IMF’nin artık neredeyse günlük hale
gelmiş olan teftişleri devam ediyor. İki hafta süren
en son 5. Gözden Geçirme Toplantıları önceki haftalarda
sonuçlandı ve IMF Türkiye Masası Şefi Reza Mogdaham,
bir yandan yeni talimatlarını yağdırırken diğer
yandan da AKP’nin gösterdiği işbirlikçi performanstan
memnun olduğunu da gizlemedi. Görüşmelerin sonucunda
Devlet Bakanı Ali Babacan, IMF’nin istediği kimi
yasaları Meclis’ten geçirmiş olmakla övünürken,
yenileri için de garanti verdi. IMF’nin isteklerini
takvime bağladıklarını, bu çerçevede Kamu Mali Yönetim
ve Kontrol Kanunu’nu en kısa sürede Meclis’e sunacaklarını
belirten Babacan, Doğrudan Vergi Reformu 2. paketinin
hazırlıklarının da sürdüğünü söyledi. Babacan, Meclis’in
yeni döneminde, “Vergi İdaresi Reformu, KİT yönetişiminin
geliştirilmesi, kamu bankalarının özelleştirilmesine,
yatırım ortamının iyileştirilmesine ve sigortacılık
sektörüne ilişkin çalışmalar” yapacaklarını ifade
etti. Hükümetin ve bürokratların “yakın işbirliği”
ve desteğine teşekkür ederek sözlerine başlayan
IMF Türkiye Masası Şefi Reza Moghadam ise, tedbirlerin
önümüzdeki dönemde alınmasını ve yapısal reformların
hızlandırılmasını istedi.
Bu yapısal reformların bir çoğu zaten Mayıs sonunda
gelen eski Türkiye Masası Şefi Kahkonen’le kararlaştırılmış,
Kahkonen de özellikle sosyal güvenlik sistemi başta
olmak üzere harcamaların azaltılması, vergilerin
daha da artırılmasını ve özelleştirme takviminin
sarkmaması konusunda uyarılarda bulunmuş ve “ekonomik
programı tavizsiz uygulayın” talimatını vermişti.
Neler Yapıldı?
Doğrusu IMF biraz temkinli bir memnuniyet belirtse
de aslında AKP hükümeti efendilerinin emriyle
son aylarda az iş yapmadı. Daha doğrusu AKP, IMF’ye
sadık kalma konusunda eski hükümetlerin işbirlikçi
geleneğini sürdürmekle kalmamış, bunun da ötesine
geçerek direktiflerin uygulanması için mecliste
sabahlamak dahil elinden gelen bütün çabayı göstermiştir.
* “Vergi Reformu” adı altında bütün vergileri
ağırlaştırarak piyasaya kaynak sağlamayı amaçlayan
önlemler, IMF’nin en çok “memnun” olduğu icraatlardan
biridir. Üst üste getirilen ek vergilerden sonra,
“kullanan ödesin” mantığıyla hazırlanıp yasalaştırılan
bu tasarıyla büyük kentler tam bir vergi tuzağı
haline getirilmiş, “piyasalar”a kaynak akıtmak
için her boşluğa bir vergi yasası dikilmiştir.
Eğitime katkı payı ve özel işlem vergisinin yüzde
60 zamlandırılarak halkın sırtından 2.5 katrilyonluk
kaynak yaratılması da bu çerçevedeki “başarı”lardan
biridir. Geçtiğimiz günlerde bir bölümü veto edilerek
geri dönen bu yasaların (örneğin ek taşıt vergisi,
vb.) derhal yeniden hazırlanıp çıkarılacağı belirtilmiştir.
* Bir ucu yavaş yavaş “özel emeklilik” uygulamasına
dek gidecek olan ve nihai olarak emeklilikle ilgili
sosyal kurumların tasfiyesini amaçlayan adımlardan
ilki olan Bağ-Kur yasası da aynı günlerde çıkarılmıştır.
Bağ-Kur’u bakanlığa bağlı olmaktan çıkararak Sosyal
Güvenlik Kurumu Başkanlığı gibi yeni oluşturulan
bir kuruma devredilmesi, yasanın en önemli bölümüdür.
* Geçen sayımızda değindiğimiz gibi GATT anlaşmasına
bağlı olarak bütün sosyal alanları piyasaya açmayı
hedefleyen “Kamu Reformu” paketi de bu dönemde
hazırlanarak meclise sunulmaya hazır hale getirilmiştir.
