Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Emekçi Kitlelerin İçinde Kökleşmiş Bir Güç Olmak İçin

D. Sena

Kitlelerin içinde pratik çalışma yürüten her devrimcinin başına gelmiştir; bazen, marksizmin son derece doğru, somut gerçekliğe son derece uygun olan saptama ve çözümlerini hayatın içersinde ifade edemediğimiz, bir açmaza saplanıp kaldığımız olur. Bazen karşımızdaki bir emekçi, ortaya çok basit bir soru atar ve bizim saptamamız-çözümümüz bir an sarsılır gibi olur. Genel söylemimiz doğrudur evet; ama hayatın temel sorunlarına karşılıklar üreten bütünlüklü bir çözümleme yöntemi olarak marksizm elimizde sağlam bir silah olarak durduğu halde, yine de arada bazı boşlukların kaldığını, bazı alanlarda derdimizi iyi anlatamadığımızı ya da genel doğruları günlük hayat içersinde somut karşılıklara dönüştüremediğimizi hissederiz. Daha doğrusu, bizim kendi dar-kapalı alanlarımızda, devrimci düşüncelerin zaten hakim olduğu zeminlerde “doyurucu” ve “yeterli” görünen yaklaşım ve ifade biçimleri, medyatik bombardıman altında tahrip edilmiş ve çürütülmüş olan toplumsal alana, gerçek insan ilişkileri dünyasına çıktığında, her zaman kolay zaferler elde edememekte, zaman zaman da ciddi biçimde zorlanmaktadır.
Söz konusu durum, bugünlerde hem tek tek devrimci kadroların hem de devrimci hareketin genelinin başına daha sık gelmeye başladı. Gerçi hayat, önümüze normal zamanlarda da hep yeni sorun alanları çıkarır ve bizden yeni çözümler, somut yaklaşımlar ister; ama bu kez mesele biraz daha derin görünüyor. Toplumsal olguların ve sınıf ilişkilerinin daha basit göründüğü, ezilen sınıfların zihninin daha az kirletilmiş olduğu eski zamanlarda değiliz artık; karşımızda sadece ekonomik alanda değil, ideolojik-politik alanda da epey mesafe almış bir “topyekûn saldırı” var ve bütün çözümlerimizin, yaklaşımlarımızın karşıt kamp tarafından koşullanmış zihinlere işlenebilir hale getirilmesi de gerekiyor.

