19 Aralık katliamıyla açılabilen
F Tipi cezaevlerindeki hücrelere kapatılan tutsaklar,
yeni bir saldırı dalgasıyla karşı karşıya. Bu defa
gündemde olan saldırı gerekçesi ise oldukça tanıdık:
Tek tip elbise.
Devrimci tutsaklar hücrelerle de ilk defa tanışmamışlardı.
Gerek 12 Mart döneminde, gerekse de 12 Eylül sürecinde
hücreler, devrimci tutsakların yaşamının bir parçasıydı.
Ancak tutsak kitlesinin tamamına yönelik olmayan
bu tecrit, saldırı politikasının eksenini oluşturmadığı
için ne kadar uzun sürerse sürsün, bugünkü tarzından
oldukça uzaktı. Bugün ise uygulanan tecritin anlamı
çok açık: Roma İmparatorluğundan kalma “böl-yönet”
ilkesinin günümüzdeki uzantısı olarak tutsakları
hücrelerde birbirinde yalıtan bu sistem, onların
toplu/örgütlü davranma özelliğini ortadan kaldırmaya
çalışıyor. Oysa bu davranış özelliği bir arada olmanın
değil, siyasi bilincin bir uzantısı. Elbette ki
devlet de bunun farkında ve aslolarak hedeflenen
siyasi bilincin geriletilmesi, yok edilmesi ve öncelikle
bunun yaşam bulması için gerekli olan maddi koşulların
ortadan kaldırılması. Yani insanlar toplu olarak
bir arada olmazlarsa, toplu olarak davranma niteliğini
kendilerine kazandıran siyasi bilinçlerinden de
giderek uzaklaşacaklardır varsayımı. Ve elbette
ki bu amaca ulaşmak için hedefin giderek küçültülmesi,
tek tek devrimcilerle uğraşılması.
Oysa birey-toplum diyalektiğini kafasında çözmüş,
safını seçmiş bir devrimci açısından tek başına
kalsa bile yapacakları oldukça nettir. Ancak bu
bilinç noktası, bu düzey, tutsak kitlesinin tamamı
açısından geçerli olmayabilir. Bu durumda, siyasi
bilinçlendirmeyi, ya da düşman karşısında alınacak
tavrı bir “nizamname” yaklaşımıyla ele almaktan
çok, kişinin kendi iç dinamikleriyle yeniden üretebileceği
bir bilinç noktası olarak ele almak ve bu yönlü
bir hazırlık yapmak gerekmektedir. Bu konudaki farklı
yaklaşımların farklı sonuçları gerek 19 Aralık sürecinde,
gerekse de F Tiplerinde kendini göstermiştir. Önümüzdeki
saldırı dalgasının göğüslenebilmesinde de aynı kriterler
geçerlidir. Böylesi bir bilincin oluşturulması ise
mutlaka kitaplar devrilerek yapılacak bir iş değildir.
Tüm halk savaşı örneklerinde olduğu gibi genel kitlenin
bilinçlendirilmesi için anahtar düşünce yürütme
biçimleri geliştirilebilir ve geliştirilmelidir;
varolanlar güçlendirilmelidir.
Yani Tasarının Getirdikleri
Devrimci tutsakları hücrelere kapatarak, yer yer
mutlak tecrit uygulayarak teslim almaya çalışan
faşizm, uzun vadeli saldırısının ilk ayağını atlattığı
düşüncesiyle bugün ikinci aşamayı yürürlüğe sokmak
istemektedir. Ne zaman gerici/faşist bir yasa
hazırlanmışsa altında mutlaka imzası bulunan oligarşinin
hukuk danışmanı Prof. Dr. Sulhi Dönmezer başkanlığındaki
bir ekip tarafından hazırlanan “Ceza ve Tedbirlerin
İnfazı Hakkındaki Kanun Tasarısı”, Adalet Bakanlığına
sunuldu.
Bu saldırı paketi salt tek tip elbiseyle sınırlı
değildir. Tutsakların zorla çalıştırılması, her
türlü emre itaatsizliğin cezalandırılması, açlık
grevlerine zorla müdahale pakedin diğer unsurlarını
oluşturmaktadır.
Tek Tip Elbise Nedir?
Yeni saldırının belkemiğini oluşturduğu anlaşılan
Tek Tip Elbise uygulaması, esasen yeni ve yerel
bir uygulama değildir. Devrimci tutsakların direnişini
ezmek için kullanılan en tipik araç olarak TTE,
özü itibarıyla bir “giysi” ya da “güvenlik” sorunu
da değildir. Tek Tip Elbise, tutsakların yaşam
dünyasının köreltilmesinden onların siyasi kişiliğinin
ezilmesine ve kişilik anlamında tek tipleştirilmesine
dek birçok alanı kapsayan bütünlüklü bir saldırıdır.
Bu anlamda Tek Tip Elbisenin kabulü ya da reddi
politik bir sorundur; yani devlet böylece devrimci
tutsakların politik kişiliğine saldırmakta ve
onlara diz çoktürmenin bir aracı olarak gündeme
getirmektedir.
Sonuçta, yapılmak istenen şey, devrimci tutsakların
politik olarak haklılık ve “suçsuzluk” konumunu
yıpratarak, politik-adli tutuklu ayrımını fiilen
ortadan kaldırarak genel bir “suçlu” kategorisine
ulaşmaktır. Bütün bunlar F Tipi ortamıyla birlikte
düşünüldüğünde, tek bir saldırının parçaları gibi
algılanabilir ve algılanmalıdır. Yani cezaevlerindeki
bütün devrimcilerin bildiği gibi, düşman politikalarının
adımları her zaman parça parça gelir ve tek tek
parçalar üzerindeki direnişlerin gücü de genel
saldırının başarı düzeyini gösterir. Dolayısıyla,
belli bir adımın kabulü, her zaman diğerlerini
kolaylaştırmakta ve bu zincin böylece sürekli
olarak devam etmektedir.
Geçmişten Bugüne...
Tek tip elbise politikası ülkemiz açısından yeni
değildir. 12 Eylül’de de gündeme gelmiş ve devrimci
tutsakların kararlı direnişleriyle püskürtülmüştür.
O süreçte direnişin temelini hangi koşulda olursa
olsun elbise giymemek biçimindeki fiili direniş
oluşturmuştur. Kendilerine zorla dayakla elbise
giydirilip elleri kelepçelenen tutsaklar, bu kelepçelerin
açılmasıyla ilk iş olarak üzerlerindek elbiseleri
çıkarıp parçalamışlardır. Böylece mahkeme süreçleri
de tıkanmıştır. Bu direniş sürecinde tek tip elbiseyi
giymeyi reddettiği için revire çıkarılmayan tutsaklardan
şehit düşenler olmuştur. Direniş sürecinde tutsaklar
yıllarca ne avukat, ne de aile görüşü yapabilmişlerdir.
Tüm iniş ve çıkışlarına rağmen fiili tavrın beraberinde
getirdiği coşkuyu her zaman yüksekte tutan tutsakların
bu direnişi, toplumsal muhalefetin de baskısıyla
düşmana geri adım attırmıştır.
80’li yıllarda da devrimci sosyalistler, TTE’in
bir “onur” ya da “ilke” sorunu olduğu yolundaki
zorlama düşünceleri reddetmişler, düşmanın saldırısının
siyasi özüne dikkat çekerek bu saldırının cepheden
göğüslenmesi ve TTE giyilmesi için hiçbir şekilde
pazarlık yapılmaması gerektiğini belirtmişlerdir.
Bu anlamda devrimci sosyalistler, zamansız ve
tek yöntem olarak sık sık gündeme getirilen açlık
grevi ve ölüm orucu yaklaşımlarına katılmayan,
fiili direnişi esas alan bir çizgi üzerinden yürümüşlerdir.
Sonuçta, özellikle İstanbul cezaevlerinde devrimci
sosyalistler ve devrimci tutsakların geneli bu
saldırıyı püskürtmüşler ve TTE giymemişlerdir.