Devletin militarist yapısının korunarak, sağlık
ve eğitim gibi bölümlerinin tasfiyesini hedefleyen
bu yasa tasarısı neoliberal restorasyonun en önemli
adımlarından biridir.
* Tarımdaki “tavizsiz yok etme” politikası da
IMF direktörlerini memnun eden olgulardan bir
başkasıdır. Başbakan Erdoğan’ın fındık üreticilerine
söylediği “artık başınızın çaresine bakın” sözleriyle
de altı çizilen bu politikaların en somut örneği,
hükümetin mısır hasatının başlamasına kısa bir
süre kala ABD, Arjantin ve Romanya’dan 650 bin
ton mısır ithal etmesi ve üstelik ithal mısıra
uygulanan yüzde 35’lik fonun da yüzde 20’ye kadar
indirilmesidir. 2003 yılı için izin verilen toplam
mısır ithali ise 1 milyon tondur ve böylece başlangıç
fiyatı 300 bin lira olarak ilan edilen yerli mısır
karşısında ithal ürünün 265 bin liraya satılması
sağlanmış olmaktadır. Türkiye Ziraatçılar Derneği
Genel Başkanı İbrahim Yetkin’in açıkladığı gibi,
bu, Tarım Satış Kooperatifleri’nin Dünya Bankası
denetimine verilmesiyle ilgilidir. Geçen yıl TARİŞ’in
pamuğa yüksek fiyat verdiği için tehdit edildiğini
hatırlatan Yetkin, bu yıl da fındık alımının yapılmamasının
DB’nin talimatı olduğu söylemektedir.
IMF'nin Kuruluşu ve İşleyişi
IMF, 1930'lardaki dünya ekonomik krizinin
getirdiği birtakım sorunlarla birlikte doğdu.
Bu dönemde paraya olan güven azlığı ile birlikte
ülkeler kendi paralarını artık altınla eşitleyemez
hale geldiler. Bu duruma karşı paranın değerinin
saptanabileceği bir kurum oluşturma yolunda
adımlar atıldı. 44 ülkenin delegeleri 1944'de
Amerika'da Bretton Woods'ta toplandı ve IMF
1946 Mayıs'ında işlerlik kazandı. Bretton
Woods'ta yapılan anlaşmada IMF'nin etkinlik
alanı sanayileşmiş ülkeler ile sınırlı iken,
Dünya Bankası'nın görevi bağımlı ülkelerin
ekonomik sorunları ile ilgilenmek olarak tasarlanmıştı.
Ancak 1970 krizinden sonra IMF ile Dünya Bankası
yapısal uyum programları adı verilen projeleri
beraberce yürütür hale gelmişlerdir. Yapısal
uyum programlarını Dünya Bankası projelendirirken,
IMF de stand-by anlaşmaları ile bu uyum programlarının
uygulanışını denetlemektedir.
IMF'ye şu anda 182 ülke üyedir. Bu ülkeler
IMF'ye katılırken bir miktar para yatırmaktadırlar.
Bu paralar IMF'nin ülkelere vereceği borçları
karşılamada kullanılır, aynı zamanda da üye
ülkenin ne kadar borç alabileceğini belirler.
Aynı zamanda ülke ne kadar çok para yatırmışsa
o kadar çok oy hakkına sahip olmaktadır. Ancak
ülkenin ne kadar yatırabileceğini IMF belirlemektedir.
Örneğin ABD toplam oyların %17,35'ine sahipken,
Türkiye oyların 0,46'sına sahiptir. Şu anda
IMF yönetim kurulunda ülkelerin oy oranları
şu şekildedir.
IMF YÖNETİM KURULU (2000)
Ülke Yönetim Kurulundaki oy hakkı
ABD 17,35
İngiltere 5,02
Almanya 6,08
Fransa 5,02
Japonya 6,22
Suudi Arabistan 3,27
Toplam (6 ülke) 42,82
Diğer Ülkeler (176 ülke) 57,18
Türkiye 0,46
IMF'nin yönetim yapısı şu şekildedir: En yetkili
organ olan Yönetim Kurulu'ndaki üyeler ülkelerin
Ekonomi Bakanlarından ve onlara vekalet eden
Merkez Bankası Başkanları'ndan oluşur. İcra
Kurulu 24 kişiden oluşur. Bu kuruldaki 8 kişi
Çin, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Suudi
Arabistan, İngiltere ve Amerika'yı tek tek
temsil ederken, diğer 16 kişi kalan ülkeleri
gruplar halinde temsil ederler. Bu kurul haftada
üç kere olağan toplanarak Yönetim Kurulu'nun
ortaya koyduğu politikaların uygulanmasını
denetler. IMF'ye katılmakla üye ülke kendi
parasını diğer ülke paralarına göre nasıl
belirlediği konusunda bilgi vermekle yükümlüdür.
Periyodik olarak gerçekleştirilen müzakereler
ile IMF sadece o ülkenin para politikasını
denetlemekle kalmaz, aynı zamanda tüm ekonomik
göstergeleri gözden geçirir. Her yıl, ya da
daha sık olarak, IMF'den 4-5 kişilik bir ekip
söz konusu ülkenin başkentinde 2 hafta boyunca
bilgi toplar ve hükümet yetkilileri ile ekonomik
politikalar hakkında görüşür. IMF politikalarında
G-7 ülkelerinin belirleyiciliği kesindir.
ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere,
Kanada ve İtalya'dan oluşan bu topluluk zaman
zaman bir araya gelmekte ve dünya ekonomisini
belirleyecek kararlar almaktadırlar. Örneğin,
bu ülkelerin paralarının değerlerinde bir
değişme olmuşsa ya da başka bir takım ekonomik
değişimler mevcutsa, bu ülkeler bunun gelişmekte
olan ülkeler üzerindeki etkisini tartışmakta
ve çaşitli tavsiyelerde bulunmaktadır. IMF
de bu kararları harfiyen uygulamaktadır.
|
Yeni Emirler... Yeni Taahhütler
5. Gözden Geçirme’nin IMF İcra Direktörleri tarafından
onaylamasından sonra gelen IMF’nin yeni emirleri
ve aldığı sözler ise restorasyonun kalan adımlarının
tamamlanmasını içeriyor. Hükümet, 6. Gözden Geçirme
çalışmalarının tamamlanması için IMF’ye gönderdiği
niyet mektubunda, 2004 yılında yeni yatırım yapmayacağını
açıklamıştır. Mektupta, gönüllü emekliliğin, yani
işten atmaların süreceği, faiz dışı fazla hedefinin
tutturulması için sıkı para politikalarına devam
edileceği de yer almıştır.
* IMF’ye gönderilen 29 maddelik mektupta Türk
Telekom’un özelleştirilmesi planının Ekim sonuna
kadar Bakanlar Kurulu tarafından onaylanacağı
duyurulmuştur.
* Mektupta, uygulanan politikalar sonucu 2002
yılında 36 bin 796 çalışanın işine son verildiği
açıklanarak, gönüllü emeklilik uygulamasına devam
edileceği kaydedilmiştir. KİT’lerdeki 9 bin 900
atıl istihdamın ocak ayı sonu ile haziran ayı
sonu arasında ortadan kaldırılmasına ilişkin hedefin
yaklaşık 2 bin 500 kadro ile kaçırıldığı belirtilen
mektupta, gönüllü emeklilik yolu ile “atıl istihdamın”
azaltılmasına devam edileceği sözü verilmekte,
böylece daha binlerce kişinin fabrika kapılarına
konulacağı şimdiden ilan edilmektedir. ABD’den
alınacak 8.5 milyar doların ise, borçlanma için
kullanılacağı bildirilmiştir.
* Cari, transfer ve yatırım harcamalarında 1.2
katrilyon lira kesinti yapılacak, tütün mamülleri
ve alkollü içecek fiyatları 0.25 katrilyon lira
getirecek şekilde arttırılacak, yüzde 6.5 faiz
dışı fazla hedefinin tutturulmasına yönelik ilave
tedbirler alınacaktır. Bunun pratik anlamı ise
IMF’ye verilen sözler uğruna halkın cebinden daha
trilyonların hortumlanacağıdır. Her gün halktan
206 trilyon 169.6 milyar lira vergi hortumlayan
devlet, bu kaynağın her gün 193 trilyon 626.6
milyar lirasını borç aldığı faizcilere ödemeye
devam edecek, bu şekilde devlete borç verenler,
saat başı Hazine’den 8 trilyon 67.7 milyar lira,
her dakika da 134.4 milyar lira faiz geliri kazanacaklardır.
* 2004 yılında harcama artışı sıkı bir şekilde
sınırlandırılacak, bu amaçla 2004 yılı bütçe çağrısında,
toplam faiz dışı harcamaların, yani borçlara değil
de yatırımlara gidecek kaynağı artışı reel olarak
sıfırda tutulacak ve yeni yatırım projeleri başlatılmayacaktır.
* Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu Ekim ayı
sonuna kadar yasalaşacaktır. Yeni bir düzenleyici
kurul kanunu hazırlanacak ve yerel yönetimlere
ilişkin işlevleri düzenleyen yeni kanunlar, yerel
yönetimlerin bütçe sistemlerini daha etkin kılacak
ve borçlanmalarına sıkı kontrol getirilecektir.
Devlet işlevlerinin yeniden tanımlanması ve sosyal
işlerle görevli bakanlıkların tasfiyesi bu plan
içindedir.
* Bankalardaki devlet garantisi uygulaması, 5
Temmuz 2004 tarihine kadar yürürlükte kalacak
ancak bu tarihten itibaren belirli bir limit dahilinde
mevduat garantisi uygulamasına geçilecektir. Böylece,
ancak büyüklerin dayanabileceği yeni bir bankacılık
düzeni kurulmuş olacaktır.
* Halk Bankası’nın özelleştirilmesine ilişkin
çalışma eylül ayı sonuna kadar tamamlanacak, Halk
Bankası’nın 2003 yılı sonuna kadar, Ziraat Bankası
da onun ardından 2004 yılı içerisinde satışa çıkarılacaktır.
Vakıflar Bankası’nın özelleştirilmesi için ise
Dünya Bankası ile birlikte yeni bir plan hazırlanacaktır.
* TEKEL ve TÜPRAŞ’ın satışı 2003 yılı sonuna kadar
tamamlanacak, Türkiye Şeker Fabrikaları da 2004
yılının başlangıcında satışa çıkarılacaktır. Böylece
İstanbul Sanayi Odası’nın 500 Büyük Sanayi Kuruluşu
sıralamasında 6 katrilyon 858.6 trilyon liralık
üretimden satış ile birinci olan TÜPRAŞ ve sıralamada
yüzlerce özel şirketi geride bırakarak en üstlerde
yer alan TEKEL ve diğerleri haraç mezat satılacaktır.
Stand-by Nedir?
Kararlaştırılan bir süre ve miktar için ve
belli koşullara bağlanmış olarak verilen ve
yararlanan tarafa koşulları yerine getirdikçe
"çekme hakkı" veren bir kredi türü
olan Stand-by kredisi, IMF işleyişinde en
çok kullanılan uygulamadır. Bu kredi türünün
asıl özelliği, IMF ile ilgili hükümet arasında
ülke ekonomisi üzerine bir dizi sözleşme yapılması
ve kredinin çekme hakkının tamamen bu uygulamaların
seyrine bağlanmasıdır. Neoliberalizmin savunucularının
iddiasının aksine IMF'yi sıradan bir "banka",
aradaki ilişkiyi de sıradan bir "banka-müşteri"
ilişkisinden farklı kılan asıl unsur, emperyalist
devletlerin politik-askeri gücüyle tahkim
edilmiş bulunan bu yaptırım düzenidir. Kolayca
anlaşılacağı gibi, bağımlı ülkenin gerekli
şartları yerine getirmemesi, hatta daha büyük
bir günah işleyerek şartları reddetmesi durumunda,
günlük dilde "kırmızı ışık" denilen
uygulamayla söz konusu ülkeye verilen borç
ve kredileri felç eden IMF, daha sonra borçların
geri dönüşünü hızlandırmaktan başlayarak önlemleri
ağırlaştırmakta, son aşamada ise politik entrikalar
ve gerekirse askeri cuntalar gündeme gelmektedir.
1954-1970 arasında 47 ülke ile değişik tarihlerde
stand-by anlaşmaları yapılmıştır. 1970'lere
kadar belli bir istikrar gösteren dünya ekonomisinin
ciddi bir kriz dönemine girmesinden sonra
bu ülkeler gittikçe borçlarını ödeyemez duruma
gelmiş ve bu dönemden sonra IMF ile birçok
stand-by anlaşması yaparak kısa vadeli istikrar
programları ve uzun vadeli yapısal uyum programlarının
altına imza atmışlardır. Bu bağlamda, 1980'ler
boyunca 250'den fazla stand-by anlaşması yapılmıştır.
