Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

N. Dumanlı

IMF’nin artık neredeyse günlük hale gelmiş olan teftişleri devam ediyor. İki hafta süren en son 5. Gözden Geçirme Toplantıları önceki haftalarda sonuçlandı ve IMF Türkiye Masası Şefi Reza Mogdaham, bir yandan yeni talimatlarını yağdırırken diğer yandan da AKP’nin gösterdiği işbirlikçi performanstan memnun olduğunu da gizlemedi. Görüşmelerin sonucunda Devlet Bakanı Ali Babacan, IMF’nin istediği kimi yasaları Meclis’ten geçirmiş olmakla övünürken, yenileri için de garanti verdi. IMF’nin isteklerini takvime bağladıklarını, bu çerçevede Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu’nu en kısa sürede Meclis’e sunacaklarını belirten Babacan, Doğrudan Vergi Reformu 2. paketinin hazırlıklarının da sürdüğünü söyledi. Babacan, Meclis’in yeni döneminde, “Vergi İdaresi Reformu, KİT yönetişiminin geliştirilmesi, kamu bankalarının özelleştirilmesine, yatırım ortamının iyileştirilmesine ve sigortacılık sektörüne ilişkin çalışmalar” yapacaklarını ifade etti. Hükümetin ve bürokratların “yakın işbirliği” ve desteğine teşekkür ederek sözlerine başlayan IMF Türkiye Masası Şefi Reza Moghadam ise, tedbirlerin önümüzdeki dönemde alınmasını ve yapısal reformların hızlandırılmasını istedi.
Bu yapısal reformların bir çoğu zaten Mayıs sonunda gelen eski Türkiye Masası Şefi Kahkonen’le kararlaştırılmış, Kahkonen de özellikle sosyal güvenlik sistemi başta olmak üzere harcamaların azaltılması, vergilerin daha da artırılmasını ve özelleştirme takviminin sarkmaması konusunda uyarılarda bulunmuş ve “ekonomik programı tavizsiz uygulayın” talimatını vermişti.

Neler Yapıldı?
Doğrusu IMF biraz temkinli bir memnuniyet belirtse de aslında AKP hükümeti efendilerinin emriyle son aylarda az iş yapmadı. Daha doğrusu AKP, IMF’ye sadık kalma konusunda eski hükümetlerin işbirlikçi geleneğini sürdürmekle kalmamış, bunun da ötesine geçerek direktiflerin uygulanması için mecliste sabahlamak dahil elinden gelen bütün çabayı göstermiştir.
* “Vergi Reformu” adı altında bütün vergileri ağırlaştırarak piyasaya kaynak sağlamayı amaçlayan önlemler, IMF’nin en çok “memnun” olduğu icraatlardan biridir. Üst üste getirilen ek vergilerden sonra, “kullanan ödesin” mantığıyla hazırlanıp yasalaştırılan bu tasarıyla büyük kentler tam bir vergi tuzağı haline getirilmiş, “piyasalar”a kaynak akıtmak için her boşluğa bir vergi yasası dikilmiştir. Eğitime katkı payı ve özel işlem vergisinin yüzde 60 zamlandırılarak halkın sırtından 2.5 katrilyonluk kaynak yaratılması da bu çerçevedeki “başarı”lardan biridir. Geçtiğimiz günlerde bir bölümü veto edilerek geri dönen bu yasaların (örneğin ek taşıt vergisi, vb.) derhal yeniden hazırlanıp çıkarılacağı belirtilmiştir.
* Bir ucu yavaş yavaş “özel emeklilik” uygulamasına dek gidecek olan ve nihai olarak emeklilikle ilgili sosyal kurumların tasfiyesini amaçlayan adımlardan ilki olan Bağ-Kur yasası da aynı günlerde çıkarılmıştır. Bağ-Kur’u bakanlığa bağlı olmaktan çıkararak Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı gibi yeni oluşturulan bir kuruma devredilmesi, yasanın en önemli bölümüdür.
