Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

Dünden Bugüne...
“Türkiye neden NATO’ya alınmıyor? Amerikan milletinin sırf kendi oğullarının ölmesini istemesi yüzünden mi?” Mayıs 1951’de, Türkiye’nin NATO’ya alınması tartışmaları sürerken, Herald Tribune gazetesi bu soruyu soruyordu.
O zamanlar dünya, şu “soğuk savaş” denilen dönemin en hızlı günlerindeydi. Savaş sona ermiş, dünyanın manzarası esaslı şekilde değişmişti. Dünyanın patronluğuna soyunan ABD, özellikle Avrupa’ya bütün gücüyle yükleniyor, Marshall Yardımı’ndan başka bir dizi projeye dek her aracı kullanarak sistemi onarmaya, öte yandan da yeni-sömürgeci ilişkileri inşa etmeye çalışıyordu.
Ve tabii, bütün bu çaba, sosyalizme karşı yürütülen dizginsiz bir saldırganlık kampanyası içinde gerçekleşiyordu. Senaryoların bol olduğu günlerdi... “Sovyet canavarının” her an bir “hür ülke”(!)ye saldırmasının mümkün olduğu fikri bütün iletişim araçlarıyla pompalanıyor, bu arada emperyalist ekonomi de korkunç düzeydeki askeri siparişlerle ayakta tutulmaya çalışılıyordu.
İleri karakollar gerekliydi...
Ve bu karakollardan biri de Pentagon tarafından Türkiye olarak saptanmıştı. Bu arada Türkiye’de yeni-sömürgeci ilişkileri gereğince hızlı geliştiremeyen hantal bir yapı tasfiye edilmiş, yerine hizmet açısından çok pratik bir kadro yetiştirilmişti.
İşbirlikçiliğin altın yılları yaşanıyordu. Ve artık askeri senaryolar ileri karakolları da kapsayacak şekilde üretiliyordu. Bizzat zamanın Savunma Bakanı Mac Namara, Türkiye gibi ülkelere yapılan yardımları “ABD’nin kendi savunmasının bir devamı” olarak görmekteydi. “Hür Dünya”nın savunma stratejisi böyleydi.
Tabii o günlerde ABD’nin politik kodamanları (daha sonra da hep yaptıkları gibi) Türk Ordusuna sık sık iltifatlar yağdırmayı ihmal etmezlerdi. “Bu ülkenin askeri cesareti birçok kez açığa çıkmıştır...” gibi sözler bizzat J. F. Kennedy gibilerinin ağzından sık sık duyulurdu. Hani şu adı Ankara caddelerine verilen Vietnam kasabı...

Kunuri Kahramanlıkları (!)
İşte “Cheap Soldier” (Ucuz As ker) deyimi de tam bu çerçevede bir yere oturuyordu ve doğrusu bu deyim kapitalist mantığa çok uygundu.
Kore Savaşı bunun en açık örneğiydi. Aslında bu, bilinen anlamda bir “savaş” bile değildi; emperyalist koalisyonun neredeyse tümü küçücük bir halkın üzerine saldırmıştı. Kore halkının mücadelesini boğmaya çalışan ABD, bu “görev” için bütün müttefiklerini ve işbirlikçilerini göreve çağırmış, gerici kampın tümünü birkaç milyonluk bir halkın üzerine sürmüştü.
Bu rezilliğe katılmakta en hevesli olanlar da Türkiye’deki işbirlikçilerdi. NATO’ya (ve Batı dünyasına) girmek için uşaklık örnekleri sunmak gerektiğine inanan Menderes ve DP iktidarı, ABD’nin emrini ikiletmemekle kalmıyor, hatta iyi uşak olduklarını kanıtlamak için diğer ülkelerden daha kalabalık bir askeri birliği Kore’ye gönderiyordu: Tam 5090 kişi!
“Cheap Soldier” deyimi böylesi bir sürece denk düşüyordu... Yaşanan günler ciddi ciddi “kelle başına maliyet” hesaplarının yapıldığı utanç verici günlerdi. Sözgelimi, o dönemde, Türkiye’nin ABD Büyükelçiliğini yapan Suat Hayri Ürgüplü gibilerinin hesabına göre “bir Türk askeri 136 dolara, bir ABD askeri ise 5500 dolara malolmaktadır.” ABD ve Türkiye askerlerinin günlük masrafları da böyle hesaplanmakta ve bire otuz gibi sonuçlara ulaşılmaktadır.
Üstelik, bu askerler “iyi” askerlerdir; daha doğrusu, yalnızca maliyetleri açısından değil, yaşamları açısından da “ucuz”durlar. Giderler, savaşırlar, ölürler, gıkları bile çıkmaz! Adını bile duymadıkları bir diyarda, ormanların içinde görmedikleri bir “düşman”la savaşır, iğrenç emperyalist hesapların kurbanı olurlar. Onlar harcanabilecek “personel”dirler. “Harekat kaybı” diye defterlere isimleri yazılır; “şehit” olurlar, “gazi” olurlar...
Kore’de ABD çıkarları için ölmenin “şehadet”le ne ilgisi olduğunu bir soran çıkmaz, toprak her şeyi örter. Geriye yalnızca oğullarını-kocalarını yitirmişler kalır, ki zaten onlar da dünyanın en “ucuz” asker yetiştiricileridirler.
“Kahramanlık” konusundaki ikiyüzlü, iğrenç sözler bir yana, aslında Amerikalıların olaya bakışı çok nettir.
Kore 8. Ordu Komutanı General Walker’ın itirafı ise bu açıdan çok çarpıcıdır: “Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman, Türkleri savaşa soktum.”
Bütün bunlar belki birilerine kahramanlık övgüsü gibi görünebilir, ama aslında söz edilen şey, tam bir rezalet ve onursuzluktur.
Her yıl, Güney Kore ile şatafatlı şekilde kutlanan yıldönümleri aslında böyle içler acısı bir onursuzluğun ve insan ziyanının yıldönümleridir. Herhalde kendi yurttaşının hayatını satan ve bunu törenlerle kutlayan bir başka devlete de dünya yüzünde zor rastlanır.
Özellikle de “Kunuri” Hikayeleri...
“Kunuri Kahramanlıkları” diye yutturulan ünlü savaşların nasıl gerçekleştiği gözlerden gizlenir, edebiyatlı sözlere boğulur her şey. Oysa, bağımsızlık savaşı veren Kore halkının direnişinin en yoğun olduğu bu bölgeye Türk birlikleri özellikle sürülmüş ve bir yığın emekçi Anadolu insanı tanımadıkları bir toprakta, sebebini bilmedikleri bir savaşta ölüp gitmişlerdir. Kunuri bir dehşetten başka bir şey değildir ve bu savaşta Türk askeri de haksız savaşlardaki bütün askerler gibi halka karşı savaşmanın bedelini ödemiştir: 721 ölü, 2 bin 147 yaralı, 234 tutsak, 175 kayıp...
Sonuçta, Kore halkının direnişi kırılamamış ama bu kez de ülke ABD tarafından parçalanmış, bir ulus emperyalist çıkarlar uğruna ikiye bölünmüştür.
Türkiye’ye kalan ise utançtır; kendi insanını emperyalizme peşkeş çeken işbirlikçilerin rezaletidir.
Yassıada Duruşmaları’nın “adaletsizliği”nden sözedilir bu ülkede, “şehit başbakan” edebiyatı yapılır... Oysa bunlar gerçek duruşmalar değildir, sorgulanan da gerçek suçlar değildir. Yassıada savcılarını Menderes’in kasasındaki kadın külotları, Kore’de ziyan edilen insanlarımızdan daha fazla ilgilendirmiş, kimse “ülkeyi emperyalizme satma” suçu üzerine tek bir sözcük bile söylememiştir. Sonuçta, Menderes’in mezarı artık “müsait” bir yerde, bir anıt olarak durmaktadır, Kunuri’nin yoksul ölüleri ise binlerce kilometre ötede soğuk topraklardadır...
Sonradan ne uydurulursa uydurulsun, Türk insanı bu savaşta tam tamına “Ucuz Asker” olarak kullanılmıştır. Bir sürü insan ölmüş geriye de yaralılar ve hemen hepsi ruhsal dengesini yitirmiş bir yığın insan kalmıştır. Özellikle Kunuri Savaşları’na katılıp geri dönmeyi başarmış insanların çoğu bugün Anadolu’da dengesiz tipler olarak bilinirler. Öyle ki, çoğu kez “Koreli” lakabı, “hafif üşütük” sıfatı gibi de kullanılır.

“Papatya Toplamak” ve ABD için Ölmek Şimdi, 2003’teyiz...
ABD Savunma Bakanlığı’nın kodomanlarından Mark Steven Kirk, Mehmet Ali Birand’la söyleşisinde şöyle diyor: “Siz Iraklı bir terörist olsanız ve öldürdüğünüz her Amerikan askerinin haberinin CNN’de, New York Times gazetesinde haber olduğunu görseniz, bunun Amerikan kamuoyunda, ABD’nin Irak’tan çekilmesini gerektirecek kadar geniş bir savaş karşıtı kampanyaya yol açabileceğini farketseniz, Amerikalı öldürmeye son verir misiniz?”
Ve sonra devam ediyor Mr. Kirk: “Peki siz o Iraklı terörist olsanız, karşınıza bu kez Amerikan değil de Türk askeri çıkartılsa ve onları öldürerek medyada haber olamayacağınızı bilseniz, öldürmeye devam eder misiniz?”
Cheap Soldier... Ucuz Asker!
50 yıl sonra, yeniden aynı yerdeyiz... Her şey gayet basit, siz ucuz askerler, diyor Mr. Kirk, gazetelerde haber bile olmazsınız, ölüp gidersiniz ve o kadar değersiz ölüler olursunuz ki, sonunda öldürmeye bile değmeyeceğiniz anlaşılır...
Ve Ertuğrul Özkök, “Japon askeri gidiyor, ya biz?” diye soruyor, Kore rezaletinden 50 yıl sonra, Irak’tan bahsederken... “Biz”den kastettiği kendisi değil tabii ki, kendisinin İkitelli’den bir yere kımıldamaya niyeti yok! Ama akıllar fikirler bol! Meseleye “anti-Amerikan duygularla değil, serinkanlılıkla bakmak gerektiğini” söylüyor bize.
ABD’nin Irak’ta bir bataklığa saplandığı yolundaki görüşleri de büyük bir askeri uzman edasıyla reddediyor; o her şeyi biliyor, efendileri adına güvence veriyor, “ABD güçleri istihbarat alanında bölgeye daha yeni yeni hákim olmaya başladı” merak edilecek bir şey yok!
“30’a yakın ülkenin askeri” oradayken, “hatta Japonya bile asker gönderirken” kenarda durmak ise ona göre bölgede bir ‘’Orta Şark cücesi’’ olmayı kabul etmekten ibarettir.
Bir başka işbirlikçi-yardakçı, Fatih Altaylı ise daha açıksözlü. Bilinen seviyesiz üslubuyla soruyor: “Türkiye tavşan boku olabilir mi?” Yanıtı hazır, elbette olamaz ve olmamalı.
‘’Bizim askerimizin orada ne işi var” diyenlere acıyor Fatih Altaylı. Koca Türk milletinin böyle küçük kaygılara boğulmaması gerektiğini söylüyor.
Peki bu arada Bağdat caddelerinde Amerikan ordusunun yerine devriye görevi yaparken kafalarına bomba filan düşerse ne olacak?
‘’Bir tek askerimizin burnu kanarsa...” diyor Altaylı ve yanıtlıyor: “Kim ister kanamasını. Ama adı üstünde bu da ordu. Bir ordunun işi tehlikesiz kırlarda papatya toplamak mıdır?”
İşte bu kadar! Altaylı, ordunun görevinin en azından ne olmadığını tanımlamış oluyor: Ordu papatya toplamaz!
İşbirlikçilik, politik literatürde ekonomik, siyasal, vb. çıkarlarla bağlantılı olarak tanımlanan bir şeydir. Uşaklık ise bir meslektir ve mesleklerin çoğu gibi bir süre sonra yalnızca iş olmaktan çıkar, kişilik haline dönüşür.

ABD celp çıkarıyor!
Son derece açık, o kadar açık ki, tezkereye gerek duyduklarında bunu kendilerine bile nasıl açıklayabileceklerini bilmiyorlar: Irak’ta her geçen gün biraz daha derinleşen işgal bataklığında bunalan ABD emperyalizmi, kendisi yerine ölmek üzere kukla asker istiyor.
Savaş sırasında ilerici insanlığın keşfettiği “canlı kalkan” uygulaması bu kez emperyalistlerin aracı olarak gündeme geliyor. Bağdat sokaklarında Irak direnişinin roketlerine ve mermilerine hedef olmaları için ABD emperyalizminin canlı kalkanlara, kukla askerlere ihtiyacı var ve bunları işbirlikçi ülkelerden toplamayı hedefliyor.
İlk elde bu celbe birinci tertipten katılmak isteyenlerin listesi pek kalabalık sayılmaz. ABD uşaklığında eski sömürgeleri geride bırakan Bulgaristan, Macaristan, Polonya gibi eski sosyalist ülkelerin hain yöneticileri ve El Salvador, Honduras gibi ülkelerin kukla oligarşileri bu sınıfta yer alıyor.
Bütün bunlar içinde en sefil, en yüzkızartıcı durumda olanlar ise Türkiye’li işbirlikçilerdir.
Savaş sırasında halkın baskısı ve kendi kafa karışıklıkları yüzünden emperyalizme iyi uşaklık edemediklerini düşünen oligarşinin temsilcileri bu kez “fırsatı kaçırmama” telaşına düşmüşlerdir. ABD tarafından açıkça ilan edilmiş bir talep olmadığı halde kendilerini ortaya atıp ille de paralı asker olmak istediklerini dile getiren bu onur yoksunu yöneticiler gerçekten de utanç verici bir durumdadırlar. “Polonyalılar 50 asker gönderip neler neler kazandılar” diye dövünen Sabancılar, Koçlar ve bütün diğer akbabalar bu kez “şansın ayaklarına geldiğini” düşünüyorlar ve aşağılık kan pazarlıklarında başı çekiyorlar. Hükümet üyeleri ayaklarına kadar gidip ABD’li çocuk katillerine yalvar yakar oluyorlar ve bağışlanmak için binbir türlü taklayı atıyorlar.
Özel Harp Dairesi’nin kontr-gerilla timini Süleymaniye’de çuvala geçirip haddini bildirmekten çekinmemiş olan Pentagon ise yerli uşakların burnunu iyice sürtmek için asker talebi konusunda hiç de hevesli davranmıyor. Son derece açıkça “gönderirseniz gönderin, pazarlık yok” diyerek kestirip atıyor ve uşakların daha da alçalmalarını istiyorlar.
Her şey çok açık... Ve o kadar açık ki, bunu nasıl izah edeceklerini, nasıl kotaracaklarını tartışmak için toplantı üzerine toplantı yapıyorlar. Bir yandan Eylül ayında mutlaka meclisi toplayacaklarını söylüyorlar, diğer yandan “askeri değil politik işlevler” gibi ipe sapa gelmez, kimsenin ve en çok da ABD’nin ciddiye almayacağı şeyler söylüyorlar.
ABD’ye gittiklerinde derslerini iyi bellemiş öğrenciler gibi hemen önce perde arkasının baykuşlarına, Washington Post’a gidip ağlaşıyorlar; “elektrik, içme suyu, benzin ürünleri, telekom ve sağlık” alanlarında ihaleler istiyoruz diyorlar. Polonyalılara özenen kan müteahhitlerinin ellerine tutuşturdukları listelerde hangi kârlı iş alanları varsa onları sayıp kurtlar sofrasından pay istiyorlar. Üstelik, “ABD bizim deneyimimizden faydalansın” gibi komiklikler yapıp “yüzyıl boyunca orayı yönettik. İyi tavsiyeler verebiliriz” diye küstahlıklar sergiliyorlar.
Karşı taraf ise taşeron firmalara alışkın. Powell, “Irak’ta iş olanaklarının artacağını, hem Irak halkının hem Türk şirketlerinin durumdan yararlanacağını” söylüyor.
Ama hemen sonra bir başkası ekliyor: “Türkiye’nin asker göndermesi mümkün olursa bu ilişkilerimiz için büyük bir fırsat yaratır. Pazarlık yapmayacağız. Asker gönderip göndermemeye hükümet karar verecek.”

“Kendimi bir arada tutamıyorum...”
Aslında Irak işgalinin geldiği son noktada ABD’nin Bağdat sokaklarına salıp bekçilik yaptıracağı güçlere ihtiyaç duyduğu kesindir. Irak’ta artık her gün bir ya da iki ABD askerinin öldüğü ve ayrıca direnişçi güçlerin de gitgide organize olduğu biliniyor.
Üstelik direnişin gitgide Saddam’ın dışındaki güçlere doğru kaydığı haberleri de ortalığı kaplamaktadır. Ama kesin olan şey, Irak halkının artık ciddi bir direniş gösterdiği ve sokaklarda devriye gezen işgal ordusunun hiçbir biçimde güvenlikte olmadığıdır.
Bu koşullarda bölgeye gelen general Abizaid’in birdenbire “Kore” zamanlarını hatırlaması ve özellikle Tükiye’ye göz kırpması boşuna değildir. Üstelik bu göz kırpma, bazılarının sandığı gibi Güney Kürdistan için değil, tam da Bağdat ve Felluce, Tıkrit içindir.
Bağdat ABD için cehenneme dönmüştür. “Ezildim. Kendimi bir arada tutamıyorum. İçimdeki her şeyi kaybediyorum ve bizi yeniden savaşın içine gönderiyorlar... Kötü hissediyorum. Gerçekten içimde bir hastalık var. Artık hiç özgür hissedemiyorum kendimi” diyor ABD askerlerinden biri.
Bir başkası ise eşine yazdığı mektuba “ben her zaman iyimser biriyimdir” diye başlıyor, “ama sana şunu söyleyeyim ki, bu bazen çok zor oluyor. Şimdilerde, hâlâ burada oluşumuza bir neden bulamıyorum ve bu beni deli ediyor. Bu biraz da benim şu inancımı pekiştiriyor: Ben yalnızca, Washington’daki takım elbiselilere yapılacak bir sunumdaki grafik çizgilerinden biriyim. Hayatım, ‘Alanda şu kadar sayıda askerimiz var’ diye konuşanların gözünde, bir yüzdelik diliminden ibaret. Gerçekten şunu düşünüyorsun; hükümet seni gözden çıkardı, hiçbir görev ve dönüş tarihi olmaksızın, seni çürümeye terk etti.”
“Moralimiz yüksek de değil, düşük de. Moral diye bir şeyimiz yok. İki kere eve döneceğimiz söylendi; her ikisinde de Irak’ta kalma emri aldık. Temel eğitimde askerlere vaaz edilen “onur” ve “dürüstlük” nerede? Ön cepheye yaklaştıkça, askerlere yapılan muamele kötüleşiyor. Her asker ishal oldu, çünkü bir ayı aşkın süredir taze sebze yemedik. Bu arada, General Blount ve arkadaşları (bizim ele geçirdiğimiz) Bağdat Uluslararası Havayolları’ndaki Burger King’de keyif çatıyor.”
İşte Özkök’ün güvenli olduğu konusunda yemin billah ettiği Bağdat’taki durum budur. Üstelik, direnişin Saddam tarafından organize edildiği ve dolayısıyla o yakalandığında her şeyin biteceği yalanı da artık tutmuyor. Irak’ta her gün yeni direniş örgütleri beliriyor ve “ne Saddam ne ABD” sloganı gitgide daha fazla yayılıyor ve hatta bölgeyi iyi tanıyan gazeteci Robert Fisk’e göre Saddam ailesinin ortadan kaldırılması direnişi daha da güçlendirecektir. “Birçok Iraklı, bugüne dek direnişi desteklemekten çekiniyordu” diyor Fisk, “Onlar; Amerikan işgalinin sona ermesinin yaşlı diktatörün geri gelmesiyle sonuçlanacağından korkmaktaydılar. Öyleyse; Saddam ve oğulları ölürse, işgale karşı muhalefet daha da artacaktır.”

Yeniden Kunuri'ye Çağırırlar mı ki?
Irak'ta bir "başarı" elde edilemezse, yine de işbirlikçiler üzülmemeliler. ABD, bu bataklıktan çıkabilirse eğer, başka "şer ekseni" ülkelerine de yönelmeyi planlıyor.
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in, Kuzey Kore yönetimini devirmek için Pentagon'a bir "savaş planı" sipariş ettiği geçenlerde açıklandı. ABD Pasifik Komutanlığı Başkanı Thomas Fargo ve diğer üst düzey Pentagon yetkililerinin bir süredir üzerinde çalıştığı "Operasyon Planı 5030" isimli taslağın esas amacı Kuzey Kore'yi provoke ederek savaşa sürüklemek.
Basına sızdırılan bilgiye göre plan, Kuzey Kore'yle ABD arasında savaş ortamı yaratmayı amaçlıyor. Pentagon tarafından hazırlanan taslak, savaştan önce bölgede bulunan ABD'li komutanlara daha fazla 'hareket serbestliği' tanınmasını ve Kuzey Kore kaynaklarının kurutulmasını öngörüyor.
Planın bir sonraki adımı, Kuzey Koreli generallerin Devlet Başkanı Kim Jong İl'e karşı kışkırtılması. ABD böylece bir askeri darbe tetiklemeyi istiyor. Planda RC-135 tipi casus uçaklarının Kuzey Kore hava sahasında daha alçaktan uçarak Kore'yi provoke etmesi de bulunuyor.
Kaynakların bitirilmesi ise, ABD'nin bir hafta sürecek şok bir askeri operasyon düzenlemesiyle sağlanacak. Saldırı esnasında tüm Kuzey Korelilerin sığınaklara hapsolacağını hesaplayan Pentagon yetkilileri, bu esnada ülkenin su, gıda ve diğer hayati kaynaklarının kurutulmasını planlıyor.
Pentagon planı; Bush yönetiminin en çok başvurduğu saldırı yollarından dezenformasyonu ve finansal ağların çökertilmesini de içeriyor. Üstelik "Plan 5030", ABD'nin Kuzey Kore hükümetini devirmek için hazırladığı ilk plan değil. Savaşın kademeleri hakkında, 'Plan 5026' ve 'Plan 5027' isimli iki ayrı plan daha bulunuyor. Pentagon, büyük bir gizlilikle hazırladığı planın detaylarını Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı'na kısa bir süre önce açıkladı.
Görüldüğü gibi, ABD, gerçekten bir "fırsatlar ülkesi." Kendisine yardakçılık etmek isteyenlere mutlaka yeni kapılar açıyor; yani Özkök ve Altaylı gibileri Irak'tan bir nasip alamazlarsa, Kunuri ormanları hâlâ boş ve onları bekliyor.

Gidin ve Gelmeyin! Bu Toprakların Size İhtiyacı Yok!
Sonuçta, neresinden bakılırsa bakılsın, Türkiye’den istenen şey, geçen seferki “savaşa katılma” durumundan daha aşağılık, daha onursuzca bir şeydir: İşgal kuvvetlerinin taşeronluğu! Ölmek ve öldürmek için bodyguardlık!
Kan satarak özür dilemek, yapmak istedikleri şey budur.
Bu projeyi gerçekleştirirler ya da gerçekleştiremezler, bu ayrı bir sorun; ama sadece yapılmak istenen bile yeterince iğrençtir.
Şimdilerde piyasada yok, belki sahaflardan bulunabilir, eski bir CIA istasyon şefi olan Philip Agee’nin Uruguay-Paraguay maceralarını anlattığı bir kitabı vardır. Orada ek maaşını CIA’dan alan cumhurbaşkanlarından, genelkurmay başkanlarından ve başka birçok şeyden söz edilirken, köşe yazarlarının özel önemi de vurgulanır. Agee, isim vermez kitapta ama Uruguay’daki bütün büyük medya yazarlarının maaşa ve hediyelere bağlı olduğunu söyler.
Bir gün, Amerikan emperyalistleri, bu topraklardan defolup giderken, elçilikleri tamamen boşaltmaya zaman bulamazlarsa eğer, çok şey öğreneceğimiz kesin...
İşçi sınıfı ve emekçiler ise bu konudaki yanıtlarını aylar öncesinden vermişlerdir.
İşci sınıfı ve emekçiler, kirli bir işgal ordusunun Bağdat sokaklarındaki bekçisi olmanın onursuzuğunu taşımak istemiyorlar.
İşçi sınıfı ve emekçiler, Ortadoğu’daki bu kanlı işgalin bir an önce tümüyle sona ermesini ve ABD emperyalizminin yalnızca Irak’tan değil, bütün Ortadoğu’dan derhal defolup gitmesini istiyorlar. Irak’ta ABD işgal ordusunun askerlerine sıkılan her kurşun bu anlamda bütün dünya emekçilerinin ortak duygularının ifadesidir.
İşçi sınıfı ve emekçiler, Türkiye’deki emperyalist gizli-işgalin de tümüyle sona ermesini ve bu topraklarda tek bir üs, tek bir ticari işletme, tek bir ajanlık merkezi bile kalmamasını istiyorlar.
İşçi sınıfı ve emekçiler, bütün emperyalist anlaşmaların, bütün IMF sözleşmelerin derhal yırtılıp atılmasını istiyorlar.
İşçi sınıfı ve emekçilerin emperyalist çıkarlar için dökecek bir damla kanı yoktur.
İşçi sınıfı ve emekçiler Bush ve çetesi için Iraklı çocukların kanına da girmek istemiyorlar.
ABD’nin askerlik çağrısına uymak isteyen onursuzların yolu açık olsun!
Iraklıların kanı üzerine inşaat yapmak isteyen hırsız müteahhitler, bir koyup üç alma heveslileri, kalemini CIA’ya satmış basın sülükleri, Amerikan madalyalı generaller, siz önden buyrun!
Yolunuz açık olsun!
Gidin ve bir daha gelmeyin!
Bu toprakların size ihtiyacı yok!
Bu toprakların özgürlüğe, halkların eşitliğine ve kardeşliğine, sömürüsüz-sınıfsız bir topluma ihtiyacı var!
Ve hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır: Emperyalizm yalnızca Ortadoğu’dan değil bütün dünyadan sökülüp atılacak, yarının barış ve özgürlük dünyası emekçilerin namuslu elleriyle kurulacaktır.

Irak'a Asker, İsrail'e Su!
ABD çıkarları için Bağdat polisliğine soyunanlar, bu arada bölgedeki en büyük Amerikan müttefiki İsrail ile ilişkileri sıcak tutmayı beceriyorlar. Filistin topraklarında her gün yaşanan katliamlar onları hiç ilgilendirmiyor; kasaplarla el sıkışıyorlar ve onlara Manavgat sularını açıyorlar.
Türkiye'den İsrail'e su satılmasına ilişkin anlaşma, imzalanmak üzere. AKP Hükümeti'nin Enerji Bakanı Hilmi Güler, önümüzdeki ay içinde İsrail'e giderek bir törenle anlaşmayı imzalayacak. Anlaşma uyarınca İsrail, önümüzdeki 20 yıl boyunca her yıl Manavgat'tan 50 milyon metreküp su alacak.
İsrailli yetkililer, iki tarafın, su nakil işlemlerinin hangi şirkete verileceği konusunda henüz uzlaşamadığını, bu nedenle suyun İsrail'e maliyetinin belli olmadığını belirttiler. Ancak, suyun Akdeniz üzerinden nakletmek için iki özel tankerin inşa edileceği bildiriliyor. Türkiye, suyu ihraç etmek için Manavgat Nehri üzerine özel bir tesis inşa etti. İsrail toprakları içinde de, nakil için 13 kilometrelik boru hattı kurulacak. Ayrıca iki devlet arasında, suyun maliyetini azaltmak için çeşitli vergilerin indirilmesi konusunda görüşmeler sürüyor.
Aslında İsrail, Ürdün gibi ülkeler üzerinden daha ucuza su satın alma seçenekle- rine sahip. Ancak Manavgat suyu, ABD güdümlü Türkiye-İsrail ittifakı açısından önemli. Zaten Türkiye'den su ithal etme projesi de İsrail Maliye Bakanlığı'nın itirazlarına rağmen Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının ısrarıyla gerçekleşiyor.
Taşlar yerine oturuyor... İşbirlikçiler ve Ortadoğu'nun yoksul halkları ayrı ayrı saflarda yerlerini alıyorlar.

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul