Yaklaşık yüz elli yıl önce, kapitalizmin
ne kadar insanlıktan uzak ve akıldışı bir sistem
olduğunu bütün kanıtlarıyla ortaya koyarken, bilimsel
sosyalizmin ustaları Marks ve Engels, yine de epey
tedbirli ve soğukkanlı davranmaya çalışıyorlardı.
Sömürü ve sınıflar sorununu bütün kişisel-yerel
unsurlardan, yanlış anlamalara yol açabilecek darlıklardan
kurtararak bir model halinde açıklamak ve kapitalist
sistemin kötülüğü ile tek tek kapitalistlerin iyilikleri-kötülükleri
arasında doğrudan bir bağ kurmamak onların en önemli
kaygılarından biriydi. Böylece işleyişi açığa çıkarmak
ve kâr hırsı üzerine kurulu bu düzenin içindeki
vahşet eğilimini ortaya koymak istiyorlardı.
Gerçekten de bunu yaptılar. Ama bütün derin görüşlülüklerine
rağmen onlar bile, kişisel olarak gözlemleyebildikleri
19. yüzyılın vahşi fabrika-baraka düzeninden daha
ötesini en azından tam olarak tahmin edemezlerdi.
Kıyımlarla, savaşlarla dolu 20. yüzyıl ve tamamen
çığırından çıkmış bir çapulculukla karakterize olan
21. yüzyılın şu ilk zamanları, herhalde onları bile
şaşırtır ve dehşete düşürürdü.
Geçtiğimiz günlerde Avrupa Konseyi Sosyal İşler
Konseyi yetkilisi Ruth Mangold’un özellikle Türkiye’nin
“organ mafyası” için bir cennet olduğunu belirten
raporuyla ortaya çıkan gerçekler, kapitalizmin nasıl
bir vahşet düzeni olduğunu bir kez daha gözler önüne
serdi. Rapor, özellikle Moldovalılar’ın böbreklerinin,
İstanbul’da yapılan birtakım operasyonlarla İsrailli,
Avusturyalı ve Arap zenginlerine satıldığını örnekleriyle
ortaya koyuyordu. Bunlardan Moldovalı Mihail’in
Türkiye’ye nasıl götürüldüğü, bir otelde 2 ay kaldıktan
sonra ameliyat edilerek 3 bin dolar karşılığında
böbreğinin satın alındığı, raporda ayrıntılarıyla
yer alıyordu. Ekonomisi çökertilerek yoksullaştırılmış
Moldova’nın giderek Türkiye üzerinden çalışan bir
organ ticaretinin kaynağı haline geldiği, çoğunlukla
İsrailli olan organ alıcılarının da Türkiye’ye gelip
ameliyat oldukları, 150-200 bin dolara mal olan
ameliyatlar için Türkiye’ye Ruslar, Almanlar, Araplar
ve Avustralyalıların da akın ettiği raporun ayrıntıları
arasında bulunuyordu. Raporu Hazırlayan Mangold’un
incelemeler için gittiği Moldova’da “organını satmış
onlarca kişiyle karşılaştığını” ve “bunların hepsinin
18-25 grubunda gençler olduğunu” belirtmesi, sorunun
boyutlarını gösteriyordu.
En Alttakiler ve En Üsttekiler...
Aslında bu, ne Türkiye ve Moldova için ne de bir
dizi başka bağımlı ülke için yeni bir olgu değil.
Emperyalist metropollerdeki orta ve üst sınıflardan
hastaların her türden organ ihtiyacının yoksul
ülkelerde kurulan şebekelerin aracılığıyla karşılandığı,
sefalet içindeki insanların, özellikle de ekonomik
çöküntülerle dağılan ailelerin sahipsiz çocuklarının
ya organlarını sattıkları ya da kaçırılarak zorla
ameliyat edildikleri yıllardır bilinmektedir.
Özellikle 1980’lerden sonra sınırları delik deşik
eden ve yerel devlet kurumlarının sosyal denetim
faaliyetlerini tasfiye ederek tamamen kontrol-dışı
bir dolaşım ağı yaratan neoliberalizm, böylece
yalnızca bilinen anlamdaki “sermaye”nin akışını
“özgürleştirmek”le kalmamış, insan soyuna karşı
işlenen bu en aşağılık suçun da kolayca zemin
bulabilmesini sağlamıştır.
Örneğin Latin Amerika ülkelerinden özellikle Brezilya
ve Meksika’da yoksul insanların çocuklarının,
evsiz ve sahipsizlerin kimi zaman parayla satın
alındıkları, kimi zaman ise doğrudan doğruya kaçırılarak
organları alındıktan sonra öldürüldükleri bilinmekteydi.
Özellikle Meksika’nın sınır kenti Ciudad’da yoğunlaşan
organ mafyasının buradan sağladığı organları ABD
hastanelerine aktardığı da sık sık yazılıp çizildi.
Daha geçtiğimiz aylarda Ciudad’da peşpeşe ölü
bulunan 14 genç kadının organ mafyasının kurbanı
olduğu Meksika başsavcılığı tarafından da doğrulanmıştı.
Afganistan’dan Hindistan ve Güneydoğu Asya’nın
uç noktalarına doğru uzanan bir başka zincir ise
yıllardır uyuşturucu ticaretiyle birlikte yürütülmektedir.
Ancak sanıldığı gibi sorun yalnızca yoksul ülkelerle
de ilgili değildir; kapitalist metropollerde de
evsizlerin, işsizlerin organ ticaretinin malzemesi
olduğu, hatta alt sınıflardan kadınların ısmarlama
hamileliklerle özel olarak satılık bebek doğurmaya
zorlandıkları da artık neredeyse her gün basında
yer almaktadır.
Bu konuda BM Çocuk Fonu (UNICEF)’nun Temmuz 2003’de
açıkladığı bilgilere göre, her yıl 1 milyon 200
bin çocuk kaçırılmakta ve yaklaşık 10 milyar dolara
satılmaktadır. “Çocuk Sömürüsüne Son: Kaçakçılığı
Durdurun” başlıklı raporda, Asya ile Batı Afrika
ve Doğu Avrupa arasında da büyük bir alışveriş
olduğu belirtiliyor ve çoğunluğu eski Sovyet ülkelerinden
olmak üzere 500 bin kadın ve çocuğun her yıl Avrupa’da
satıldığı belirtiliyor. Kaçakçılığın başladığı
bir Romanya kasabasında bir kadının fiyatı 49
dolara kadar düşüyor.
Batı Afrika ülkelerinde de her yıl 200 bin çocuk
kaçırılıyor, bunların çoğu ya Avrupa’ya satılıyor
ya da ev işlerinde köle olarak kullanılıyor. Kadın
ve çocuk kaçakçılığının 3’te 1’i Güneydoğu Asya’da
oluyor. Rapora göre, Tayland’da çocuk fahişelerin
sayısında son 3 yılda yüzde 20 artış oldu. Güney
Vietnam’dan başka ülkelere kaçırılan kızların
yüzde 15’inin yaşı ise 15’in altında. Çin’de 250
bin kadın ve çocuk, kaçakçılığın kurbanı. Ve tabii
bütün bu çocuk kaçakçılığın ne kadarının organ
ticaretinin bir parçası olduğu bilinemiyor.
Öte yandan, savaşlar da bir başka kaynak olarak
ortaya çıkıyor. Örneğin, Ruanda ve Somali gibi
bol bol “öksüz-yetim” üreten kanlı bölgelerin
dışında son zamanların gözlerden kaçan bir başka
kirli işler merkezi Çeçenistan’dır. 25 Şubat 2001’de
açığa çıkan ve 200 sivilin gömülü olduğu Hankale
toplu mezarından sonra, Roşni-çu’da 50 kişilik
bir başkası, Avturhanovski’de üç kişilik, Caharkale’nin
Daçni yerleşim merkezinde iç organları çıkartılmış
cesetlerle dolu bir başka toplu mezar ve sonra
yine Hankale’de 35 kişilik bir mezar daha ortaya
çıkarıldı. Daha sonraları da toplu mezar furyası
devam etti. Yeltsin-Putin diktatörlüğünün ordusunun
karakol olarak kullandığı yerlerde, birbiri ardına
Caharkale’de, Oktyabirski bölgesinde, Aleroy köyü
yakınlarında, Avturhanovskoye’de yenileri bulundu.
Bu arada, çıkarılan cesetler üzerinde yapılan
otopsiler, öldürülenlerin iç organlarının önceden
alınmış olduğunu da gösterdi. Öldürülen insanların
organlarının mafyaya satıldığı, bazı organların
da laboratuvarlarda tıbbi deney malzemesi olarak
kullanıldığı iddiaları bu dönemde gündeme geldi.
Türkiye: Kavşak Noktası
Türkiye’deki organ ticaretinin ilk örnekleri 1980’den
itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Kaybolan
sokak çocukları, özürlüler, buhar olup uçan depremzedelerle
ilgili iddialar bu tarihten sonra sık sık basında
yer almaya başladı. İngiltere’nin The Times gazetesinde
yer alan bir haberde ise organ kaçakçılığında
Türkiye’nin de önde gelen ülkeler arasında yer
aldığı belirtiliyordu. Haberde karaborsa için
organ kaçakçılığının en fazla Hindistan, Türkiye,
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaygın olduğu
kaydediliyor ve böbreğini vermek isteyen kişiye
1500 dolar önerildiği, ancak ‘’aracı’’nın, aynı
organdan 150 bin dolara kadar kazanç sağladığı
anlatılıyordu.
Özellikle deprem günleri bugün hala organ mafyasının
altın günleri olarak anılmaktadır. Adapazarı-İzmit
depreminden bir ay sonra, Eylül 1999’da, bölgede
27 çocuk kayıplar listesindeydi. Bu günlerde bebeklerin
çoğunun kargaşa sırasında organ mafyası tarafından
çalındığı sık sık basında da yer almaktaydı.
Bir diğer kaynak ise sayıları gittikçe artan sokak
çocuklarıydı. Her ne kadar Emniyet Genel Müdürlüğü
sık sık yaptığı açıklamalarda “Türkiye’deki organ
kaçakçılığının yoğun olmadığını” iddia etse de
zaten sayısı hiçbir zaman tam olarak bilinmeyen
sokak çocuklarının sık sık ortadan kayboldukları,
mafyanın bu alanda sistemli çalıştığı bu işlerle
ilgili olan insanların, kurum yöneticilerinin
bildiği bir gerçekti.
Örneğin Umut Çocukları Derneği Başkanı Yusuf Kulca,
organ ticaretinde asıl hedefin sokak çocukları
olduğunu belirtiyor ve “Bu kişiler, özürlü ve
sokakta yaşayan insanları, soranı nasıl olsa olmaz
diyerek kaçırıyor. Bugüne kadar yüzlerce çocuğumuz
kayboldu ve izlerini bulamadık” diyordu. Ayrıca
sokakta yaşayan çocukların dışında her zaman taciz
ve tecavüzlerle anılan devlet yetiştirme yurtlarının
da bu konudaki sabıkaları bilinmektedir.
Devlet kurumlarının da dışladığı özürlüler, kimsesizler,
vb. grubu ise zaten kayıtları bile olmayan kurbanlar
olarak organ ticaretinin en gözde kategorisi olarak
bilinmektedir.
Ve tabii bir de Kürt illeri... Geçen yılın Haziran
ayında Van’da çocuk kaçırma söylentileri ayyuka
çıktığında vali Durmuş Koç hemen bir açıklama
yaparak, “vatandaşlarımız müsterih olsunlar güvenlik
güçleri her zaman vatandaşlarımızın huzuru ve
bekası için çalışmaktadır” diye garantiler verse
de köylerinden sürülen binlerce insanın yığıldığı
Kürt illerinde de mafyanın faaliyette olduğu bilinmeyen
şey değildi.
Ama herhalde en büyük kategoriyi oluşturanlar,
“gönüllü”(!) vericilerdir. Son yirmi-otuz yılda
yaratılan korkunç yoksulluk, yüzlerce insanı birkaç
bin dolar karşılığında organlarını satmaya yöneltirken,
Türkiye üzerinden geçen kaçak göçmen orduları
da bu gruba eklenmiş ve böylece “tamamen yasal”
bir pazar oluşmuştur.
Bugün, Avrupa’da 40 binden fazla kişi böbrek için
sırada beklemektedir ve bu, organ işini gitgide
daha çekici kılmaktadır. Organ mafyasının esas
olarak İsrailliler tarafından kontrol edildiği
ve birkaç bin dolara alınan organların İstanbul’daki
operasyonlarla 100-200 bin dolara nakledildiği
biliniyor. Hatta organ pazarında internet siteleri
de kullanılıyor. “48 saatte böbrek bulunur” garantisi
veren www.liver4you.org. hakkında alınan kararlara
rağmen site işini sürdürmeye devam ediyor.
Organ mafyasının özellikle Moldava’ya yönelmesi
ise rastlantı değil. Evlerinden koparılarak Tükiye’de
iş bulma sözü verilen yoksul gençlerin hikayesi
Mangold’a göre şöyle gerçekleşiyor: “Örneğin onlara
Türkiye’de iş sözü veriyorlar. Elbette bu bir
yalan. Ancak gençler bu yalana kanıp Türkiye’ye
geliyorlar, yolculuk masrafları da şebeke tarafından
ödeniyor. Türkiye’ye geldiklerinde ise “iş yok
ama organlarınızı satabilirsiniz, zaten bize yolculuk
masrafını ödemeniz gerekiyor” deniyor. Bu şekilde
gelenler genelde organlarını satmak zorunda kalıyor.
Ancak organ nakli öncesi yapılan tıbbi muayenelerin
yeterli olduğunu söylemek güç. Organını veren
kişilerde AIDS veya Hepatit kontrolü yapılmıyor.
Verici ve alıcı aynı anda hastane veya kliniğe
yatırılıyor ve doğrudan nakil gerçekleşitiriliyor.
Organı alınan kişi, ameliyat yasadışı yapıldığından,
hemen hastaneden uzaklaştırılıyor. Sonra da zorla
Moldova’ya geri gönderiliyorlar.”
Yine Mangold’a göre, “Türkiye’de organları alınmış
kişilerin çoğunluğu müşterilerin ekseriyetle İsrailli
ve Arap olduğunu söylüyorlar. İsrail’de bazı sigorta
şirketleri yasadışı yollardan da yapılmış olsa
her türlü organ nakli masrafını size geri ödüyor.
İsraillilerin dışında çok sayıda zengin Arap ülkesinden
ve Avrupa’dan hasta Türkiye’ye gelerek kendisine
organ nakli yaptırıyor.”
Çürümenin Son Noktası: Her Şey Satılık
Örnekleri uzatmak mümkün ama aslında gereksizdir.
Çünkü sorun, artık tek tek kötü niyetleri ve yerel
mafya gruplarının acımasızlığını aşmış ve yoksullukla
zorbalığın birleşerek yarattığı büyük bir sektör
haline gelmiştir. İstanbul Tabip Odası Başkanı
Prof. Dr. Gencay Gürsoy’un bir TV programında
söyledikleri aslında konunun özünü ortaya koymaktadır:
“Amerika’da, Avrupa’da, özellikle İsrail’de, büyük
bir organ talebi var. Binlerce, yüzbinlerce insan
sırada bekliyor. Aynı zamanda Doğu Avrupa ülkelerinde
başta olmak üzere bazı yoksul ülkelerde de organ
satma talebi var. Şimdi, madalyonun öte tarafına
bakarsak, sağlık alanına bu ticari kuralları,
piyasayı soktuğunuz anda... Bunları biraz da göze
almışsınız demektir.”
Bütün sorun işte tam da bu noktadadır. 20. yüzyıl
boyunca işçi sınıfının büyük mücadelelerle elde
ettiği sosyal kazanımları birer birer tasfiye
eden günümüzün vahşi kapitalist işleyişi, sonunda
bütün insani değerleri çürütmüş, doğrudan insan
hayatıyla ilgili olduğu için her zaman içinde
etik bir yan barındıran hekimlik mesleği bile
bir ucundan kokuşmaya başlamıştır.
Yine de her şeye rağmen bu türden operasyonlara
katılan doktorların sayısı son derece sınırlıdır
ama zaten burada önemli olan sayı değildir; çünkü
böyle bir kirli iş için doktor orduları gerekmemekte
ve birkaç tanesi de yeterli olmaktadır. Ayrıca
zaten sendikalaşmak isteyen işçiye sanayi bölgelerini
dar eden, devrimcileri savunan avukatları bir
çırpıda meslekten atabilen düzen, bu konuda birşeyler
yapmak isteyen kurumların da elini kolunu bağlamış
durumda, Prof. Dr. Gürsoy’un da dediği gibi bu
“doktor”lar ancak 6 aylığına meslekten men edilebiliyor,
ikinci altı aydan sonra ise “sadece o bölgede”
doktorluk yapması engellenebiliyor.
İnsan hayatını hiçe sayarak bütün kamusal alanları
olduğu gibi sağlık alanını da sermayenin açgözlü
sömürüsüne açan, mevcut devlet hastanelerini iyice
yıpratarak katlanılmaz hale getiren neoliberal
düzen, böylece pıtrak gibi yerden fışkıran özel
hastanelerin önünü açmış ve bu alandaki bütün
denetimleri de “bürokrasiyi azaltma” adı altında
fiilen ortadan kaldırmıştır.
Sonuçta ortaya çıkan manzara ise çok tipiktir.
Bir yanda tamamen zenginlerin ihtiyaçları için
kurulmuş çok lüks ve donanımlı özel hastaneler
ve diğer tarafta ise varoşlara yayılan klinikler
ve kadrolarının çoğu sadece “imza” olarak mevcut
olan içi boş “hastane”ler... İşçi sınıfının tek
sosyal “güvencesi” olan SSK’lar çökertildikten
sonra geriye kalan çorak tablo bundan ibarettir.
GATT anlaşmalarına bağlı olarak her türden hizmetin
ticaret alanı haline getirilmesiyle birlikte tamamen
kâr hırsıyla yönetilen, “hasta” kavramının yerine
“müşteri” kavramının geçirildiği bir “sektör”de
bu türden kirli bir faaliyetin yeşermesi ise şaşırtıcı
değildir. Şaşırtıcı değildir; çünkü derin bir
yoksulluk bu etik çürüme ile birleşmekte ve her
şeyi mubah kılmaktadır. Yalnızca İsrailliler ve
diğer yabancılar değil, bütün hayatını kendisine
uyacak bir organa bağlayan ve bunun için her türlü
fedakârlığa hazır olan alt ve orta sınıflardan
yerli hastalar da mevcuttur ve bu durum, pazarı
daha da büyütmektedir.
Kirlilik: Yalnızca Organ Ticaretiyle İlgili
Bir Sorun Değil
Burada mutlaka eklenmelidir: Çoğu kez zannedildiği
gibi, bu alandaki kirlilik, sadece organ ticareti
gibi uç noktalarla sınırlı değildir; esasen herhangi
bir sağlık hizmetinin, ilacın, tedavinin, vb.
bir biçimde parayla alınıp satılması, insan soyunun
görüp görebileceği en büyük ahlaksızlık ve vahşettir.
En kaba anlatımla, insanların bir bölümü parasızlık
ve yoksulluk yüzünden tıp hizmetlerinin yanına
bile yaklaşamadan her yıl kitleler halinde ölürken
bir başka bölümünün en üst düzeyden bakım ve tadavi
görüyor olması başlı başına bir “kirlilik”tir.
Bugün burjuvazinin ve onların orta katmanlardaki
yönetici ve koruyucularının artık herhangi bir
sağlık sorunu kalmamıştır; nasıl kentlerin yerleşim-eğlence-kültür
mekanları sınıfsal ölçütlere göre kalın çizgilerle
birbirinden ayrılıyorsa, sağlık hizmetleri de
aynı biçimde derin bir bölünmeye uğramıştır ve
bu bölünmede emekçilerin payına düşen, ancak üretim
ve tüketim için “tehlike yaratmayacak ölçüde”
sağlıklı olmalarıdır.
Önleyici sağlık hizmetlerinin ve halk sağlığı
alanındaki geçmişten kalma kurumların gitgide
tasfiyesi ve bütün sürecin tekellerin egemenliğine
sokulması, ilaç sektörünün giderek daha “kirli”
yollarla tıp dünyasına kanca atması, karşılığı
reçete olan büyük armağanların hekim odalarında
dolaşıyor olması, vb. hepsi en az organ ticareti
kadar iğrenç durumlardır.
Öte yandan, aslında yoksulluğun kendisi de “kirli”
ve “kirletici” bir şeydir, ahlak bozucu bir durumdur...
Belli bir gelir sahibi olanlar için uygulanması
kolay “erdemlilik” ilkelerinin hiçbiri, yoksulluk
ve açlık koşulları için geçerli değildir. Derin
bir yoksulluk, çoğu kez insanın düşünsel-ahlaki
dünyasını sığlaştıran bir olgu olarak ortaya çıkar
ve giderek tam bir çürümeye yol açar.
İnsan soyunun en düşkün hali olarak tanımlayabileceğimiz
ve asla kabul edilemez bir eylem olduğundan şüphe
duyamayacağımız “kendi bebeğini satma” eylemi,
böylesi çürüme koşullarında ortaya çıkabilmektedir.
Sosyalizmden Başka Yol Var mı?
Bütün bu bataklığın karşısına salt “etik” bir
söylemle dikilmek ve salt hekimlik mesleğinin
kendi içinden bir karşılık üretmeye çalışmak,
artık çok anlamlı değildir. Elbette tıp alanında
çalışan insanlar, doğrudan insan hayatıyla ilgili
olan bu alanın temel etik değerlerini korumak
için çaba göstermeli, hiçbir mevziyi kolayca neoliberalizme
teslim etmemelidir. Ancak artık sorun bu düzeyi
çoktan aşmıştır ve insanı, insan ilişkilerini
ve onun en yüksek değerlerini çürüten bu sistem,
cepheden devrimci bir duruşla karşılanabilir.
Bu rezilliğin karşısına geçip hâlâ neoliberalizmin
şaklabanlığını yapanlar ve “devlet bürokrasisinden
yakınma” adı altında insan sağlığını, eğitimini
tamamen kapitalizmin insafına terk etmenin propagandasına
soyunanlar ise, artık gizli değil düpedüz ve açıkça
çocuk katili olarak nitelenmelidirler. Bugünlerde
pek moda olan Küba’yı eleştirme rüzgarına kapılmış
olanlar da azıcık başlarını çevirip bu “baskıcı
diktatörlüğün”(!) halk sağlığı alanında yarattığı
devrimi görebilseler, sorunun ve çözümün ne olduğunu
kolayca anlayabilirler.
Sonuç olarak ne Avrupalıların çokbilmişlikle hazırladıkları
raporlar ne de sözde polisiye önlemler bu derin
yarayı kapatmaya yetmez.
Artık sorun, tamamen sosyal sistem sorunudur ve
sınıfları, yoksulluğu ortadan kaldırmayan basit
önlemler hiçbir işe yaramayacaktır.
Devrimci sosyalizmin bu soruna ilişkin çözümü
ise gayet basit ve açıktır. Hiç fazla ileri gitmeden,
halka karşı savaşmak için yapılan devasa askeri
harcamalar ve sadece görünen büyük hırsızlıklar
bile Türkiye’nin bu yarasını kapatmaya yetecek
kadar kaynağı içinde barındırmaktadır. Ama devrimci
sosyalizm, bu kadarıyla da yetinemez. Emperyalist
boyunduruktan ve oligarşik diktatörlük kamburundan
kurtulmuş bir Türkiye, sağlık ve eğitimi tartışmasız
biçimde ticari alanın dışına çıkarmak, tamamen
ücretsiz bir halk hizmeti haline getirmek ve ülkenin
aslında uçsuz bucaksız olan imkânlarını bu alanların
hizmetine vermekle yükümlü olacaktır.
Bugünkü çapulculuk düzenini tümüyle paramparça
ederek sosyalist bir sağlık-eğitim düzeni kurmak,
bunun için halk sağlığı merkezlerinden araştırma
hastanelerine dek her alanda öncelikle kâr mantığını
yıkarak insan sağlığını eksen olarak almak, devrimci
yürüyüşümüzün olmazsa olmaz program maddeleridir.
Ve şüphesiz, ancak ülke kaynaklarının işçi sınıfı
ve ezilen kitlelerin inisiyatifine geçtiği, yoksulluğun
bütün biçimlerinin kökünün kurutulduğu koşullarda,
insan sağlığı ile ilgili her türlü ticaret tamamen
ortadan kaldırılabilecektir.
Bu anlamda para ile ilgili her şeyin yaşamın her
alanında olduğu gibi sağlık alanından da sürülüp
atılması, aynı zamanda bir insanlık görevidir
ve Türkiye devrimi bunu başaracaktır.
|