* Geçen sayımızda değindiğimiz gibi GATT anlaşmasına bağlı olarak bütün sosyal alanları piyasaya açmayı hedefleyen “Kamu Reformu” paketi de bu dönemde hazırlanarak meclise sunulmaya hazır hale getirilmiştir. Devletin militarist yapısının korunarak, sağlık ve eğitim gibi bölümlerinin tasfiyesini hedefleyen bu yasa tasarısı neoliberal restorasyonun en önemli adımlarından biridir.
* Tarımdaki “tavizsiz yok etme” politikası da IMF direktörlerini memnun eden olgulardan bir başkasıdır. Başbakan Erdoğan’ın fındık üreticilerine söylediği “artık başınızın çaresine bakın” sözleriyle de altı çizilen bu politikaların en somut örneği, hükümetin mısır hasatının başlamasına kısa bir süre kala ABD, Arjantin ve Romanya’dan 650 bin ton mısır ithal etmesi ve üstelik ithal mısıra uygulanan yüzde 35’lik fonun da yüzde 20’ye kadar indirilmesidir. 2003 yılı için izin verilen toplam mısır ithali ise 1 milyon tondur ve böylece başlangıç fiyatı 300 bin lira olarak ilan edilen yerli mısır karşısında ithal ürünün 265 bin liraya satılması sağlanmış olmaktadır. Türkiye Ziraatçılar Derneği Genel Başkanı İbrahim Yetkin’in açıkladığı gibi, bu, Tarım Satış Kooperatifleri’nin Dünya Bankası denetimine verilmesiyle ilgilidir. Geçen yıl TARİŞ’in pamuğa yüksek fiyat verdiği için tehdit edildiğini hatırlatan Yetkin, bu yıl da fındık alımının yapılmamasının DB’nin talimatı olduğu söylemektedir.

IMF'nin Kuruluşu ve İşleyişi
IMF, 1930'lardaki dünya ekonomik krizinin getirdiği birtakım sorunlarla birlikte doğdu. Bu dönemde paraya olan güven azlığı ile birlikte ülkeler kendi paralarını artık altınla eşitleyemez hale geldiler. Bu duruma karşı paranın değerinin saptanabileceği bir kurum oluşturma yolunda adımlar atıldı. 44 ülkenin delegeleri 1944'de Amerika'da Bretton Woods'ta toplandı ve IMF 1946 Mayıs'ında işlerlik kazandı. Bretton Woods'ta yapılan anlaşmada IMF'nin etkinlik alanı sanayileşmiş ülkeler ile sınırlı iken, Dünya Bankası'nın görevi bağımlı ülkelerin ekonomik sorunları ile ilgilenmek olarak tasarlanmıştı. Ancak 1970 krizinden sonra IMF ile Dünya Bankası yapısal uyum programları adı verilen projeleri beraberce yürütür hale gelmişlerdir. Yapısal uyum programlarını Dünya Bankası projelendirirken, IMF de stand-by anlaşmaları ile bu uyum programlarının uygulanışını denetlemektedir.
IMF'ye şu anda 182 ülke üyedir. Bu ülkeler IMF'ye katılırken bir miktar para yatırmaktadırlar. Bu paralar IMF'nin ülkelere vereceği borçları karşılamada kullanılır, aynı zamanda da üye ülkenin ne kadar borç alabileceğini belirler. Aynı zamanda ülke ne kadar çok para yatırmışsa o kadar çok oy hakkına sahip olmaktadır. Ancak ülkenin ne kadar yatırabileceğini IMF belirlemektedir. Örneğin ABD toplam oyların %17,35'ine sahipken, Türkiye oyların 0,46'sına sahiptir. Şu anda IMF yönetim kurulunda ülkelerin oy oranları şu şekildedir.

IMF YÖNETİM KURULU (2000)
Ülke Yönetim Kurulundaki oy hakkı
ABD 17,35
İngiltere 5,02
Almanya 6,08
Fransa 5,02
Japonya 6,22
Suudi Arabistan 3,27
Toplam (6 ülke) 42,82
Diğer Ülkeler (176 ülke) 57,18
Türkiye 0,46
IMF'nin yönetim yapısı şu şekildedir: En yetkili organ olan Yönetim Kurulu'ndaki üyeler ülkelerin Ekonomi Bakanlarından ve onlara vekalet eden Merkez Bankası Başkanları'ndan oluşur. İcra Kurulu 24 kişiden oluşur. Bu kuruldaki 8 kişi Çin, Fransa, Almanya, Japonya, Rusya, Suudi Arabistan, İngiltere ve Amerika'yı tek tek temsil ederken, diğer 16 kişi kalan ülkeleri gruplar halinde temsil ederler. Bu kurul haftada üç kere olağan toplanarak Yönetim Kurulu'nun ortaya koyduğu politikaların uygulanmasını denetler. IMF'ye katılmakla üye ülke kendi parasını diğer ülke paralarına göre nasıl belirlediği konusunda bilgi vermekle yükümlüdür.
Periyodik olarak gerçekleştirilen müzakereler ile IMF sadece o ülkenin para politikasını denetlemekle kalmaz, aynı zamanda tüm ekonomik göstergeleri gözden geçirir. Her yıl, ya da daha sık olarak, IMF'den 4-5 kişilik bir ekip söz konusu ülkenin başkentinde 2 hafta boyunca bilgi toplar ve hükümet yetkilileri ile ekonomik politikalar hakkında görüşür. IMF politikalarında G-7 ülkelerinin belirleyiciliği kesindir. ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, Kanada ve İtalya'dan oluşan bu topluluk zaman zaman bir araya gelmekte ve dünya ekonomisini belirleyecek kararlar almaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerin paralarının değerlerinde bir değişme olmuşsa ya da başka bir takım ekonomik değişimler mevcutsa, bu ülkeler bunun gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkisini tartışmakta ve çaşitli tavsiyelerde bulunmaktadır. IMF de bu kararları harfiyen uygulamaktadır.

Yeni Emirler... Yeni Taahhütler
5. Gözden Geçirme’nin IMF İcra Direktörleri tarafından onaylamasından sonra gelen IMF’nin yeni emirleri ve aldığı sözler ise restorasyonun kalan adımlarının tamamlanmasını içeriyor. Hükümet, 6. Gözden Geçirme çalışmalarının tamamlanması için IMF’ye gönderdiği niyet mektubunda, 2004 yılında yeni yatırım yapmayacağını açıklamıştır. Mektupta, gönüllü emekliliğin, yani işten atmaların süreceği, faiz dışı fazla hedefinin tutturulması için sıkı para politikalarına devam edileceği de yer almıştır.
* IMF’ye gönderilen 29 maddelik mektupta Türk Telekom’un özelleştirilmesi planının Ekim sonuna kadar Bakanlar Kurulu tarafından onaylanacağı duyurulmuştur.
* Mektupta, uygulanan politikalar sonucu 2002 yılında 36 bin 796 çalışanın işine son verildiği açıklanarak, gönüllü emeklilik uygulamasına devam edileceği kaydedilmiştir. KİT’lerdeki 9 bin 900 atıl istihdamın ocak ayı sonu ile haziran ayı sonu arasında ortadan kaldırılmasına ilişkin hedefin yaklaşık 2 bin 500 kadro ile kaçırıldığı belirtilen mektupta, gönüllü emeklilik yolu ile “atıl istihdamın” azaltılmasına devam edileceği sözü verilmekte, böylece daha binlerce kişinin fabrika kapılarına konulacağı şimdiden ilan edilmektedir. ABD’den alınacak 8.5 milyar doların ise, borçlanma için kullanılacağı bildirilmiştir.
* Cari, transfer ve yatırım harcamalarında 1.2 katrilyon lira kesinti yapılacak, tütün mamülleri ve alkollü içecek fiyatları 0.25 katrilyon lira getirecek şekilde arttırılacak, yüzde 6.5 faiz dışı fazla hedefinin tutturulmasına yönelik ilave tedbirler alınacaktır. Bunun pratik anlamı ise IMF’ye verilen sözler uğruna halkın cebinden daha trilyonların hortumlanacağıdır. Her gün halktan 206 trilyon 169.6 milyar lira vergi hortumlayan devlet, bu kaynağın her gün 193 trilyon 626.6 milyar lirasını borç aldığı faizcilere ödemeye devam edecek, bu şekilde devlete borç verenler, saat başı Hazine’den 8 trilyon 67.7 milyar lira, her dakika da 134.4 milyar lira faiz geliri kazanacaklardır.
* 2004 yılında harcama artışı sıkı bir şekilde sınırlandırılacak, bu amaçla 2004 yılı bütçe çağrısında, toplam faiz dışı harcamaların, yani borçlara değil de yatırımlara gidecek kaynağı artışı reel olarak sıfırda tutulacak ve yeni yatırım projeleri başlatılmayacaktır.
* Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu Ekim ayı sonuna kadar yasalaşacaktır. Yeni bir düzenleyici kurul kanunu hazırlanacak ve yerel yönetimlere ilişkin işlevleri düzenleyen yeni kanunlar, yerel yönetimlerin bütçe sistemlerini daha etkin kılacak ve borçlanmalarına sıkı kontrol getirilecektir. Devlet işlevlerinin yeniden tanımlanması ve sosyal işlerle görevli bakanlıkların tasfiyesi bu plan içindedir.
* Bankalardaki devlet garantisi uygulaması, 5 Temmuz 2004 tarihine kadar yürürlükte kalacak ancak bu tarihten itibaren belirli bir limit dahilinde mevduat garantisi uygulamasına geçilecektir. Böylece, ancak büyüklerin dayanabileceği yeni bir bankacılık düzeni kurulmuş olacaktır.
* Halk Bankası’nın özelleştirilmesine ilişkin çalışma eylül ayı sonuna kadar tamamlanacak, Halk Bankası’nın 2003 yılı sonuna kadar, Ziraat Bankası da onun ardından 2004 yılı içerisinde satışa çıkarılacaktır. Vakıflar Bankası’nın özelleştirilmesi için ise Dünya Bankası ile birlikte yeni bir plan hazırlanacaktır.
* TEKEL ve TÜPRAŞ’ın satışı 2003 yılı sonuna kadar tamamlanacak, Türkiye Şeker Fabrikaları da 2004 yılının başlangıcında satışa çıkarılacaktır. Böylece İstanbul Sanayi Odası’nın 500 Büyük Sanayi Kuruluşu sıralamasında 6 katrilyon 858.6 trilyon liralık üretimden satış ile birinci olan TÜPRAŞ ve sıralamada yüzlerce özel şirketi geride bırakarak en üstlerde yer alan TEKEL ve diğerleri haraç mezat satılacaktır.

Stand-by Nedir?
Kararlaştırılan bir süre ve miktar için ve belli koşullara bağlanmış olarak verilen ve yararlanan tarafa koşulları yerine getirdikçe "çekme hakkı" veren bir kredi türü olan Stand-by kredisi, IMF işleyişinde en çok kullanılan uygulamadır. Bu kredi türünün asıl özelliği, IMF ile ilgili hükümet arasında ülke ekonomisi üzerine bir dizi sözleşme yapılması ve kredinin çekme hakkının tamamen bu uygulamaların seyrine bağlanmasıdır. Neoliberalizmin savunucularının iddiasının aksine IMF'yi sıradan bir "banka", aradaki ilişkiyi de sıradan bir "banka-müşteri" ilişkisinden farklı kılan asıl unsur, emperyalist devletlerin politik-askeri gücüyle tahkim edilmiş bulunan bu yaptırım düzenidir. Kolayca anlaşılacağı gibi, bağımlı ülkenin gerekli şartları yerine getirmemesi, hatta daha büyük bir günah işleyerek şartları reddetmesi durumunda, günlük dilde "kırmızı ışık" denilen uygulamayla söz konusu ülkeye verilen borç ve kredileri felç eden IMF, daha sonra borçların geri dönüşünü hızlandırmaktan başlayarak önlemleri ağırlaştırmakta, son aşamada ise politik entrikalar ve gerekirse askeri cuntalar gündeme gelmektedir.
1954-1970 arasında 47 ülke ile değişik tarihlerde stand-by anlaşmaları yapılmıştır. 1970'lere kadar belli bir istikrar gösteren dünya ekonomisinin ciddi bir kriz dönemine girmesinden sonra bu ülkeler gittikçe borçlarını ödeyemez duruma gelmiş ve bu dönemden sonra IMF ile birçok stand-by anlaşması yaparak kısa vadeli istikrar programları ve uzun vadeli yapısal uyum programlarının altına imza atmışlardır. Bu bağlamda, 1980'ler boyunca 250'den fazla stand-by anlaşması yapılmıştır. Bu borçları verirken IMF'nin getirdiği en önemli koşullar, söz konusu ülkelerin borçlarını ödeyebilecek biçimde ekonomisini yeniden yapılandırması, ulusal-devletsel sınırları ortadan kaldırarak dünya kapitalizmiyle bütünleştirmesi, kamu harcamalarının kısılması, bütün kamusal alanların özelleştirilerek kapitalist sömürüye açılması, vb. dir.

Yeni Tarz ve İlişkinin Derinleşmesi
Yukarıdaki maddelere bakılırsa, IMF’yle yapılan “gözden geçirme” toplantılarının iki hafta gibi bir zaman alması ve giderek daha sık ve uzun toplantılara gerek duyulması, ilişkinin yeni boyutu açısından çok şaşırtıcı değildir. Çünkü bu kez kurulan yeni ilişki düzeni, sözgelimi 60’lı yıllardaki durumdan farklı olarak IMF’nin ekonomik ve politik alandaki bütün gelişmelere tamamen hakim olması ve bütün ayrıntıları belirlemesi esasına dayanmaktadır. Yani IMF artık, geçmişte olduğu gibi bir “istikrar programı” dayatıp onun genel gelişimini tehditler eşliğinde kontrol etmekle kalmamakta, her küçük ayrıntı ve tasarı üzerinde de titizlikle çalışmaktadır. Ekonomiyle ilgili birçok yasanın artık IMF heyeti ile birlikte hazırlandığı ya da doğrudan dikte edildiği, böylece parlamentonun basit bir noter durumuna indirildiği de bilinmeyen şey değildir.
O kadar ki, (yukarıdaki maddelerde görüldüğü gibi) artık IMF görüşmelerinde, ne kadar işçinin işten atılacağı, hangi toplu sözleşmelerde hangi oranlarda ücret zammı verileceği, hangi tarım ürününün ne kadar ekileceği, hangi bankaların tasfiye edilip hangilerinin korunacağı, vb. gibi yüzerce ayrıntı yer almakta ve bütün bu konularda verilen sözler, daha sonra yasa maddelerine ve yönetmeliklere dönüştürülmektedir. Dolayısıyla, aslında IMF’nin denetiminde gerçekleştirilen icraatlar, kamuoyunun bildiği yukarıdaki işlemlerden çok daha fazlasını kapsamakta ve Türkiye’deki ekmek fiyatının ne kadar olacağı bile doğrudan ya da dolaylı olarak bu toplantıların sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bakanlıklardan alınarak “Düzenleme Kurulları”na verilen bankacılık, enerji, tarım, vb. gibi bir dizi sektörden IMF kaynaklarına doğrudan bilgi akmakta, böylece IMF, herhangi bir banka ya da sanayi şirketinin mali portresinin, ödeme dengelerinin ne durumda olduğunu da bilmekte ve batırılacaklarla kurtarılacakların hesabını doğrudan yapabilmektedir. Hatta, çok ilginç bir örnekte görülebileceği gibi, IMF Türkiye’deki mahkeme kararlarını bile yakından izlemekte ve aykırı durumlara yönelik önlemler geliştirmektedir. En son olarak “Ek Motorlu Taşıtlar Vergisi”’nin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi, IMF’de ciddi bir rahatsızlığa yol açmış ve 1.1 katrilyonluk bu kaynağın riske girmesine karşın IMF hemen o gün Hazine Müsteşarlığı’na “sarı alarm” olarak nitelenen “durumu gözden geçiririz” uyarısını göndermiştir.

Fatura Emekçi Halklara Çıkıyor
IMF ve diğer uluslararası finans kurumlarının yönlendirdiği dünya ekonomisi büyük bir uçurumla ikiye bölünmüştür. 1993 yılında dünya genelinde yaratılan 23 trilyon dolarlık milli gelirin 18 trilyonunu dünya nüfusunun %20'sine sahip olan gelişmiş ülkeler üretirken, dünya nüfusunun %80'ine sahip olan bağımlı, yoksul ülkelerin payına düşen üretim ise 5 trilyon dolardır. 1960-1991 döneminde dünya nüfusunun en varlıklı %20'lik kesimin toplam gelirden aldığı pay %70'den %85'e yükselirken, en yoksul %20'lik kesimin payı %2,3'den %1,4'e gerilemiştir. Ülkelerin kendi sınırları içinde de işçi sınıfının sermayeye göre yaşam standardı gittikçe kötüleşmektedir. Nitekim Amerika'da ortalama gelir 1978'den 1988'e kadar olan dönemde %10 gerilemiş, bu oran Latin Amerika'da 1980 itibariyle %16 olmuştur. Afrika'da aynı dönemde düşüş oranı %50'yi bulmuştur. Ancak 1976'dan 1990'a kadarki ekonomik büyümeyi incelediğimizde bir artış olduğunu görmekteyiz. Aradaki bu fark, emekçi kesimlerin gelirlerindeki azalmayı ifade etmektedir.
Özellikle 1980 sonrasında gündeme getirilen "yapısal uyum" programlarının dünya halkları açısından faturası tam bir felaket olmuştur. Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılan bir araştırmaya göre, IMF politikalarını uygulayan 89 bağımlı ülkenin 1965'den 1995'e kadarki sürecinde bu ülkelerden 48'i borç aldığı yıla göre kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32'si daha da fakirleşmiş, 14'ünün ise ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür. Örneğin Nikaragua 1968'den 1995'e kadar 185 milyon dolar borç almış, ancak ekonomisi %55 oranında daralmıştır. Zaire ise 1972-1995 döneminde 1,8 milyar dolarlık borç almış ve ekonomisi %54 oranında küçülmüştür.
Bu reçetelerin işçi sınıfı üzerinde yarattığı olumsuz etkiler çoğu zaman ciddi direnişlere ve askeri cuntalara yol açmıştır. Örneğin, Peru'da Haziran 1977'de imzalanan stand-by anlaşmasından sonra bir halk ayaklanması başgöstermiş ve Haziran 1978'de sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bolivya'da buna benzer bir durum 1980 yılında yaşanmıştır.
Şili ise dünyada yapısal uyum programlarını en fazla süreyle uygulamış ülkelerden birisidir. 1973 yılından beri IMF'nin hemen her talimatı eksiksiz yerine getirilmiştir. Hızlı bir özelleştirme yapılmış, Şili gümrük açısından dünyada en korumacı ülke konumundan, en esnek ülke konumuna gelmiştir. IMF'nin isteği doğrultusunda yabancı sermaye teşvik edilmiş, hatta yabancı sermaye çelik, telekomünikasyon, havayolları gibi en stratejik sektörlerde bile ortak durumuna gelmiştir. Ticaretin serbestleşmesi sağlanmıştır. Şili'nin tüm bu yapısal uyum programlarından sonra 1991'deki dış borcu 19 milyar dolar yani milli gelirin %49'u olarak gerçekleşmiştir. Milli gelirdeki artış 1961-1971 arasında %4,6 olarak gerçekleşirken bu artış 1974-1989 arasında sadece %2,6 olmuştur. Sonuçta IMF'nin reçetelerini uygulayan Şili'de kamu harcamaları iyice kısılmış, ücretler dondurulmuş ve Şili'nin ulusal parası peso devamlı değer kaybetmiştir. 1980-1990 arasında sefalet sınırındakilerin oranı %12'den %15'e yükselmiş, yoksulluk sınırındakilerin oranı da %24'den %26'ya çıkmıştır. Yani toplumun yaklaşık %40'ı yoksuldur.
Meksika 1995'de IMF'den borç alarak ekonomik krizi atlatmaya çalışmıştır. 1994'de ulusal paranın %50 değer kaybetmesinden bir yıl sonra tüketici fiyatları %35 artmış ve faiz oranları %60'ı bulmuştur. Meksika halkı 1994'den 1996'ya kadar 60 milyar ek dış borcu daha yüklenmek durumunda kalmıştır. Kişi başına düşen milli gelir 1995 boyunca %9 gerilemiştir. IMF'nin istikrar programı ekonomik büyümeyi azaltmış ve yoksul halkı sefalete itmiştir.
IMF talimatlarını uygulayan ülkeler büyük ekonomik krizler yaşarken, neden hala ülkeler bu talimatlara uymakta ve ekonomik gelişimlerini bu yönde planlamaktadırlar? Bunun sebebi dünyada artık ödenemeyecek hale gelmiş bir borç zincirinin oluşmasıdır. Borçlu ülkelerin bu borçların faizine ödedikleri miktar 1991'de 113 milyar dolara çıkmıştır. Kısacası artık bu ülkeler IMF'ye bağımlı hale gelmişlerdir. 1947'den 1989'a kadarki dönemde altı ülke IMF'den 30 yıldan fazla, 24 ülke 20-29 yıl arası ve 47 ülke 10-19 yıl arası yardım talebinde bulunmuşlardır. Dolayısıyla borçlar bir ülkenin kalkınması için ve ödemeler dengesini düzeltmek için değil, o ülkenin kaynaklarını yağmalamak, yönetimini ve hedeflerini ilk elden belirlemek için verilmektedir.

IMF Zinciri Kırılabilir
Sonuç olarak bugünkü durum, Osmanlı Maliyesi’ne tamamen el konulması anlamına gelen Duyun-u Umumiye uygulamasından hiçbir biçimde farklı değildir, hatta birçok yönden şu andaki uygulama daha derin bir bağımlılık anlamına gelmektedir. Türkiye ekonomisinin bütün bilgileri ayrıntılarıyla ve eksiksiz olarak IMF masasına konulmakta; daha sonra ise yeni talimatların gelmesi beklenmektedir. Şüphesiz, yeni-sömürgeci işleyişin tek göstergesi IMF ile ilişkiler değildir; bu işleyiş, onlarca unsurun bileşiminden oluşan derin bir bağımlılığa denk düşmektedir. Ancak, Türkiye’nin yeni-sömürgeci tarih boyunca IMF ile kurduğu ilişki de hiçbir zaman bu derinlikte ve kapsamda olmamıştır.
Bu gerçek, tabii ki, Süleymaniye’de kontr-gerillacıların kafasına çuval geçirilince “ulusal onur”dan söz edenleri düşündürmelidir. Ve yine bu gerçek, söz konusu ilişkileri meşrulaştırmayı iş edinmiş olan neoliberal soytarılarla da aramızdaki mesafeyi yeniden belirlemelidir. “Serbest piyasa” ve “özgürlük” palavralarının gürültüsü arasında düpedüz sömürgeci olan bu ilişkiyi gizlemeye çalışanlar, “IMF’nin sıradan bir banka olduğu” yalanlarını yayanlar, mitinglerde sık sık AKP’ye yöneltilen “işbirlikçi” sıfatından “mahrum bırakılmamalı”, gerçek yüzleri açığa çıkarılmalıdır.
Özellikle bu sonuncu çevre tarafından halka empoze edilen “IMF’den kurtulmanın olanaksızlığı” fikri ise tamamen yalandır. Her şeyden önce devrimciler ve emekçiler, bu sorunu burjuva iktisatın sınırları içinde düşünmek zorunda değillerdir ve dolayısıyla “ama bizim de şu kadar borcumuz var” gibi bir cümle onlar için anlam ifade etmez. Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halklarının kimseye tek kuruş borcu yoktur ve tam tersine halkın onurlu ve refah içindeki yaşantısı, IMF dahil bütün emperyalist kurum ve kuruluşlar bu coğrafyadan defedildikleri gün başlayacaktır. Emperyalizm ve işbirlikçi oligarşinin kamburundan kurtulmuş bir ülke, bütün kaynaklarını emekçilerin sağlık, eğitim ve refahına yöneltebilecek ve sosyalist bir Türkiye, artık emperyalistlerin maşası olma onursuzluğunun da sonu anlamına gelecektir.

Yapısal Uyum Programları Nelerden Oluşur?
1980'ler sonrasında öne çıkarılan yapısal uyum programları genel olarak şu maddelerden oluşur:
* Yapısal uyum programları ile ekonominin tamamen ihracata dayalı bir biçimde örgütlenmesi istenmektedir. Borçların ödenmesi için gerekli olan döviz girdisi bu şekilde sağlanabilecektir. Bunun anlamı, üretimin ülkenin ihtiyaçlarına göre değil uluslararası rekabet koşullarına göre yapılanması demektir. Yani uluslararası bir kriz, bu sektörlere dayanan bir ekonomiyi felç edebilecektir. Bu şekilde ülkenin kendi kendine yeterliliği tamamen ortadan kalkmaktadır.
* IMF hükümetlerin yerel endüstri, bankalar ve finansal hizmetlerde ulusal ekonomiyi korumasını engellemek ve bu alanlara yabancı sermayenin girişini kolaylaştırmak istemektedir.
* Ülkede kamu harcamalarının azaltılmasını sağlamak için ücretleri düşürüp artışları sınırlamak bir diğer noktayı oluşturmaktadır. Aynı zamanda devletin sosyal güvenlik, sağlık, eğitim gibi alanlarda yaptığı harcamaların kısılması da bu başlık altındadır. Ülkelerin ekonomik yapılarını serbestleştirmelerinin istendiği bu dönemde, acımasız rekabet koşullarında emeğin maliyeti çok önem kazanmaktadır. İşte bu ortamda IMF açık bir biçimde ücretlerin de rekabet koşullarına uygun olarak asgariye indirilmesini dayatmaktadır.
* Bu programların temel bir dayanağı da gümrükte ithal mallar için kota ve tarifeleri ortadan kaldırmak biçimindedir. Bunun açık sonucu ise ulusal ekonominin korunmasına yönelik devlet müdahalelerinin ortadan kalkmasıdır.
* Özelleştirme de IMF'nin bütün politikalarının ana hedefi durumundadır. Bu şekilde kamu kurumlarının boş bıraktığı alanlara yabancı sermaye girebilecek ve genelde yüksek karlılık vadeden bu alanlardan oldukça yüksek gelirler elde edilebilecektir. Ayrıca özelleştirme ile döviz cinsinden gelir elde edilmesi beklenmekte, böylelikle kamu açıklarının kapatılması ve dış borçların ödenmesinin mümkün olacağı düşünülmektedir. Ancak ortaya çıkan sonuç en stratejik sektörlerde bile devlet denetiminin ortadan kalkması ve vergi gelirlerinde önemli bir düşüş olmaktadır.
Uygulanan bu politikalardan sonra yeni-sömürge ülkelerde ücretlerin ulusal gelirdeki payı azalırken, kar ve rantın payı genişlemiştir. Desteklemelerin azaltılması, bazı durumlarda tamamen ortadan kaldırılması, faiz oranlarının yükselmesi, fiyat denetimine son verilmesi işçi sınıfı üzerinde olumsuz etkiler yaratmış, ancak tasarruf yapabilen zengin kesimin ulusal gelirden aldığı pay artmış ve sonuçta rant ekonomisi yaratılmıştır.
Yapısal uyum programlarının dayandığı bazı temel noktalar vardır. Bunlardan birincisi gelirin sosyal boyut da düşünülerek paylaşılmasını sağlayan mekanizmaları ve kurumları yoketmektir. Buna örnek, kamu harcamalarının azaltılması başlığı altında aslında tüm sosyal hizmetlerde bir aşınma sağlamaktır. Bir diğer boyut, sermayenin fazla kar etmesinin önündeki engelleri kaldırmaktır. Devletin piyasayı düzenlemek için koyduğu bir takım kuralların değiştirilmesi ve de kamu işletmelerinin özelleştirilmesidir.
Sonuçta IMF, dünyadaki egemen ekonomilerin diğer ülkelerden istedikleri uyum politikalarının ve düzenlemelerinin gerçekleştirilmesini sağlamak için kurulmuş bir kurumdur ve yeni-sömürgeci düzenin derinleştirilerek korunmasına hizmet etmektedir.

 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul