Kitlelerin içinde pratik çalışma
yürüten her devrimcinin başına gelmiştir; bazen,
marksizmin son derece doğru, somut gerçekliğe son
derece uygun olan saptama ve çözümlerini hayatın
içersinde ifade edemediğimiz, bir açmaza saplanıp
kaldığımız olur. Bazen karşımızdaki bir emekçi,
ortaya çok basit bir soru atar ve bizim saptamamız-çözümümüz
bir an sarsılır gibi olur. Genel söylemimiz doğrudur
evet; ama hayatın temel sorunlarına karşılıklar
üreten bütünlüklü bir çözümleme yöntemi olarak marksizm
elimizde sağlam bir silah olarak durduğu halde,
yine de arada bazı boşlukların kaldığını, bazı alanlarda
derdimizi iyi anlatamadığımızı ya da genel doğruları
günlük hayat içersinde somut karşılıklara dönüştüremediğimizi
hissederiz. Daha doğrusu, bizim kendi dar-kapalı
alanlarımızda, devrimci düşüncelerin zaten hakim
olduğu zeminlerde “doyurucu” ve “yeterli” görünen
yaklaşım ve ifade biçimleri, medyatik bombardıman
altında tahrip edilmiş ve çürütülmüş olan toplumsal
alana, gerçek insan ilişkileri dünyasına çıktığında,
her zaman kolay zaferler elde edememekte, zaman
zaman da ciddi biçimde zorlanmaktadır.
Söz konusu durum, bugünlerde hem tek tek devrimci
kadroların hem de devrimci hareketin genelinin başına
daha sık gelmeye başladı. Gerçi hayat, önümüze normal
zamanlarda da hep yeni sorun alanları çıkarır ve
bizden yeni çözümler, somut yaklaşımlar ister; ama
bu kez mesele biraz daha derin görünüyor. Toplumsal
olguların ve sınıf ilişkilerinin daha basit göründüğü,
ezilen sınıfların zihninin daha az kirletilmiş olduğu
eski zamanlarda değiliz artık; karşımızda sadece
ekonomik alanda değil, ideolojik-politik alanda
da epey mesafe almış bir “topyekûn saldırı” var
ve bütün çözümlerimizin, yaklaşımlarımızın karşıt
kamp tarafından koşullanmış zihinlere işlenebilir
hale getirilmesi de gerekiyor.
Üst-Soyutlama
ve Somut Hayat
Aslında bir anlamda bütün üst-soyutlamalar, içinden
türetildikleri olgular dünyasına yeniden çağrılarak
orada somut uygulama ve yaklaşımlar için kullanılmak
istendiklerinde, deyim yerindeyse biraz “yabancılık”
çekerler. Başka bir deyişle, stratejik anlamda
sağlam ve yeterli olduklarından hiç kuşku duyulmayan
genel üst-soyutlamalar bile, taktik süreçlerle,
günlük hayatın sorunlarıyla yüz yüze geldiklerinde,
her seferinde yeniden sınavdan geçerler ve yeniden
üretilirler.
Bunlardan bazıları daha genel ve tarihseldir.
Örneğin “tekelci kapitalist aşamanın üretici güçlerin
gelişimini engellediğini” söylediğimizde, bu saptama,
“üretici güçler”in kapsamının ne olduğu, “gelişim”den
neyin kastedildiği, dolayısıyla “engelleme”nin
ne anlama geldiği gibi bir dizi soru-yanıt üzerinden
anlaşılabilir. Eğer siz, “üretici güçler”den yalnızca
teknik olarak “üretimi yapan aletler”i anlıyor
ve insan unsurunu, insanın toplumsal-entelektüel
gelişimini, onun yeteneklerinin ve ilişkilerinin
sınırsız ilerleme imkânlarını, vb. atlıyorsanız,
Marks’ın bütün çözümlemelerinin temelini oluşturan
bu unsurları gözetmeyişinizin cezasını günlük
hayat içersinde ödersiniz. Çünkü, pratik hayatta,
sadece emperyalizm değil, onun boyunduruğundaki
yeni-sömürge kapitalizmi bile, üretim teknolojisi
ve iş yöntemleri konusunda “ilerlemeler” yaşamaktadır.
O kadar ki, bu teknolojik atılımların en kapsamlı
ve gözkamaştırıcı olanları, emperyalist-kapitalist
sistemin bunalım dönemlerinin tanımlanmasında
bile belli bir role sahiptirler. Yani sonuçta,
devrimci düşüncelere yatkın bir genç emekçiyle
konuşurken yukarıdaki üst-soyutlamayı dile getirdiğinizde
ve bu kadarını yapmakla yetindiğinizde, karşınızdaki
insan usulen kafasını sallayıp söylediklerinizi
onaylasa da, öte yandan cebindeki telefonun, her
gün daha da yetkinleşip duran bilgisayarların,
yirmi otuz yılda gelip hayatımıza katılan televizyonların
ve başka yüzlerce nesnenin bir “ilerleme” olup
olmadığı sorusu kafasından hiç eksilmeyecek, “üretici
güçlerin gelişiminin engellenmesi”nin nasıl bir
şey olduğu belli bir netliğe kavuşmayacaktır.
Onun günlük hayatına yakın olan durumlarda belki
işler daha kolaydır; yani örneğin “kapitalist
düzenin kâr dürtüsü”nden bahsederseniz, ne kadar
gerici fikirlerin etkisi altında olursa olsun
her emekçi, bu konuda kendi deneyimlerine sahiptir
ve “patronunun niye üretim yaptığı” (kendisinin
emeğini sömürmek) konusunda az çok bir fikri vardır.
