90’lar sonrası sürecin en önemli
özelliklerinden biri de sınırsız bir egemenlik ve
haydutluk düzeni kurmayı hedefleyen ABD emperyalizminin,
geçmişte başka güç dengeleri ve zorunluluklar altında
oluşmuş uluslararası kurum ve kuralları geçersiz
hale getirmesi ve yenilerini inşa etmesidir.
Gerçekten de süreç boyunca bir yandan Dünya Ticaret
Örgütü, NAFTA gibi kurumlar yaratılır ve MAI ve
TAHKİM gibi anlaşmalar IMF-Dünya Bankası kanalıyla
hakim kılınırken, diğer yandan da ABD’nin Birleşmiş
Milletler’in bazı yan kurumlarındaki katılımı ya
geri çekilmiş ya da en aza indirilmiştir. Sözgelimi
UNESCO, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi az çok “sosyal”
ağırlıklı uluslararası kurumların yükünden kurtulmak
son dönemde ABD’nin en önemli adımları olmuştur.
Ve nihayet Irak saldırısı sırasında, Birleşmiş Milletler’in
de “defteri dürülmüş”, bizzat Bush’un ağzından yapılan
açıklamalarla bu kurumun mevcut duruma uyum göstermemesi
halinde işlevsizleşip tasfiye olacağı son derece
anlaşılır bir dille ortaya konulmuştur.
Afganistan’ın işgali sırasında el çabukluğuyla kotarılan
bir başka “operasyon” ise uluslararası ve yerel
mahkemelerin ABD askerlerinin savaş suçlarını yargılama
hakkının ortadan kaldırılması ve bu mahkemelerin
işlevlerinin sınırlandırılmasıydı. Ayrıca Afganistan’dan
toplayıp Guantanamo üssüne götürdüğü “esir”leri
bütün uluslararası anlaşmaların kapsamı dışında
tutarak tam bir keyfiyet göstermesi de bu açıdan
çok önemliydi. Mesele son derece açıktı: ABD emperyalizmi,
dünyanın her köşesine “insan hakları” ve “demokrasi”
götürürken lüzumsuz sorgulamalar ve engellemelerle
karşılaşmak istemiyor ve işgalci ordularının “dokunulmazlık”
imajını garantiye almaya çalışıyordu.
Belçika Pürüzü Temizleniyor
Son zamanlarda bu yöndeki adımlardan biri daha
pek dikkat çekmeyen bir yerden atıldı. Bush ve
Rumsfeld’in yoğun baskısı altında kalan Belçika,
kendi mahkemelerine vermiş olduğu “uluslararası
yargılama” yetkisini sınırladı.
Belçika’nın dünya burjuva hukuk sistemleri açısından
eşi olmayan böyle bir yasayı çıkarması, bu devletin
insanlıkseverliğinden kaynaklanmıyor elbette.
1960’larda Afrika’da Kongo’da ilerici P. Lumumba
hükümetine karşı darbe örgütleyen ve gizli servis
elemanları aracılığıyla meşru ve yasal bir hükümetin
başbakanı olan Lumumba’yı katleden ve daha pek
çok sömürgeci katliama imza atan Belçika’nın böylesi
bir yasayı çıkarması tümüyle 1990 sonrası gelişen
yeni süreçte emperyalist güçler arasındaki rekabetle
ve bu rekabette izlenen politikalarla ilgilidir.
Reel sosyalist sistemin yıkılması ile birlikte,
tüm emperyalistlerin koro halinde yükselttikleri
ikiyüzlü “insan hakları”, “demokrasi” vb. söylemlerin
ürünüdür söz konusu yasa. İlk dönemler çok fazla
dikkat çekmeyen ve daha çok reel sosyalist devletlerin
yöneticilerine ve sosyalist harekete karşı yürütülecek
olası kampanyalar için düşünülen bu yasa son yıllarda
emperyalistler arası derinleşen paylaşım rekabetinde
önemli bir moral ve siyasal mücadele aracına dönüşmüş
durumda.
