, sürecin genel tablosu,
artık ancak yeni bir örgütsel anlayışla aşılabilecek
ölçüde derinleşmiş bir örgütsüzlük halini bize
göstermektedir. Sosyal ve kültürel bir saldırıyla
da zihinleri sakatlanmış olan milyonlarca genç
emekçi, büyük çoğunluğu gençlerden ve kadınlardan
oluşan devasa bir güç, bugün herhangi bir sendikal
örgütlülükten uzaktadır ve bilinen sendikal anlayışlar
ve örgütlülük biçimleriyle, mevcut sendika yasalarının
çerçevesi içersinde bu güçlerin bir araya getirilerek
örgütlenmesi de olanaksızdır.
Bu, tartışılmaz derecede önemli bir sorundur;
çünkü burada söz konusu olan güç, herhangi bir
sosyal sınıf değil, sosyalist kuramda devrimin
öncüsü diye tanımlanan sınıftır. Sonuçta bu, öyle
çetrefil bir duruma yol açmıştır ki, bütün politik
yaşamını parti-sendika ikilisi üzerine inşa etmiş
olan en ortodoks akımlar bile bu işe bir hal çaresi
düşünmek gereğini son yıllarda dillendirmeye başlamışlardır.
Şüphesiz bu süreç, geçmişten beri politik çalışmasının
eksenine salt “mahalle”yi koyan, bu arada sık
sık sınıfsal kriterlerden uzaklaşan popülist yaklaşımı
da haklı çıkarmış değildir. Ancak büyük kitle
üretimi-büyük fabrika düzenini parçalayan yeni
durumda yerel çalışmalara burun kıvırarak orada
mutlaka sosyalist saflığı bozan bir virüs olduğu
kuşkusuyla yaşayan klasik çizginin çöktüğü ve
sınıfsal yaklaşımı temel alan yeni emekçi kitle
örgütlenmelerine ihtiyaç olduğu da kesindir.
C) Toplumsal Dokunun Deformasyonu ve Kültürel
Çürüme
Sınıfın bu yeni bileşimini bilinen yollarla örgütlemeyi
güçleştiren en önemli faktörlerden biri de, son
yirmi yıllık süreç boyunca geliştirilen ve büyük
ölçüde başarılı olan ideolojik-kültürel saldırıdır.
Kendini kalıcı formlar ve yasalarla süreklileştiren
12 Eylül cuntasıyla genel bir “örgütsüzleştirme”
eğitiminden geçirilen toplumsal yapı, aynı süreçten
başlayarak neoliberal restorasyonun etkisi altına
girmiş, yeni ekonomik politikalar ve onun uzantısı
sosyal ve kültürel değerlerle çürütülmüştür. Türkiye
toplumu, bir bütün olarak 1950’lerden sonraki
en büyük alt üst oluş ve şekilsizleşmeyi bu dönemde
yaşamış, postmodern gericiliğin yoğun saldırısı
altında kalan emekçi insanların toplu davranış
alışkanlıkları, sınıf duyguları parçalanırken
kültürün çoraklaşması, bizzat devlet yöneticileri
tarafından özendirilen ahlaki düşkünlük, “hızlı
para kazanma” hayallerinin yarattığı yozlaşma,
mafyatik alanlar, uyuşturucu-haraç sektörleri,
vb. toplumun olağan manzarası haline gelmiştir.
Ekonominin klasik sektörlerini zayıflatıp spekülatif
alanları genişleten “yeniden yapılandırma” süreci,
kendisine uygun yeni değerler sistemini böylece
yaratmış, 80’li yıllarda gösterime giren bir dizi
komedi filminde de hicvedilen “köşe dönmeci”,
çapulcu kültür eski moda “namusluluk” biçimlerini
saf dışı bırakırken ezilenlerin yaşantılarında
ise tam bir yıkım yaşanmıştır. Uyuşturucunun alt
sınıflara ve gitgide daha küçük yaş gruplarına
doğru yayılması, fuhuşun en çok da ezilen sınıfların
mahallelerinde günlük hayatın parçası haline gelmesi,
bir zamanlar kırdan kente göçmüş insanların avuntusu
olarak yine de “masum” bir anlam ifade eden Anadolu
arabeskinin tasfiyesiyle en düzeysiz türden pop
kültürüne geçiş ve bunun uzantısı olarak paparazzi-televole
sefaletinin ahmaklaştırıcı etkisi, vb. vb. hepsi
emekçi sınıfları dünyasının keskin zehirleri olarak
son yirmi yılın ürünleri arasında yer almıştır.
Bütün bunlar rastlantı değildir. Söz konusu olan
şey, “tüm emperyalist-kapitalist sistemde toplumsal
yaşamın, kültürel ve sosyal dokunun sistemin iradi
olarak geliştirdiği sistematik çabalarla paramparça
edilmesidir. Toplumsal ilişkilerinin bütününde
sistem dışı bütünlüklü değişimleri hedefleyen
her türden uzun erimli, örgütlü, kolektif davranış
ve çabayı etkisiz hale getiren ya da yok eden,
bunun sonucu olarak ufuksuz, gelecek perspektifi
olmayan, umutsuz, bencil, bireyci, çaresiz, atomize
olmuş, yalnızlığı ve yabancılaşmayı dorukta yaşayan
bir insan tipini yaratan, en fazlası sistemin
yarattığı bu parçalanmışlığı ve atomize olmuş
insan tipini zorlamayan, tersine bu durumu olağanlaştırıcı
rol oynayan, küçük ve sahte mutluluklar yaratmayı
hedefleyen amaçlar peşinde koşan küçük insan adacıklarından
oluşan bir toplumsal ilişkiler (daha doğrusu ilişkisizlikler)
dünyası yaratılmıştır.
Postmodernizm tam da bu noktada anlam kazanmıştır.
Bir yandan sistemin yürüttüğü programın diğer
öğeleri (neoliberal ekonomi, yeni-sağcı politika
vb.) tarafından zaten yaratılmakta olan bu durumu
meşrulaştırıcı bir ideolojik araç olurken, bir
yandan da bu sürecin ideolojik arka planını oluşturmuş
ve pratik olarak bu sürecin aktif olarak üretilmesi
için gerekli entelektüel zeminleri yaratmıştır.
Kültürel, mesleksel, dinsel, mezhepsel, cinsel,
ulusal, yerel vb. her türden parçalanmışlık ve
bunun yarattığı alt kimlik ve ilişki zeminleri
sınıfsal, evrensel sorunların ve bunlar zemininde
geliştirilen örgütlülük ve mücadelenin karşısına
konmuştur. Sistem emekçilerin siyasal, ekonomik
vd. örgütlülüklerini dağıtırken, onların dünyayı,
ülkelerini, yaşamlarını daha ileri düzeyde kurma
bilinçlerini öğütürken, postmodernist anlayışla
da evrensel düşünmenin, kolektif davranışın özgürleşmeyi
engellediği, sisteme karşı değil, onun genel gidişatı
içinde küçük alanlarda, alt kimlikler zemininde
küçük mutluluklar aranması vaaz edilmiştir. Atomize
edilmiş insana bırakılan toplu duruş alanı budur.
Her çağda ve her toplumsal sınıf tarafından farklı
anlamlar yüklenmesine karşın insani ilişkilerde
olumlu bütünleştirici kriterler ve anlamlar yüklü
olan; onur, dürüstlük, cesaret, sadakat, dostluk,
aşk, vefa, dayanışma, vb. kavramlar ve kendini
bu kavramlar üzerinden ifade etme tutumu, emperyalizm
çağında genel olarak zayıflamasına karşın, özellikle
son yirmi-otuz yıllık bu çürütme süreci içinde
tümüyle değersizleştirilmiştir. Kavramların içi
boşaltılmış ve giderek insanlığın literatüründen
ve günlük yaşam ilişkilerinden adeta sökülüp atılmıştır.
Bunların yerini alan; gemisini kurtaran kaptan,
bükemediğin bileği öp, gelgeç günlük ilişki, aldatma,
ihanet, hazcılık, duyarsızlık, kendini günlük
kullanım araçları ve bunların markaları ile tarif
etme anlayışı ve bunların dili ve kavramlarıdır.”
(Yeniden İnşa ve Devrimci Atılım Perspektifimiz
ve Görevlerimiz)
Böylece neoliberalizmin yarattığı yeni orta sınıflar
tarafından emekçilerin dünyasına taşınan postmodern
ideoloji, salt entelektüel dünyayı ilgilendiren
bir felsefi akım olmaktan çıkarak büyük bir hızla
ezilenlerin dünyasına inmiş, umutsuzluğun ve kendi
gücüne güvensizliğin ortaya çıktığı her noktada,
mahalle kahvesine uyarlanmış biçimleriyle büyük
bir etkinlik alanı sağlamıştır. Bu ideolojik saldırı,
hayatları boyunca Fukuyama’nın adını tek bir kez
bile duymamış insanların basit dünyasında çaresizliğin
ifadesi olarak karşılık bulmuş, sonuç olarak toplumsal
duyarlılığı körelten bir işlev görmüştür.
Bütün bunlara paralel olarak, “emekçilerdeki arayışlar
da esas olarak sistem içi küçük hedeflere, cemaatleşme
özellikleri gösteren ilişkilere ve gruplaşmalara,
yerel, lokal sorunlara ve bağlara, gel-geç ilişki
biçimlerine yönelmiştir. Siyasal alanda bağlılıkların
kopması ve konjonktürel gelişmelere göre her seçimde
yeni bir düzen partisine oy verme, dinci akımlara-tarikatlara,
genel olarak (devrimci hareketin yükseliş dönemlerinde
ilerici dinamikleri güçlense de) sistem içileşmeyi
sağlayan alevi dernekleri ve cemevlerine, sosyal,
kültürel ilişkilerde vicdan rahatlatan ‘yardım
dernekleri’ne, ‘Sivil Toplum Kuruluşları’na, fanatikleşen-saldırganlaşan
ve kimi durumlarda kimliğin belirleyici unsuru
haline gelen futbol takımı taraftarlığına, yöre
dernekleri vb. kurumlaşmalar aracılığıyla hemşericiliğe,
müzik akımları ile kendini ifade eden gruplaşmalara,
çeteleşmeye, aile içi ilişkilerden özgürlük adına
yoz çürümüş arkadaşlık ilişkilerine, bunlardan
tekrar aile içi ilişkilere ya da kişiye tamamen
kendi içine çökerten tarzda yalnızlığa iten gel-geç
ilişkilere yönelme, vb. gibi ilişki biçimleri
geniş emekçi kesimlerinin arayışlarının çürütüldüğü
alanlar olmuşlardır. Bu arayışlar ilerici dinamiklere
sahip emekçi kitle hareketlerine ve örgütlülüklerine
dönüşmemişlerdir.” (Yeniden İnşa ve Devrimci Atılım
Perspektifimiz ve Görevlerimiz)
Aynı süreçte bütün bunların üzerine sosyal işlevlerinden
büyük ölçüde kurtarılarak “küçültülmeye” başlanan
devletin militarist aygıtının aynı ölçüde büyütülmesi
ve organize edilmesi de binmiş, böylece tepkilerin
salt çıplak şiddet yoluyla ezilmesinin yanında
etkili bir kitle pasifikasyonu da yaratılmıştır.
Az çok konsantre edilerek uzmanlaştırılan polis
ve istihbarat aygıtının, hem sayı olarak hem de
araç gereç olarak güçlendirilmesi, her yerde ve
her zaman kıpırdanmaları ezebilecek bir güç olarak
kitlelerin zihninde yer etmesi aynı süreçte sağlanmıştır.
Ve nihayet uluslararası emperyalist haydutluk
gösterileriyle de işin bir başka yönü tahkim edilmiş,
sistemi değiştirmenin olanaksızlığı yanılsamasının
üzerine “aykırı ülkelerin yaşamasına izin verilmeyeceği”
yolunda bir imaj da, (küresel suni-denge diyebileceğimiz
bir durum olarak) eklenmiştir.
Bütün bunların genel sonucu ise, işçi sınıfı ve
ezilen kitlelerin bir yandan büyük bir öfke içinde
boğulurken, diğer yandan da çaresizlik ve güvensizlik
içinde sıkışması ve yaşadığı koşullara razı olma
psikolojisinin gelişmesidir. Artık ancak politikleşmiş
askeri savaş tarzıyla sarsılabilecek olan bu toplumsal-kültürel-psikolojik
tablo, diğer yandan geleneksel biçim ve araçlardan
farklı örgütlenme anlayışlarını da gerekli kılmaktadır
.
D) Kentlerde Biriken Toplumsal Patlama Dinamikleri
ve Devrimci İmkânlar
Öte yandan, bütün bu olumsuzluklara karşın, aynı
neoliberal süreç, tarihsel olarak önceki dönemlerle
hiç kıyaslanamayacak ölçüde büyük bir patlayıcı
kitlesini büyük metropollere yığmış, devrimci
çalışmanın önüne büyük alanlar açmıştır. 1950’li
60’lı yıllardaki ilk büyük göç dalgasının ardından
1980 ve 1990’larda gelen politik-ulusal kaynaklı
ikinci büyük göç hareketi, bugünlerde tarımın
çökertilmesinden kaynaklanan bir üçüncüsüyle tamamlanmaktadır.
Son 30-40 yılda toplam nüfusa oranı %25’ten %70’e
tırmanan ve sanayi tarafından karşılanması imkânsız
olan kent nüfusu, neredeyse %60 oranında gençlikten
oluşan yapısıyla büyük bir devrimci potansiyeli
ortaya çıkarmıştır. Her seferinde diptekileri
daha dibe iten krizlerle sarsılan ve esneklik
oranları azaldıkça daha fazla şiddet girdabına
çekilen politik-toplumsal sistem, yeni-sömürgeciliğin
ilk dönemlerinde bir ölçüde gerçekleşebilir gibi
görünen gelecek umutlarını gitgide kurutmakta
ve dizginsiz bir öfkenin yolunu açmaktadır.
Öte yandan özellikle büyük bir hızla zenginleşen
yeni kuşakları itibarıyla geçmişteki hiçbir dönemle
kıyaslanamayacak ölçüde sınırsız ve ölçüsüz bir
zevk-ü sefa manzarası çizen burjuvazinin kaymak
tabakası, yoksulların dünyasıyla kendi aralarındaki
mesafeyi salt parasal servet miktarı bakımından
değil hayat tarzı açısından da olağanüstü düzeyde
açmış, bu şımarık ve şatafatlı hayat, ezilenlerin
kör ve geleceksiz hayatlarının çoraklığıyla kıyaslandığında
büyük bir öfke kaynağı yaratmıştır. Artık yaşam
mekanlarının, ilköğretimden başlayarak eğitim
kurumlarının, tedavi olunan hastanelerin, eğlence
mekan ve biçimlerinin, kültüre ulaşma ve yararlanma
imkânlarının, vb. vb. tamamen birbirinden ayrıldığı,
burjuvazi ve onların yönetici orta sınıflarının
bir kast olarak adeta ayrı bir dünyada yaşadığı
bir tablo tamamlanmıştır.
Üstelik bu tablo içersinde, 1980’lerden sonra
daha fazla yaygınlaşan bir devlet yöneticiliği
biçimi duruma giderek hakim olmuş, klasik gelenek
içinde kısmen de olsa gizlenmesi bir kural olan
“zengin-devlet” ilişkisi pervasızca açığa vurulmuş,
tekelci burjuvazinin üst kesimleriyle devletin
en yetkili temsilcilerinin iç içeliği gözler önüne
serilmiştir. Bütün bunlara kronikleşen “yolsuzluklar,
dolandırıcılıklar” manzarası eklenmiş, rüşvetin
meşrulaşması daha önce hiç görülmemiş boyutlara
ulaşmış, devlet mekanizmasında çürümemiş hiçbir
dişli kalmamıştır. Kamu alanlarının ve sosyal
kurumların da neoliberalizm tarafından tasfiyesiyle
artık neredeyse sadece rüşvet ve şiddet ikilisiyle
simgelenen devlet, kitlelerin gözündeki son kutsallık
kırıntılarını da tüketmiş, bu alanda da ortaya
yoğun bir nefret çıkmıştır.
Ama bu nefret ve öfke, devrimci alternatifle buluşmadığı
ölçüde ya “üçüncü sayfa haberleri” diye bilinen
kör şiddet örneklerine, yani içe, sınıf kardeşlerine
ve aile çevresine, vb. yönelmekte ya da düz bir
apolitizm ve çürüme eğilimine dönüşmektedir. Devrimci
mücadelenin yükselmekte olduğu dönemlerde bu yükselişin
kriterleriyle oluşan “sınıf ahlakı”nın son yirmi
yılda uğradığı yıpranma sonucunda yoksulluk ahlak
bozucu bir faktör olarak iş görmekte, geçmişte
tek tük örnekleri görülen türlü çeşitli sapkınlıklar,
kör bireyciliğin-duyarsızlığın en dip noktalarında
artık yadırganmayan davranışlar haline gelmektedir.
“Sevgisizlik, umutsuzluk, yalnızlık içinde boğulan
emekçilerin dünyası toplumsal şizofreni diyebileceğimiz
bir durumu yaşamaktadır. Çeşitli düzeylerde varlığını
koruyan olumlu değerler ile çürüme yan yanadır.
Duygu ve düşünce dünyasındaki bütünlük yok olmuştur.
Bir yanıyla ve bir anda cesur ve onurlu tavır
alırken, pek çok durumda korkak ve çürümüşlüğün
ifadesi olan tutumları benimseyebilmektedir. Sevgisizlik,
yalnızlık ve mutsuzluk emekçilerin iç dünyasında
büyük gerilimler ve çoğu durumda her şeye karşı
kontrolsüz, amaçsız öfke yaratmaktadır, biriktirmektedir.
Tepkici ve protestocudur. Öfkesi kimi zaman kendine
dönük saldırganlıkla, kimi zaman ailesine, ya
da sudan sebeplerle herhangi bir insana, daha
nadir olarak da devlete saldırganlıkla patlamaktadır.
Ancak uzun erimli ve amaçlı mücadele noktasında
dinamikleri oldukça zayıflatılmıştır, güçsüzdür.
Olaylar ve süreçlere konsantrasyonu zayıftır,
bundan ötürü belleği yoktur ya da çok zayıftır,
günlük yaşamaktadır. Emekçi semtlerindeki hemen
hemen her ev, her insan bu paramparça varoluşun
sorunları ile yüklüdür ve umutsuzca bu sorunlarla
boğuşmaktadır.” (Yeniden İnşa ve Devrimci Atılım
Perspektifimiz ve Görevlerimiz)
Kısacası, çıkışsızlık, çaresizlik ve solun güven
vermeyen genel manzarası ve buna karşın derin
toplumsal uçurumlardan beslenen sınıfsal öfke
bugünkü Türkiye tablosunun en çarpıcı çizgileridir.
Bir kez daha kanıtlanan gerçek, devrimci alternatifle
buluşmayan, onun tarafından yönlendirilmeyen bir
toplumsal öfkenin, ya savruluşlara uğradığı ya
da içe dönük bir şiddet zehiri ürettiğidir.
2000’lerin Türkiye’sinde Kitlelerle Buluşmak...
Nerede ve Nasıl?
A) Açık Devrimci Çalışmanın Dönemsel Taktiği
Olarak
Politik-Kültürel Odaklar
Devrimci sosyalizm, böyle bir toplumsal-kültürel
yapının içerisinde, bu yapının sosyolojik-kültürel
çözümlenmesinden hareketle, işçi sınıfı ve diğer
emekçi kesimlerle, özellikle de genç işçi kitleleriyle
buluşmanın açık alanda dönemsel başlıca taktik
aracı ve çalışma biçimi olarak Politik-Kültürel
Odakları belirlemiştir. Bu, daha önce de vurguladığımız
gibi, anlık politikalarla ilgili bir olgu değil,
stratejik yaklaşıma bağlı olarak tasarlanmış dönemin
açık alanda temel taktik örgütlülüğüdür. Esas
olarak emekçileri bir araya getirmeyi ve onlarla
devrimci hareket arasında bir köprü oluşturmayı
hedefleyen bu kurumlar, paravan nitelik gösteren,
birkaç kadro devşirip ömrünü tamamlayacak olan
gelip geçici, gecekondu tarzı derme çatma örgütlülükler
ve mücadele değil, dönemin ihtiyaçlarına yanıt
oluşturmak için inşa edilmiş olan kalıcı kurumlardır.
Elbette burada söz konusu olan, orijinal bir keşif,
hiç bilinmeyen bir örgütlülük tarzının açığa çıkarılması,
vb. değildir. Bilindiği gibi, şu ya da bu anlayışla
kurulan politik-kültürel kurumlar; kültür merkezleri,
dernekleşmeler, vakıflar, eğitim ve araştırma
kurumları vb., uzun süredir solun gündemindedir.
Bu bağlamda son yıllarda, sıradan “kafe”lere dönüşen
ve doğal olarak “kafe kültürü” üreten örneklere
rastlandığı gibi, dar-içe kapalı mekanlar haline
gelerek sol cemaat kültürünü üreten, kitlelere
açılmaktan çok politik aylaklık biçimlerine hizmet
eden kurumların varlığına da sık sık tanık olunmuştur.
Ve kuşkusuz, bu arada, zaman zaman kendi mantığı
içersinde az çok başarı sağlayan örneklere de
rastlanmaktadır.
Daha doğrusu, “on yılı aşkın pratik içinde bu
faaliyetlerin güçlü ve kırılgan oldukları noktalar
da belirginleşmiştir.
Kırılgan noktaların başında, devrimci hareketlerin
emekçilerin bu faaliyetlere yönelişlerinin nesnel
arka planını doğru kavrayamamaları gelmektedir.
Bu faaliyetlere kimi zaman oldukça traji-komik
biçimde ‘herkesin kültür merkezi var, bizim de
olsun’ tarzında bir yaklaşımla, çoğu zaman ise
kitlelerin bu faaliyetlere gösterdiği ilgiden
hareketle belli bir bölgede salt yeni ilişkiler
toparlamak amacıyla yönelinmiş, sağlam bir politik
yaklaşım eksen alınmamıştır. (...) Bu faaliyetler
çoğu zaman düşünsel arka planı oldukça özensiz,
gel-geç yerel yaklaşımlar ve ihtiyaçlar üzerinden
biçimlenmiştir.
Bir diğer kırılma noktası, bu faaliyetlerin salt
kültür-sanat faaliyetleri ile siyasal tepkilerin
eklemlendiği biçimler aldıkları ölçüde giderek
zayıflaması, içerik olarak daralması, kendi içine
kapanarak kitle mücadelesinin odağı olmaktan uzaklaşmalarıdır.
Kırılma-daralma noktalarından biri de, bu faaliyetlerin
kimi örneklerde görüldüğü gibi, salt profesyonel
sanat çalışmalarına dönüşmesi, böylece daha dar
bir kitleyle ilişkilenmesi, kitle ile kurum ilişkisinin
ise kaba bir benzetmeyle kursiyer-dershane ilişkisine
dönüşmesidir.
Bu ve daha pek çok irili-ufaklı kırılma noktalarının
90’lı yılların sonlarına doğru derinleşmesine
ve egemen hale gelmesine paralel olarak, bu faaliyet
ve kurumlaşmaların bir kısmı birbirinin taklidine
dönüşmüş, hayatla bağ kuramayan, hedeflerine ulaşmada
zorlanan, emekçi kitlelere ulaşmada dili zayıf,
fiilen ya vasat saz-folklor kurslarına ve kaba
ajitasyon-propaganda bürolarına dönüşerek etkisizleşmişlerdir.
Bir bölümü ise geniş emekçi kitleleri hedeflemekten
çok, aydın gençliğin sınırlı bir bölümünü kendisine
çeken profesyonel sanat-araştırma kurumlarına
dönüşerek, elitist bir yapı kazanmış ve oynamaları
gereken/oynayabilecekleri rolden uzaklaşmışlardır.
Kuşkusuz bu pratiklerin olumlu yanları da vardır
ve bunlar görmezden gelinemez. (...) Bu noktada
belki söz konusu kurumların bütünlüklü bir amacı
daha baştan taşımadıkları söylenebilir, ancak
sorun tam da bu noktadır. Hiç bir devrimci hareket
tüm bu olumlu fonksiyonları bağrında toparlayarak
kitlelere yönelen devrimci kitle çalışması odağı
haline gelen bir kurumlaşma düzeyi yaratamamıştır.
Görüldüğü üzere, bu faaliyet ve kurumların kırılganlıkları
esas olarak onları örgütleyen güçlerin, genel
olarak devrimci hareketin sorunlarına, özelde
ise devrimci açık kitle çalışmasına yaklaşımlarından
kaynaklanmaktadır. Halbuki bu açık-legal çalışma
damarı daha ilk ortaya çıktığı andan itibaren
güçlü bir mücadele potansiyeline, başta yeni işçi
kesimleri olmak üzere ilerici temelde arayış içinde
olan emekçileri devrimci bir temelde kucaklama
dinamiklerine sahip olduğunu göstermiştir.” (Yeniden
İnşa ve Devrimci Atılım Perspektifimiz ve Görevlerimiz)
Yani sonuçta, politik-kültürel mücadele ve kurumlaşmalar,
en azından biçimsel anlamda bugün ve bizim tarafımızdan
keşfedilmiş değildir; ayrıca zaten devrimci sosyalist
hareketin tarihinde de özellikle yerellerde benzer
çalışma biçimleri, dernekler, vb. pratiği mevcuttur,
bir çok konuda olduğu gibi bu alanda da hiçbir
şeye sıfırdan başlamıyoruz. Bu kez yapılan belirlemenin
farkı ise, bu çalışma ve kurumlaşma biçiminin
merkezi olarak sistematize edilmesi ve stratejik
anlayış çerçevesinde, bir program dahilinde işlevlendirilmesidir.
Bu anlamda, Politik-Kültürel Odaklar geliştirme
pratiği, geçmişte yapılmış çalışmalardan da, bugün
mevcut olan kültür merkezi vb. biçimlerden de
farklı olarak, emekçi kitleler arasında kalıcı
kökler salmak için ortaya konulmakta, politik-kültürel
halk örgütlülüğü ile bir tür sınıf akademisinin
karışımı olarak kitlelerle buluşup onları eğitme-devrimcileştirme
işlevini yüklenmekte ve bütün bunları devrimci
yenilenme sürecimizin bir parçası olarak ortaya
koymaktadır. Dar anlamda kültürel bir merkez değil,
genel olarak devrimci kültürün, neoliberal-postmodern
parçalanmaya karşı halk dayanışmasının çeşitli
biçimlerinin örüldüğü bir kurumsallık olarak düşünülmesi
gereken Politik-Kültürel Odakpratiği, aynı zamanda
doğurgan bir yapılanma olarak ele alınmakta, içinden
ihtiyaca göre gençlikle, kadınlarla ve başka kategorilerle-alanlarla
ilgili yapıların çıkması perspektif olarak öngörülmektedir.
Şüphesiz bu, tek bir araçla sınırlı olan bir çalışma
da değildir; devrimci çalışma asla kendisini tek
bir araca ve tek bir taktik yönelime mahkum etmez,
mücadelenin farklı gelişme düzeylerinde her aşamanın
ihtiyaçlarına göre sonsuz çeşitlilikte çalışma
ve örgütlenme biçimlerine başvurulabilir ve başvurulacaktır;
hatta belki de bugün düşünemeyeceğimiz kadar yeni
ve karmaşık çalışma biçimleri devrimci faaliyetin
gündemine gelebilecektir. Bir devrimci sosyalist,
şu ya da bu örgütlenme-çalışma biçiminde baştan
önyargıyla yaklaşma lüksüne sahip değildir. Asıl
sorun, hangi biçim ve araçlarla gerçekleştirilirse
gerçekleştirilsin, devrimci sosyalist hareketin
stratejik yaklaşımının emekçi kitlelerle buluşma
noktalarının her koşulda ve her zaman bir biçimde
yaratılması gerektiği sorunudur. Dönemsel bir
taktik araç olarak Politik-Kültürel Odak, bu anlamda
anlık ve gelip geçici değil, bu ihtiyacın karşılanmasının
günümüzdeki başlıca yolu olarak anlamlıdır; uzun
vadede bu aracın gelişerek başka biçimlere evrimleşmesi
ya da işlevinin değişmesi tabii ki mümkündür.
Ancak iktidar mücadelesinin temel yöntemi ve temel
örgütlenme biçimi konusunda son derece net bir
kavrayışa sahip olan devrimci sosyalist hareket,
her koşulda bu kavrayışa uygun düşen bir kitle
çalışması biçimi inşa etmek zorundadır. Açık alan
ya da açık çalışma denebilecek bu alanın kurumlaşması,
kökleşen ilişkiler ve örgütlülük biçimleri yaratması
bu bakımdan hayati öneme sahiptir. Daha önce de
sözünü ettiğimiz gibi, PASS, yalnızca temel mücadele
biçimini içeren bir askeri eylemler dizisi değil,
bütünlüklü bir siyasal müdahale biçimidir ve salt
askeri bir pratiğin hayata geçirilmesi, kendiliğinden
bir örgütsel varlık yaratamaz. Büyük insan grupları,
kitlesel güçler ise, hangi ülkede ve hangi devrimci
süreçte olursa olsun, sonuçta ancak açık alanlarda
bir araya getirilebilirler. Devrimci örgütlülük
biçimlerinin esas gövdesinin illegal koşullarda
inşa edilmesi ve ilişkilerin bu temelde oluşturulması
ayrı şeydir, işçi sınıfı ve diğer ezilen kesimlerle
kurulan kitlesel ilişkiler alanı başka bir şeydir.
Esasen illegalite de zaten herhangi bir steril-tecrit
edilmiş ortamda değil, bu kitlesel ilişkiler alanının
karmaşık, çok renkli yapısı içersinde kendini
inşa eder. Yani sürecin her aşamasında devrimci
yapının kitlelerle kurduğu ilişki, onların büyük
birimler halinde bir araya getirilip harekete
geçirilmesi işi, (yasal olsun ya da olmasın) açıkta,
alenen yapılan bir iştir. Yüzlerce, binlerce insanı
ancak sokakta, alanlarda ve irili ufaklı kurumlaşmalarda
bir araya getirebilirsiniz, en şiddetli ayaklanma
günlerinde bile her şey illegal yapının yönlendiriciliği
altında gerçekleştirilirken, emekçi kitleler Çin
imparatorlarının binlerce heykelden oluşan şu
saklı ordusu gibi yeraltında değildirler; onlar,
açıkta, sokakta düşmanla karşı karşıya gelirler.
Ayrıca bilindiği gibi, açık alan kavramı da zaten
mutlaka yasal alan kavramına eş değildir; devrimin
devasa hareketlilik günleri bir yana bugün bile
yüzlerce örneğini görebileceğimiz gibi açıkça
yapılan bir çok eylemlilik ve bir araya geliş
biçiminin hiçbir yasada yeri yoktur ama buna rağmen
gerçekleşirler. Sözgelimi yüz bin kişiyle bir
alana giderseniz, kimse size miting izniniz olup
olmadığını soramaz, vb. vb.
Yani sonuçta, kitlelerle ilişkiler alanı, devrimci
hareketin kendi çabası ve ısrarıyla açtığı bir
alandır ve temel mücadele-örgütlenme biçiminin
radikalliği ve illegal özelliği ile kitlelerle
buluşma zeminlerinin açıklığı ve hatta zaman zaman
yasallığı arasında bir çelişme yoktur.
Esasen bu yaklaşım ve devrimci sosyalizmin örgütlenme-kurumlaşma
tarzının bütünü Ne Yapmalı’da ustalıkla ortaya
konan “dar ve geniş anlamda parti” kavramlaştırmasına
da denk düşer. Bilindiği gibi, bu makalelerinde
parti kavramını zaman zaman “parti örgütlerinin
tümü”nü kapsayacak kadar genişleten Lenin, diğer
yandan da “devrimciler örgütü”nü bütün bu geniş
alanın eksenine koymakta ve böylece bir bütünlüklü
yaklaşıma ulaşmaktadır. Devrimci sosyalist hareketin
kitle çalışması ve kurumlaşma mantığı da, bu çerçeve
içinde anlamlıdır. Lenin’in son derece derinlikli
bir yaklaşımla uyardığı gibi, bu, çalışmaların
ve kurumların “aritmetik bir toplamı değildir.”
Burada sözü edilen şey, organik bir toplamdır;
bütün çalışma ve örgütlenme biçimlerinin, belli
bir rota doğrultusunda merkezi olarak organize
edilmesi, bütün güçlerin ve enerji birikimlerinin
genel stratejik yaklaşım için yoğunlaştırılmasıdır.
B) Bir Parti Çalışması Biçimi Olarak
Politik-Kültürel Odak
Soruna böyle yaklaşıldığında ise devrimci sosyalizm
açısından ortaya iki sınır çizgisinin çıkması
kaçınılmazdır. Bunlardan birincisi, bildiğimiz
türden STK’cılıktır; ikincisi ise geleneksel kitle
çalışması anlayışının darlığı...
90’lar sonrasının uluslararası anlamda da etkin
tarzı olan STK’cılık, artık biliniyor. 8. sayımızda
çevirerek yayınladığımız yazısında James Petras’ın
ayrıntılarıyla anlattığı gibi, bu işin bir mekanizması
var; emperyalizmin yeni dönem politikalarının
bir uzantısı olarak kapitalist metropollerde oluşturulan
büyük fonların bağımlı ülkelerdeki “sivil toplum
örgütleri”ne aktarılması, böylece sınıf mücadelesinin
ve sınıf örgütlenmelerinin önünü kesen tamponlar
oluşturulması, bu çerçevede gerçekleşiyor. Toplumsal
sistemin özüne dokunmayan alanlarda (aşırı yoksulluğun
önlenmesi, cins ve ırk ayrımcılığının törpülenmesi,
vb.) ve tehlike yaratmayacak biçimlerde (bireysel
dayanışma türleri, mesleki eğitimler, küçük kredi
organizasyonları, halk eğitimi okulları) yürütülen
bu çalışma, görünüşte devletlerden “bağımsız”
bir tablo çizen fonlar ve vakıflar tarafından
finanse edilmekte ve ezilenlerin acılarının kısa
sürelerle dindirilmesine, en önemlisi de onların
savaşarak-örgütlenerek haklarını kazanma bilincinden
uzaklaşmasına yol açmaktadır.
Bu çizgi, bilindiği gibi Türkiye’de birkaç ayrı
kanal üzerinden yürümektedir. Kemalist kökenden
gelen ve gençleri “irticadan koruyarak” tekelci
burjuvazinin uzun vadeli Türkiye projesine uygun
hale getirmeyi hedefleyen Çağdaş Yaşamı Destekleme
Derneği gibi kurumlaşmaların kısmen emekçi mahallelerinde
ve köylerde ama daha çok da orta sınıfların semtlerinde
yürüttüğü çalışmalar, birinci tür örneklerdir.
Legal ve illegal para kaynaklarını kullanan dinci
vakıflar, talebe yurtları, okullar, Kuran kursları,
dinci belediyelerin kültür merkezleri, eğitim
bursları vb. gibi bir başka STK alanı ise bilindiği
gibi uçsuz bucaksız bir genişliğe sahiptir ve
oldukça etkindir.
Daha çok AB kanallarından ve emperyalist ülkelerdeki
vakıf ve fonlardan beslenen “sol” atmosferli bir
diğer kesim ise, eski devrimcilerin “hobi” alanı
olarak gitgide gelişmekte ve en tehlikeli üçüncü
türü oluşturmaktadır. Çünkü bu sonuncu çizgi,
neoliberal-postmodern çerçevede çalışırken, bir
yandan kapitalizmin yeni iş örgütlenmesini ve
yeni dünya görüşünü geliştirip meşrulaştırmakta,
diğer yandan da işçi sınıfının, ezilenlerin sınıfsal
alışkanlık ve örgütleniş biçimlerini törpülemekte,
onları devrimci fikirlerden uzaklaştırmaktadır.
Daha doğrusu, özellikle aydın kesimlerde ve sola
yönelik gençliğin bir bölümünde zaten yaygın olan
“devrimden umut kesme ve yerel-reformist süreçlerde
oyalanma” eğilimi böylece kendisine bir alan bulmaktadır.
İkinci sınır çizgisi ise STK’cı olmayan ama kitle
çalışmasını geleneksel tarzda ele alarak dar bir
noktaya hapseden anlayışla ilgilidir. Bu eğilimde
şüphesiz, parti, devrim, iktidar fikri bakımından
marksist söylemden bir ayrılma ve düzen cephesine
yazılma düşüncesi yoktur; ancak daha önce de değindiğimiz
gibi bu eğilimin bütün ufku, emekçi kitlelerin
içine girip kurumlaşmalar yaratarak kitleleri
bir genel grev-devrim durumu için hazırlamak noktasından
öteye gitmemektedir. Kitlelerle ilişkide bugün
yaşanan tıkanıklığı bu ilişkinin kendi içinden
çözmeye çalışan, yani sonuçta “çalışmak, daha
çok çalışmak” formülüne sıkı sıkıya sarılmaktan
başka bir yol bulamayan bu eğilim, bütünlüklü,
merkezi bir politik-askeri müdahaleyi, kitlelerin
örgütlenmesinin ancak bu müdahalenin etrafında
gerçekleşebileceğini unutmaktadır. Bunun pratikteki
sonucu ise, kitle örgütleri yaratmak ve mevcut
sendikal, vb. yapılarda güç kazanmak için olağanüstü
bir çaba harcanmasına karşın ortaya bir kısırlığın
ve darlığın çıkmasıdır. Politik atmosferdeki güven
erezyonunu sarsıntıya uğratarak kitleleri genel
olarak politize etmeyen her örgütleme çabasının
varacağı yer de bundan başkası değildir.
Dönemsel bir taktik araç olarak Politik-Kültürel
Odakları önüne koyan devrimci sosyalizm ise, bütün
bu boş hayallere kendisini kaptırmamakta, kitlelerin
devrim saflarına çekilmesinin, onların bir devrim
ordusu olarak örgütlenmesinin PASS üzerinden gerçekleşeceğini
açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Politik-Kültürel
Odak pratiği, reformist STK çizgisi ile ufuksuz
“kitle çalışması” türlerinin dışında, devrimci
sosyalizmin stratejik hattının etrafında örülen,
esas amacı bu hattın güçlendirilmesi, emekçiler
arasında kök salması olan yeni tarzda bir parti
çalışması olarak anlaşılmalıdır.
C) Sınıfın Yeni Katmanlarına Yaklaşım Aracı
Olarak
Politik-Kültürel Odak
Bir halk örgütlülüğü olarak Politik-Kültürel Odak,
öncelikle yeni iş örgütlenmesinin parçalayarak
sürece dahil ettiği genç işçiler kitlesinin bir
araya getirilmesinin, sınıfın yeni bir anlayışla
örgütlenmesinin araçlarından biridir. İşçi sınıfının
güçlerini nicel anlamda olağanüstü düzeyde artıran
ama diğer yandan onların hem hayatlarını hem de
zihinlerini paramparça eden yeni süreçte, özellikle
klasik sendikal alanın dışında kalan yüz binlerce
insanı (işsizler, kadınlar, geçici işçiler, vb.
dahil) yalnızca çalıştıkları yerlerde değil, yaşadıkları
mekanlarda ve alanlarda da bulup bir araya getirmek,
somut hayatlarının içine girerek onlarla kaynaşmak,
bu örgütsel aracın en önemli görevidir.
Şüphesiz bu, sendikal araçları tümüyle reddeden
bir çalışma değildir. Bilinen fabrika düzeninin
sürdüğü her alanda, işyeri-işkolu düzeyinden yapılan
ve büyük güçleri bir araya getiren sendikal örgütlenme
şüphesiz devrimcilerin tercih edeceği bir durumdur.
Ancak artık günümüzde somut bir gerçeklik haline
gelmiş olan esnek üretim-taşeronlaştırma süreci
de bir vazgeçme eğiliminin ve tembelliğin bahanesi
yapılamaz. Yani devrimci hareket, sistem tarafından
dağıtılarak binlerce parçaya bölünmüş olan sınıf
güçlerini, özellikle atölye düzeni içinde boğulmuş
genç emekçileri, kadınları, düzensiz işlerde ömrünü
tüketen insanları, işsizleri, vb. görmezlikten
gelme, bilinen yollarla örgütlenemiyorlarsa onlardan
vazgeçme lüksüne sahip değildir. Devrimci sosyalizm
bu geniş yığını örgütlemek, onları uygun kurumlaşmalarda
bir araya getirip güçlerini birleştirmek zorundadır.
Bunu yapmanın tek aracı kuşkusuz sözünü ettiğimiz
kurumlar değildir ama yaratıcı biçimde ele alınmak
koşuluyla başlıca yollardan biridir.
Çünkü bu araç, özellikle genç emekçiler kitlesini,
onların çalıştıkları yerleri, günlük hayatlarını,
ailelerini, sosyal-kültürel dünyalarını ve ihtiyaçlarını
vb. bütünlüklü olarak kapsayabilecek bir esnekliğe
sahiptir. Mevcut kültür merkezleri vb. tamamen
farklı olarak, kendini salt kültürel etkinliklerle
sınırlamayan, kurulu olduğu semtin, hatta bölgenin
bütün girdisine çıktısına, sorunlarına, sınıfsal-siyasal
profiline, kültürel ve etnik yapısına, vb. hakim
olması gereken Politik-Kültürel Odak, başta işçi
sınıfı olmak üzere tüm emekçilerle iç içe yaşayan,
aynı atmosferi soluyan bir kurum olarak sayısız
yaratıcı yol ve araç kullanabilir ve kendisini
hem bir emekçi akademisi, DEVRİMCİ POLİTİK KÜLTÜR
ODAĞI, hem de bir eylem ve direniş odağı biçiminde
örgütleyebilir. Sınıf dayanışmasının sonsuz çeşitlilikteki
biçimlerini neoliberal bireyciliğin karşısına
diken, geleceğin yeni kültürünü bir öğretmen edasıyla
değil de, günlük hayatın her aşamasında gösterilecek
pratik örneklerle öne çıkaran Politik-Kültürel
Odak, gitgide yer aldığı alanın sosyal hayatının
devrimci bir öznesi olabilir, böyle bir yeteneğe
sahiptir.
Bu anlamda, onun kendi finansmanını ve araçlarını,
vb. kendi imkânları içersinden üretmesi yalnızca
mali bir zorunluluk değil, aynı zamanda politik
bir tutumdur; çünkü burada yaratılmak istenen
şey, yalnızca bir kurum değil, bir dayanışma-birlikte
üretme kültürüdür. Kaynağı kuşkulu fonlara değil,
halkın kendi kurumuna sahip çıkmasına dayanan
böyle bir örgütlenme, böylece Politik-Kültürel
Odakların asıl yapmak istediği işe, yani bir emekçi
dayanışması yaratılmasına hizmet edebilir.
Bütün bu söylediklerimiz, Politik-Kültürel Odak
pratiğinin bir tür sendikal örgütmüş gibi algılanmasına
yol açmamalıdır; şüphesiz durum böyle değildir
ve işçi sınıfının yeni bileşiminin, bugünkü sendikal
yapıyı aşan yeni sendikal biçimlere ihtiyacı devam
etmektedir. Yani Politik-Kültürel Odak geleneksel
sendikal biçimlerin işlevsizleştiği koşullarda
ortaya çıkan boşluğu tümüyle doldurma iddiasında
olan bir araç olarak da görülemez. Politik-Kültürel
Odak, toplu sözleşme, grev, vb. gibi bilinen araçlara
sahip bir kurumlaşma da değildir; ama onun çalışması,
işyerlerini ve sınıfın yaşam alanlarını genel
olarak kapsayan, ortamı bireycilikten toplumsallığa
taşıyan yapısıyla, klasik sendikacılığın dolduramadığı
o büyük boşluğu kısmen dolduracak ve yeni bir
sendikal tarzın yaratılmasının önünü açacaktır.
Bulunduğu bölgedeki emekçi kitlelerini bir araya
getirip politikleştiren, bölgenin atmosferini
genel olarak devrimcileştiren Politik-Kültürel
Odak çalışması, bizzat kendisinin bazı direnişlere
müdahil olmasının, örgütlemesinin yanında bu yeni
sendikal tarzın sınıf içinden gelen kadrolarını,
ilişkilerini ve en önemlisi güven duygularını
yaratacaktır. Halk dayanışması ve devrimci kültürün
geliştirildiği her bölge, kendi içindeki sınıfsal
mücadele ve örgütlenmeleri zenginleştirecek, çoğu
insafsız ve vahşi koşullarda işini yürüten bütün
patronların korkusu olacaktır. Yani işçi sınıfının
yeni katmanlarının Politik-Kültürel Odak bünyesinde
ve çevresinde bir araya getirilmesi işi, basit
olarak bir ekonomik mücadele çerçevesinde, sendikal
bir çalışma gibi algılanmamalı, daha çok parçalanmışlığın-dağınıklığın
hakkından gelinerek sendikal alan dahil bütün
alanlarda toplumsal atmosferin ve ilişkiler zemininin
devrimci temelde düzeltilmesi olarak düşünülmelidir.
Böylece örneğin, özellikle organize sanayi bölgelerinin
tek tek işyerlerindeki faaliyet ve direnişlerle
çözülemeyen katı yapısı ortamın genel devrimci
etkisiyle ve emekçi dayanışmasının yükseltilmesiyle
ve devrimci etkinin sınıf içinde ve diğer halk
kesimleri arasında gelişmesiyle, aşılması kolaylaşacaktır.
Bu arada, mahalli çalışmaların genel olarak popülizme
açılan bir kapı olduğu ve sınıf örgütlülüğünün
saf-temiz yapısını bozan bir tehlike içerdiği
söylenebilirse de, bu konudaki mızmızlıkları çok
ciddiye almamak gereklidir. Sınıfsal kültüre sahip
olmayan gençler, işsizler, kadınlar, yerel esnaflar,
vb. arasında yapılan yerel çalışmanın, sosyalist
zeminleri sağlamca örülmezse, bu kesimlerin küçük
burjuva ya da lümpen-proleter zemin ve kültüre
teslim olacağı, böylece ortaya devrimci bir örgütlülük
değil, küçük çıkarlar üzerinden yürüyen basit
bir “dayanışma” ilişkisinin çıkacağı, genel bir
öngörü olarak belki söylenebilir. Gerçekten de
son derece karmaşık bir yapıya sahip olan emekçiler
dünyası, pratik faaliyet içindeki her devrimci
sosyalistin yakından bildiği gibi medyatik saldırı
altında oldukça bozulmuş, sendikal yapıların yetersizliğiyle
ilksel bilinç edinme imkânlarından uzak kalmış,
baş edilmesi pek kolay olmayan bir dünyadır ve
kimi örneklerde görüldüğü gibi devrimci çalışma
yapan güçleri de bazen girdabına çekebilmektedir.
Ama buradan hareketle, milyonlarca emekçiden oluşan
bir devrimci potansiyele burun kıvırarak “sanayi
proletaryasına duyulan karşılıksız aşk”la kendini
avutmak ve sınıfın nabzının attığı alanlardan
uzak durmak son derece yanlıştır. Ayrıca, işçi
sınıfına, esasen mevcut olmayan bir homojenlik
atfetmek de zaten teorik olarak doğru değildir.
İşçi sınıfı her zaman çeşitli katmanlardan ve
kategorilerden oluşur ve devrimcilerin emekçilerin
dünyasına yemek seçer gibi yaklaşması vahim bir
hatadır. Politik-Kültürel Odak çalışması, ulaşabildiği
bütün emekçi kesimlerin içine girmeyi, onların
dünyasının bir parçası olarak onları dönüştürmeyi
görev olarak kabul etmektedir.
Ayrıca bu çalışma, salt düzene karşı tepkileri
bir araya getirip örgütlemekle de görevli değildir.
Daha önce de söylediğimiz gibi, onun en ciddi
görevlerinden biri, özellikle günümüzdeki neoliberal
saldırıya karşı “emekçi kitlelerin üretim ve yaşam
alanlarında somut devrimci ilişki, mücadele ve
yaşam alternatifleri yaratmak, öne sürülen her
talebi bu mekanlarda, kurumsal nüveler biçiminde
üretmek, karşı çıkılan her durumun alternatifini
bizzat yaşam içinde oluşturmaktır. ‘Parasız eğitim’
diyorsak, kendi kurumlarımızda emekçi çocukların
eğitimi bizim sorunumuzdur ve talebimizin somut
göstergesidir; ‘bireyciliğe ve yoz ilişkilere
hayır’ diyorsak, dayanışma ilişkilerini örmek
bizim işimizdir; ‘çürümüşlük’ten bahsediyorsak,
uyuşturucuya, fuhuşa, kumara, lümpen yaşam tarzına
ve diğer yozlaşma biçimlerine karşı mücadele bizim
somut çalışmamızdır.” (SB, Sayı 14) Yani Politik-Kültürel
Odak pratiği, emekçilerin dünyasında sadece düzeni
eleştiren bir pratik değil, devrimci yaşam tarzının
da somut karşılığıdır. Devrimci sosyalizm, bütün
bu çalışmaları devrimin yerine koyan ve bunların
gerçekten sorunların çözümü olduğu düşünen STK’cı
mantıktan uzaktadır ama öte yandan emekçilerin
bütün sorunlarına ortak olmak, onların çözümleri
için pratik örnekler yaratmaktan da vazgeçemez.
Örneğin, demokrasinin bir devrim sorunu olduğunu
bilmek ve bunu emekçi kitlelere anlatmakla baskılara
karşı direniş biçimleri örgütlemek birbiriyle
çelişmez. Asıl sorun, milyonlarca emekçinin dünyasındaki
en küçükten en genel olanına dek her soruna hakim
olmak, onları bir araya getirerek her haksızlığa,
her baskıya karşı harekete geçirmek, devrimci
yeni bir yaşam tarzının-kültürünün nüvelerini
geliştirmek ve bütün bunları yaparken devrimci
iktidar perspektifini hiçbir zaman unutmamaktır.
Sonuçta, Politik-Kültürel Odak çalışması, emekçilerin
hayatlarının tam içinde, onların sorunlarının
ve çözüm arayışlarının ortasında yer alan, bütün
bu karmaşık ilişkiler yığınını dönüştürerek devrim
cephesine taşıyan bir çalışma olarak algılanmalı
ve yüksek bir yaratıcılıkla ele alınmalıdır.
Kısaca özetlenirse, bu pratiğin asıl sorusu, “Emekçi
insanlar ne arıyor?” sorusudur ve yanıt da oldukça
açıktır. Bütün yozlaşmaya karşın emekçiler, bütünlüklü
ve daha insani bir ilişki tarzı arıyor. Hayatı
küçük de olsa iyileştirecek, insani öğeler katacak
bir ilişki ağı içinde olmak, yavan bir bulamaç
haline gelmiş olan yaşantısına bir anlam katmak
istiyor. Kültürel etkinliklerin, vb ötesinde,
onun asıl istediği, maddi çıkar ilişkilerinden
arınmış, en azından bunun ikinci plana itildiği
bir insani ilişki istiyor. Ve ayrıca onlar, devrimci
hareketin henüz eski güven ilişkilerini tazelemediği
bugünkü koşullarda, doğrudan politik zeminlere
doğru hızlı ve kararlı adımlar atmıyorlar. Politik-Kültürel
Odakların yaptığı ve yapacağı ise işte tam bu
noktada onlarla buluşmak ve daha sonra bu buluşmayı
bir üst düzeye taşımaktır.
D) Çürütülmüş İlişkilere Karşı Yeni Bir Kültürün
Taşıyıcısı Olarak
Politik-Kültürel Odak
Daha önceki bazı yazılarımızda da çeşitli vesilelerle
söylediğimiz gibi, emekçilerin sosyal ve kültürel
dünyasının her bakımdan yozlaştırılıp çürütüldüğü
günümüz koşullarında işçi sınıfının klasik üç
cepheli mücadelesine politik, ekonomik, ideolojik
ve kültürel bir boyut eklemek artık ciddi bir
zorunluluktur. Son yirmi yılda postmodern gericiliğe
yaslanarak yaratılan büyük kültür parçalanması,
devrimci cepheden mutlaka bir karşılık bulmalı,
devrimci kültür, bu koşullarda yeniden inşa edilmelidir.
Her şeyden önce özellikle son yirmi yılda üst
sınıflarla emekçiler arasında en keskin boyutlarına
ulaşan kültürel bölünmenin devrimci tarzda ele
alınarak aşılmasıdır. Gerçekten de bugün artık
tekelci burjuvazi ve onun sofrasından beslenen
yönetici elitin hayat tarzı, yaşam alanları, sağlık
ve eğitim olanakları, eğlence ve kültür anlayışları
ile emekçilerin yoksul ve çorak dünyası arasında
derin bir uçurum oluşmuş, özellikle kültürel alanın
bir çok sektöründe (sinema, kitap, vb.) gerçekleşen
“tekelleşme” sonrasında emekçilerin kültür ürünlerine
ulaşması (korsan piyasa dışında) neredeyse olanaksız
hale gelmiştir. Eğitimde anaokullarından başlayarak
gerçekleşen yoksul-zengin okulları bölünmesi,
sağlıktaki karşılığını “süper hastahaneler”le
varoş poliklinikleri ve SSK rezilliği arasındaki
bölünmede bulmuş, aynı bölünme eğlence mekanlarında
şımarık gece klüpleriyle semt batakhaneleri arasında
kendisini göstermiş ve bu arada zaten oturulan
semtler ve kent hizmetlerine ulaşma olanakları
çoktan birbirinden ayrılmıştır. Böylece ortaya
çıkan tablonun kültürel boyutunda ise, burjuvazinin
üst kesimleri ve orta sınıfların bir bölümü, insanlık
kültürünün ürettiği en yüksek ürünler ve bunların
gösterimleri (festivaller, sergiler, müzik etkinlikleri,
vb.) dahil olmak üzere bütün kültürel olanaklardan
özel mekanlarda yararlanırken, yoksulların dünyasına
pop-kültürün en kötü örnekleri, arabesk ve televole
türü yozluklar ve futbol gibi seyirlik alanlar
kalmıştır. Öyle ki yoksulların dünyasında artık
bu üst düzey kültürel ürünlerin bir izi bile bırakılmamış,
bu kesim, zenginlerin tekelinde görünen birçok
şey gibi kültürel ürünlerden de nefret etme noktasına
gelmiştir. Örneğin kitap dünyasında bankaların
da müdahalesiyle gerçekleşen tekelleşme ve YKY,
İş Kitap, Doğan Kitapçılık, Epsilon, Everest,
vb. gibi firmaların piyasaya hakim olması, küçük
yayıncıları tüketmiş ve daha sonra da okunmak
için değil rafa yakışsın diye basılan cafcaflı
kitapların yüksek fiyatları gündeme gelmiştir.
Daha sonra ise, belki yüz yıldır sezon açılışını
üniversitelerin açılışına göre ayarlayan kitap
piyasası bu alışkanlığı değiştirerek lüks alışveriş
merkezlerine taşınmaya başlamış ve nihayet en
sonunda kent merkezindeki kitap fuarlarının emekçilerin-öğrencilerin
en zor gidebileceği yerlere kaydırılmasıyla operasyon
tamamlanmıştır. Böylece sıradan insanlara korsan
dışında bir seçenek bırakılmamıştır.
Öte yandan bu durumu teorize ederek kalıcılaştırmayı
hedefleyen bir tür “kent şovenizmi” de son yirmi
yılda özellikle orta sınıflarda yaygınlaşmış,
çoğu zaman düpedüz Kürt düşmanlığıyla da birleşen
bu şovenizm, kültür uçurumunun daha da derinleşmesi
gerektiği üzerine kurulmuştur. Özellikle İstanbul’da
görülen bu eğilim, İstanbul ve İstanbullu olmanın
“korunması” adı altında “yorganını sırtlayıp Anadolu’dan
gelen görgüsüzlere” karşı bir nefreti üretmiş,
zaman zaman sol liberallerin de eklendiği bu konformizm,
mizah dergilerine dek uzanan “kıro”, “maganda”
gibi kavramları günlük dile sokmuştur. Açıkça
söylemeyip nostaljik lafların arasına sıkıştırsalar
da bu kesimin asıl derdi, büyük kentleri her tür
“dışarlıklı” unsurdan temizlemek ya da en azından
emekçi gettolarını ve çamuru görmezlikten gelerek
yaşayabilecekleri özel kültür alanları, “nezih”
ortamlar yaratmaktır.
Politik-Kültürel Odak çalışması, bu kültürel uçuruma
cepheden bir saldırı olarak gelişmelidir. Politik-Kültürel
Odak, her şeyden önce son derece haksız biçimde
burjuvazinin ya da orta sınıfların bir bölümünün
tekelinde görünen kültürel olanakları, insanlık
tarihinin ürettiği yetkin eserleri, gücü yettiğince
yoksulların dünyasına taşımalı, çeşitli etkinlik
biçimleriyle bu olanakları emekçiler için de ulaşılabilir
hale getirmelidir.
İkincisi ve daha önemlisi, Politik-Kültürel Odak
pratiği, bugünkü yozlaşma ve çürüme ortamında
yeni bir devrimci kültürü alternatif olarak yaratır
ve kitleler arasında yaygınlaşmasını, orada katılımcı
bir tarzda yeniden üretilmesini sağlar. Bu, alt
kültür ve pop şımarıklığının yerine salt geleneksel
olana sarılmak değil, ama gelenekseldeki ilerici
damarı da arkalayarak yeni bir kültür yaratmak
anlamına gelir.
Şüphesiz devrimci sosyalizm, bugünkü çürümüşlüğün
ve yoz kültür ürünlerinin alternatif kültür ürünlerinin
yaygınlaştırılması yoluyla basitçe geriletilebileceğini
düşünecek kadar saf değildir. Elbette bu, toprağın
alt üst edilmesi ve kitle hareketinin yükselmesiyle
ilgili bir şeydir. Yani, nasıl işçi sınıfı katmanları
bizim doğru politik düşüncelerimizi duyup okuduklarında
otomatik olarak bize yönelmeyeceklerse, bugünkü
sistemin yoz kültürel kanallarından beslenen insanlar
da daha iyi sesler, müzikler, cümleler duyduklarında
bu eski beslenme kaynaklarından vazgeçmeyeceklerdir.
Bütün bunlar, ancak politik toplumsal hareketin
yükselişine ve bütün sosyal yapıyı sarsmasına
bağlı olarak aşılacaktır.
Ancak buna karşın, yine de bugün yapılabilecekler
sınırsızdır. Sınırsızdır ve aynı ölçüde de somuttur,
açıktır: Mevcut neoliberal-postmodern saldırı
işçi sınıfının neresine vuruyorsa orasını kuvvetlendirmek,
nereyi çürütüyorsa oraya müdahale etmek... Devrimci
kültür anlayışının olmazsa olmaz temelleri, bireyciliğe
karşı dayanışma ve toplumsallık, postmodern ideolojinin
parçalayıcı etkisine karşı bütünü öne çıkaran
tarih ve gelecek bilinci, resmi eğitimin yarattığı
cehalete karşı aydınlanma ve bilim, parçalanmış-şizofrenik
yaşantılara karşı bütünlüklü insan, emekçileri
vahşi hayvana çeviren rekabet ve sınıf atlama
hırsına karşı sınıf öfkesi ve dayanışması gibi
karşıtlıklar üzerinden gelişebilir, geliştirilmelidir.
Burada geleneksel isyancı kültürü arkalamak bir
kusur değildir; tersine geleneksel olanda bütün
bu yukarıda saydıklarımızın ne kadar filizi varsa
hepsini kollayıp büyütmek bizim işimizdir. Politik-Kültürel
Odak, bu anlamda yeniyi arayan, yukarıda saydığımız
alternatif kültür unsurlarını yeni ilişki, kurumlaşma,
kültür-sanat biçimleri içinde inşa etmeye çalışan
bir çabadır. Biz, eski güzel günleri hayırla yad
eden, insanları artık büyük ölçüde geride kalmış
olan bir vadiye davet eden nostaljik yaklaşım
içinde değil, tarihten kopmadan inşa edilen yeni
kültürün arayışı içinde olabiliriz.
Bu aynı zamanda bizim sosyalizm projemizin ve
devrimci programımızın doğrudan ifadesidir. Bizim
gelecek projemizin bugünkü kurumsallıklarımız
içinde yansıması ve aslında bir anlamda inşa edilmesi,
kaçınılmazdır. Esasen öncülük ve “sınıfın iktidarı-partinin
iktidarı” konularında liberallerin ekseninden
kaydırdığı tartışmalar da böylece bir çözüme ulaşır.
Çünkü böylece aslında bugünden başlayan bir kültürel
dönüşümün devrimci adımlarını atarız ve toplumsal
dönüşümü iktidar sonrasının “sihirli” değneğine
bağlayan bürokratik eğilimden de, sorunu bugünkü
toplumsal yapı içersinde çözmeye heveslenen reformizmden
de yakamızı kurtarmış oluruz. Devrimci sosyalist
aydınlanma, bugünden başlayarak mücadelenin bütün
cephelerinde ve bütün kurumsallıklarda somut örnekler
üzerinden inşa edilmeye başlanır ve burada şüphesiz
en büyük pay, emekçi kitlelerle doğrudan temas
ederek onları örgütleyen Politik-Kültürel Odak
gibi yapılanmalara düşer. Bu kurumlar, her şeyin
bugünden çözüleceği gibi ham hayallere kendilerini
hiç kaptırmadan yeni bir devrimci kültürü, sınıfsal,
dayanışmacı, toplumsal bir kültürü kitlelerle
birlikte doğru örnekler üzerinden üreterek büyütürler.
Bunun için hiç durmaksızın yeni etkinlik biçimleri,
yeni eğitim tarzları bulmak, burjuvazinin parçalayıcı-cahilleştirici
eğitsel ve kültürel yöntemlerinin karşısına “insanı
yeniden kendisiyle bütünleştiren” bir yöntemle
çıkmak, Politik-Kültürel Odak çalışmasının özüdür.
Ve nihayet devrimci alternatif kültür sorunu,
sadece genel olarak kitlelerin dönüştürülmesi
bakımından değil, devrimci sosyalist hareketin
kendi zemininin sağlamlaştırılması bakımından
da önemlidir. Parti ve Kültür yazılarımızda daha
önceleri defalarca belirttiğimiz gibi, bugünün
en ciddi sorunlarından biri mevcut toplumsal doku
içersinden devrimci harekete gelen ve devrimci
mücadeleye emek vermek isteyen insanların kültürel
altyapılarının son derece zayıf ve hatta çarpılmış
olmasıdır. Bir tür Halk Okulu olarak Politik-Kültürel
Odak, böylece aynı zamanda devrimci sempatizan
kuşaklarının da pop-arabesk kültürden, feodal
yargılardan, lümpen kahve kültüründen vb. arındığı,
devrimci mücadelenin ihtiyacı olan yeni bir devrimci
kimliğin yaratıldığı koşullarda anlamlı olacaktır.
Bu işlev ise Politik-Kültürel Odak çalışanlarına
son derece ağır bir sorumluluk yüklemektedir.
Çünkü, bu kurumlar, içinde kültürel dönüşümün
yaşandığı, çürütülmüş toplumsal yapının izlerinin
temizlendiği bir tür arınma yeridir ama bu kendiliğinden,
biz bu kurumları kurduğumuz anda ve kurduğumuz
için otomatik olarak gerçekleşmez; bunun için
devrimci sosyalist anlayışın her gün hayata hakim
kılındığı, tek tek örnekler üzerinden kendisini
ortaya koyduğu bir çaba gereklidir. Yoksa onlar,
bizim onlarla birlikte dönüşümlerini sağlamakla
yükümlü olduğumuz insanlar, pratikte defalarca
görüldüğü gibi kendi alışkanlıkları ve tutumlarıyla
gelirler ve bir süre sonra kendilerini bize dayatırlar.
E) Devrimci Sosyalizmin Kazanma İradesinin
Somut İfadesi Olarak
Politik-Kültürel Odak
Bütün bunlardan çıkan sonuç, gerçekten de devrimci
sosyalistlerin omuzlarına binen ağır bir sorumluluktur.
Hiç kuşku yok ki, dönemsel bir taktik olarak Politik-Kültürel
Odak, böylesi önemli görevleri ancak kendi yapılanışını,
işleyişini, insan ilişkilerini, çalışma biçimini
somut örnek haline getirerek başarabilir. Kendini
örnekleştiren kurum ve kurum insanı, bu işin temeli
ve esasıdır. Devrimci sosyalist açık çalışma tarzında
kendi kimliğini kitlelerden bir devekuşu edasıyla
gizleyen yöntemlere yer yoktur; “devrimci kimlik
geride tutulduğunda kitlelerin daha kolayca örgütlenebildiği”
yolundaki yanlış reformist ürkek anlayış bizden
uzaktadır ve uzakta olacaktır. Üstelik bu tür
anlayışların pratik yararı olmadığı defalarca
kanıtlanmıştır. Devrimci sosyalist çalışma, devrimci
kimliğin üstünün örtülmediği, kitlelerin somut
talep ve ihtiyaçlarıyla bu kimliğin kaynaştırıldığı
bir çalışmadır ve bu tarz, pratikte çalışan her
devrimciye olağanüstü sorumluluk yüklemektedir.
Genel çalışmanın görünen, açık ve kitlelerle somut
olarak temas eden yüzü olarak Politik-Kültürel
Odak pratiği, bu anlamda çoğu kez sanıldığının
aksine daha gevşek ilişki ve kuralları değil,
devrimci kültür ve disiplinin, kurumsal işleyişin
en iyi örneklerini içermek zorundadır.
Çünkü devrimci sosyalist perspektif açısından
Politik-Kültürel Odak, toplumdaki yozlaşma ve
düzeysizleşme eğilimiyle özdeşleşen, belli bir
pragmatizmle, basit çoğalma kaygılarıyla bu eğilimi
hoş gören değil, onun üzerine giderek dönüştüren
bir tavra sahiptir. Nasıl bir toplumsal doku içersinde
çalıştığımızı bilmek ve bu yüzden insan ilişkilerine
iyimser, esnek ve kapsayıcı bakmak başka şeydir,
bu toplumsal dokunun olumsuzluklarıyla giderek
iç içe geçmek ve kurumlarımızı sıradan kahvehanelerden
ayırt edilemez hale getirmek başka bir şeydir.
Yine, başlangıçlardaki gevşek durumlar ne olursa
olsun, büyük bir hızla eski usul “imece” yöntemlerinden
sıyrılarak kurumlarda modern bir örgütsel işleyişi
hakim kılmak da bu açıdan çok önemlidir. Herhangi
bir kuruma, ilk kez gelen insanın bile orada ciddi
bir işbölümünün, bir mekanizmanın olduğunu hissetmesi,
ciddi bir gereksinmedir. Bu, ise devrimci coşku
anlamındaki amatörlükle, ne yaptığını nasıl yaptığını
bilmek anlamındaki profesyonelliğin iç içe geçirilmesi
anlamına gelir.
Mekan görünümünden yöntemlere dek her konuda derme
çatma tarzının aşılması ve mali olanaklar ne olursa
olsun düzeyli, düzgün bir kurumun yaratılması
da aynı açıdan önemlidir. Derin bir yoksulluğun
hüküm sürdüğü mahallelerde, bölgelerde elbette
elit birtakım mekanlar yaratmak peşinde olamayız,
zaten mekanı oluşturan insanların sosyal durumları
da buna izin vermez ama bu sorun biraz “lüks giyinmek”
ile “yalın ve temiz giyinmek” arasındaki ilişki
üzerinden anlaşılabilir. Pratikte kendi yaşantımızdan
da pekala bildiğimiz gibi insan, çok kısıtlı bir
gelire ve imkânlara sahip olsa bile, en azından
giydiklerinin temizliğine ve asgari uyumuna dikkat
edebilir ve etmektedir. Aynı şey bir kurumun düzenlenmesinde
de bütün dar olanaklara rağmen mümkündür; yoksa
böyle bir anlayışa sahip olunmadığında en mükemmel
araç-gereçlerin, en kaliteli malzemelerin bir
araya getirildiği bir kurum bile, sırf hor kullanma
ve umursamazlık yüzünden birkaç ayda harabeye
dönebilir. Yani, kısacası Politik-Kültürel Odak,
geçmiş zamanlarda pek sık görüldüğü gibi, yüzü
sokağa-kitlelere değil, içe dönük olan, dar ve
karanlık mekanlarda devrimcilerin bol nikotinli
aylaklıklar yaptığı perişan yapılarla yürüyemez;
o, esas olarak bir kitle çalışmasıdır, kitlelerle
bir buluşma alanıdır ve bütün yapısını, işleyişini,
dış ve iç görünümünü buna göre düzenlemek zorundadır.
Bu, salt bir görünüm sorununun ötesinde politik
çalışma tarzı açısından da önemlidir. Politik-Kültürel
Odak, her şeyden önce, bir sosyolojik çalışmaya,
üzerinde çalışılan bölgenin bütün sosyal-kültürel-politik
özelliklerinin sıkıca araştırılıp belirlenmesine
ve bütün bu çalışmaların da düzenli bir arşivine,
yorumlanmış ifadelerine, vb. ihtiyaç duyar. Sadece
mekanı değil, çalışma işleyişini de böyle bir
sistematik anlayışla düzenlemekten uzak olunduğunda
ise, ne kalıcılık mümkün olacaktır ne de mevcut
çalışmadan ciddi bir verim alınabilecektir.
Ve nihayet, bu kurumların yalnızca kitlelerle
değil, oligarşinin şiddet aygıtı ile de doğrudan
karşı karşıya geldiğimiz bir alan olduğunu unutamayız.
Bu, bütün Politik-Kültürel Odak çalışmasının sağlam
bir meşruiyet duygusuna oturması ve kalıcılıkta
ısrar anlamına gelir. Baskı karşısında gerilememek,
kurumu ve onun meşruiyetini kararlılıkla savunmak,
yasallığın her santimini ısrarla kullanmak...
bütün bunlar Politik-Kültürel Odak çalışmasının
olmazsa olmaz kurallarıdır. Ve nihayet, son olarak
belirtebiliriz, Politik-Kültürel Odak, yerel çalışmanın
tamamı değildir; kendi üzerine bütün politik eylemsellikleri
yüklenmek ve salt politik bir odak haline dönüşerek
daralmak, bu pratiğin dışında kalması gereken
davranış biçimleridir.
Israr ve Kararlılıkla Sürece Yüklenecek ve
Kazanacağız
Sonuç olarak Politik-Kültürel Odak pratiği, devrimci
sosyalist hareketin genel harekat planı içinde
son derece önemli bir taktik araca denk düşmektedir
ve herhangi bir günlük çalışma gibi ele alınamaz.
Kolektif emeğimizin hiçbir biçimde küçümsenemeyecek
parçalarını bir araya getiren ve bugünkü koşullarda
büyük zorluklarla inşa edilen bu araç, büyük bir
ciddiyetle ve yaratıcılıkla ele alınmalı, sürekli
bir canlılığın ifadesi olarak her gün daha da
ileriye sıçratılmalıdır. Yaratıcılık, her devrimci
çalışmada olduğu gibi Politik-Kültürel Odak pratiğinde
de işin yarısını oluşturmaktadır. Yoğunlaştırılmış
irade ve yaratıcılıkla birleşen devrimci enerjimiz,
önümüzdeki sürecin düğümlerini çözme yeteneğine
sahiptir. Devrimci sosyalizm, bu inançla sürece
yüklenecek ve mutlaka kazanacaktır.
|