Geçtiğimiz haftalarda bütün dünya
emperyalist mekanizmanın “demokrasinin beşiği”(!)
olan bir ülkede bile ne kadar vahşi olabildiğine
tanık oldu. Eski bir BM silah denetçisi olan ve
İngiliz Savunma Bakanlığı danışmanı mikrobiyolog
Dr. David Kelly, üzerinde yoğunlaştırılan ağır baskılardan
sonra ölü bulundu. Olayın intihar mı cinayet mi
olduğu konusunda henüz bir netlik oluşmadı ama Dr.
Kelly’nin İngiliz hükümeti ve istihbarat örgütleri
tarafından günlerce bunaltıldığı ve açık hedef haline
getirildiği biliniyordu; yani sonuçta Dr. Kelly,
bir biçimde öldürülmüştü.
Cinayetin ardından artık alışılmış olduğu gibi burjuva
medyası, bir yandan ahlak gösterileri yaparak sahte
gözyaşları dökerken, diğer yandan da bütün dikkatleri
bu olayla birlikte Blair hükümetinin durumunun ne
kadar zayıflayacağı gibi kör bir alana çekmeye çalıştı.
Her zamanki burjuva acımasızlığıyla davranan medya,
ortada henüz soğumakta olan bir insan cesedi olduğunu
unutup, unutturup, konuyu parlamenter daleverelerin
girdabına sürüklemekte bir sakınca görmedi. Oysa
olayın belki de en önemli yanı, doğrudan doğruya
bilim ahlakı ve bilimin emperyalist çıkarların hizmetine
koşulmasının yarattığı korkunç trajedi ile ilgiliydi.
Salt gazetecilik ölçütleriyle bakıldığında olay
aslında, polisiye bir vaka gibi görünüyordu. Şovenist
bir yerden bakıldığında ise karşımızda “ülkesine
ihanet eden” bir adam vardı.
Olay, Sosyalist Barikat okurlarının da gazetelerden
izlemiş olabileceği gibi, şu ünlü “kitle imha silahları”
balonu ile ilgiliydi. Bir yıl boyunca “Irak’ta kitle
imha silahları olduğu” iddiasını binlerce kez tekrarlayan
ve bunu savaş ilan etmek için yeterli neden sayan
ABD ve İngiltere, hatırlanacağı gibi sırf bu gerekçeyle
devasa bir “silah uzmanı” ordusunu seferber etmiş
ama sonunda büyük çoğunluğu ajan olan bu heyetin
raporunu da dikkate almaksızın saldırıya geçmişti.
Savaş askeri anlamda sona erip Irak işgal edildiğinde
ise ortaya doğrusu biraz garip bir durum çıkmıştı:
Sözü edilen “kitle imha silahları” bir türlü bulunamıyordu!
Irak’ta kimyasal silah bulunduğu aslında kesindi;
Halepçe Katliamı bu konuda yeterince açık bir kanıttı,
ama ülkeyi tamamen ele geçirmiş olan bir güç, yine
de bu pek gizli silahları bulamadığını söylüyordu...
Olayda tuhaf olan yön, bu silah ve malzemelerin
gerçek sahibi ve satıcısı olan ABD’nin “kendi mallarını”
bulmakta gösterdiği beceriksizlikti.
Tam bu sıralarda, savaşın organizatörü olan her
iki ülkede de birbiri ardına “istihbarat skandalları”ndan
söz edilmeye başlandı. ABD’de söylenilenlere inanılırsa
eğer, CIA ve diğer istihbarat organları Irak’ın
silah faaliyetleri hakkında Beyaz Saray’a sundukları
raporları biraz abartmışlardı! Ama Bush ve çetesi
bundan hiç de rahatsız olmadılar ve savaşın zaten
“kimyasal silah” yüzünden çıkmadığını, kendilerinin
asıl amacının Saddam’ı ezmek olduğunu açıkça söylemekte
sakınca görmediler. Hatta bu “skandal” gibi görünen
şey, emperyalistlerin “hiçbir meşru sebep aramaksızın
istediklerini yapabilecekleri”nin vurgulanması açısından
yararlı bile oldu.
İşler Çığırından Çıktığında
Oyunda daha ikincil bir rol alan İngiltere’de
ise işler biraz daha farklı gelişti. Savaş sırasında
hükümeti destekleyen bir tutum alan İngiliz yayın
kuruluşu BBC geçtiğimiz haftalarda “Savunma Bakanlığı’ndan
bir kaynağa” dayanarak, hükümetin parlamento ve
kamuoyuna sunduğu dosyalardaki bilgilerin “abartılı”
olduğunu açıkladı. Söz konusu kaynak, özellikle,
“Saddam rejiminin, elindeki kitle imha silahlarını
45 dakika içinde vurmaya hazır hale getirebileceğini,
bu silahların İngiltere dahil pek çok ülkeye erişebileceğini”
öne süren dosyaya değiniyor ve “Irak tehdidinin,
savaşa gerekçe yaratmak için abartıldığını” vurguluyordu.
Blair hükümeti, BBC haberinin ardından saldırıya
geçti ve İngiliz yayın kuruluşuna bu değerlendirmeyi
sızdıran kişinin, Savunma Bakanlığı’na danışmanlık
yapan Dr. David Kelly olabileceği suçlamasını
yöneltti. Hem BBC, hem de Kelly, bu suçlamayı
reddettiler. Daha sonra ise devreye çoğunluğu
Blair’in partisinin üyelerinden oluşan Avam Kamarası
Dışişleri Komisyonu girdi ve sorguya alınan Dr.
Kelly yoğun şekilde aşağılanarak bunaltıldı. Ve
sonunda Dr. Kelly, evinin yakınlarında “ölü olarak”
bulundu. Sol bileği kesik olan Dr. Kelly’nin intihar
ettiğine hükmedildi ve işin bundan sonrası artık
tam bir politik çamur deryası olarak gelişti.
Bir yandan BBC, haber kaynağının gerçekten Dr.
Kelly olduğunu açıklayarak hükümeti rahatlatırken,
diğer yandan da Blair’in “istifa” edip etmeyeceği
tartışmaları aldı yürüdü ve bu kirli olay İngiliz
usülü büyük bir resmiyet havasına büründürülerek
soğumaya bırakıldı.
Ruhunu Şeytana Teslim Edersen...
İntihar ya da sıradan bir devlet cinayeti... Aslında
bütün bu tartışmalar ve burjuva siyasetin bundan
sonraki gevezelikleri, artık Dr. Kelly için önemli
değil. O, emperyalist savaş mekanizmasının kullanıp
kenara attığı basit bir araç olarak çoktan bu
tartışmaların dışına çıktı bile.Ama yine de bir
soru kaldı geriye: Bilim nedir ve kime hizmet
etmelidir?
Dr. David Kelly, 59 yıllık hayatı boyunca biriktirdiği
bütün bilgilerini emperyalist bir devletin hizmetine
sundu ve karşılığında aşağılanma ve ölümü tanıdı.
Ya başkaları? Emperyalist savaş mekanizmasının
içinde çalışan ve her gün daha gelişkin ölüm araçlarını
keşfederek “parlak başarılar”a imza atanlar; her
gün daha gelişkin radarlar ve dinleme aygıtları
imal ederek kendi devletlerinin hizmetine sunanlar?
Bazıları kendileri de yeni-sömürgelerden geldikleri
halde uluslararası finans kurumlarında yüksek
görevler alarak yoksul halklara onları daha da
yoksullaştıracak “istikrar programları” satanlar?
Hiroşima ve Nagasaki’ye ölüm bombalarını bırakıp
döndükten sonra “bu kadar dehşet yaratacağımızı
bilmiyorduk ama görevdi işte” diyen şu ünlü pilotlar?
Toplama kamplarında yıllarca en aşağılık deneyleri
yaptıktan sonra sadece “emir kulu” olduğunu söyleyip
işin içinden kurtulmaya çalışan NAZİ yardakçıları?
Daha yakınlara geldiğimizde, koskoca Çernobil
faciasının ardından cuntanın emriyle “mühim bir
şey” yok açıklamaları yapabilecek kadar alçalan
Atom Enerjisi Başkanı Ahmet Yüksel Özemre’yi unutmak
mümkün müdür? 12 Eylül hapishanelerini CIA ilaçlarının
deneyleri için kullanan “psikiyatr”ları, hatta
daha alt düzeyden “işkence yoktur” raporcusu doktorları
unutabilir miyiz?
Kapitalizmin tarihi, bilimin kâr hırsı ve savaş
araçları için kullanılmasının da tarihidir. Ama
aynı tarih, bir yandan da korkunç bir vefasızlığın,
acımasız ihanetlerin de tarihidir. Hizmet ettiği
emperyalist devleti tarafından ölüme sürüklenen
Dr. David Kelly, ilk örnek değildir, son da olmayacaktır.
Savaş makinası, kendisine hizmet edenlerin aykırı
davranışlarını asla affetmez. Olan budur.
YÖK şemsiyesi altında derileri oldukça kalınlaşarak
“milletin bölünmez bütünlüğüne” hizmet etmeyi
alışkanlık haline getirmiş, “varlığını devletin
varlığına armağan etmiş” olan bizimkiler ne düşünürler,
ne yaparlar bilemeyiz, ama gerçek budur. Ve bu
gerçek, bugün üniversiteye başlamış olan genç
insanlar için de son derece çarpıcı bir “ibret
vakası” olarak hiç unutulmamalıdır. Ayrıca buraya
hemen devlet komplolarıyla “falili meçhul”lere
giden çoğu Kemalist “aydın” ve “bilim adamları”
da eklenmelidir. Bütün varlıklarını devletin bekası
için harcamış bulunan bu insanların ölümlerinin
devlet katındaki karşılığı soğuk bir üzüntü ve
içi boş “katilleri bulacağız” palavraları olmuştur.
“Kılıçla yaşayan kılıçla ölür” sözü genellikle
zorbalar için söylenir. Ama hepsi bu kadar değil.
Görüldüğü gibi bazen kılıcı “imal edenler”in sonu
da pek parlak olmuyor.
Ve bir başka özlü söz daha: “Kımıldamadıkça zincirlerini
hissetmezsin!”
|