ABD emperyalizmi ve müttefikleri hızla “insan
hakları” vb. demogojik söylemleri bir kenara bırakarak,
paylaşım mücadelesinde açık askeri saldırganlığı,
işgal ve emperyalist terörü öne çıkarıyor. ABD
emperyalizmi ile henüz askeri alanda boy ölçüşecek
durumda olmayan Fransa ve Almanya’nın başını çektiği
ve Belçika vb ülkelerinde içinde yer aldığı Avrupa’lı
emperyalistler ise ABD’nin kendilerini saf dışı
ederek, yada kırıntılar karşılığında ortak olmaya
zorladığı paylaşım süreçleri karşısında bir yandan
yerel ve uluslararası platformlarda siyasal mücadele
yürütürken, diğer yandan bu mücadelenin uzantısı
olarak ABD ve müttefiklerini hukuksal ve moral
açından da köşeye sıkıştırmaya, küçük düşürmeye
ve mahkum etmeye çalışıyorlar. İşte Belçika mahkemelerinin
uluslararası yargılama yapma yetkisi tam da bu
noktada önem kazanmaktadır. ABD, Avrupalı emperyalistleri
Ortadoğu’da paylaşım sürecinin dışına mı atmak
istiyor, Belçika mahkemeleri ABD ve müttefiklerini
siyasal ve moral açıdan köşeye sıkıştıracak davalar
için kapılarını sonuna kadar açıyor. Ariel Şaron
sanık sandalyesine oturtuluyor. ABD Irak’ın paylaşımında
Avrupalı emperyalistleri hiçe sayıyor, hemen ardından
Belçika mahkemelerinde ABD’nin Irak’da işlediği
savaş suçlarına karşı ABD’li devlet yöneticileri
(Bush, Tommy Franks) hakkında davaların açılması
kabul ediliyor. Hiç kuşkusuz, bu iş’de Belçika
yalnız değil, daha da ötesinde bu sürecin asıl
belirleyicileri olarak Almanya ve Fransa’nın bulunduğunu
rahatlıkla ifade edebiliriz. Almanya ve Fransa
arasındaki güç ilişkilerinin ürünü olarak kurulmuş
olan Belçika devletinin bu devletlerin isteği
ve onayı olmadan bu türden yargılama süreçlerini
yasallaştırması, hele hele ABD ve müttefiklerini
sanık sandalyesine oturtması düşünülemez.
Bu yasadan ve başlattılan yargılamalardan fazlasıyla
rahatsız olan ABD hükümeti, epeydir Belçika hükümetini,
sert taktiklerle, isteklerine boyun eğmeye zorluyor
2003’ün Nisan ayında Belçika Parlamentosu, kimi
ülkeleri rahatsız eden evrensel yargılama yasasının
“suistimalini engellemek” adı altında tedbirler
aldı, yasayı sınırladı ve aynı zamanda, hangi
davaların BM Uluslararası Ceza Mahkemesi’nce veya
sanıkların kendi ülkelerindeki mahkemelerce bakılmasının
daha uygun olacağını belirledi. Son günlerde ise
yine Belçika parlamentosu, “savaş suçları yasası”nın
kapsamının daraltılmasını öngören kanun teklifini,
3’e karşı 89 oyla kabul etti. AB’ye ve NATO’ya
ev sahipliği yapan ve bu nedenle her yıl yüzbinlerce
diplomatın geçiş yaptığı Belçika, ayrıca bütün
devlet adamlarının dokunulmazlığını net olarak
kabul etti. Sonuç olarak, Belçika mahkemelerinin
evrensel yargılama yetkisi tamamen iptal edilme
tehdidiyle karşı karşıya. Tehdidin kaynağı ise
biliniyor: ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld...
Üstelik bu kadarı da ABD hükümetini tatmin etmiyor
ve son olarak, eğer evrensel yargılama yetkisi
yasası yeterince “düzeltilmezse”, NATO karargahını
Polonya’ya taşıma tehdidinde bulunuyor.
Aslında sorunun ve dolaylı baskının asıl kaynaklarından
biri daha Güney’de, Tel-Aviv’dedir. 1982’deki
Sabra ve Şatila katliamı sebebiyle Ariel Şaron,
Amos Yaron ve katliamın Lübnanlı ve İsrailli diğer
sorumluları aleyhinde 2001 yılında Fılistinliler
tarafından açılan davada, mağdurları savunan üç
avukattan birisi olan Chibli Mallat, asıl amacın
böylece “Şaron’un da kurtarılması” olduğunu söylüyor.
Mallat, “Belçikalılar, adil bir hukuk düzenine
sahip olması durumunda, sanıkların kendi ülkelerinde
yargılanabileceğine karar verdi. Biz de, müvekkillerimiz
olan Filistinli mültecilerin, Israil’e girme şansının
olmadığını söyledik. Bu sekilde adil bir yargılama
nasıl yapılabilir?” diyor.
Gerçekten de ABD, bu yasanın kendileri için olmasa
da, büyük ihtimalle müttefikleri için tehlike
unsuru olusturduğunu düşünüyor. ABD Devlet sözcülerinden
Philip T. Reeker “... Bu davaların işleme konmasına
imkan sağlayan yasa bağışlanamaz,” diyor ve ekliyor:
“Bu durum (Şaron davası) göstermektedir ki, son
düzeltmelere rağmen, yasa işlemektedir ve bizce
tamamen kaldırılması gerekmektedir.” Kastedilen
açıkça Şaron’dur.
Avukat Mallat’a göre, “Rumsfeld’in, ABD’lilerin
aleyhindeki davalar reddedildikten sonra bu yorumları
yapmasının başka hiçbir izahı yoktur.” New York’taki
“Human Rights Watch - Insan Hakları Gözetimi”nin
yöneticilerinden Reed Brody’e göre ise “bu (uluslararası
adalet açısından) açık bir yenilgidir” ve “ABD,
bir Amerikalının soykırımla suçlanmış olmasından
daha fazla, ABD’nin dışarıdaki eylemlerini denetleyebilen
bir mahkeme düşüncesini tümden yok etmekle ilgilenmektedir.”
Asıl Hedef: Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM)’nin
Tasfiyesi
Gerçekten de ABD’nin asıl amacı bütün “sıkıcı
denetimler”den temelli olarak kurtulmaktır ve
bunun için gözüne kestirdiği gerçek hedef, UCM’dir.
17 Temmuz 1998’de kurulan ve tüzüğü (Clinton döneminde
ABD dahil) 120 ülke tarafından imzalanan UCM,
yetkileri ve gücü bakımından gerçekten de ABD
emperyalizmini rahatsız edebilecek özelliklere
sahiptir. Her şeyden önce UCM, salt vicdani kararlar
alıp uygulayamayan bir mahkeme olarak kurulmuş
değil; aynı zamanda tazminatlara hükmedebiliyor
ya da bir savaş suçunun sorumlularından “durumu
eski haline getirme garantisi” isteyebiliyor,
vb. Tabii ki bu, silahın sahibine de dönmesi olayının
tipik bir örneği; “yeni dünya düzeni”ne aykırı
düşen ülkeleri cezalandırmak ve onlara yönelik
müdahaleleri meşrulaştırmak amacıyla olur denilen
kurum, şimdi tersine işleyebiliyor. Yani uluslararası
meşruiyet açısından da güçlü olan bu mahkeme ABD’nin
başına Belçika örneğinden daha büyük bir bela
açmaktadır.
Bush yönetiminin bu konudaki ilk adımı savaş suçları
nedeniyle ABD ve müttefik ülke asker ve sivillerini
UCM’de yargılanmaktan kurtaracak “Cezasızlık Anlaşması”ydı.
Bu girişimi uluslararası baskılar nedeniyle pek
kabul görmeyince Bush yönetimi bu kez, Güvenlik
Konseyi’nin “BM operasyonlarına katılan ülke vatandaşlarının
UCM tarafından yargılanamaması” yönündeki kararını
kullandı. Şimdiyse kararın süresinin uzatılması
ve hatta UCM’nin tamamen devreden çıkarılması
yolunda çabalar sürdürülüyor. Sonuçta, uluslararası
hukuk, daha uzun süre emperyalistler arası çatışmanın
moral ayaklarından birini oluşturacak gibi görünüyor.
Tabii belirtmeye hiç gerek yok, Türkiye ve İsrail
gibi sicili tümden bozuk ülkeler UCM’nin tüzüğünü
imzalama zahmetine bile katlanmış değiller.
Emperyalist Haydutluk Halkların Mücadelesiyle
Geriletilecektir
Şüphesiz bütün bunlar, devrimci sosyalizm açısından
büyük ölçüde “durum tespiti” olarak anlam ifade
etmektedir. Devrimci sosyalizm ve ezilen halklar,
uluslararası statükonun geçmiş biçimlerine özlem
duymak ya da sınıf mücadelesini kapsamı ve içeriği
son derece muğlak olan “uluslararası hukuk” gibi
kavramlara bağlamak durumunda değillerdir. Kuşkusuz,
emperyalist zalimliğin türlü biçimlerini deşifre
eden her çeşit uluslararası girişim ve kurumsallıklar,
özellikle de geçmişte Vietnam’daki savaş suçları
için kurulan ve hukuki yaptırımı olmasa da kamu
vicdanını harekete geçiren Russel Mahkemesi gibi
uluslararası yargılamalar, tartışılmaz bir öneme
sahiptir. Çoğunlukla liberal sol akımların başını
çektiği bu türden girişimler, (aynı akımlar, Küba’ya
saldırı kampanyasına kolayca katılıvermek gibi
kaypak yanlar taşısa da) bazı hallerde bir katliamın
kanıtlarının ortaya çıkarılması, bir savaşın bilançosunun
görülebilmesi gibi yararlar sağlayabilmektedir.
Daha da önemlisi, son süreçte bu türden uluslararası
pürüzlerin hepsinden kurtulmak isteyen ABD emperyalizminin
peşinde olduğu sınırsız dünya hegemonyası amacının
doğru kavranması ve devrimci bir yerden karşı
çıkılmasıdır. Sorun, basit bir mahkeme, vb. sorunu
değildir; derinlikli bir yerden bakıldığında görülür
ki, neoliberal düzenin dünyanın her köşesinde
sosyal kurumları, ulusal engelleri tasfiye ederek
bütün yargı-hukuk düzenlerini alt üst etmesi süreciyle
ABD emperyalizminin geçmişin uluslararası konseptlerinden-kurumlarından
kurtulma isteği, tek bir politikanın değişik uygulamalarıdır.
Yani, örneğin bütün yerel hukuk kurallarının etkisizleştirilmesinin
sonucunda çokuluslu şirketlerin özel hukuku olarak
inşa edilen TAHKİM uygulamasıyla, işgalci orduların
savaş suçlarının yargılanamazlığının garanti altına
alınması arasında bir bütünlük vardır. Emperyalizm,
her alanda ve her anlamda tam bir hareket serbestisi
istemektedir ve bu serbestlik her seferinde daha
kanlı katliamlar olarak geri dönmektedir. Bu anlamda,
kitlelerin bu konularda bilgilendirilmesi, devrimci
mücadelenin günlük görevleri arasındadır. Şu ya
da bu uluslararası kurumun varlığı tabii ki ABD
emperyalizmini sınırlamamaktadır; ama sorun bu
kurumların yok edilmesinin nasıl bir gözü dönmüşlüğün
belirtisi olduğunun anlaşılmasıdır.
Sorunun nihai çözümü ise, şüphesiz emperyalist
haydutluğun politik olarak geriletilmesi, peşpeşe
devrimler yoluyla dünyanın genel atmosferinin
değiştirilmesine bağlıdır. Genel olarak emperyalizmin
“ayağını denk alması”, en azından oyunun genel
kurallarına uymaya zorlanması ancak böyle mümkün
olacaktır.
|