Ama “devletin egemen sınıfların aracı olduğu”
yolundaki bir başka soyutlamaya geçtiğinizde,
durum biraz daha karmaşıklaşır. Elbette her emekçi,
mevcut devlet makinasının “daha çok parası olanlara
hizmet ettiğine”, en azından bu grupların “devlete
ait kararlarda daha etkin olduğuna” hayatı boyunca
pek çok kez tanık olmuştur; ama öte yandan bir
dizi güncel olgu da kafasını karıştırır. Pratikte
bu genel doğruyla çelişir gibi görünen birkaç
aykırı olayla karşılaştığında ya da örneğin devletin
baskı aygıtlarının elemanlarının çoğunun alt sınıflardan
gelen insanlar olması gerçeğini düşündüğünde,
vs. vs. kafa karışıklığı iyice artar. Daha da
önemlisi bu genel durumun değişmesinin mümkün
olup olmadığı sorusuna gelip dayandığında, söz
konusu devasa aygıtın yıkılmazlığı noktasında
takılır kalır ve çoğu zaman da devletin bu niteliğini
“değiştireceğini” vaat eden burjuva politikacılarının
arkasından sürüklenip gider.
Başka bazıları ise daha alt düzeyden soyutlamalardır.
Örneğin “ülkenin oligarşik bir diktatörlük tarafından
yönetildiğini”, “ekonomisinden politikasına ve
kültürüne dek emperyalizme bağımlı olduğunu” söylediğimizde,
bunlar somut hayat içersinden türetilmiş tezlerdir.
Ama öte yandan, sıradan bir emekçi için parlamentonun
hâlâ bir anlamı vardır ve oligarşik azınlığın
ülkenin temel politikalarını “nasıl belirlediği”
konusunda daha somut göstergelere ihtiyaç bulunmaktadır.
Yani daha kapsamlı bir deşifrasyon yapmadığınızda,
tekelci burjuvazinin devleriyle devletin temel
karar mekanizmaları arasındaki ilişkileri açıklamadığınızda,
sıradan emekçi, adı çok bilinen bazı kodomanların
genel olarak belli güçlere hakim olduğunu kendi
sezgileriyle de bilecek ama daha geride bir sistemin
varlığını farkedemediği için hâlâ bazı daleverecilere
umut bağlamaya devam edecektir.
“Emperyalizme bağımlılık” konusunda da durum aşağı
yukarı böyledir. Sonuçta kimse, askeri üsleriyle,
yatırımları ve mallarıyla, vb. kendini ortaya
koyan somut emperyalist varlığı görmeyecek kadar
kör değildir. Ama bu, salt bilgidir, bilinç değil.
Bu kadarı, ucuca eklenmiş, belli bir bütünlüğü
olmayan bilgi parçacıklarından oluşan bir şeydir
ve son süreçlerde somut olarak gözlendiği gibi
bazen bir “tezkere” oylamasından emperyalistlerin
isteklerine tam uymayan bir sonuç çıktığında,
onyıllar boyunca son derece köklü biçimde kurulmuş
olan bağımlılık ilişkisi perdelenebilmektedir.
Mekanizmaları ve işleyişi yeterince deşifre edilmeden
salt üst-soyutlama biçiminde bırakılmış bir “bağımlılık”
kavramı, zaman zaman oluşan böylesi dalgalanmalarda
kuşkuyla karşılanmakta ya da bir üssün açılması-açılmaması
gibi basit göstergeler üzerinden algılandığı için
“bağımsızlık” sorunu da basit değişikliklere bağlanabilmektedir.
Öyle ki, arka planda yer alan derin yeni-sömürge
ilişkisi, yüzlerce askeri-siyasi-ekonomik anlaşma,
emperyalizmi “içsel olgu” haline getiren süreç,
vb. hepsi birden unutulmakta ve daha tehlikelisi,
buradan sosyal kurtuluşu içermeyen “ulusallık”
ve “bağımsızlık” yolları keşfedilmektedir. Sadece
bu kadar da değil, aynı eklektik bilgi yığılmasının
özellikle orta sınıflarda meydana çıkan bir başka
sonucu ise, “aslında tek yanlı bir bağımlılık
ilişkisinin olmadığı” ve “artık dünyanın küreselleşme
bağlamında içiçe geçtiği” yolundaki saçmalıklardır.
Saçı sakalı ağarmış ciddi görünüşlü akademisyenler
TV’lerde gözümüzün içine baka baka “IMF’nin de
sonuçta bir banka olduğunu, akıllı adamın borç
almasında bir mahzur bulunmadığını” söyleyebilmekte
ve hatırı sayılır miktarda insan da bu kuyruklu
yalanlardan etkilenmektedir. Bu arada, IMF’nin
emperyalist devletler tarafından kurulan ve yönetilen,
yeni-sömürgelere emperyalist sömürünün koşullarını
dayatan ve egemen kılan bir kurum olduğu, dolayısıyla
bu ilişkinin sıradan bir banka-müşteri ilişkisi
çerçevesinde ele alınamayacağı, vb. gibi gerçekler
de gürültüye gitmektedir.
Neoliberalizmin Kazandığı
Mevziler ve Yıpratma Savaşı
Sonuç olarak yukarıdaki basit örneklerden hareketle
diyebiliriz ki, üst-soyutlama, genel anlamda,
olguların yönünü tarif etmekte ne kadar kuvvetli
olursa olsun, günlük hayatın ayrıntıları karşısında
yalnız başına bırakabileceğimiz bir şey değildir.