Zorla Çalıştırma
Hazırlanan saldırının bir diğer boyutunu da tutsakların
zorla çalıştırılması oluşturmaktadır. Dünyanın
birçok yerinde ve özellikle ABD’de tutuklu ve
hükümlülerin ucuz emek gücü olarak çalıştırılması
uzun zamandır yaygındır. Ülkemizde de yarı açık
cezaevlerinde benzer uygulamalar olsa da bunlar
kapsamı itibariyle aynı nitelikte değildir. Çünkü
ABD’deki uygulamalarda artık büyük sermayeler,
büyük kapasiteler sözkonusudur. Hatta cezaevlerinin
özelleştirilmesiyle ucuz emek gücü pazarı bütünlüklü
olarak pazarlanabilmektedir. Ülkemizde de F Tipleriyle
birlikte bu projenin ilk adımları atılmıştır.
F Tiplerinin projelerinde yer alan atölyelerin
şu an amaçlanan kapasiteyle kullanılamaması, onların
süs için yapıldığı anlamına gelmesin.
Bu, devrimci tutsakların direnişinin bir sonucudur.
“Meslek öğretmek” adı altında herbiri zaten en
az bir meslek ya da yetenek sahibi olan devrimcileri
adli tutuklu ve hükümlülerle bir tutan bir yaklaşıma
sahip olan devletin bu yaklaşımının arkasında
emek gücü sömürüsünden başka bir şey yoktur. Yıllarca
cezaevlerinde devrimcilerin oluşturduğu komünü
daha da güçlendirmek, hatta cezaevi dışına da
değer aktarabilmek için yapılan birçok üretim
çalışmasını baltalayan, engelleyen devletin “meslek
edindirmek” konusundaki samimiyeti, bizler açısından
son derece açıktır.
Bu konuyla ilgili olarak, komuoyunda devrimci
tutsakların asalak bir yaşamı tercih ettiğine,
istediğine dair demagojiler mutlaka yayılacaktır.
Bu, tıpkı özelleştirmeye karşı çıktığı için varolan
faşist devleti sahipleniyormuş gibi gösterilmeye
benzemektedir. Zorla çalıştırmak, feodal hukuka
aittir ve oradaki adı angaryadır. Devrimciler
ise bilinçli insanlardır, hangi üretim sürecinde,
ne ürettiklerinin bilincindedirler.
Elbette ki onlar da kapitalist üretimin temelini
oluşturan artı-değer üretimini, fabrika başta
olmak üzere yaşamın bir çok alanında gerçekleştirmek
zorunda kalırlar. Çünkü bu düzen, yıkılana dek
işçilere başka türlü yaşam olanağı tanımaz. Ancak
cezaevlerinde zorla üretim yaptırmak, bununla
aynı şey değildir. Bu üretim, proletaryaya ihanettir.
Çünkü bu yolla ucuz işgücü sağlanacağı için emek
pazarındaki fiyatlar düşürülecek, ve böylece işsizlerin
umudu daha da azaltıldığı gibi, birçok işçi de
işinden olacaktır, çalışmaya devam edenler de
daha düşük ücretlere razı olmak zorunda kalacaklardır.
Zorla çalıştırılmak, kişinin kendi bedeni ve emek
gücü üzerindeki tasarruf hakkının ihlalidir. Kölecilikten
feodalizme aktarılan zorla çalıştırma, mülkiyet
hakkının bir parçasıydı. Toprak sahibi bir ata
sahip olduğunda nasıl onu istediği gibi, istediği
işte çalıştırırsa, köle sahibi ve feodal bey için
köleler ve serfler aynı statüdeydi. Kapitalizmle
birlikte bu dönem kapanırken “ücretli kölelik”
dönemi açılıyordu. Halen günümüzde de geçerli
olan bu sistem uyarınca artık emek gücünü satıp
satmamakta “özgür” olan işçiler, açlıktan ölmemek
için mecburen emek güçlerini patronlara satarak
yaşamlarını sürdürebilirler. Ancak kapitalizmin
kâr hırsının sınırı yoktur ve en az yatırımla
en çok artı-değeri elde etmek için yapamayacağı
şey yoktur.
Ve onlar için cezaevlerindeki insanların tükettikleri
kaynağa rağmen artı-değer üretmemesi, zarar anlamına
gelir. Çünkü onların açısından bizlerin onlar
için üretebileceği tek şey artı-değerdir. Artı-değer
üretilmedikçe ne üretilirse üretilsin, onlar zarardadır.
Bir kitap yazılmış, bir şiir yazılmış, bir beste,
bir resim, çeviri, öykü yaratılmış, siyasal bir
değerlendirme yapılmış, insanlar bilinçlenmiş,
bakış açıları zenginleşmiş/genişlemiş, tecrite
rağmen, tecrite inat yapılan koyu sohbetlerde
insan olmanın, insanlaşmanın toplumsallaşabilmekten
geçen erdemi duyumsanmış... tüm bunlar onlar için
zarardır, üretim değildir.
Kapitalizm açısından ekonomik zor ile, açlıktan
ölme tehditi altında çalıştırdığı insanların dışında
kalan her çalışabilir insan, fabrikadaki stok
demektir, yani zarar demektir. Bu nedenle gözünü
cezaevindeki emek-gücüne dikmiştir. Üstelik burada
işi daha kolaydır, çünkü ekonomi-dışı zor altında
tutulan bu insanların, başka seçeneği de yoktur.
Onlar böyle düşünmeye devam ededursun, devrimci
tutsaklar, örgütlü olmanın onlara kazandırdığı
hiçbir zaman çaresiz olamayacaklarının bilincinde
olarak bu saldırıyı da direnişleriyle püskürteceklerdir.
Kendi kasalarına artı-değer taşımayan herkesi
asalak ilan eden patronların ayyuka çıkan hırsızlıkları
ortadayken kimse yıllardır bu topraklardaki en
güzel değeri; faşizme karşı direnişi üreten devrimci
tutsakların mücadelesine leke süremeyecektir.
Kapsamlı Bir Mücadele
Özellikle Tek Tip Elbise noktasında odaklanacağı
şimdiden belli olan yeni saldırı dalgası, mutlaka
devrimci tutsakların direnciyle karşılanmalı ve
göğüslenmelidir. Devrimci sosyalistler, geçmişte
olduğu gibi bugün de devletin bu zincirlame yaptırımlarına
uymamak, yaptırımlara karşı doğrudan direniş göstermek
durumundadırlar. Özellikle F Tipi koşullarında
ve bu projeye bağlı olarak getirilmesi düşünülen
TTE ve zorla çalıştırma uygulamaları, şu ya da
bu koşula bağlanarak kabul edilebilecek yaptırımlar
değildir. Bugün, sorunu F Tipi olgusuyla birleştiren,
genel devrimci direniş çizgisini bu yeni olguyla
zenginleştiren bir yol izlenmelidir. Bu yeni süreçte
de devrimci sosyalistler hiçbir mücadele biçimini
önsel olarak reddetmeyecekler ama bütün süreci
tek bir eylem tarzına kilitleyen yaklaşımları
da geçmişte olduğu gibi yine kabul etmeyeceklerdir.
Ölüm Orucu eylemine bağlanan ve onun devamınca
bütün diğer saldırıları aynı çerçevede çözülecek
sorunlar olarak gören bir yaklaşım doğru değildir.
Genel ve kapsamlı F Tipi saldırısının bugün geliştirilmek
istenen tek tek adımları, bu genel sorundan koparılmadan
ama onu zenginleştiren bir anlayışla ele alınmalıdır.
Cezaevlerine Sıkışmadan...
Cezaevlerindeki direnişler, sınıf mücadelesinin
tüm alanlarında olduğu gibi çok boyutludur. Düşmanın
en basit saldırısının püskürtülmesi bile çok boyutlu
bir direniş cephesinin oluşturulmasını ve politika
silahını ustalıklı kullanımını gerektirir. Tıpkı
bir santranç oyuncusu gibi uzun soluklu hamlelerin
organizasyonu ve yerli yerince uygulanmasıyla
zafere götürülebilecek olan süreç, aksi durumda
ne kadar olumlu koşullar altında olunursa olunsun
yenilgiyle de sonuçlanabilir.
Özellikle fiziki şartların faşizm tarafından belirlendiği
cezaevi koşullarında devrimci politikanın planlanması
ve yürütülmesi, büyük bir ustalık gerektirmektedir.
Bu anlamıyla yaklaşan saldırının göğüslenmesinde
temel unsur cezaevindeki devrimci tutsaklar olsa
da salt onların direnişine dayalı bir süreç, zafere
ulaşsa dahi oldukça yıpratıcı bir savaşı beraberinde
getirecektir.
Bu nedenle sürecin dışarıdaki ayağının güçlü bir
biçimde oluşturulması gerekmektedir. Bu konuda
da sağlıklı bir yaklaşıma sahip olmak gerekir.
Duyarlılık çağrısı yapılan çeşitli çevrelere tepeden
bir yaklaşımla ilişki kurmaya çalışmak, öyle olmadıkları
halde onları “partinin volan kayışları” yerine
koymak, akıllıca bir yaklaşım olmayacaktır.
Bu noktada ne emir veren bir yaklaşımla, ne de
kuyruğuna takılan bir yaklaşımla zafere gidebiliriz.
Özellikle F Tipi sürecinin deneyimleri oldukça
öğreticidir. Marx’ın bir burjuva gazetesinde çalıştığı
döneme ilişkin olarak sarfettiği “dizginler bende
olduktan sonra şeytanla bile işbirliği yaparım”
sözlerindeki “dizginlerin elde tutulması”, farklı
bir biçimde ifade edecek olursak politik önderliğin/belirleyiciliğin
sağlanması ve korunması vurgusunun bu gibi süreçler
açısından özellikle altının çizilmesi gerekiyor.
Lenin de aynı vurguyu “proletarya partisinin bağımsız
sınıf siyasetinin titizlikle korunması” sözleriyle
yapar. F Tipi tartışmaları sırasında ortalıkta
“ancak koğuş sistemi de ömrünü tamamlamıştır,
bu soruna bir çözüm gerek” diyerek dolanan sayısız
tipin farkında olmadan yaptıkları olumsuz propaganda
hala belleklerde tazedir.
Yani sağlam temellere dayalı, sağlıklı bir zeminde
net politikalar oluşturulup, öncelikli olarak
bu politikanın kabulunün sağlanması ekseninde
bir cephe genişletmesi çalışması yapılmalıdır.
Bu başarılabildiği oranda politik önderlikten
söz edilebilir.
Somutlayacak olursak, bugün yapılacak olan çalışmada
“tek tip elbiseye karşıyım” politikası yaygınlaştırılırken,
dizginler elde tutulmalı ve geliştirilen saldırı
politikasının çok boyutluluğuna vurgu yapılıp
tüm bunların devrimci kimliğe ve kişiliğe yapılan
bir saldırı olduğu vurgulanmalı, devrimci olmanın
meşruluğu ve haklılığı özellikle öne çıkarılmalıdır.
Salt hümanist vb. yaklaşımlarla oluşturulacak
bir cephenin istikrarından sözedilemez. Devrimcilerin
görevi, varolan bilinç durumuna göre birşeyler
yapmak olmamalı, daima onu daha ileriye-giderek
devrimci bilince taşımak olmalıdır.
Cezaevlerindeki devrimci tutsakların direnişini,
faşizmin istediği bir biçimde, yani salt cezaevinde
olup biten bir şey olmaktan çıkarmak, bu tecriti
kırmak için onu sokaklara taşırken şunu da unutmamalıyız
ki; yaşamın birçok alanında, her türden ilişki
kurduğumuz insanları devrimcileştirmek, devrimci
siyasetin içine çekmek için böylesi çalışmalar
büyük olanaklar sunar.
|