Üst-Soyutlama
ve Somut Hayat

Aslında bir anlamda bütün üst-soyutlamalar, içinden türetildikleri olgular dünyasına yeniden çağrılarak orada somut uygulama ve yaklaşımlar için kullanılmak istendiklerinde, deyim yerindeyse biraz “yabancılık” çekerler. Başka bir deyişle, stratejik anlamda sağlam ve yeterli olduklarından hiç kuşku duyulmayan genel üst-soyutlamalar bile, taktik süreçlerle, günlük hayatın sorunlarıyla yüz yüze geldiklerinde, her seferinde yeniden sınavdan geçerler ve yeniden üretilirler.
Bunlardan bazıları daha genel ve tarihseldir. Örneğin “tekelci kapitalist aşamanın üretici güçlerin gelişimini engellediğini” söylediğimizde, bu saptama, “üretici güçler”in kapsamının ne olduğu, “gelişim”den neyin kastedildiği, dolayısıyla “engelleme”nin ne anlama geldiği gibi bir dizi soru-yanıt üzerinden anlaşılabilir. Eğer siz, “üretici güçler”den yalnızca teknik olarak “üretimi yapan aletler”i anlıyor ve insan unsurunu, insanın toplumsal-entelektüel gelişimini, onun yeteneklerinin ve ilişkilerinin sınırsız ilerleme imkânlarını, vb. atlıyorsanız, Marks’ın bütün çözümlemelerinin temelini oluşturan bu unsurları gözetmeyişinizin cezasını günlük hayat içersinde ödersiniz. Çünkü, pratik hayatta, sadece emperyalizm değil, onun boyunduruğundaki yeni-sömürge kapitalizmi bile, üretim teknolojisi ve iş yöntemleri konusunda “ilerlemeler” yaşamaktadır. O kadar ki, bu teknolojik atılımların en kapsamlı ve gözkamaştırıcı olanları, emperyalist-kapitalist sistemin bunalım dönemlerinin tanımlanmasında bile belli bir role sahiptirler. Yani sonuçta, devrimci düşüncelere yatkın bir genç emekçiyle konuşurken yukarıdaki üst-soyutlamayı dile getirdiğinizde ve bu kadarını yapmakla yetindiğinizde, karşınızdaki insan usulen kafasını sallayıp söylediklerinizi onaylasa da, öte yandan cebindeki telefonun, her gün daha da yetkinleşip duran bilgisayarların, yirmi otuz yılda gelip hayatımıza katılan televizyonların ve başka yüzlerce nesnenin bir “ilerleme” olup olmadığı sorusu kafasından hiç eksilmeyecek, “üretici güçlerin gelişiminin engellenmesi”nin nasıl bir şey olduğu belli bir netliğe kavuşmayacaktır. Onun günlük hayatına yakın olan durumlarda belki işler daha kolaydır; yani örneğin “kapitalist düzenin kâr dürtüsü”nden bahsederseniz, ne kadar gerici fikirlerin etkisi altında olursa olsun her emekçi, bu konuda kendi deneyimlerine sahiptir ve “patronunun niye üretim yaptığı” (kendisinin emeğini sömürmek) konusunda az çok bir fikri vardır. Ama “devletin egemen sınıfların aracı olduğu” yolundaki bir başka soyutlamaya geçtiğinizde, durum biraz daha karmaşıklaşır. Elbette her emekçi, mevcut devlet makinasının “daha çok parası olanlara hizmet ettiğine”, en azından bu grupların “devlete ait kararlarda daha etkin olduğuna” hayatı boyunca pek çok kez tanık olmuştur; ama öte yandan bir dizi güncel olgu da kafasını karıştırır. Pratikte bu genel doğruyla çelişir gibi görünen birkaç aykırı olayla karşılaştığında ya da örneğin devletin baskı aygıtlarının elemanlarının çoğunun alt sınıflardan gelen insanlar olması gerçeğini düşündüğünde, vs. vs. kafa karışıklığı iyice artar. Daha da önemlisi bu genel durumun değişmesinin mümkün olup olmadığı sorusuna gelip dayandığında, söz konusu devasa aygıtın yıkılmazlığı noktasında takılır kalır ve çoğu zaman da devletin bu niteliğini “değiştireceğini” vaat eden burjuva politikacılarının arkasından sürüklenip gider.
Başka bazıları ise daha alt düzeyden soyutlamalardır. Örneğin “ülkenin oligarşik bir diktatörlük tarafından yönetildiğini”, “ekonomisinden politikasına ve kültürüne dek emperyalizme bağımlı olduğunu” söylediğimizde, bunlar somut hayat içersinden türetilmiş tezlerdir. Ama öte yandan, sıradan bir emekçi için parlamentonun hâlâ bir anlamı vardır ve oligarşik azınlığın ülkenin temel politikalarını “nasıl belirlediği” konusunda daha somut göstergelere ihtiyaç bulunmaktadır. Yani daha kapsamlı bir deşifrasyon yapmadığınızda, tekelci burjuvazinin devleriyle devletin temel karar mekanizmaları arasındaki ilişkileri açıklamadığınızda, sıradan emekçi, adı çok bilinen bazı kodomanların genel olarak belli güçlere hakim olduğunu kendi sezgileriyle de bilecek ama daha geride bir sistemin varlığını farkedemediği için hâlâ bazı daleverecilere umut bağlamaya devam edecektir.
“Emperyalizme bağımlılık” konusunda da durum aşağı yukarı böyledir. Sonuçta kimse, askeri üsleriyle, yatırımları ve mallarıyla, vb. kendini ortaya koyan somut emperyalist varlığı görmeyecek kadar kör değildir. Ama bu, salt bilgidir, bilinç değil. Bu kadarı, ucuca eklenmiş, belli bir bütünlüğü olmayan bilgi parçacıklarından oluşan bir şeydir ve son süreçlerde somut olarak gözlendiği gibi bazen bir “tezkere” oylamasından emperyalistlerin isteklerine tam uymayan bir sonuç çıktığında, onyıllar boyunca son derece köklü biçimde kurulmuş olan bağımlılık ilişkisi perdelenebilmektedir. Mekanizmaları ve işleyişi yeterince deşifre edilmeden salt üst-soyutlama biçiminde bırakılmış bir “bağımlılık” kavramı, zaman zaman oluşan böylesi dalgalanmalarda kuşkuyla karşılanmakta ya da bir üssün açılması-açılmaması gibi basit göstergeler üzerinden algılandığı için “bağımsızlık” sorunu da basit değişikliklere bağlanabilmektedir. Öyle ki, arka planda yer alan derin yeni-sömürge ilişkisi, yüzlerce askeri-siyasi-ekonomik anlaşma, emperyalizmi “içsel olgu” haline getiren süreç, vb. hepsi birden unutulmakta ve daha tehlikelisi, buradan sosyal kurtuluşu içermeyen “ulusallık” ve “bağımsızlık” yolları keşfedilmektedir. Sadece bu kadar da değil, aynı eklektik bilgi yığılmasının özellikle orta sınıflarda meydana çıkan bir başka sonucu ise, “aslında tek yanlı bir bağımlılık ilişkisinin olmadığı” ve “artık dünyanın küreselleşme bağlamında içiçe geçtiği” yolundaki saçmalıklardır. Saçı sakalı ağarmış ciddi görünüşlü akademisyenler TV’lerde gözümüzün içine baka baka “IMF’nin de sonuçta bir banka olduğunu, akıllı adamın borç almasında bir mahzur bulunmadığını” söyleyebilmekte ve hatırı sayılır miktarda insan da bu kuyruklu yalanlardan etkilenmektedir. Bu arada, IMF’nin emperyalist devletler tarafından kurulan ve yönetilen, yeni-sömürgelere emperyalist sömürünün koşullarını dayatan ve egemen kılan bir kurum olduğu, dolayısıyla bu ilişkinin sıradan bir banka-müşteri ilişkisi çerçevesinde ele alınamayacağı, vb. gibi gerçekler de gürültüye gitmektedir.

Neoliberalizmin Kazandığı
Mevziler ve Yıpratma Savaşı

Sonuç olarak yukarıdaki basit örneklerden hareketle diyebiliriz ki, üst-soyutlama, genel anlamda, olguların yönünü tarif etmekte ne kadar kuvvetli olursa olsun, günlük hayatın ayrıntıları karşısında yalnız başına bırakabileceğimiz bir şey değildir. Aslında böylece çok orijinal bir şey de söylemiş olmayız. Bu, deyim yerindeyse, her kitle çalışmasının ABC’sidir: En kesin ve tartışmasız olanları dahil olmak üzere bütün Marksist-Leninist tezler, sıradan emekçiyle karşılaştıklarında, bir dizi yan açıklamaya, kapsamlı/anlaşılabilir çözümlemelere ve kanıtlara ihtiyaç duyarlar. Onların, daha önceden yıllarca süren zahmetli araştırmalarla bulunmuş ve sağlam kanıtlarla pekiştirilmiş olmaları, pratik durumu değiştirmez; her somut durumda yüzyüze geldiğimiz her emekçi, yeni bir kanıtlama/açıklama ihtiyacını ortaya çıkarır.
Elbette zaman zaman bütün olguların birkaç sözcüğe sıkıştırıldığı sloganlar, hedefleri/programatik adımları ortaya koyan tek cümlelik açıklamalar, yürümek ve milyonlarca insanı yürütmek için yeterli olur; bunlar güçlü sarsıntılar ve müdahalelerle toplumsal bilincin önünün açıldığı, sürecin büyük bir hızla kitleleri eğitip dönüştürdüğü dönemlerdir. Hatta bazen sürecin akış hızı, tek bir sloganı yeterli kılar; böylesi dönemlerde insanlar bütün üst-soyutlamaları canlı bir pratik süreç olarak etinde kemiğinde hissederler ve soyutlama ile gerçek hayat arasındaki mesafe neredeyse sıfıra iner. Elinde silahla barikatların arkasında nöbet bekleyen emekçi, artık bizden devlet, emperyalizm, vb. gibi konularda teorik kanıtlar talep etmek durumunda değildir.
Bugün, içinde bulunduğumuz tarihsel kesitte durduğumuz yer ise, işte tam da bu bakımdan kritiktir. Pratik faaliyet içindeki her devrimci sosyalistin somut gözlemleriyle bildiği gibi, bugünkü kitle çalışması, çeşitli faktörlerin etkisi altında ve belli ölçülerde yıpranmış olan bir zemin üzerinde yürütülmektedir. Tek tek insanların ve genel olarak yığınların düzen cephesinden koparılarak devrimci düşüncelere yaklaştırılması, her aşamada büyük zorluklarla yürümekte, marksist-leninist soyutlamaların emekçiler tarafından algılanması için gösterilmesi gereken çaba geçmişe göre daha fazla olmaktadır.
Şüphesiz bu faktörlerden en önemlisi, emekçi kesimlerde 20. yüzyıl boyunca her zaman şu ya da bu ölçüde mevcut olan bakir atmosferin artık tarihe karışmasıdır. Reel sosyalizmin şahsında –haksız yere de olsa- sol düşüncenin bütünü ağır bir darbe almış, biz çöken sistemi nasıl tanımlarsak tanımlayalım bu durum, sosyalistlerin hanesine genel bir “başarısızlık” puanı olarak yazılmıştır. Daha da önemlisi, böylece, geçmişte emekçiler tarafından daha kolay kabul edilebilen sosyalist saptama ve çözümler, bugün doğruluğundan “kuşku” duyulan şeyler kategorisine dahil olmuştur. Yani, reel sosyalist deneyimin başarısızlığı, genel olarak sosyalist saptama ve çözümlerin yanlışlığı ya da en azından hayata yeterince uygun olmadıkları konusunda yaygın bir kanıya yol açmış, emperyalist propaganda merkezlerinin yoğun bombardımanıyla da desteklenen bu düşünme biçimi, devrimci sosyalistlerin emekçi kitlelerle ilişkisinde ciddi bir handikap yaratmıştır. Üstelik daha kötüsü, özellikle daha genç kuşaklara doğru gidildiğinde, emekçi kitlelerin büyük çoğunluğu, “sosyalizm projesinin çöktüğünü” belirsiz bir tarih bilgisi olarak edinmekte, ama bu yıkılanın “nasıl bir şey olduğu” konusunda da tam bir cehalet içinde kalmaktadır. Sıradan insanların zihinleri “başarısız olan her şey kötüdür” biçimindeki neoliberal ilke uyarınca biçimlendirildiği için, söz konusu “reel sosyalist” pratiğin bir çok olumlu yanı ve toplumsal sorunlara getirdiği çözüm biçimleri de böylece arada kaynayıp gitmektedir.
Yani bu kez karşımızda, bizim geçmiş deneyimimizin başarısızlığına tanık olmuş ve böylece bizden “soğumuş” ama öte yandan zafer çığlıkları atan, düzenin vahşetine de hiç “ısınamamış” bir emekçiler yığını vardır. Hayatın boşluk tanımadığı koşullarda bizden alamadığı bilinci, yine dıştan, ama bu kez karşı taraftan alan kitleler, ortaya koyduğumuz çözümlerin geçerliliği ve bizim bunları yapmaya muktedir olup olmadığımız konusunda kuşkulara sahiptirler. Bu, bizim cephemizden gelen bilinç akışının zayıfladığı her durumda emekçilerin, “hayat bilgisi” derslerini karşı tarafın devasa propaganda araçlarından almalarınını sonucudur.
