Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

Sonunda, becerdiler işte! Savaş sırasında gaflete düşüp yaptıkları hatayı telafi etmek için bin kez takla atıp, bin kez gerdan kıvırdıktan sonra ABD emperyalizminin kucağındaki eski sıcak ve güvenli yerlerine yeniden kuruldular. Aslında oradan hiç ayrılmamışlardı ama yine de küçük pürüzlerin, üzücü bazı ayrıntıların giderilmesi gerekiyordu.
Sonunda becerdiler... Her şey yerli yerine oturdu! CIA şeflerinin 12 Eylül 1980 gecesi birbirlerine söyledikleri “bizim çocuklar sonunda yaptı!” övgüsü yeniden tekrarlanabilir artık, tam yeridir!
Neredeyse 60 yıl önce, 1946’da Amerikan donanmasının Missouri zırhlısı İstanbul’u ziyaret ettiğinde kurbanlar kesilip hatıra için posta pulları bastırılmıştı. Caddeler Amerikan bayraklarıyla süslü, genelevler pırıl pırıldı... Birkaç yıl sonra da “Türkiye NATO’ya niye alınmıyor?” diye soruyordu Amerikalı gazeteci Walter Lippman: “Amerikan çocuklarının daha faza ölmesi için mi?” Lippman’ın sorusu yanıtlandığında, rıhtımlarda “şanlı Kore birlikleri” uğurlanmaya başlanmıştı bile.
O gün bugündür “stratejik ittifak” adıyla anılan kalın bir yalan perdesi, alçaklığın ve sefil bir yeni-sömürge ilişkisinin üzerini örtmeye devam ediyor. O gün bugündür, Beyaz Saray’dan ne sipariş edilse anında yetiştiren bir işbirlikçiliğin en kirli, en yüz kızartıcı biçimleri bıkkınlık verici bir oyun gibi durmadan tekrarlanıp duruyor.

***
“Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e dek parlamenter olarak yönetilen herhangi bir ülkeye bakın: asıl “devlet” işleri, kulislerin ardında daireler, özel kalem odaları, genel kurmaylar tarafından yapılır. Parlamentolarda sadece laklak edilir, hem de “sıradan halk”ı kafese koymak özel amacıyla...”
Vladimir İliç Lenin, Devlet ve İhtilal isimli eserinde bu satırları yazalı neredeyse yüz yıl oluyor.
Şimdi sokağa çıkılsa ve Lenin isminden hiç söz etmeksizin, sıradan insanlara bu cümlelerin Türkiye’nin siyasi hayatına denk düşüp düşmediği sorulsa, alınacak yanıt bellidir.
Son haftalarda yaşanan her şey, adeta bu tezi kanıtlamak için özel olarak düzenlenmiş bir deneyi andırıyor.
Türkiye’nin belleksiz ve kaygan siyasi sürecinde her şey çabuk unutulduğu için belki şimdi pek anımsanmıyordur; ama daha bir ay önce, bu ülkede MGK üzerine pek derin tartışmalar yapılıyordu. Doğan Medya grubunun izinli muhalifi Radikal gazetesinde “çok gizli”(!) yönetmelikler birbiri ardından büyük bir “cesaret”(!) örneği gösterilerek yayınlanıyor, insana neredeyse “MGK elden gidiyor mu” dedirtecek laflar ediliyordu. MGK’ya bağlı Toplumla İlişkiler Başkanlığı’ndan, Psikolojik Harekât’tan bahsediliyor, bu arada da her bölümün sonunda mutlaka “AB’ye uyum paketleriyle birlikte bütün bunların sona ereceği” vurgulanıyordu. Gerçi sonunda MGK şöyle bir gürleyip liberal heveslilere varlığını hatırlatmıştı ama aslında bunu yapmasa da olurdu. Çünkü sonuçta bu haberleri yayınlayanlar da işlerin -yalnızca Türkiye’de değil, bütün kapitalist dünyada- Lenin’in söylediklerine uygun biçimde yürüdüğünü ve yürüyeceğini bilecek kadar deneyim sahibidirler.
Asıl önemlisi onlar, -ve hatta MGK’nın bizzat kendisi- şu ya da bu kurumun değişebileceğini ama sonuç olarak düzenin temel kararlarının rastlantılara terk edilemeyeceğini, bir biçimde oligarşik işleyiş içinde kotarılacağını bilirler. Bu, en gelişkin emperyalist ülkeler için de geçerlidir ama yeni -sömürge Türkiye’de hiç tartışmasız biçimde böyledir. Olayların gösterdiği de budur zaten. Aylardır oligarşi bünyesinde tartışılarak pişirilen asker gönderme kararı, sonuçta “fazla demokrasiden maraz doğar” mantığıyla bir gecede meclise indirilmiş ve hiçbir pürüzle karşılaşmadan sorun çözülmüştür. Asıl sorun, meclisin bu konuda pürüz yaratabilecek bir kişiliğe sahip olup olmaması değil, işlerin bu tür tersliklere izin vermeyecek kadar sağlam kanallardan yürütülmesidir.
Böylece savaş karşıtı güçlerin zaten sınırlı olan güçlerinin de harekete geçmesi mümkün olamamış, her şey bir oldu bitti karmaşasıyla halledilmiştir. İşin bundan sonrası ise artık tam da Psikolojik Harekâtın konusudur; Güney Kürdistan üzerine provokatif haberler gitgide daha fazla ortalığı kaplamakta, Türkiye’nin “insani yardım” paketleri abartılı manşetlerle vurgulanmakta ve ilk cenazeye dek işlerin böyle idare edilebileceği umulmaktadır. Bu yüzden Oligarşi bu rezilliğe ABD’ye uşaklık etmek için değil de “ülke çıkarları” ya da “insani amaçlar” için girildiğini kanıtlamak için hiçbir fırsatı kaçırmamaktadır. Esasen burada bir denk düşme de vardır; çünkü son zamanlarda direniş yüzünden iyice bunalmış olan ABD de özellikle bazı bölgelerde taşeron kullanarak ortamı yumuşatmak istemektedir ve hatta bu yüzden önümüzdeki günlerde Kızılay’ın kasasının ekstra yardımlarla güçlendirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Ama sonuçta, ne olursa olsun, Türk ordusunun işgal taşeronu olmanın bedelini ödeyeceği kesindir. Geçen aylar boyunca ABD’nin Irak’taki işbirlikçi-ispiyon şebekelerini örmeye çalıştığı biliniyor ama dağınık başlayan bağımsızlık hareketlerinin de giderek organize olduğu artık gözle görülebiliyor. Kendini Irak’ın yöneticisi zanneden kukla konseyin açıklamaları belki önemli olmayabilir ama daha derindeki direnişçi güçlerin Türk ordusuna misafirperverlik gösterme niyetinin olmadığı kesindir.

***
Sonuçta oligarşi Türkiye siyasi tarihinin en aşağılık kararını almıştır ve bütün iyimserlik havalarına karşın bu kararın trajik sonuçlarının olacağı da şimdiden bilinmektedir. Pentagon’dan gelen emirleri uygulamakta bu denli istekli davranan yerli işbirlikçilerin güvendikleri tek olgu ise karşılarındaki muhalefet gücünün zayıflığı ve örgütsüzlüğüdür. Bu noktada ise sorun oldukça derin ve köklüdür. Yani, savaş karşıtı cepheyi bölen reformizm böylece büyük bir günah işlemiştir ama her şey bu kadar da basit değildir; çünkü nihayetinde bir bütün oluşturduğu koşullarda da anti-emperyalist cephe olguların yönünü değiştirebilecek büyüklüğe ulaşmamıştır. 1 Mart bu anlamda şüphesiz önemlidir ama ilk tezkere sürecinin biraz da karşı tarafın kararsızlığıyla karakterize olduğu unutulmamalıdır.
Sonuçta solun ve organize güçlerin ötesinde karşı tarafın asıl üzerine oynadığı kesim milyonlardan oluşan geniş halk yığınlarıdır ve o yakada işler oldukça karışıktır. Anketler ve kamuoyu araştırmaları son zamanlarda bir “psikolojik harekât” aracı olarak durumu kurtarmaya çalışsa da kitlelerin genel olarak durumdan hoşnutsuz olduğu son derece açıktır. Güney Kürdistan üzerinden yapılan “milli menfaatler” demogojisi de durumu kurtarmamakta, halk kitleleri bu taşeron-işbirlikçi konumdan rahatsızlık duymaktadır. Ama buna karşın, bir avuç insandan oluşan bir karar mekanizması oldukça rahat bir biçimde süreci kotarıp hayata geçirebilmektedir. Halk kitlelerin iktidar ve karar alma süreçlerinden uzak tutulması şüphesiz oligarşik işleyişin doğasına uygundur ama bu denli geniş bir hoşnutsuzluğun var olduğu koşullarda işlerin bu kadar rahat yürümesi yine de olağan sayılamaz. Bu noktada, daha derine, son yılların çürütme ve yozlaştırma politikalarına, zorbalığın ve neoliberalizmin son yirmi yılda kazandığı mevzilere ve en önemlisi de dünya çapındaki haydutluk gösterileriyle yaratılmış bulunan bir tür küresel suni-denge olgusuna bakmak gerekir. Çünkü hiç bıkmadan defalarca vurguladığımız son yirmi yıllık restorasyon sürecinin sonuçlarından biri de, emekçi insanların zihninin sadece yerel düzeyde değil uluslararası tablo açısından da pasifikasyona uğratılmış olmasıdır. Yani, kendine güveni parçalanarak, zihni şiddet yoluyla ezilerek, vb. örgütlü bir “değiştirme” eylemi fikrinden uzaklaşması sağlanan emekçi, uluslararası bağlamda da mevcut ezici statükonun değiştirilebileceği düşüncesine yakın durmamaktadır. Dünyadaki bütün “aykırı” güçleri ezme iddiasındaki ABD emperyalizmi, bir yandan büyük bir nefretin hedefi olurken diğer yandan ise hegemon ülke konumunu korumakta, yaşadığı ciddi sıkıntılara karşın dünyadaki milyonlarca insanın gözünde hâlâ “engellenemez güç” noktasında durmaktadır. Dolayısıyla, zaman zaman halk kitlelerindeki bu genel kanı ile oligarşinin politik sözcülerinin “tablonun dışında kalıp ayak altında ezilmemek için işin içinde olmaya mecburuz” yolundaki demagojisi denk düşmekte, daha doğrusu bu demagoji halkın zihninde kendisine bir zemin bulmaktadır. Böylece oluşan, karışık bir ruh halidir. Bir yandan ortada açıkça duran haksızlığa ve haydutça davranışa karşı yoğun bir isyan duygusu insanları sararken, diğer yandan ise “mazlumdan yana olma” alışkanlığı yavaş yavaş “kaybetmiş olandan uzaklaşma” davranışına doğru evrilmektedir. Emperyalist ahlaksızlığın yarattığı tepki böylece bir süre sonra, ciddi bir devrimci alternatifin yokluğu koşullarında yavaş yavaş düzen rasyonelliğinin sınırları içine doğru çekilirken oligarşinin sözcülerinin “bari bu işten bir pay alalım” sahtekârlığı genel olarak kabul görmese de en azından itirazlar eylem düzeyine yükselmemektedir. Yoksa, ortada bu denli açık bir işbirlikçilik ve vicdanları kanatacak ölçüde derin bir ahlaki düşkünlük örneği varken muhalefet cephesinin bu denli zayıf olması sadece devrimci güçlerin bugüne ilişkin eksiklikleriyle açıklanamaz.
Dolayısıyla gelinen bu noktada devrimci güçler, yalnızca kısa vadeli görevlerle yükümlü değildirler. Asker göndermeyle ilgili bütün tepkiler ve hoşnutsuzluk biçimleri kuşkusuz her zaman ve her düzeyde değerlendirilmeli, devrimci sosyalist hareket bu konuda sürekli bir canlılık içinde olmalı, yüksek bir performans göstermelidir; ancak öte yandan bütün bu çabaların ancak genel bir perspektifle birlikte anlamlı olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Savaş süreci boyunca bütün solun yaşadığı deneyim, ne kadar önemli olursa olsun herhangi bir gündem maddesinin genel bir güven ve sıçrama atmosferiyle birleşmedikçe yalnızca geçici buluşmalar yarattığını göstermektedir.
Şüphesiz bu geçici buluşmalardan da geriye uzun vadeli ilişkiler ve gelişmeye açık deneyimler kalmaktadır; ancak kalıcı örgütsel birikimler için bu kadarı yeterli değildir. Devrimci sosyalist hareket, kitlelerle zaman zaman buluşup ayrıldığımız bir kısır döngüyü aşmak ve bir yandan stratejik yaklaşımının gereği olan süreci örerken diğer yandan da kitlelerin içinde kalıcı kökler salabileceğimiz kurumlaşmaları yaratmak, pekiştirmek zorundadır. Aksi takdirde, solun kaderi, zaman zaman avantajlı politik atmosferler yakalayıp bu zeminler üzerine basarak bir süre güçlenmek ama bir süre sonra kazandıklarının bir bölümünü yitirerek bir başka avantajlı durum beklemek gibi yıpratıcı bir süreç olacaktır. Solun bu açmazı çözülebilir ve devrimci sosyalizm bu çözümü gerçekleştirme kararlılığına sahiptir.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul