Şimdiye kadarki en kapsamlı pişmanlık
yasası olarak kamuoyuna sunulan “Eve Dönüş Yasası”
geçtiğimiz haftalarda yürürlüğe girdi. Henüz ortada
somut bir şey olmamasına rağmen yine de burjuva
basın “istihbarat kaynaklarına” dayanarak “yüzlerce
kişinin teslim olmak için yola çıktığı”, “kampların
boşaldığı” haberlerini manşetlere taşımaktan geri
durmadı. Üstelik bu kez haberlerin daha başka eklentileri
de vardı. Örneğin hem basında hem de meclis kürsüsünde
bu yasanın ABD tarafından önerildiği ve desteklendiği
açıkça ifade ediliyor, Güney’de birtakım “görüşmeler”
yapıldığı ve ABD ile KADEK arasında bir tür uzlaşma
sağlandığı ima ediliyordu. Haberleri süsleyen bir
başka unsur ise KADEK yöneticilerinin Norveç’e sürgün
edilerek işin kalan bölümünün de böyle “tamamlanacağı”
iddiasıydı. Bu haberlerin Öcalan’ın “sürgüne de
razıyım” sözlerinin arkasından özel olarak hazırlandığı
da belliydi.
Bu, yayın yönetmenleri açısından herhalde biraz
sıkıntılı bir “devlet görevi”ydi; çünkü aslında
işlerin böyle yürüyeceğine kimseler inanmıyordu.
Sonuçta ortaya çıkan şey, bildiğimiz türden bir
“itirafçılık” yasasıydı; İmralı politikasının taleplerini
hiçbir biçimde karşılamayan, tam ve kesin teslimiyet
dayatan bir yasa çıkmıştı ortaya ve doğal olarak
kendinden öncekiler gibi çöplüğü hak ediyordu. Sonuçta
olan da budur; Kürt halkı böyle bir yasayı kendisine
hakaret olarak algılamakta ve reddetmektedir.
Özgün Bir Konjonktürde...
Peki bütün bunlara rağmen, bu yasayı şimdiye kadarkilerden
farklı kılan, üzerinde çok spekülasyon yapılmasına
yol açan şey neydi?
Şüphesiz bunun en önemli nedenlerinden biri, savaş
sürecinde ve işgal sonrasında Güney Kürdistan’da
ortaya çıkan hassas durumdur. İşgalin ilk gününden
beri bir türlü “zafer” havası yaşayamayan ve savaş
sırasında görmediği dirençle bugünkü süreçte karşılaşan
ABD, bir yandan dışa karşı moral gösterileri yaparken
diğer yandan gitgide bunalmaktadır. Şüphesiz olup
bitenler bir Vietnam kıyaslaması yapılabilecek düzeye
ve içeriğe sahip değildir ama ortada hatırı sayılır
bir direniş olduğu ve işgal ordusunun giderek daha
fazla fazla kayıp vermeye başladığı kesindir. Bir
avuç kukla dışında Irak halkından destek bulamayan
“kurtarıcılar”, ne Sünnilere, ne giderek sertleşen
Şiilere ne de sıradan insanlara yaslanamamakta,
bunun doğal sonucu olarak da oturmuş bir istihbarat
ağına, derinleşmiş ilişkilere sahip olamamaktadır.
Üstelik bütün bu direniş gruplarının artık çok fazla
Saddam kontrolünde olmadığı ve dolayısıyla Saddam’a,
ailesine vurulan darbelerin durumu değiştirmeyeceği
de giderek belli olmaktadır. ABD askeri sözcülerinin
bile kabul ettikleri gerçek, her gün daha fazla
organize olmakta olan bir gerilla mücadelesiyle
karşı karşıya olduklarıdır.
Bu koşullarda ABD’nin Irak’ta ve Güney Kürdistan’da
en “güvenilir” müttefiklerinin mevcut Kürt önderlikleri
(PDK ve YNK) olması trajik bir gerçek olarak ortaya
çıkmıştır. Geçen sayımızda da değindiğimiz gibi,
Barzani ve Talabani ikilisi, şu anda Irak’ta bir
işgal ordusunun işbirlikçileri olarak son derece
tehlikeli ve kirli bir işlev yüklenmektedirler.
ABD, Güney Kürdistan’da böylece oluşturmuş olduğu
nisbeten sorunsuz ortamı muhafaza etmeyi, hatta
bu ortamın güçlerini Irak’ın bütünündeki direnişe
karşı kullanmayı hesaplamaktadır. Belki Kürt güçlerini
doğrudan Tıkrit ya da Basra gibi yerlerde kullanmak
mümkün değildir ama en azından Güney Kürdistan ölçeğindeki
“huzur ve güven” bile bu aşamada işgal ordusu için
hayati öneme sahiptir.
Böyle bir noktada ise ABD, Güney Kürdistan’da yeni
çatışma alanları yaratmak ya da eski çatışmaları
canlandırmaktan uzak durmakta, hatta son çuval vakası
örneğinde görüldüğü gibi Türkiye’nin bu yöndeki
“istikrarsızlaştırma” girişimlerine çok sert karşılık
vermektedir. Aynı nedenlerle ABD, Türkiye oligarşisi
ne kadar isterse istesin şimdilik KADEK güçleriyle
doğrudan bir çatışmaya girme, onları bölgede ezme
gibi eylemlerden uzak durmayı tercih etmektedir.
ABD açısından hem böylesi bir çatışma süreci bölgede
şimdilik korumak istediği duruma zararlıdır, hem
de bu çatışmanın Kürt halkının genel vicdanı üzerinde
yaratacağı kışkırtıcı etkiler yüzünden sorun yaratabilecek
bir durumdur. Dolayısıyla işgal güçleri, en azından
bugün için Kürtlerle çatışan bir pozisyona girmeyi
tercih etmemektedirler. Bütün bunları söylerken
sürekli olarak “şimdilik” vurgusunu yapmamızın nedeni
ise bellidir: bu durum asla bir Kürt sevgisinden
ya da Kürt halkının haklarına duyulan saygıdan değil,
tamamen taktik nedenlerden kaynaklanmaktadır ve
ne zaman değişeceği tamamen ABD’nin bölgedeki pozisyonunun
sağlamlaşmasına ve Kürtlerin tutumlarına bağlıdır.
Öte yandan Mezopotamya’nın kuzeyinde başlayacak
bir çatışma da çeşitli açılardan denge bozucu etkiler
yaratacaktır ve ABD bu tür yayılma eğilimi gösterebilecek
bir çatışmayı da arzu etmemektedir. Bütün bu açılardan
bakıldığında genel olarak bölgede KADEK’in mevcut
durumunun muhafazası ve hatta mümkünse gerginliğin
daha da yumuşaması ABD açısından en azından zararlı
değildir ve dolayısıyla KADEK’le bağlarını inkâr
etmeyen bir Mahmud Osman’ın kukla yönetime dahil
edilmesi nasıl bu çerçevede normalse, pişmanlık
yasasının çıkmasından sonra ABD Dışişleri Bakanlığı
yetkililerinin gayrı-resmi bir dille memnuniyet
belirtmesi de aynı biçimde şaşırtıcı görünmemektedir.
Yasanın bu haliyle ciddi bir sonuç vermeyeceğini
en iyi bilenler herhalde yine Amerikalılardır ama
yine de ne olursa olsun desteklemekte ve bölgedeki
mevcut hareketsizliğin biraz daha uzamasında yarar
görmektedirler. Daha doğrusu ABD emperyalizmi bölgedeki
otoritesini sağlamlaştırmak amacıyla yapacağı düzenlemeler
ve operasyonlar için zaman kazanmaya çalışmaktadır.
Eve Dönüş’ün Onursuz Yolu
Daha öncekilerden farklı olarak yasa üzerinde
çok tartışılmasını sağlayan asıl etken ise şüphesiz
İmralı sonrasında Kürt hareketinin girdiği yönelim
ve aynı günlerde başlatılan “genel af” kampanyasıdır.
1980’lerden beri çıkarılan diğer itirafçılık yasalarının
tümü, gerilla savaşının şu ya da bu düzeyde sürdüğü
koşullarda, yurtsever dinamikten ve genel olarak
devrimci hareketten kopan zayıf unsurların durumlarını
meşrulaştırmak ve ihaneti teşvik etmek için çıkarılmışlardı.
Bu yasaların devrimci hareket ve yurtsever dinamiğin
bütünü açısından ilan edilen amaçlarına ulaşamadığı,
örgütsel yapıları dağıtacak bir etki yaratamadıkları
ortadadır. Daha doğrusu, sık sık yenileri çıkarılan
ya da süreleri uzatılan bu yasalar, özel olarak
ihaneti kışkırtan ve artıran bir unsur olmamışlardır.
Devrimci mücadelenin sertliği koşullarında karşı
tarafla uzlaşmayı ve yoldaşlarına ihaneti seçen
unsurlar her zaman mevcut olmuştur ve bazen bunların
ciddi zararlar verdiğine de tanık olunmuştur.
Yasayla yapılan ise bu durumun ödüllendirilmesi
ve emniyet müdürlüklerinde, jandarma merkezlerinde
zaten yaratılmış olan fiili durumların resmileştirilmesidir;
böylece resmen devlet görevine transfer edilen
bu kişiliksizleşmiş-çürümüş unsurlar, tam anlamıyla
bir suç makinesi haline getirilmiş ve bilindiği
gibi “ulvi devlet görevleri” dışındaki işlerde
de kullanılmışlardır. Mahkeme dosyalarına, Meclis
tutanaklarına bile geçtiği gibi her türlü haraç
ve gasp işleri, adam kaçırma, uyuşturucu ticareti,
tecavüzler, vb. bu insan müsveddelerinin sonraki
yıllardaki başlıca işleri olmuştur. Ve tabii en
önemli işlevleri de yurtsever aydınlar, gazeteciler
başta olmak üzere yüzlerce insanın öldürülmesinde
tetikçilik yapmaktır.
Bugünlerde “Eve Dönüş” adı altında piyasaya sürülen
yeni yasanın da bu anlamda eskilerinden ciddi
bir farkı yoktur. Ama dediğimiz gibi, eski yasaların
basit olarak hain üretme ve mevcut hainleri meşrulaştırma
amacının ötesinde bugün farklı olan şey, İmralı
önderliğinin sistem içinde yer ve çözüm arayan
politikasına karşı dayatılmış olmasıdır. İmralı
önderliği, Kürt hareketinin bağımsızlık, ayrı
devlet, vb. gibi bir dizi iddiasını geri çekmiş
ve kültürel haklar, yasal siyasal faaliyet imkânı
gibi yeni talepler karşılığında bütün askeri gücünü
“terhis etme” vaadinde bulunmuştur. Genel bir
“af” sonucunda gerillanın “evine dönmesi” ve yasal
politik faaliyetin esas alınması, bu çizginin
esas unsurudur. Yakında AB bünyesine katılacağı
varsayılan Türkiye’nin bunu yapmaya mecbur olduğu,
eski statükoların artık devam ettirilemeyeceği,
eski statükolara karşı “cansiperane” mücadele
eden bir başka kesim olan neoliberallerle yolların
eninde sonunda kesişeceği ve hatta kesiştiği,
böylece “savaş rantçılarının” tasfiye edildiği
bir ortamda “çokkültürlü” bir “demokrasi”nin kurulabileceği,
vb. söz konusu çizginin konjonktürel varsayımlarıdır.
Oligarşinin bu talebe verdiği karşılık ise, tam
ve kesin teslimiyet isteği olmuştur.
Birkaç Noktayı Düzelterek...
Burada durup özellikle iki noktanın altını çizmek
gerekiyor.
Birincisi, “genel af” konusundaki tartışmaların,
“devrimcilerin devletten af isteyip istemeyeceği”
üzerine polemiklerin Türkiye solunda çoğu kez
gereksiz yere uzatılarak çığırından çıkarılmasıyla
ilgilidir.
Oysa, mesele gayet basittir. Türkiye gibi faşizmin
süreklilik gösterdiği, dolayısıyla hapishanelerin
her zaman devrimci tutsaklarla dolu olduğu bir
ülkede, demokratik kitle hareketinin taleplerinden
biri her zaman “siyasi tutsakların serbest bırakılması”
olur ve olacaktır. Çoğu durumda sadece devrimci
güçlerden oluşmayan ve onların yönlendiremediği
toplumsal muhalefet güçleri, bu talebi, “genel
af” gibi sloganlarla da ifade edebilirler ve şimdiye
kadar da etmişlerdir. Tarihen ve siyaseten haklı
olduklarını, insanlığa karşı suç işlemediklerini
düşünen devrimcilerin herhangi bir merciden af
talep etmesi tabii ki düşünülemez; ama genel toplumsal
muhalefet hareketi, taleplerinin arasında buna
yer verir, hatta bazı dönemlerde (1973-74 buna
bir örnektir) bu talep ülkede yaşayan insanların
hatırı sayılır bir bölümünün isteği olur. Oligarşi
ise, siyasal mantık açısından düşünüldüğünde iki
durumda bu talebe karşılık verir: Ya ülkede yükselmekte
olan toplumsal hareketin basıncı ile buna zorlanır
ya da kendisini güçlü hissetmektedir ve devrimci
hareketi ciddi bir “yakın tehdit” olarak görmemektedir.
Tabii bu ikinci durum da aslında tartışmalıdır;
çünkü Türkiye gibi bir ülkede devrimci hareketin
gerileme süreçleri kalıcı değildir ve onun bir
“tehlike” oluşturup oluşturmadığı oligarşi tarafından
kısa vadeli bir olgu olarak ele alınmaz. Ancak
her durumda politik tutsakların serbest bırakılmasının
hukuki formülasyonu, ya “genel af” ya da son zamanlarda
moda olduğu gibi “infaz yasalarında yapılan oynamalar”
olmuştur, olmaktadır. Burada salt kavramlar üzerinden
yapılacak bir tartışma ve “genel af” talebine
lanetler yağdırarak yürütülecek bir polemik anlamlı
değildir; çünkü asıl önemli olan içerik ve politik
durumdur. Yani, işçi sınıfı ve ezilen kitleler
siyasal tutsakların serbest bırakılması talebini
benimsemişler ve yüksek sesle öne sürmüşlerse,
bunun sonucunda gerçekleşen bir işlem, hukuki
adlandırılışı ne olursa olsun, esasen karşı tarafın
geri adımıdır ve artık kelimenin lügat anlamıyla
da politik anlamıyla da bir “affetme” eyleminden
söz edilemez.
Yani mesele kavramlarda ve isimlendirmelerde değildir;
Kürt halkının bugün gösterilerle dillendirdiği
“genel af” talebi de, yine kavramsal bakımdan
değil, politik durum ve içerik bakımından değerlendirilebilir.
Bu açıdan bakıldığında bugünkü “genel af” talebinin
esas problemi, hangi kelimelerle ifade edildiğinde
değil, bu talebin arkasında duran politik çizgidedir.
Ulusal iddialarının birçoğunu geriye çekerek sistem
içinde bir uzlaşma arayan İmralı çizgisinin isteği,
yalnızca bir “genel af” değildir; o, esas olarak
mevcut düzene eklemlenmek, onun yasal bir parçası
olmak istemektedir. Böylece kendi kaderini sosyalistlerden
ve işçi sınıfından ayırmak, yeni dünya sisteminin
“mozayiğinde” bir parça olmak ve artık “modası
geçmiş” sayılan marksist-leninist düşünceden köklü
bir kopuş gerçekleştirmek, İmralı teori ve pratiğinin
esas unsurlarıdır.
Konuyla ilgili olarak düzeltilmesi gereken ikinci
yanlış anlama ise “silahlı mücadele” kavramıyla
ilgilidir. 1990’lardaki ateşkes denemelerinden
bu yana yapılan bu tartışmalar zaman zaman yanlış
zeminlerde yürümüş ve bazı hallerde de politik
hayatları boyunca hiçbir askeri pratik girişimde
bulunmamış olanların da yurtsever hareketi “silahlı
mücadeleyi terk etmekle” suçlaması yoğun bir allerjiye
neden olmuştur. Oysa bu konuda da sorun, başından
beri, basit bir biçimde mücadele sürecinde kullanılan
alet-edevatla ilgili değildir. Çok klasik deyişlerle
söylenirse devrimci bir parti, hiçbir mücadele
biçimini önsel olarak reddetmeyeceği gibi zaman
zaman o güne dek kullanılmış olan biçimleri de
değiştirebilir, kimi araçları geri çekip yeni
biçimleri öne çıkarabilir. Burada sorun, böylesi
değişikliklerin yapılıp yapılamayacağı gibi bir
yerden değil, değişikliklerin yerinde olup olmadığı
ve politik olarak neye denk düştüğü ile ilgilidir.
Tersinden de düşünülebilir: Bugün yeni-sömürgelerin
bir çoğunda geçmişten birikerek patlayan ulusal-etnik
çatışmalara bakılırsa, çatışan tarafların çoğu
zaman geçmişin devrimci gerilla mücadelelerini
taktiklerini uyguladıkları görülür. Ama yine de
uyguladıkları taktikler ve mücadele biçimleri,
onların birçoğunda hakim olan ilkel-milliyetçi-dinsel
eğilimlere devrimci sosyalist bir öz kazandırmaz
ve sırf bu yüzden Şamil Basayev gibileri Che Guavera
ile bir tutulamaz.
Dolayısıyla, sorunu salt mücadele araçları sorununun
ötesine taşıdığımızda İmralı sonrası süreç de
yurtsever hareketin yeni politik yönelimi ve amaçları
ile ilgili olarak tartışılabilir. Bu amaçlar ise
tartışma götürmez bir biçimde, son derece açık
olarak yazılı metinlerle ortaya konulmuştur: İmralı
önderliği, yurtsever hareketi “demokratikleştirilecek”
bir Türkiye’nin yasal bir parçası haline getirmek,
mevcut sistemin içinde burjuva liberal bir güç
haline sokmak istemektedir. Sorun bu kadar açıktır
ve artık araçlar sorununun ötesinde varılmak istenen
amaçla ilgili bir tartışmanın konusudur. Sık sık
ilan edilen ateşkesler, verilen süreler ve tehditlerin
anlamı da bu çerçevede anlamlıdır; İmralı, şu
ya da bu aracın kullanımı gibi basit bir sorunun
ötesinde, gerillayı bir iktidar elde etme/inşa
etme biçimi olarak ele alan devrimci sosyalist
yaklaşımdan köklü biçimde kopmuş ve askeri güçleri
karşı tarafı görüşmeye/uzlaşmaya zorlamak için
bir sopa olarak kullanma noktasına gelmiştir.
Yani artık söz konusu olan şey, yazılı metinlerde
de açıkça söylendiği gibi, bir iktidar sorunu
değil, “pazarlık gücünü koruma” çabasıdır ve bu
anlamda gerilla silahlı türden bir STK gibi kullanılmaktadır.
Bütün bunları makul, pragmatik olarak yapılabilir
bulanlar olabilir; devrimci sosyalistlerin ise
böyle düşünmediği biliniyor. Ancak her ne olursa
olsun, tartışmanın salt kavramlar ve araçlarla
ilgili bir noktadan yapılması doğru değildir,
yararlı da değildir.
Sonuç
Sonuç olarak, bugün gelinen noktada, yurtsever
hareketin talebine oligarşinin verdiği yanıt,
olumlu değildir. Klasik imha, inkâr ve diz çöktürme
politikası yürürlüktedir ve bu politikaların değişmesi
için ciddi bir gerekçe de ufukta görülmemektedir.
Tüm uzlaşmacı yaklaşımlara ve oligarşinin siyasal
sistemine dahil olma çabalarına karşı, “tam ve
kesin teslimiyet” isteğiyle yaklaşılmakta, bunun
dışında ne yapılırsa yapılsın yeterli bulunmamaktadır.
Zaman zaman yaratılan “rantçılar-şahinler” ve
“akıllı burjuvalar” gibi ayrımlar da bu noktada
gerçekçi değildir.
Bir bütün olarak Türkiye’yi yönetenler, şu anda
Mersin ya da Diyarbakır’ın yoksullukla kıvranan
mahallelerinde birikmekte olan potansiyelin, belki
henüz doğmuş ya da doğmakta olan yeni devrimci
önderlerinin varlığının farkındadırlar ve yurtsever
hareket bütün iddialarından tümüyle vazgeçmedikçe,
sözü edilen devrimci potansiyel de neoliberal
çürüme ortamı tarafından tamamen teslim alınmadıkça,
mevcut duruşlarını değiştirmeyeceklerdir.
Oysa bunun bütünüyle garanti altına alınması neredeyse
imkânsızdır; devlet güçleriyle karşı karşıya gelinen
her durumda özellikle yoksul mahallelerden gelen
genç kitlelerin gösterdiği çatışma performansı,
-günün modasına pek uymasa da- düpedüz sınıfsal
kökenlerden kaynaklanmaktadır ve ezilen kitlelerin
bu gücünün tamamen kırılması -bu durumu yaratan
koşullar ortadan kaldırılmadıkça- mümkün değildir.
Bu gerçek, bizzat kendisi de ağa çocuklarının
arasından değil yoksul mahallelerden doğmuş olan
yurtsever hareket tarafından unutulup bütün politikalar
Kürt orta sınıflarının “sukûnet” arzusuna göre
biçimlendirilse de, değişmez.
Eninde sonunda, oligarşinin yurtsever hareketin
taleplerine verdiği yanıt bellidir. Güney’de olacaklar
da şu ya da bu zaman diliminde aynı gerçeğe uyacaktır.
Bir tür mandacılık biçimine kendilerini uydurmaya
ve aracılık yapmaya çalışanların bunun karşılığında
ABD emperyalizminden alacakları yegane ödül, kullanıldıktan
sonra kenara atılmak olacaktır.
Son birkaç ayın yeniden ortaya çıkarıp altını
çizdiği gerçek ise Ortadoğu’nun ezilen halklarının
kaderlerinin emperyalizme ve yerli oligarşilere
değil, kendi öz güçlerine ve devrimci dayanışmalarına
bağlı olduğudur. Ortadoğu bölgesinde yaşayan bütün
halkların eşit ve özgür birliği, mevcut siyasal-ekonomik
tabloya eklenerek değil, bu tablonun tümüyle parçalanmasıyla
gerçekleşecektir.
|