Aslında böylece çok orijinal bir şey de söylemiş
olmayız. Bu, deyim yerindeyse, her kitle çalışmasının
ABC’sidir: En kesin ve tartışmasız olanları dahil
olmak üzere bütün Marksist-Leninist tezler, sıradan
emekçiyle karşılaştıklarında, bir dizi yan açıklamaya,
kapsamlı/anlaşılabilir çözümlemelere ve kanıtlara
ihtiyaç duyarlar. Onların, daha önceden yıllarca
süren zahmetli araştırmalarla bulunmuş ve sağlam
kanıtlarla pekiştirilmiş olmaları, pratik durumu
değiştirmez; her somut durumda yüzyüze geldiğimiz
her emekçi, yeni bir kanıtlama/açıklama ihtiyacını
ortaya çıkarır.
Elbette zaman zaman bütün olguların birkaç sözcüğe
sıkıştırıldığı sloganlar, hedefleri/programatik
adımları ortaya koyan tek cümlelik açıklamalar,
yürümek ve milyonlarca insanı yürütmek için yeterli
olur; bunlar güçlü sarsıntılar ve müdahalelerle
toplumsal bilincin önünün açıldığı, sürecin büyük
bir hızla kitleleri eğitip dönüştürdüğü dönemlerdir.
Hatta bazen sürecin akış hızı, tek bir sloganı
yeterli kılar; böylesi dönemlerde insanlar bütün
üst-soyutlamaları canlı bir pratik süreç olarak
etinde kemiğinde hissederler ve soyutlama ile
gerçek hayat arasındaki mesafe neredeyse sıfıra
iner. Elinde silahla barikatların arkasında nöbet
bekleyen emekçi, artık bizden devlet, emperyalizm,
vb. gibi konularda teorik kanıtlar talep etmek
durumunda değildir.
Bugün, içinde bulunduğumuz tarihsel kesitte durduğumuz
yer ise, işte tam da bu bakımdan kritiktir. Pratik
faaliyet içindeki her devrimci sosyalistin somut
gözlemleriyle bildiği gibi, bugünkü kitle çalışması,
çeşitli faktörlerin etkisi altında ve belli ölçülerde
yıpranmış olan bir zemin üzerinde yürütülmektedir.
Tek tek insanların ve genel olarak yığınların
düzen cephesinden koparılarak devrimci düşüncelere
yaklaştırılması, her aşamada büyük zorluklarla
yürümekte, marksist-leninist soyutlamaların emekçiler
tarafından algılanması için gösterilmesi gereken
çaba geçmişe göre daha fazla olmaktadır.
Şüphesiz bu faktörlerden en önemlisi, emekçi kesimlerde
20. yüzyıl boyunca her zaman şu ya da bu ölçüde
mevcut olan bakir atmosferin artık tarihe karışmasıdır.
Reel sosyalizmin şahsında –haksız yere de olsa-
sol düşüncenin bütünü ağır bir darbe almış, biz
çöken sistemi nasıl tanımlarsak tanımlayalım bu
durum, sosyalistlerin hanesine genel bir “başarısızlık”
puanı olarak yazılmıştır. Daha da önemlisi, böylece,
geçmişte emekçiler tarafından daha kolay kabul
edilebilen sosyalist saptama ve çözümler, bugün
doğruluğundan “kuşku” duyulan şeyler kategorisine
dahil olmuştur. Yani, reel sosyalist deneyimin
başarısızlığı, genel olarak sosyalist saptama
ve çözümlerin yanlışlığı ya da en azından hayata
yeterince uygun olmadıkları konusunda yaygın bir
kanıya yol açmış, emperyalist propaganda merkezlerinin
yoğun bombardımanıyla da desteklenen bu düşünme
biçimi, devrimci sosyalistlerin emekçi kitlelerle
ilişkisinde ciddi bir handikap yaratmıştır. Üstelik
daha kötüsü, özellikle daha genç kuşaklara doğru
gidildiğinde, emekçi kitlelerin büyük çoğunluğu,
“sosyalizm projesinin çöktüğünü” belirsiz bir
tarih bilgisi olarak edinmekte, ama bu yıkılanın
“nasıl bir şey olduğu” konusunda da tam bir cehalet
içinde kalmaktadır. Sıradan insanların zihinleri
“başarısız olan her şey kötüdür” biçimindeki neoliberal
ilke uyarınca biçimlendirildiği için, söz konusu
“reel sosyalist” pratiğin bir çok olumlu yanı
ve toplumsal sorunlara getirdiği çözüm biçimleri
de böylece arada kaynayıp gitmektedir.
Yani bu kez karşımızda, bizim geçmiş deneyimimizin
başarısızlığına tanık olmuş ve böylece bizden
“soğumuş” ama öte yandan zafer çığlıkları atan,
düzenin vahşetine de hiç “ısınamamış” bir emekçiler
yığını vardır. Hayatın boşluk tanımadığı koşullarda
bizden alamadığı bilinci, yine dıştan, ama bu
kez karşı taraftan alan kitleler, ortaya koyduğumuz
çözümlerin geçerliliği ve bizim bunları yapmaya
muktedir olup olmadığımız konusunda kuşkulara
sahiptirler. Bu, bizim cephemizden gelen bilinç
akışının zayıfladığı her durumda emekçilerin,
“hayat bilgisi” derslerini karşı tarafın devasa
propaganda araçlarından almalarınını sonucudur.
Öte yandan, aynı süreçte, yeni emperyalist sömürü
ve hegemonya biçimleri, ekonomik ve politik alanlarda
olduğu kadar ideolojik alanda da hatırı sayılır
mevziler elde etmiş, toplumsal hayatta az çok
yerleşik konumlar yaratmıştır. Geçen sayılarımızda
ayrıntılarıyla anlattığımız postmodernizm ve genel
çürüme ortamı, işin yalnızca bir bölümüdür. Asıl
önemli olan ise süreç içersinde neoliberalizmin
ele geçirdiği sosyal zeminlerdir. 1980’li yıllardan
bu yana dalga dalga gelen saldırının içeriğini
kavrayıp uygun karşılıklar üretemeyen solun yetersizliği
ve çoğu kez koltuklarından başka bir şeyi düşünmeyen
sendikacıların gafleti, sonuçta karşı tarafa geniş
bir manevra alanı sağlamış, böylece neoliberalizm
elde ettiği mevziler üzerinden yenilerine yürüme
avantajına sahip olmuştur. Yeni İş Yasası konusunda
gösterilen yetersiz tepki, bu anlamda artık yalnızca
“hain sendikacılar”ın eseri değildir; sınıfın
geniş kesimlerinin ruh hali de süreçte etkilidir;
çünkü yaklaşık yirmi yıldır çeşitli iniş çıkışlarla
da olsa bir biçimde adımları atılan neoliberal
politikalar, epeydir emekçilerin zihninde de ciddi
bir bozulmaya yol açmış, onların hayatlarının
parçası olmuştur. Yirmi yıldan fazla bir süredir
atılan küçük küçük adımlarla varılan nokta, artık
kimsenin örneğin özel okulları ve dersaneleri
sorgulamadığı, özel hastanelerin yavaş yavaş varoşlarda
da sosyal hayatın bir parçası haline geldiği bir
noktadır. Daha doğrusu, hiç de komploculuğa düşmeksizin
şunu söyleyebiliriz, kamu hizmetleri son derece
kasıtlı olarak o kadar nefret edilen bir noktaya
dek kötüleştirilmiştir ki, emekçiler ve orta sınıflar
neredeyse neoliberal özelleştirme politikalarının
savunucuları olmaya itilmişlerdir. Sonuçta, bir
“kabullenme” ve “mecburen uyum sağlama” durumu
oluşturulmuş ve bugün varılan noktanın “geriye
dönüşsüz” olarak lanse edildiği bir aşamaya ulaşılmıştır.
Esasen (durumları bizimkine benzemese de) eski
reel sosyalist ülkelerde de uygulanan taktiğin
en hayati noktasını, bu, “artık olan oldu, geri
dönülemez” fikri oluşturmaktadır. Yani sürecin
belli bir noktasında bir sürü insani-sosyal kazanımın
yitirildiğini ve her şeyin hızla daha kötüye doğru
gittiğini gören reel sosyalist ülke insanı, buna
karşın bugün bile “bir kez okun yaydan çıktığını,
geriye dönüşün imkansız olduğunu” düşünmektedir.
“Çünkü dünya artık böyledir! Çünkü artık başka
türlüsü imkânsızdır!” vb. vb..
Aynı şekilde bugün Türkiye’de de örneğin “parasız
eğitim” fikri, daha yirmi yıl öncesini bile toplumsal
bellekten silen büyük bir silginin yardımıyla
unutturulmaya, çok uzak geçmişe ait bir öykü haline
getirilmeye çalışılmaktadır. Bir biçimde “parasız
eğitim” sloganı duyulduğunda ise genel olarak
“bunun iyi bir şey olduğu” düşünülmekte ama “bütün
eğitim gereksinimlerini karşılayan bir devlet”
fikri, solcu sendika üyesi öğretmenlerin bir bölümü
de dahil olmak üzere insanların çoğunluğu tarafından
“imkânsız” bir düşünce gibi algılanmaya başlanmıştır.
Pıtrak gibi yerden biten özel hastaneler ise artık
emekçi mahallelerinde de hiç hoşlanılmasa da kabullenilmiştir.
“Parasız sağlık” konusundaki sosyalist görüş,
emekçiler açısından son derece çekici ve sempatik
olmakla birlikte, çeşitli promosyonlarla “müşteri”
çekmeye çalışan özel hastaneler, emekçi semtlerindeki
hükmünü sürdürmektedir. Zaman içersinde kendi
içinde üst sınıflara hizmet eden “beş yıldızlı”
hastaneler ve varoş klinikleri olarak da sınıflanmaya
başlayan bu sektör, yerine oturmuş ve adeta düzenin
hep var olan bir parçasıymış gibi pozisyon sağlamıştır.
Ve nihayet, restorasyon sürecinin bir diğer temel
unsuru olan “esnek üretim” de bütün bu olup bitenlere
tepki gösterebilecek en istikrarlı sınıfın parçalanması
anlamına gelmiş, böylece neoliberal adımlar için
risk oluşturabilecek en büyük güç, proletarya,
yavaş yavaş (sendikal bürokrasinin de yardımıyla)
zararsız denilebilecek bir noktaya itilmiştir.
Yirmi yıldır taşeron düzeni, özelleştirmeler ve
esnek üretim uygulamaları yavaş yavaş hayata geçirilirken
gösterilmeyen tepki, fiili olarak zaten var olanın
yasalaştırılması aşamasında da kuşkusuz cılız
kalmıştır. Ya da bir başka somut örnek üzerinden
gidecek olursak, yıllardır “durumu kurtarmak ve
pozisyonunu korumak” için sıfır sözleşmelere bile
imza atmaktan çekinmeyen sendikal bürokrasi ve
buna razı olan emekçiler, sonunda Paşabahçe’yi
teslim etmekten başka bir yol bulamamışlardır.
Böylece varılan yer, Türkiye’deki özelleştirme
faaliyetinin merkezi planını hazırlayan Morgan
Danışmanlık Şirketi’nin ilk raporunda vurgulanan
noktadır: “Önce özelleştirme fikrinin toplumda
yaygın bir kanı haline getirilmesi...” Bunun için
uygulanan taktik ise 1980’den beri her zaman,
önce mevcut işleyişin deforme edilerek yeni uygulamanın
“illegal” olarak hayata sokuşturulması; sonra
da belli bir süreçte artık toplumsal “meşruiyet”
ve yaygınlık kazanmış olan bu durumun “yasallaştırılması”dır.
Bugün Varılan Nokta:
Ne Yapılmalı?
Bugün artık böylesi somut gerçeklerle ve bu gerçekler
tarafından biçimlendirilmiş zihinlerle yüzyüzeyiz.
Beğenelim ya da beğenmeyelim, bugünkü somut durum
üzerinden düşünmek, bugün var olan emekçi sınıflar
ve onların parçalanmış-yıpratılmış düşünce dünyalarını
gözönüne alarak bir çalışma örgütlemek zorundayız.
Bu alan ise çelişkili ve karmaşıktır; açmazlarla
doludur. Bizim doğru soyutlamalarımız, bugünkü
hayat içersinde yolunu açmak, somut karşılıklar
yakalamak zorundadır. Bugünkü hayat ise neoliberalizmin
en kapsamlı uygulama adımlarının birbiri peşisıra
atılmasıyla karakterize olmaktadır.
1- Ne Yapılmalı: Kavramsal
Açıklık ve Tanımları Netleştirmek
Her şeyden önce, devrimci sosyalizm, son süreçlerde
bir tür teslim oluş biçimi olarak sola bulaşmış
olan neoliberal kavramsal çerçeveleri açığa çıkararak
bir “düzleme harekâtı” gerçekleştirmek zorundadır.
Bu, zaman zaman devrimcilerin günlük konuşma dillerinde
de örneklerine rastlanan bir dizi bulanıklığın
tasfiyesi anlamına gelecektir, gelmelidir.
Örneğin, yazımızın ilk bölümlerinde sözünü ettiğimiz
“gelişme” ve “ilerleme” kavramları açısından böyle
ciddi bir sorun vardır. Özellikle 1980’li yıllarda
Özal’ın ekonomik kavramlarda başlattığı yanlış
bilgilendirme sonucunda, milyonlarca insan salt
gerçekleşebilecek olanın çok altındaki teknolojik
gelişmelere ve para hareketlerine endeksli bir
“ilerleme” söyleminin etkisi altında kalmış, bu
düzeyle onların kendi günlük-basit hayatları arasında
adeta bir “yabancılaşma” ortaya çıkmıştır. Yani,
her gün daha derin bir yoksulluğun kapıları açılırken,
emekçiler de dahil olmak üzere toplumun bir çok
kesimi zaman zaman göz kamaştırıcı teknolojik
yenilikler, para hareketleri, vs. dünyasının renkli
görüntülerine dalıp gitmişler, böyle bir durumda
devrimcilerin “ülkenin geriye gittiği” yolundaki
söylemi en azından ilk bakışta somut gerçekliğe
uygun değilmiş gibi görünmüştür.
Halbuki bu noktada, Marksist tez emperyalist kapitalizmin
hiç bir teknolojik gelişme yaratamayacağı, kapitalizmin
üretim ve tüketim alanlarında tüm gelişmesinin
durduğunu ifade etmez. Tam tersine bunların süreceği
daha baştan kabul edilir. Anlatılmak istenen,
muazzam ölçülere ulaşan artı-değerin (kar’ın)
büyük bölümünün doğrudan üretimin içine girmemesi,
mali oyunların aracına dönüşmesi ve böylece üretimde,
teknolojide gerçekleşebilecek büyük ilerlemelerin
sistemin işleyişi nedeniyle artık mümkün olmadığı,
tekellerin denetimindeki ekonominin gerçek ilerleme
imkanlarını ya oldukça yavaşlattığı ve minimum
düzeye indirdiğidir. Teknoloji sözkonusu olduğunda
bu oldukça çarpıcıdır; örneğin 1940’lı yıllarda
üretilmiş olan fax makinaları, ancak 40 yıl sonra
kitlesel kullanıma sokulmuştur. Yada mevcut bilgisayarlardan
çok daha hızlı olan bilgisayarlar halihazırda
üretilmiştir, ancak önce mevcut modeller de en
fazla kar sağlandıktan sonra yeni modeller gündeme
getirilebilir. Yada üretici güçlerin en temel
olanı insan unsuru dünyanın pek çok bölgesinde
emperyalist uygulamalar nedeniyle dünyanın pek
çok bölgesinde açlık nedeniyle kırılırken, bu
insanların ekonomik ve insani dinamikleri yok
edilirken, emperyalist burjuvazi inanılmaz ölçüde
bir safahat içindedir. Bunları ve daha pek çok
somut gerçekliği ortaya koymadan “ilerleme-gerileme”
sorununu somutlaştırmak mümkün değildir.
Hiç kuşkusuz, bu yanılsamaların ekonomik ve toplumsal
olarak giderek daha sık aralıklarla sürekli krizler
yaşayan bir ülkede çok güçlü olması beklenemez.
Dolayısıyla devrimci sosyalistler, günlük-pratik
çalışmaları içersinde, “ilerleme-gerileme” kavramlarını
bütünlüklü olarak ele alarak, insani-sosyal yanlarını
da güçlü biçimde işleyerek, öne çıkararak, tanımlarını
bu marksist noktadan kurarak yürümelidirler. Yoksa
ne özelleştirmelere ne de AB gibi sorunlara karşı
ciddi karşılıklar üretmemiz söz konusu olabilecektir.
Örneğin özelleştirme sorununu sendikacıların çoğu
kez yaptığı gibi salt “örgütsüzleştirme” söylemi
üzerinden ya da şovenist “sol”un yaptığı gibi
“bağımsızlığın elden gitmesi” üzerinden değil,
asıl olarak hayatımızın ve geleceğimizin yağmalanması
üzerinden ele almak zorundayız. Ve o noktada,
hayatı boyunca devletten zarardan başka bir şey
görmemiş olan ve devlet kurumlarının, hastanelerinin,
vb. önünde ömrünü çürüten emekçiye, mevcudu savunan
bir yerden değil, devrimci projeler üzerinden
gitmek gereklidir. Yani burada asıl sorun, bizzat
emekçilerin en yakıcı sorunu olan yoksullaştırma
ve geleceksizleştirme sorunudur. Onların yaşadıkları
yerlerde bulunmak ve onlarla birlikte hayata ve
geleceğe sahip çıkmak sorunudur.
Örneğin AB’ye karşı olma sorununu ele aldığımızda
da önümüze benzer bir sorun çıkar. Sıradan bir
emekçinin düşünme biçimi son derece basit ve kendi
içinde tutarlıdır: O, bugün olduğundan daha fazla
para kazanmak, daha iyi yaşamak, daha az baskı
görmek, vb. ister. Sonuçta Avrupa’nın sosyal yaşam
standartlarının bizim ülkemize göre nisbeten daha
iyi olduğu da kesindir. Ayrıca hiç unutmamak gerekir
ki, emekçinin Avrupa üzerine edindiği üstünkörü
bilgilere göre oradaki hayatın bazı yönleri, Türkiye’deki
bazı sol örgütlerin programlarındaki “demokrasi”
ve “gelişme” tanımlarına bir hayli benzemektedir!
Dolayısıyla, böyle bir noktada, devrimcilerin
“AB-karşıtlığı” konusundaki politik soyutlamasının,
günlük hayatta zorlanacağı kesindir ve bu sorun
da ancak “ilerleme” ve “demokrasi” gibi kavramların
arındırılması, daha derin bir noktadan kurulmasıyla
aşılabilir. Neoliberalizmin dünyanın her köşesinde
ve aslında en çok da Avrupa’da emekçilerin hayatını
yağmaladığı, haklarını gasbederek köleleştirdiği,
esasen bugün Türkiye’de uygulamaya konulan bir
dizi politikanın kökeninin de bu deneyim olduğu,
yeniden ve yeniden öne çıkarılmak ve somut olarak
gösterilmek zorundadır.
Ve elbette son süreçlerde “sivil toplumculuk”
tarafından eğilip bükülen “demokrasi” kavramı,
sınıf içeriğinin altı kalın biçimde çizilerek
ortaya konulmalıdır. “Demokrasi”yi “devletin küçültülmesi”,
“yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” ya da “düşünce
özgürlüğü” vb. gibi içi boşaltılmış kavramlar
üzerinden tanımlayan bütün neoliberal süprüntülere
karşı kesintisiz bir mücadele yürütülmek ve demokratik
bir halk iktidarının gerçek içeriğini somut karşılıklar
olarak tanımlamak bugün her zamankinden daha önemlidir.
Aksi takdirde, “Kamu Yönetimleri Reformu” tasarısında
olduğu gibi bütün sosyal hizmetlerin metalaştırılmasının
“demokrasi” olarak sunulmasındaki sahtekârlığı
emekçilere anlatmak mümkün olmayacaktır. Aksi
takdirde “toplam kalite yönetimi” ve “verimlilik
toplantıları” adı altında yapılanların bir “demokrasi”
değil köleleştirme operasyonu olduğunu sendikalı
kamu emekçilerine bile anlatmak zor olacaktır.
Aksi takdirde, devlet memurlarına karşı halkta
birikmiş yoğun nefreti kullanarak “Personel Yasası”
adı altında kamu emekçilerinin bütün haklarının
gasbedilmesinin bir “sivilleşme” olarak sunulmasındaki
elçabukluğunu açığa çıkarmak da hiç kolay olmayacaktır.
Emekçilerin tam katılım ve fiili yönetimine dayalı
gerçek bir devrimci demokrasiyi öne çıkarıp devrimci
çalışmamızın somut var oluşu haline getirmeksizin
bütün bunların üstesinden gelmek, sloganlarımız
ve saptamalarımızla emekçilerin günlük hayatı
arasındaki çelişkiyi aşmak olanaksızdır.
2- Ne Yapılmalı: Kavramlarla
Yetinmemek ve Hayatı
Örgütlemek
Bugün sorun devrimci programların ve sloganların
ortaya konulup kitlelerin buna ikna edilmesi için
çalışma noktasını çoktan aşmıştır. Yani devrimci
sosyalistler, elbette emperyalist-kapitalist saldırıya
karşı kendi devrimci program ve tutumlarını ortaya
koyacaklar ve bunları tek tek insan ilişkilerinden
en genel propaganda araçlarına dek her yolu kullanarak
savunacaklardır. Ancak, bundan daha önemlisi,
bütün bu saldırıya karşı emekçi kitlelerin üretim
ve yaşam alanlarında somut karşılıklar yaratmak,
öne sürülen her talebi bu mekanlarda kurumsal
nüvelerde üretmek, karşı çıkılan her durumun alternatifini
bizzat yaşam içinde oluşturmaktır. “Parasız eğitim”
diyorsak kendi kurumlarımızda emekçi çocuklarının
eğitimi bizim sorunumuzdur ve talebimizin somut
göstergesidir; “bireyciliğe ve yoz ilişkilere
hayır” diyorsak dayanışma ilişkilerini örmek bizim
işimizdir; “çürümüşlük”ten bahsediyorsak uyuşturucuya,
fuhuşa, kumara, lümpen yaşam tarzına ve diğer
yozlaşma biçimlerine karşı mücadele bizim somut
çalışmamızdır. İş Yasası da çıktıktan sonra zaten
artık “sendikal örgütlenmenin imkânsızlaştığı”
yolundaki bürokrat mızmızlanmaları bizi ilgilendirmez.
Esnek üretim ve yeni kölelik ilişkileri söz konusuysa,
bu artık hayatın bir gerçeğiyse, yeniden ve bu
gerçeğe uygun bir işçi örgütlenmesi tipini yaratmak,
sınıfı sosyal hayatıyla bir bütün olarak ele alan
bir yerden yeni kurumlaşmalar oluşturmak devrimci
sosyalistlerin görevidir.
Üstelik bütün bunlar, kurumlar, çalışmalar, dayanışma
biçimleri, hiçbir biçimde “paravan” yapılar da
değildirler. Yani herhangi bir dayanışmacı etkinlik,
bu yoldan üç tane insana ulaşıp kâr kârdır deyip
böyle bir “çoğalma” yolu benimsemek değildir.
Bu çabalar, bizim bakışımızın, genel tutumumuzun
ortaya konuluşu olmalıdır. Uyuşturucuya hayır
derken bir dizi insanla temas ederiz ama bu basit
olarak “o günlerde tutan bir yol” olduğu için
değil, bizim devrimci programımızın bir parçası
olduğu için vardır. Daha doğrusu emekçilerle temas
kurmak sorunuyla kendi pratik alternatifimizi
yaratmaya çalışmak arasında pragmatizmden uzak
bir ilişki vardır. Bu derinlikli bir ilişkidir;
yapılan şey, her konuda kendi örgütsel kurumlarımızla
pratik karşılıklar yaratmaktır.
Ayrıca bu, bir süre sonra “sivil toplumculuğa”
dönüşen “projecilik” anlayışından da uzaktır.
“Kitleler bizi hep negatif tavrımızla tanıyor,
öyleyse toplumsal projeler yapalım” gibi masumane
yerlerden başlayıp, yerelciliğe, STK budalalığına
dönüşen böylesi bir tavırdan değil, devrimci sosyalist
örgütlenmenin merkezi müdahale biçimlerine bağlanmış
doğrudan faaliyetlerinden söz ediyoruz. Bu anlamda,
somut çalışmanın pratikteki ifadesi, boş vakitlerini
yoksullara yardımla değerlendiren orta sınıfların
projeciliği değil, yıkım-yapım projelerinin birlikte
ele alınmasıdır. Biz, insanlara devrimci düşüncelerimiz,
politik programlarımızla birlikte, bu düşünceler
ve programlar konusundaki samimiyet ve tutarlılığımızı
birlikte sunarız. Yıkmak istediğimizden söz ederken
kurmak istediğimizi de buna katarız ve tek tek
insan ilişkilerinde bile bunun somut karşılığını
yaratırız.
Yani biz, 80’li yıllardan herkesin hatırlayacağı
şu ünlü Necdet Calp-Turgut Özal tartışmasının
iki tarafından da değiliz: Masanın bir köşesinde
oturup son derece tehlikeli bir emperyalist programının
ilk adımını (köprü satışı) basit hesaplarla çarpıcı
bir biçimde açıklayan ve baştan aşağı bir tüccar
görüntüsü verdiği halde halka rasyonel görünen
bir adam, diğer tarafta ise kıt zekalı bir inatçı
ihtiyar görüntüsü veren, sadece “sattırmam” diye
haykıran ama ne dediğini, niçin dediğini anlatamayan
bir adam... Devrimci sosyalizm masanın iki tarafında
da değil tam karışısında durmaktadır; o, emperyalist
programa karşı kendi devrimci programını ortaya
koymakla yükümlüdür.
Bütün bunları yaparken de, kimliğimizi ve devrimci
amaçlarımızı şirinlik olsun diye geride tutmayız.
Üniversitelerde-liselerde öğrenci sorunlarıyla
uğraşırken de, emekçi semtlerinde kadınların sağlık
sorunlarına çözüm bulmaya uğraşırken de sıradan
“demokrat”ların kılığına girerek sempati sağlamayı
değil, devrim ve sosyalizm diye bir derdimizin
olduğunu açıkça ifade etmeyi tercih ederiz. Yürüttüğümüz
günlük faaliyetin aslında yetersiz olduğunu, köklü
çözümlerinse ancak bir devrimle mümkün olduğunu
herkesin bilmesini isteriz.
Kitlelerin içinde bir güç olmak değil, kitlelerin
içinde bir devrim hareketi olarak güç olmak; devrimci
sosyalizmin sorunu budur. Devrimci düşüncelerin
ve programların, samimiyet ve tutarlılığın somut
ifadeleriyle birlikte ortaya konulması bu yüzden
önemlidir. Çünkü son yirmi yıl boyunca sadece
reel sosyalizmin çöküşünden ötürü değil, aynı
zamanda devrimci insan yapısının hatırı sayılır
bir bölümünün düzenle bütünleşme eğilimi göstermesi,
bazı uç noktalarda iyice savrularak toplumun genel
değerlerini bile ihlal etmesi nedeniyle de sol
ağır darbeler almıştır. Bu kesim, bugün bizim
çalışma havzalarımızda “insanoğlunun çiğ süt emmişliği”nin
somut örnekleri olarak emekçilerin önünde durmaktadır.
Dolayısıyla, devrimci çalışmayı bütün bu olumsuz
etkileri de kıracak bir yerden inşa etmekten başka
yolumuz yoktur.
Başka bir yol yoktur; çünkü bugün devrimcilerin
emekçilerle kurduğu hiçbir ilişki mikroplardan
arındırılmış, steril bir ortamda gerçekleşmemektedir.
Devrimciler, büyüttüğü çocuklarını çürümüş düzenden
korumak isteyen ama bu konuda çaresiz kalan ebeveynler
gibi davranamazlar. Karşımızda devasa bir gerici
manipülasyon ve aldatma mekanizması vardır ve
aynen bir çocuğun sokağın çamurundan korunamaması
gibi devrimci ilişkiler de bu mekanizmadan fiziki
yollarla korunamaz. Bu ilişki, deyim yerindeyse,
“açık” bir yara gibidir. Biz bir emekçiyle konuştuğumuzda,
akşam da onunla dizilerden reklamlara ve bütün
zorbalık görüntülerine kadar geniş bir yelpazesi
olan düzen konuşur! Ayrıca hepsi bu kadar da değil;
herhangi bir emekçi mahallesinde kimse F. Fukuyama’nın
adını bile bilmez belki, ama öte yandan postmodernizmin
“eski solculuk”la bütünleşmiş mahalle ve/veya
çapındaki “filozof”ları bir zehir makinesi olarak
faaliyettedir. Dolayısıyla, bu ilişki başka bir
zeminden kurulmalı, devrimci örgüt ve onun parçası
olan devrimci kadro, tam bir bütünlük noktasında
durmalı, bunu pratik ifadelere ve kurumlara dönüştürmelidir.
3- Ne Yapılmalı: Bütünlüklü-
Merkezi Müdahale ve Öncülüğün
Hak Edilmesi
Ama bütün bunları yaparken, bir devrimci sosyalist,
kitle hareketinin sorunlarının, bu sorun alanının
salt kendi içinden ve kendi imkânlarıyla çözülebileceği
gibi bir safdilliğe de kendisini kaptıramaz. Bu,
en bayağısından yerelcilik ve reformizmin kapılarını
aralayan bir yanılgı olur. Politik atmosferin
bütünlüklü ve merkezi bir müdahaleyle, politik-askeri
bir stratejik anlayışla sarsıntıya uğratılarak
politik-psikolojik dengelerin zorlanması, ikinci
bir iktidar gücünün büyütülerek varlığının gösterilmesi
devrimci sürecin önünün açılmasının esas yoludur
ve bütün yukarıda söylenenler ancak böyle bir
çerçeve içinden bakıldığında anlamlıdırlar. Aksi
takdirde, bu merkezi plana ve merkezi örgüütlenmeye
bağlanmamış bir çalışma, bizi emekçi kitlelerin
hayatında bir güç haline getirmeyecek, olsa olsa
yerel dayanışma ilişkileri düzeyine kadar yükseltecektir.
Devrimci sosyalist hareketin temel metinlerinde
tanımlanmış olan bu ilişki diyalektik bir ilişkidir.
“Ferdi değil kitlevi mücadele biçimi” (M.Çayan)
olarak tanımlanan politik-askeri mücadele ile
bu mücadele tarzının kitleler içinde bulunan kolları
arasındaki ilişki, düz değil karmaşıktır. Sonuçta
insandan-insana bir ilişki olan örgütleme çalışması,
politik atmosferin devrimcileştirilmesi ve güven
ilişkilerinin yaratılmasına olduğu kadar, kitlelerin
bizim böylece nereye varmak, ne kurmak istediğimizi,
bu kuracağımız şeyin hayatlarına ne getireceğini
somut olarak görmelerine de bağlıdır. Onlar bunu
eylemimizin muhtevasından olduğu kadar bizim kurumlarımızın,
örgütlerimizin ve tek tek insanlarımızın önlerine
koydukları somut çalışmadan, ilişki biçimlerinden
ve tarzlarından da anlarlar. Sorun, bütün bunların
uyumunu sağlayabilmektir.
Sonuç: Gerçek Bir Alternatif
Olmak İçin İrade ve Enerji
Sonuç olarak, devrimci sosyalizmin hedefi, 2000’li
yıllarda adeta “solun makus talihi” haline gelen
“etkisiz protestolar” çemberini kırmaktır. Neoliberalizmin
şimdiye dek aldığı ekonomik-politik-ideolojik
mesafe hesaplandığında, bu işin çok kısa bir sürece
denk düşmeyeceği kolayca anlaşılabilir. Yani bugünlerde
en önemli adımları birbiri ardına atılan neoliberal
politikalar, şu ya da bu pratik uygulamanın, şu
ya da bu özelleştirmenin, yasanın, vb. fiilen
engellenmesi anlamında belki göğüslenemeyebilir.
Ancak bütün bu olgulara karşı yürütülecek mücadele
süreçlerinden çıkacak pozitif enerji ve deneyimler
ile mücadele olanakları ve örgütsel zeminleri,
yarına akacaktır. Diyalektik gelişim, tarihte
her zaman sıçramalı bir nitelik gösterir ve olgular
onun içersinde tekdüze bir yol izlemezler. Sıçrama
ise kendiliğinden gelmeyecek, yeniden ortaya çıkması
heyecanla beklenen “bahar eylemleri” tarafından
bize armağan edilmeyecektir. Devrimci irade ve
enerjiyi sonuna dek zorlamak... Sıçramanın önünü
açmak için izlenebilecek başka bir yol yoktur.
Bu perspektifle ve iradeyle yürüyoruz; emekçi
kitlelerin dünyasında gerçek bir devrim gücü olmak
için...
|