Bu borçları verirken IMF'nin getirdiği en
önemli koşullar, söz konusu ülkelerin borçlarını
ödeyebilecek biçimde ekonomisini yeniden yapılandırması,
ulusal-devletsel sınırları ortadan kaldırarak
dünya kapitalizmiyle bütünleştirmesi, kamu
harcamalarının kısılması, bütün kamusal alanların
özelleştirilerek kapitalist sömürüye açılması,
vb. dir. |
Yeni Tarz ve İlişkinin Derinleşmesi
Yukarıdaki maddelere bakılırsa, IMF’yle yapılan
“gözden geçirme” toplantılarının iki hafta gibi
bir zaman alması ve giderek daha sık ve uzun toplantılara
gerek duyulması, ilişkinin yeni boyutu açısından
çok şaşırtıcı değildir. Çünkü bu kez kurulan yeni
ilişki düzeni, sözgelimi 60’lı yıllardaki durumdan
farklı olarak IMF’nin ekonomik ve politik alandaki
bütün gelişmelere tamamen hakim olması ve bütün
ayrıntıları belirlemesi esasına dayanmaktadır.
Yani IMF artık, geçmişte olduğu gibi bir “istikrar
programı” dayatıp onun genel gelişimini tehditler
eşliğinde kontrol etmekle kalmamakta, her küçük
ayrıntı ve tasarı üzerinde de titizlikle çalışmaktadır.
Ekonomiyle ilgili birçok yasanın artık IMF heyeti
ile birlikte hazırlandığı ya da doğrudan dikte
edildiği, böylece parlamentonun basit bir noter
durumuna indirildiği de bilinmeyen şey değildir.
O kadar ki, (yukarıdaki maddelerde görüldüğü gibi)
artık IMF görüşmelerinde, ne kadar işçinin işten
atılacağı, hangi toplu sözleşmelerde hangi oranlarda
ücret zammı verileceği, hangi tarım ürününün ne
kadar ekileceği, hangi bankaların tasfiye edilip
hangilerinin korunacağı, vb. gibi yüzerce ayrıntı
yer almakta ve bütün bu konularda verilen sözler,
daha sonra yasa maddelerine ve yönetmeliklere
dönüştürülmektedir. Dolayısıyla, aslında IMF’nin
denetiminde gerçekleştirilen icraatlar, kamuoyunun
bildiği yukarıdaki işlemlerden çok daha fazlasını
kapsamakta ve Türkiye’deki ekmek fiyatının ne
kadar olacağı bile doğrudan ya da dolaylı olarak
bu toplantıların sonucunda ortaya çıkmaktadır.
Bakanlıklardan alınarak “Düzenleme Kurulları”na
verilen bankacılık, enerji, tarım, vb. gibi bir
dizi sektörden IMF kaynaklarına doğrudan bilgi
akmakta, böylece IMF, herhangi bir banka ya da
sanayi şirketinin mali portresinin, ödeme dengelerinin
ne durumda olduğunu da bilmekte ve batırılacaklarla
kurtarılacakların hesabını doğrudan yapabilmektedir.
Hatta, çok ilginç bir örnekte görülebileceği gibi,
IMF Türkiye’deki mahkeme kararlarını bile yakından
izlemekte ve aykırı durumlara yönelik önlemler
geliştirmektedir. En son olarak “Ek Motorlu Taşıtlar
Vergisi”’nin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal
edilmesi, IMF’de ciddi bir rahatsızlığa yol açmış
ve 1.1 katrilyonluk bu kaynağın riske girmesine
karşın IMF hemen o gün Hazine Müsteşarlığı’na
“sarı alarm” olarak nitelenen “durumu gözden geçiririz”
uyarısını göndermiştir.
Fatura Emekçi Halklara Çıkıyor
IMF ve diğer uluslararası finans kurumlarının
yönlendirdiği dünya ekonomisi büyük bir uçurumla
ikiye bölünmüştür. 1993 yılında dünya genelinde
yaratılan 23 trilyon dolarlık milli gelirin
18 trilyonunu dünya nüfusunun %20'sine sahip
olan gelişmiş ülkeler üretirken, dünya nüfusunun
%80'ine sahip olan bağımlı, yoksul ülkelerin
payına düşen üretim ise 5 trilyon dolardır.
1960-1991 döneminde dünya nüfusunun en varlıklı
%20'lik kesimin toplam gelirden aldığı pay
%70'den %85'e yükselirken, en yoksul %20'lik
kesimin payı %2,3'den %1,4'e gerilemiştir.
Ülkelerin kendi sınırları içinde de işçi sınıfının
sermayeye göre yaşam standardı gittikçe kötüleşmektedir.
Nitekim Amerika'da ortalama gelir 1978'den
1988'e kadar olan dönemde %10 gerilemiş, bu
oran Latin Amerika'da 1980 itibariyle %16
olmuştur. Afrika'da aynı dönemde düşüş oranı
%50'yi bulmuştur. Ancak 1976'dan 1990'a kadarki
ekonomik büyümeyi incelediğimizde bir artış
olduğunu görmekteyiz. Aradaki bu fark, emekçi
kesimlerin gelirlerindeki azalmayı ifade etmektedir.
Özellikle 1980 sonrasında gündeme getirilen
"yapısal uyum" programlarının dünya
halkları açısından faturası tam bir felaket
olmuştur. Bryan Johnson ve Brett Schaefer
tarafından yapılan bir araştırmaya göre, IMF
politikalarını uygulayan 89 bağımlı ülkenin
1965'den 1995'e kadarki sürecinde bu ülkelerden
48'i borç aldığı yıla göre kişi başına düşen
zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş,
bu 48 ülkeden 32'si daha da fakirleşmiş, 14'ünün
ise ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az
%15 küçülmüştür. Örneğin Nikaragua 1968'den
1995'e kadar 185 milyon dolar borç almış,
ancak ekonomisi %55 oranında daralmıştır.
Zaire ise 1972-1995 döneminde 1,8 milyar dolarlık
borç almış ve ekonomisi %54 oranında küçülmüştür.
Bu reçetelerin işçi sınıfı üzerinde yarattığı
olumsuz etkiler çoğu zaman ciddi direnişlere
ve askeri cuntalara yol açmıştır. Örneğin,
Peru'da Haziran 1977'de imzalanan stand-by
anlaşmasından sonra bir halk ayaklanması başgöstermiş
ve Haziran 1978'de sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Bolivya'da buna benzer bir durum 1980 yılında
yaşanmıştır.
Şili ise dünyada yapısal uyum programlarını
en fazla süreyle uygulamış ülkelerden birisidir.
1973 yılından beri IMF'nin hemen her talimatı
eksiksiz yerine getirilmiştir. Hızlı bir özelleştirme
yapılmış, Şili gümrük açısından dünyada en
korumacı ülke konumundan, en esnek ülke konumuna
gelmiştir. IMF'nin isteği doğrultusunda yabancı
sermaye teşvik edilmiş, hatta yabancı sermaye
çelik, telekomünikasyon, havayolları gibi
en stratejik sektörlerde bile ortak durumuna
gelmiştir. Ticaretin serbestleşmesi sağlanmıştır.
Şili'nin tüm bu yapısal uyum programlarından
sonra 1991'deki dış borcu 19 milyar dolar
yani milli gelirin %49'u olarak gerçekleşmiştir.
Milli gelirdeki artış 1961-1971 arasında %4,6
olarak gerçekleşirken bu artış 1974-1989 arasında
sadece %2,6 olmuştur. Sonuçta IMF'nin reçetelerini
uygulayan Şili'de kamu harcamaları iyice kısılmış,
ücretler dondurulmuş ve Şili'nin ulusal parası
peso devamlı değer kaybetmiştir. 1980-1990
arasında sefalet sınırındakilerin oranı %12'den
%15'e yükselmiş, yoksulluk sınırındakilerin
oranı da %24'den %26'ya çıkmıştır. Yani toplumun
yaklaşık %40'ı yoksuldur.
Meksika 1995'de IMF'den borç alarak ekonomik
krizi atlatmaya çalışmıştır. 1994'de ulusal
paranın %50 değer kaybetmesinden bir yıl sonra
tüketici fiyatları %35 artmış ve faiz oranları
%60'ı bulmuştur. Meksika halkı 1994'den 1996'ya
kadar 60 milyar ek dış borcu daha yüklenmek
durumunda kalmıştır. Kişi başına düşen milli
gelir 1995 boyunca %9 gerilemiştir. IMF'nin
istikrar programı ekonomik büyümeyi azaltmış
ve yoksul halkı sefalete itmiştir.
IMF talimatlarını uygulayan ülkeler büyük
ekonomik krizler yaşarken, neden hala ülkeler
bu talimatlara uymakta ve ekonomik gelişimlerini
bu yönde planlamaktadırlar? Bunun sebebi dünyada
artık ödenemeyecek hale gelmiş bir borç zincirinin
oluşmasıdır. Borçlu ülkelerin bu borçların
faizine ödedikleri miktar 1991'de 113 milyar
dolara çıkmıştır. Kısacası artık bu ülkeler
IMF'ye bağımlı hale gelmişlerdir. 1947'den
1989'a kadarki dönemde altı ülke IMF'den 30
yıldan fazla, 24 ülke 20-29 yıl arası ve 47
ülke 10-19 yıl arası yardım talebinde bulunmuşlardır.
Dolayısıyla borçlar bir ülkenin kalkınması
için ve ödemeler dengesini düzeltmek için
değil, o ülkenin kaynaklarını yağmalamak,
yönetimini ve hedeflerini ilk elden belirlemek
için verilmektedir. |
IMF Zinciri Kırılabilir
Sonuç olarak bugünkü durum, Osmanlı Maliyesi’ne
tamamen el konulması anlamına gelen Duyun-u Umumiye
uygulamasından hiçbir biçimde farklı değildir,
hatta birçok yönden şu andaki uygulama daha derin
bir bağımlılık anlamına gelmektedir. Türkiye ekonomisinin
bütün bilgileri ayrıntılarıyla ve eksiksiz olarak
IMF masasına konulmakta; daha sonra ise yeni talimatların
gelmesi beklenmektedir. Şüphesiz, yeni-sömürgeci
işleyişin tek göstergesi IMF ile ilişkiler değildir;
bu işleyiş, onlarca unsurun bileşiminden oluşan
derin bir bağımlılığa denk düşmektedir. Ancak,
Türkiye’nin yeni-sömürgeci tarih boyunca IMF ile
kurduğu ilişki de hiçbir zaman bu derinlikte ve
kapsamda olmamıştır.
Bu gerçek, tabii ki, Süleymaniye’de kontr-gerillacıların
kafasına çuval geçirilince “ulusal onur”dan söz
edenleri düşündürmelidir. Ve yine bu gerçek, söz
konusu ilişkileri meşrulaştırmayı iş edinmiş olan
neoliberal soytarılarla da aramızdaki mesafeyi
yeniden belirlemelidir. “Serbest piyasa” ve “özgürlük”
palavralarının gürültüsü arasında düpedüz sömürgeci
olan bu ilişkiyi gizlemeye çalışanlar, “IMF’nin
sıradan bir banka olduğu” yalanlarını yayanlar,
mitinglerde sık sık AKP’ye yöneltilen “işbirlikçi”
sıfatından “mahrum bırakılmamalı”, gerçek yüzleri
açığa çıkarılmalıdır.
Özellikle bu sonuncu çevre tarafından halka empoze
edilen “IMF’den kurtulmanın olanaksızlığı” fikri
ise tamamen yalandır. Her şeyden önce devrimciler
ve emekçiler, bu sorunu burjuva iktisatın sınırları
içinde düşünmek zorunda değillerdir ve dolayısıyla
“ama bizim de şu kadar borcumuz var” gibi bir
cümle onlar için anlam ifade etmez. Türkiye işçi
sınıfı ve emekçi halklarının kimseye tek kuruş
borcu yoktur ve tam tersine halkın onurlu ve refah
içindeki yaşantısı, IMF dahil bütün emperyalist
kurum ve kuruluşlar bu coğrafyadan defedildikleri
gün başlayacaktır. Emperyalizm ve işbirlikçi oligarşinin
kamburundan kurtulmuş bir ülke, bütün kaynaklarını
emekçilerin sağlık, eğitim ve refahına yöneltebilecek
ve sosyalist bir Türkiye, artık emperyalistlerin
maşası olma onursuzluğunun da sonu anlamına gelecektir.
Yapısal Uyum Programları Nelerden Oluşur?
1980'ler sonrasında öne çıkarılan yapısal
uyum programları genel olarak şu maddelerden
oluşur:
* Yapısal uyum programları ile ekonominin
tamamen ihracata dayalı bir biçimde örgütlenmesi
istenmektedir. Borçların ödenmesi için gerekli
olan döviz girdisi bu şekilde sağlanabilecektir.
Bunun anlamı, üretimin ülkenin ihtiyaçlarına
göre değil uluslararası rekabet koşullarına
göre yapılanması demektir. Yani uluslararası
bir kriz, bu sektörlere dayanan bir ekonomiyi
felç edebilecektir. Bu şekilde ülkenin kendi
kendine yeterliliği tamamen ortadan kalkmaktadır.
* IMF hükümetlerin yerel endüstri, bankalar
ve finansal hizmetlerde ulusal ekonomiyi korumasını
engellemek ve bu alanlara yabancı sermayenin
girişini kolaylaştırmak istemektedir.
* Ülkede kamu harcamalarının azaltılmasını
sağlamak için ücretleri düşürüp artışları
sınırlamak bir diğer noktayı oluşturmaktadır.
Aynı zamanda devletin sosyal güvenlik, sağlık,
eğitim gibi alanlarda yaptığı harcamaların
kısılması da bu başlık altındadır. Ülkelerin
ekonomik yapılarını serbestleştirmelerinin
istendiği bu dönemde, acımasız rekabet koşullarında
emeğin maliyeti çok önem kazanmaktadır. İşte
bu ortamda IMF açık bir biçimde ücretlerin
de rekabet koşullarına uygun olarak asgariye
indirilmesini dayatmaktadır.
* Bu programların temel bir dayanağı da gümrükte
ithal mallar için kota ve tarifeleri ortadan
kaldırmak biçimindedir. Bunun açık sonucu
ise ulusal ekonominin korunmasına yönelik
devlet müdahalelerinin ortadan kalkmasıdır.
* Özelleştirme de IMF'nin bütün politikalarının
ana hedefi durumundadır. Bu şekilde kamu kurumlarının
boş bıraktığı alanlara yabancı sermaye girebilecek
ve genelde yüksek karlılık vadeden bu alanlardan
oldukça yüksek gelirler elde edilebilecektir.
Ayrıca özelleştirme ile döviz cinsinden gelir
elde edilmesi beklenmekte, böylelikle kamu
açıklarının kapatılması ve dış borçların ödenmesinin
mümkün olacağı düşünülmektedir. Ancak ortaya
çıkan sonuç en stratejik sektörlerde bile
devlet denetiminin ortadan kalkması ve vergi
gelirlerinde önemli bir düşüş olmaktadır.
Uygulanan bu politikalardan sonra yeni-sömürge
ülkelerde ücretlerin ulusal gelirdeki payı
azalırken, kar ve rantın payı genişlemiştir.
Desteklemelerin azaltılması, bazı durumlarda
tamamen ortadan kaldırılması, faiz oranlarının
yükselmesi, fiyat denetimine son verilmesi
işçi sınıfı üzerinde olumsuz etkiler yaratmış,
ancak tasarruf yapabilen zengin kesimin ulusal
gelirden aldığı pay artmış ve sonuçta rant
ekonomisi yaratılmıştır.
Yapısal uyum programlarının dayandığı bazı
temel noktalar vardır. Bunlardan birincisi
gelirin sosyal boyut da düşünülerek paylaşılmasını
sağlayan mekanizmaları ve kurumları yoketmektir.
Buna örnek, kamu harcamalarının azaltılması
başlığı altında aslında tüm sosyal hizmetlerde
bir aşınma sağlamaktır. Bir diğer boyut, sermayenin
fazla kar etmesinin önündeki engelleri kaldırmaktır.
Devletin piyasayı düzenlemek için koyduğu
bir takım kuralların değiştirilmesi ve de
kamu işletmelerinin özelleştirilmesidir.
Sonuçta IMF, dünyadaki egemen ekonomilerin
diğer ülkelerden istedikleri uyum politikalarının
ve düzenlemelerinin gerçekleştirilmesini sağlamak
için kurulmuş bir kurumdur ve yeni-sömürgeci
düzenin derinleştirilerek korunmasına hizmet
etmektedir. |
|