Öte yandan, aynı süreçte, yeni emperyalist sömürü ve hegemonya biçimleri, ekonomik ve politik alanlarda olduğu kadar ideolojik alanda da hatırı sayılır mevziler elde etmiş, toplumsal hayatta az çok yerleşik konumlar yaratmıştır. Geçen sayılarımızda ayrıntılarıyla anlattığımız postmodernizm ve genel çürüme ortamı, işin yalnızca bir bölümüdür. Asıl önemli olan ise süreç içersinde neoliberalizmin ele geçirdiği sosyal zeminlerdir. 1980’li yıllardan bu yana dalga dalga gelen saldırının içeriğini kavrayıp uygun karşılıklar üretemeyen solun yetersizliği ve çoğu kez koltuklarından başka bir şeyi düşünmeyen sendikacıların gafleti, sonuçta karşı tarafa geniş bir manevra alanı sağlamış, böylece neoliberalizm elde ettiği mevziler üzerinden yenilerine yürüme avantajına sahip olmuştur. Yeni İş Yasası konusunda gösterilen yetersiz tepki, bu anlamda artık yalnızca “hain sendikacılar”ın eseri değildir; sınıfın geniş kesimlerinin ruh hali de süreçte etkilidir; çünkü yaklaşık yirmi yıldır çeşitli iniş çıkışlarla da olsa bir biçimde adımları atılan neoliberal politikalar, epeydir emekçilerin zihninde de ciddi bir bozulmaya yol açmış, onların hayatlarının parçası olmuştur. Yirmi yıldan fazla bir süredir atılan küçük küçük adımlarla varılan nokta, artık kimsenin örneğin özel okulları ve dersaneleri sorgulamadığı, özel hastanelerin yavaş yavaş varoşlarda da sosyal hayatın bir parçası haline geldiği bir noktadır. Daha doğrusu, hiç de komploculuğa düşmeksizin şunu söyleyebiliriz, kamu hizmetleri son derece kasıtlı olarak o kadar nefret edilen bir noktaya dek kötüleştirilmiştir ki, emekçiler ve orta sınıflar neredeyse neoliberal özelleştirme politikalarının savunucuları olmaya itilmişlerdir. Sonuçta, bir “kabullenme” ve “mecburen uyum sağlama” durumu oluşturulmuş ve bugün varılan noktanın “geriye dönüşsüz” olarak lanse edildiği bir aşamaya ulaşılmıştır.
Esasen (durumları bizimkine benzemese de) eski reel sosyalist ülkelerde de uygulanan taktiğin en hayati noktasını, bu, “artık olan oldu, geri dönülemez” fikri oluşturmaktadır. Yani sürecin belli bir noktasında bir sürü insani-sosyal kazanımın yitirildiğini ve her şeyin hızla daha kötüye doğru gittiğini gören reel sosyalist ülke insanı, buna karşın bugün bile “bir kez okun yaydan çıktığını, geriye dönüşün imkansız olduğunu” düşünmektedir. “Çünkü dünya artık böyledir! Çünkü artık başka türlüsü imkânsızdır!” vb. vb..
Aynı şekilde bugün Türkiye’de de örneğin “parasız eğitim” fikri, daha yirmi yıl öncesini bile toplumsal bellekten silen büyük bir silginin yardımıyla unutturulmaya, çok uzak geçmişe ait bir öykü haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bir biçimde “parasız eğitim” sloganı duyulduğunda ise genel olarak “bunun iyi bir şey olduğu” düşünülmekte ama “bütün eğitim gereksinimlerini karşılayan bir devlet” fikri, solcu sendika üyesi öğretmenlerin bir bölümü de dahil olmak üzere insanların çoğunluğu tarafından “imkânsız” bir düşünce gibi algılanmaya başlanmıştır.
Pıtrak gibi yerden biten özel hastaneler ise artık emekçi mahallelerinde de hiç hoşlanılmasa da kabullenilmiştir. “Parasız sağlık” konusundaki sosyalist görüş, emekçiler açısından son derece çekici ve sempatik olmakla birlikte, çeşitli promosyonlarla “müşteri” çekmeye çalışan özel hastaneler, emekçi semtlerindeki hükmünü sürdürmektedir. Zaman içersinde kendi içinde üst sınıflara hizmet eden “beş yıldızlı” hastaneler ve varoş klinikleri olarak da sınıflanmaya başlayan bu sektör, yerine oturmuş ve adeta düzenin hep var olan bir parçasıymış gibi pozisyon sağlamıştır.
Ve nihayet, restorasyon sürecinin bir diğer temel unsuru olan “esnek üretim” de bütün bu olup bitenlere tepki gösterebilecek en istikrarlı sınıfın parçalanması anlamına gelmiş, böylece neoliberal adımlar için risk oluşturabilecek en büyük güç, proletarya, yavaş yavaş (sendikal bürokrasinin de yardımıyla) zararsız denilebilecek bir noktaya itilmiştir. Yirmi yıldır taşeron düzeni, özelleştirmeler ve esnek üretim uygulamaları yavaş yavaş hayata geçirilirken gösterilmeyen tepki, fiili olarak zaten var olanın yasalaştırılması aşamasında da kuşkusuz cılız kalmıştır. Ya da bir başka somut örnek üzerinden gidecek olursak, yıllardır “durumu kurtarmak ve pozisyonunu korumak” için sıfır sözleşmelere bile imza atmaktan çekinmeyen sendikal bürokrasi ve buna razı olan emekçiler, sonunda Paşabahçe’yi teslim etmekten başka bir yol bulamamışlardır.
Böylece varılan yer, Türkiye’deki özelleştirme faaliyetinin merkezi planını hazırlayan Morgan Danışmanlık Şirketi’nin ilk raporunda vurgulanan noktadır: “Önce özelleştirme fikrinin toplumda yaygın bir kanı haline getirilmesi...” Bunun için uygulanan taktik ise 1980’den beri her zaman, önce mevcut işleyişin deforme edilerek yeni uygulamanın “illegal” olarak hayata sokuşturulması; sonra da belli bir süreçte artık toplumsal “meşruiyet” ve yaygınlık kazanmış olan bu durumun “yasallaştırılması”dır.

Bugün Varılan Nokta:
Ne Yapılmalı?

Bugün artık böylesi somut gerçeklerle ve bu gerçekler tarafından biçimlendirilmiş zihinlerle yüzyüzeyiz. Beğenelim ya da beğenmeyelim, bugünkü somut durum üzerinden düşünmek, bugün var olan emekçi sınıflar ve onların parçalanmış-yıpratılmış düşünce dünyalarını gözönüne alarak bir çalışma örgütlemek zorundayız.
Bu alan ise çelişkili ve karmaşıktır; açmazlarla doludur. Bizim doğru soyutlamalarımız, bugünkü hayat içersinde yolunu açmak, somut karşılıklar yakalamak zorundadır. Bugünkü hayat ise neoliberalizmin en kapsamlı uygulama adımlarının birbiri peşisıra atılmasıyla karakterize olmaktadır.

1- Ne Yapılmalı: Kavramsal
Açıklık ve Tanımları Netleştirmek

Her şeyden önce, devrimci sosyalizm, son süreçlerde bir tür teslim oluş biçimi olarak sola bulaşmış olan neoliberal kavramsal çerçeveleri açığa çıkararak bir “düzleme harekâtı” gerçekleştirmek zorundadır. Bu, zaman zaman devrimcilerin günlük konuşma dillerinde de örneklerine rastlanan bir dizi bulanıklığın tasfiyesi anlamına gelecektir, gelmelidir.
Örneğin, yazımızın ilk bölümlerinde sözünü ettiğimiz “gelişme” ve “ilerleme” kavramları açısından böyle ciddi bir sorun vardır. Özellikle 1980’li yıllarda Özal’ın ekonomik kavramlarda başlattığı yanlış bilgilendirme sonucunda, milyonlarca insan salt gerçekleşebilecek olanın çok altındaki teknolojik gelişmelere ve para hareketlerine endeksli bir “ilerleme” söyleminin etkisi altında kalmış, bu düzeyle onların kendi günlük-basit hayatları arasında adeta bir “yabancılaşma” ortaya çıkmıştır. Yani, her gün daha derin bir yoksulluğun kapıları açılırken, emekçiler de dahil olmak üzere toplumun bir çok kesimi zaman zaman göz kamaştırıcı teknolojik yenilikler, para hareketleri, vs. dünyasının renkli görüntülerine dalıp gitmişler, böyle bir durumda devrimcilerin “ülkenin geriye gittiği” yolundaki söylemi en azından ilk bakışta somut gerçekliğe uygun değilmiş gibi görünmüştür.
Halbuki bu noktada, Marksist tez emperyalist kapitalizmin hiç bir teknolojik gelişme yaratamayacağı, kapitalizmin üretim ve tüketim alanlarında tüm gelişmesinin durduğunu ifade etmez. Tam tersine bunların süreceği daha baştan kabul edilir. Anlatılmak istenen, muazzam ölçülere ulaşan artı-değerin (kar’ın) büyük bölümünün doğrudan üretimin içine girmemesi, mali oyunların aracına dönüşmesi ve böylece üretimde, teknolojide gerçekleşebilecek büyük ilerlemelerin sistemin işleyişi nedeniyle artık mümkün olmadığı, tekellerin denetimindeki ekonominin gerçek ilerleme imkanlarını ya oldukça yavaşlattığı ve minimum düzeye indirdiğidir. Teknoloji sözkonusu olduğunda bu oldukça çarpıcıdır; örneğin 1940’lı yıllarda üretilmiş olan fax makinaları, ancak 40 yıl sonra kitlesel kullanıma sokulmuştur. Yada mevcut bilgisayarlardan çok daha hızlı olan bilgisayarlar halihazırda üretilmiştir, ancak önce mevcut modeller de en fazla kar sağlandıktan sonra yeni modeller gündeme getirilebilir. Yada üretici güçlerin en temel olanı insan unsuru dünyanın pek çok bölgesinde emperyalist uygulamalar nedeniyle dünyanın pek çok bölgesinde açlık nedeniyle kırılırken, bu insanların ekonomik ve insani dinamikleri yok edilirken, emperyalist burjuvazi inanılmaz ölçüde bir safahat içindedir. Bunları ve daha pek çok somut gerçekliği ortaya koymadan “ilerleme-gerileme” sorununu somutlaştırmak mümkün değildir.
Hiç kuşkusuz, bu yanılsamaların ekonomik ve toplumsal olarak giderek daha sık aralıklarla sürekli krizler yaşayan bir ülkede çok güçlü olması beklenemez.
Dolayısıyla devrimci sosyalistler, günlük-pratik çalışmaları içersinde, “ilerleme-gerileme” kavramlarını bütünlüklü olarak ele alarak, insani-sosyal yanlarını da güçlü biçimde işleyerek, öne çıkararak, tanımlarını bu marksist noktadan kurarak yürümelidirler. Yoksa ne özelleştirmelere ne de AB gibi sorunlara karşı ciddi karşılıklar üretmemiz söz konusu olabilecektir. Örneğin özelleştirme sorununu sendikacıların çoğu kez yaptığı gibi salt “örgütsüzleştirme” söylemi üzerinden ya da şovenist “sol”un yaptığı gibi “bağımsızlığın elden gitmesi” üzerinden değil, asıl olarak hayatımızın ve geleceğimizin yağmalanması üzerinden ele almak zorundayız. Ve o noktada, hayatı boyunca devletten zarardan başka bir şey görmemiş olan ve devlet kurumlarının, hastanelerinin, vb. önünde ömrünü çürüten emekçiye, mevcudu savunan bir yerden değil, devrimci projeler üzerinden gitmek gereklidir. Yani burada asıl sorun, bizzat emekçilerin en yakıcı sorunu olan yoksullaştırma ve geleceksizleştirme sorunudur. Onların yaşadıkları yerlerde bulunmak ve onlarla birlikte hayata ve geleceğe sahip çıkmak sorunudur.
Örneğin AB’ye karşı olma sorununu ele aldığımızda da önümüze benzer bir sorun çıkar. Sıradan bir emekçinin düşünme biçimi son derece basit ve kendi içinde tutarlıdır: O, bugün olduğundan daha fazla para kazanmak, daha iyi yaşamak, daha az baskı görmek, vb. ister. Sonuçta Avrupa’nın sosyal yaşam standartlarının bizim ülkemize göre nisbeten daha iyi olduğu da kesindir. Ayrıca hiç unutmamak gerekir ki, emekçinin Avrupa üzerine edindiği üstünkörü bilgilere göre oradaki hayatın bazı yönleri, Türkiye’deki bazı sol örgütlerin programlarındaki “demokrasi” ve “gelişme” tanımlarına bir hayli benzemektedir! Dolayısıyla, böyle bir noktada, devrimcilerin “AB-karşıtlığı” konusundaki politik soyutlamasının, günlük hayatta zorlanacağı kesindir ve bu sorun da ancak “ilerleme” ve “demokrasi” gibi kavramların arındırılması, daha derin bir noktadan kurulmasıyla aşılabilir. Neoliberalizmin dünyanın her köşesinde ve aslında en çok da Avrupa’da emekçilerin hayatını yağmaladığı, haklarını gasbederek köleleştirdiği, esasen bugün Türkiye’de uygulamaya konulan bir dizi politikanın kökeninin de bu deneyim olduğu, yeniden ve yeniden öne çıkarılmak ve somut olarak gösterilmek zorundadır.
Ve elbette son süreçlerde “sivil toplumculuk” tarafından eğilip bükülen “demokrasi” kavramı, sınıf içeriğinin altı kalın biçimde çizilerek ortaya konulmalıdır. “Demokrasi”yi “devletin küçültülmesi”, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” ya da “düşünce özgürlüğü” vb. gibi içi boşaltılmış kavramlar üzerinden tanımlayan bütün neoliberal süprüntülere karşı kesintisiz bir mücadele yürütülmek ve demokratik bir halk iktidarının gerçek içeriğini somut karşılıklar olarak tanımlamak bugün her zamankinden daha önemlidir. Aksi takdirde, “Kamu Yönetimleri Reformu” tasarısında olduğu gibi bütün sosyal hizmetlerin metalaştırılmasının “demokrasi” olarak sunulmasındaki sahtekârlığı emekçilere anlatmak mümkün olmayacaktır. Aksi takdirde “toplam kalite yönetimi” ve “verimlilik toplantıları” adı altında yapılanların bir “demokrasi” değil köleleştirme operasyonu olduğunu sendikalı kamu emekçilerine bile anlatmak zor olacaktır. Aksi takdirde, devlet memurlarına karşı halkta birikmiş yoğun nefreti kullanarak “Personel Yasası” adı altında kamu emekçilerinin bütün haklarının gasbedilmesinin bir “sivilleşme” olarak sunulmasındaki elçabukluğunu açığa çıkarmak da hiç kolay olmayacaktır. Emekçilerin tam katılım ve fiili yönetimine dayalı gerçek bir devrimci demokrasiyi öne çıkarıp devrimci çalışmamızın somut var oluşu haline getirmeksizin bütün bunların üstesinden gelmek, sloganlarımız ve saptamalarımızla emekçilerin günlük hayatı arasındaki çelişkiyi aşmak olanaksızdır.

2- Ne Yapılmalı: Kavramlarla
Yetinmemek ve Hayatı
Örgütlemek

Bugün sorun devrimci programların ve sloganların ortaya konulup kitlelerin buna ikna edilmesi için çalışma noktasını çoktan aşmıştır. Yani devrimci sosyalistler, elbette emperyalist-kapitalist saldırıya karşı kendi devrimci program ve tutumlarını ortaya koyacaklar ve bunları tek tek insan ilişkilerinden en genel propaganda araçlarına dek her yolu kullanarak savunacaklardır. Ancak, bundan daha önemlisi, bütün bu saldırıya karşı emekçi kitlelerin üretim ve yaşam alanlarında somut karşılıklar yaratmak, öne sürülen her talebi bu mekanlarda kurumsal nüvelerde üretmek, karşı çıkılan her durumun alternatifini bizzat yaşam içinde oluşturmaktır. “Parasız eğitim” diyorsak kendi kurumlarımızda emekçi çocuklarının eğitimi bizim sorunumuzdur ve talebimizin somut göstergesidir; “bireyciliğe ve yoz ilişkilere hayır” diyorsak dayanışma ilişkilerini örmek bizim işimizdir; “çürümüşlük”ten bahsediyorsak uyuşturucuya, fuhuşa, kumara, lümpen yaşam tarzına ve diğer yozlaşma biçimlerine karşı mücadele bizim somut çalışmamızdır. İş Yasası da çıktıktan sonra zaten artık “sendikal örgütlenmenin imkânsızlaştığı” yolundaki bürokrat mızmızlanmaları bizi ilgilendirmez. Esnek üretim ve yeni kölelik ilişkileri söz konusuysa, bu artık hayatın bir gerçeğiyse, yeniden ve bu gerçeğe uygun bir işçi örgütlenmesi tipini yaratmak, sınıfı sosyal hayatıyla bir bütün olarak ele alan bir yerden yeni kurumlaşmalar oluşturmak devrimci sosyalistlerin görevidir.
Üstelik bütün bunlar, kurumlar, çalışmalar, dayanışma biçimleri, hiçbir biçimde “paravan” yapılar da değildirler. Yani herhangi bir dayanışmacı etkinlik, bu yoldan üç tane insana ulaşıp kâr kârdır deyip böyle bir “çoğalma” yolu benimsemek değildir. Bu çabalar, bizim bakışımızın, genel tutumumuzun ortaya konuluşu olmalıdır. Uyuşturucuya hayır derken bir dizi insanla temas ederiz ama bu basit olarak “o günlerde tutan bir yol” olduğu için değil, bizim devrimci programımızın bir parçası olduğu için vardır. Daha doğrusu emekçilerle temas kurmak sorunuyla kendi pratik alternatifimizi yaratmaya çalışmak arasında pragmatizmden uzak bir ilişki vardır. Bu derinlikli bir ilişkidir; yapılan şey, her konuda kendi örgütsel kurumlarımızla pratik karşılıklar yaratmaktır.
Ayrıca bu, bir süre sonra “sivil toplumculuğa” dönüşen “projecilik” anlayışından da uzaktır. “Kitleler bizi hep negatif tavrımızla tanıyor, öyleyse toplumsal projeler yapalım” gibi masumane yerlerden başlayıp, yerelciliğe, STK budalalığına dönüşen böylesi bir tavırdan değil, devrimci sosyalist örgütlenmenin merkezi müdahale biçimlerine bağlanmış doğrudan faaliyetlerinden söz ediyoruz. Bu anlamda, somut çalışmanın pratikteki ifadesi, boş vakitlerini yoksullara yardımla değerlendiren orta sınıfların projeciliği değil, yıkım-yapım projelerinin birlikte ele alınmasıdır. Biz, insanlara devrimci düşüncelerimiz, politik programlarımızla birlikte, bu düşünceler ve programlar konusundaki samimiyet ve tutarlılığımızı birlikte sunarız. Yıkmak istediğimizden söz ederken kurmak istediğimizi de buna katarız ve tek tek insan ilişkilerinde bile bunun somut karşılığını yaratırız.
Yani biz, 80’li yıllardan herkesin hatırlayacağı şu ünlü Necdet Calp-Turgut Özal tartışmasının iki tarafından da değiliz: Masanın bir köşesinde oturup son derece tehlikeli bir emperyalist programının ilk adımını (köprü satışı) basit hesaplarla çarpıcı bir biçimde açıklayan ve baştan aşağı bir tüccar görüntüsü verdiği halde halka rasyonel görünen bir adam, diğer tarafta ise kıt zekalı bir inatçı ihtiyar görüntüsü veren, sadece “sattırmam” diye haykıran ama ne dediğini, niçin dediğini anlatamayan bir adam... Devrimci sosyalizm masanın iki tarafında da değil tam karışısında durmaktadır; o, emperyalist programa karşı kendi devrimci programını ortaya koymakla yükümlüdür.
Bütün bunları yaparken de, kimliğimizi ve devrimci amaçlarımızı şirinlik olsun diye geride tutmayız. Üniversitelerde-liselerde öğrenci sorunlarıyla uğraşırken de, emekçi semtlerinde kadınların sağlık sorunlarına çözüm bulmaya uğraşırken de sıradan “demokrat”ların kılığına girerek sempati sağlamayı değil, devrim ve sosyalizm diye bir derdimizin olduğunu açıkça ifade etmeyi tercih ederiz. Yürüttüğümüz günlük faaliyetin aslında yetersiz olduğunu, köklü çözümlerinse ancak bir devrimle mümkün olduğunu herkesin bilmesini isteriz.
Kitlelerin içinde bir güç olmak değil, kitlelerin içinde bir devrim hareketi olarak güç olmak; devrimci sosyalizmin sorunu budur. Devrimci düşüncelerin ve programların, samimiyet ve tutarlılığın somut ifadeleriyle birlikte ortaya konulması bu yüzden önemlidir. Çünkü son yirmi yıl boyunca sadece reel sosyalizmin çöküşünden ötürü değil, aynı zamanda devrimci insan yapısının hatırı sayılır bir bölümünün düzenle bütünleşme eğilimi göstermesi, bazı uç noktalarda iyice savrularak toplumun genel değerlerini bile ihlal etmesi nedeniyle de sol ağır darbeler almıştır. Bu kesim, bugün bizim çalışma havzalarımızda “insanoğlunun çiğ süt emmişliği”nin somut örnekleri olarak emekçilerin önünde durmaktadır. Dolayısıyla, devrimci çalışmayı bütün bu olumsuz etkileri de kıracak bir yerden inşa etmekten başka yolumuz yoktur.
Başka bir yol yoktur; çünkü bugün devrimcilerin emekçilerle kurduğu hiçbir ilişki mikroplardan arındırılmış, steril bir ortamda gerçekleşmemektedir. Devrimciler, büyüttüğü çocuklarını çürümüş düzenden korumak isteyen ama bu konuda çaresiz kalan ebeveynler gibi davranamazlar. Karşımızda devasa bir gerici manipülasyon ve aldatma mekanizması vardır ve aynen bir çocuğun sokağın çamurundan korunamaması gibi devrimci ilişkiler de bu mekanizmadan fiziki yollarla korunamaz. Bu ilişki, deyim yerindeyse, “açık” bir yara gibidir. Biz bir emekçiyle konuştuğumuzda, akşam da onunla dizilerden reklamlara ve bütün zorbalık görüntülerine kadar geniş bir yelpazesi olan düzen konuşur! Ayrıca hepsi bu kadar da değil; herhangi bir emekçi mahallesinde kimse F. Fukuyama’nın adını bile bilmez belki, ama öte yandan postmodernizmin “eski solculuk”la bütünleşmiş mahalle ve/veya çapındaki “filozof”ları bir zehir makinesi olarak faaliyettedir. Dolayısıyla, bu ilişki başka bir zeminden kurulmalı, devrimci örgüt ve onun parçası olan devrimci kadro, tam bir bütünlük noktasında durmalı, bunu pratik ifadelere ve kurumlara dönüştürmelidir.

3- Ne Yapılmalı: Bütünlüklü-
Merkezi Müdahale ve Öncülüğün
Hak Edilmes
i
Ama bütün bunları yaparken, bir devrimci sosyalist, kitle hareketinin sorunlarının, bu sorun alanının salt kendi içinden ve kendi imkânlarıyla çözülebileceği gibi bir safdilliğe de kendisini kaptıramaz. Bu, en bayağısından yerelcilik ve reformizmin kapılarını aralayan bir yanılgı olur. Politik atmosferin bütünlüklü ve merkezi bir müdahaleyle, politik-askeri bir stratejik anlayışla sarsıntıya uğratılarak politik-psikolojik dengelerin zorlanması, ikinci bir iktidar gücünün büyütülerek varlığının gösterilmesi devrimci sürecin önünün açılmasının esas yoludur ve bütün yukarıda söylenenler ancak böyle bir çerçeve içinden bakıldığında anlamlıdırlar. Aksi takdirde, bu merkezi plana ve merkezi örgüütlenmeye bağlanmamış bir çalışma, bizi emekçi kitlelerin hayatında bir güç haline getirmeyecek, olsa olsa yerel dayanışma ilişkileri düzeyine kadar yükseltecektir. Devrimci sosyalist hareketin temel metinlerinde tanımlanmış olan bu ilişki diyalektik bir ilişkidir. “Ferdi değil kitlevi mücadele biçimi” (M.Çayan) olarak tanımlanan politik-askeri mücadele ile bu mücadele tarzının kitleler içinde bulunan kolları arasındaki ilişki, düz değil karmaşıktır. Sonuçta insandan-insana bir ilişki olan örgütleme çalışması, politik atmosferin devrimcileştirilmesi ve güven ilişkilerinin yaratılmasına olduğu kadar, kitlelerin bizim böylece nereye varmak, ne kurmak istediğimizi, bu kuracağımız şeyin hayatlarına ne getireceğini somut olarak görmelerine de bağlıdır. Onlar bunu eylemimizin muhtevasından olduğu kadar bizim kurumlarımızın, örgütlerimizin ve tek tek insanlarımızın önlerine koydukları somut çalışmadan, ilişki biçimlerinden ve tarzlarından da anlarlar. Sorun, bütün bunların uyumunu sağlayabilmektir.

Sonuç: Gerçek Bir Alternatif
Olmak İçin İrade ve Enerji

Sonuç olarak, devrimci sosyalizmin hedefi, 2000’li yıllarda adeta “solun makus talihi” haline gelen “etkisiz protestolar” çemberini kırmaktır. Neoliberalizmin şimdiye dek aldığı ekonomik-politik-ideolojik mesafe hesaplandığında, bu işin çok kısa bir sürece denk düşmeyeceği kolayca anlaşılabilir. Yani bugünlerde en önemli adımları birbiri ardına atılan neoliberal politikalar, şu ya da bu pratik uygulamanın, şu ya da bu özelleştirmenin, yasanın, vb. fiilen engellenmesi anlamında belki göğüslenemeyebilir. Ancak bütün bu olgulara karşı yürütülecek mücadele süreçlerinden çıkacak pozitif enerji ve deneyimler ile mücadele olanakları ve örgütsel zeminleri, yarına akacaktır. Diyalektik gelişim, tarihte her zaman sıçramalı bir nitelik gösterir ve olgular onun içersinde tekdüze bir yol izlemezler. Sıçrama ise kendiliğinden gelmeyecek, yeniden ortaya çıkması heyecanla beklenen “bahar eylemleri” tarafından bize armağan edilmeyecektir. Devrimci irade ve enerjiyi sonuna dek zorlamak... Sıçramanın önünü açmak için izlenebilecek başka bir yol yoktur. Bu perspektifle ve iradeyle yürüyoruz; emekçi kitlelerin dünyasında gerçek bir devrim gücü olmak için...

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul