Geçtiğimiz ay, çok da sıradan olmayan ABD yöneticilerinin
Türkiye konusunda birden çok fazla konuşmaya başladıklarına
ve bu arada özel bir azarlama dili kullanmaya
özen gösterdiklerine tanık olduk. Önce ABD Savunma
Bakan Yardımcısı Wolfowitz konuştu ve Türkiye’nin
savaş sırasında pasif davrandığı için “özür dilemesi”
gerektiğini söyledi. Satır aralarında hayli ilginç
sözler de söyledi Wolfowitz; “ordunun liderlik
rolünü oynamadığı”ndan bahsetti örneğin; Türkiye’nin
“ABD’nin kararlılığını anlayamadığını” ima etti.
Daha sonra başka bazı ABD yetkilileri bunlara
durumu hiç de yumuşatmayan bir iki cümle daha
eklediler.
Doğal olarak Türkiye’nin pek “onurlu” politikacılarından
ve ordudan bu konuda dişe dokunur bir tepki gelmedi.
Hepsi de adeta azarlanmış bir çocuk gibi, cılız
bir iki itirazla yetinmeyi ve daha çok “ABD’yle
olan sarsılmaz dostuğa” vurgu yapmayı tercih ettiler.
Daha doğrusu, “ettik bir hata işte, uzatmayalım”
gibilerden kıvırmalar izledik hep birlikte. Ama
işler bu kadarla kalmadı. Daha sonra Wolfowitz
yeniden sahneye çıktı. Bu kez bir Amerikan gazetesinde
yayınlanan yazısında AKP hükümetini öven ama “ordunun
hükümete destek vermediğini ve Türkiye’nin Irak
savaşına katılmamasındaki asıl payın orduda olduğunu”
açıkça dile getirdi.
Savunma Bakan Yardımcısı’nın genel ABD politikasından
bağımsız davranmayacağı net olduğuna göre, bir
yerlerde düğmeye basıldığı söylenebilirdi. Irak
operasyonu askeri anlamda fiilen bitmiş ve geriye
Ortadoğu’nun yeni nizamının kurulması, bütün bunlar
için de müttefikler cephesinin sağlamlaştırılması
kalmıştı. Filistin’de Arafat’ın sessiz bir darbeyle
dışlanması ve yeni bir emperyalist planın dayatılması,
İran’a ve Suriye’ye yönelik tehditlerin dozunun
durmadan artırılması, vb. bütün bu çabaların ürünüydü.
Bu arada aynı günlerde Cumhuriyet’te “genç subaylar
AKP’den rahatsız” yaygarası da başlıyor ve ortalık
iyice tozduman oluyordu.
Bağımlılık Ölçütleri Değişiyor mu?
Gerçekten ne oluyor? Yeni-sömürgeci ilişkiye balans
ayarı mı yapılıyor? Ya da bu ilişki gerçekte zaten
böyle zaman zaman çelişmeleri ve ayarları da içeren
bir ilişki midir? Bu kargaşa sırasında kim “bağımsızlıkçı”dır,
kim ABD uşaklığında sınır tanımamaktadır? Yoksa
bütün bunlar “Katil ABD/İşbirlikçi AKP” sloganını
doğrulamış mı oluyor?
Ortalık biraz karışık gibi...
Karışık ama sadeleştirilebilir.
Bu sadeleştirme işlemine başlarken de her şeyden
önce karışıklığın bir ayağının da olup bitenleri
gereğinden fazla önemseyerek bu tür olayları “mihenk
taşı” yapma gayretinden kaynaklandığını söylemek
gerekiyor. Oysa gerçekten de sorunu konunun muhataplarından
daha fazla büyütmek çok anlamlı değildir. Türkiye’nin
onur fukarası yöneticileri, 1963’teki ünlü Johnson
Mektubu’ndan beri böyle “fırçalama”lara alışkındırlar
ve bu anlamda çok badireler atlatmışlardır. 1963’te
Kıbrıs’ta harekât yapma hevesine kapılmış olan
İnönü hükümetine yazılan ve “benim verdiğim silahlarla
sen nasıl benden habersiz iş yaparsın” diyen mektup,
hâlâ devlet arşivlerinin bir köşesindedir ve o
zaman da “paşa paşa” hizaya gelinmiştir.
Kuşkusuz bu seferki durum biraz daha karışıktır
ama sonuçta hiç rastlanmamış, çok özgün bir durum
değildir. Emperyalist efendiler ara sıra alışılmış
“saman altından iletişim” metodunu terkederek
daha doğrudan müdahaleler yaparlar ve gerekli
bulduklarında hep yapmışlardır. Böyle durumları
onlarca yıl içersinde onlarca yolla pekişmiş olan
bağımlılık ilişkisinin tek tezahürü sanmak ve
hızla hükümler üretmek çok doğru değildir. Kaldı
ki, böylece ortaya çıktığı iddia edilen gerginlikten
sonra ne tek bir anlaşma iptal edilmiş ne de her
zamanki rutininde giden ekonomik ilişkilerde bir
aksama olmuştur; mesaj gideceği yere gitmiştir
ve işler yine eskiden olduğu gibi kendi seyrinde
yürümektedir. İkincisi,
Yeni-sömürgeci ilişki, bu sayımızda ve bir önceki
sayımızda ayrıntılarıyla anlattığımız gibi uzun
yıllar içersinde oluşmuş, karmaşık ve kompleks
bir ilişkidir. Bu bağımlılık türü, ne tek başına
askeri üslere ne de sadece IMF’nin herhangi bir
zamanda uygulattığı bir programa bağlıdır. Zaten
yeni-sömürge gizli işgalinin doğası da biraz bütün
bunların iç içe geçmesine ve bir ölçüde gizlenmesine
dayalıdır. Bilinen bilinmeyen yüzlerce anlaşma,
yıllar boyunca oluşmuş kredi-yatırım-borçlanma
ilişkileri, askeri taahhütler, süreç içersinde
“eğitilmiş” kadrolar, vb. vb.. Bağımlılık, bütün
bunların toplamından oluşan bir üst statüko olarak
vardır. Nasıl herhangi bir mahkemeden çıkan “adil”
bir karar, bir polisin herhangi bir sanığa “iyi”
davranması devletin niteliği üzerine var olan
saptamayı geçersiz kılmazsa, emperyalizmle ilişkilerde
yaşanan bir aktüel sorun da ilişkinin bütününü
kapsamaz ve temel ölçütleri değiştirmez. Bu tür
durumlar demogoji ve spekülasyona çok uygundur
elbette, “işte gördünüz mü, bak işler öyle değilmiş”
gibi atakları davet eden bir yanı vardır ama yine
de gerçek, gerçek olarak kalır. Sonuçta, bir biçimde
mevcut işleyişin kalıcı olarak sakatlanması durumunda
ise emperyalizmin şimdiye dek yaptıkları yapacaklarının
teminatı olarak tarih kitaplarında yazılıdır.
Oligarşi ve Ulusallık...
Bir Arada Düşünülebilir mi?
Yani buralarda gezinerek genel işleyişe bir “aykırılık”
aramak ve herhangi bir gerginlik noktasında işbirlikçi
blok içinden bazı güçleri “ulusal” ilan etmeye
hazır olmak sağlıklı bir tutum değildir ve aynı
zamanda kitlelerin aldatılması anlamını taşır.
Sadece Wolfowitz’in sözlerinden hareketle ABD
emperyalizmiyle AKP iktidarı arasında bir işbirliğinin
mevcut olduğunu, buna karşın ordunun “ulusal çıkarları”
gözetme noktasında durduğunu iddia etmek ya da
Evrensel’de son zamanlarda yapıldığı gibi ABD’nin
“orduya karşı hükümeti kışkırttığı” yolunda düşüncelere
prim vermek, ilişkinin özünü anlamamaktır. Her
şeyden önce oligarşik blokun bütün unsurlarının
ve politik-askeri bütün kadrolarının son derece
homojen bir bütünlük oluşturduğu zaten doğru değildir.
Bu blok, her zaman içinde kaygan-değişken ilişkileri
ve güç dengelerini barındıran ama temel sorunlarda
belli bir bütünlüğe sahip olan bir yapılanmadır.
Bu anlamda onun çeşitli unsurları arasında, özellikle
de parlamenter uygulayıcılarla gerçek “mal sahipleri”
arasında zaman zaman çok ciddi çatışmaların yaşanması
bile mümkündür; zaten gerçek hayatta olan da budur.
Bu yüzdendir ki, Türkiye’nin hakim politik-yönetsel
sistemini tanımlamak için, oligarşi kavramı salt
“devlet” ya da “hükümet” gibi kavramlardan daha
hareketli ve yeteneklidir; çünkü bu kavram, esas
olarak iktidar çekişmelerini de içinde barındıran
bir bütünlüğü anlatır. En önemlisi de, bu tanımlamada
emperyalizm, dışsal bir yerde değil, blokun “içinde”
bir yapısal unsur olarak yer alır. Dolayısıyla
arada sırada bileşenler arasında çıkan çatışmaları
ya da düzenin hademeleriyle sahipleri arasındaki
çekişmeleri “emperyalizme yakınlık-uzaklık” bakımından
ele almak sağlıklı değildir; bu tür yaklaşımlar
sahiplerini de sık sık yarı yolda bırakır.
Kuşkusuz, bu kez olan şey, ufak-tefek bir pürüz
ya da ihmal edilebilecek düzeyde bir durum değildir.
Zaten her zamanki alışılmış “gizli diplomasi”
ve “kapalı kapılar” yönteminin kısmen dışına çıkılarak
doğrudan basın aracılığıyla “fırça” atılması da
durumun değişikliğini göstermektedir. Her şeyden
önce, bu kez karşılaşılan sorun, çok yakında gerçekleşen
bir olayla ilgilidir. Yani yıllar yılı Türkiye
topraklarının ve üslerin, vb. binbir türlü melanet
ve provokasyon için rahatça kullanılması ve bundan
sonra da aynı rahatlıkla kullanılacak olması ayrı
bir şeydir, çok yakındaki bir ülkeye çok açık
bir zorbalıkla saldırılması başka bir şeydir.
Somali ya da Kore gibi uzak hedefler değildir
söz konusu olan ya da 11 Eylül’ün fırtınasıyla
bütün kapitalist dünyanın “meşru” gördüğü Afganistan
rezilliğinden de ötede bir durum vardır. Bu kez,
tipik dönem unsuru olan yeni-sömürgeci ilişkilerin
ötesine geçerek düpedüz bir haydutluk ve kalıcı
işgal durumu yaratan bir yeni tutum vardır. Bütün
bu karışıklık sırasında, kitlelerin yoğun nefreti
dahil bir dizi unsur süreci etkilemiş ve gerçekten
de Türkiye oligarşisi bu rezilliğe girmekte kendinden
beklenen performansı gösterememiştir.
Ayrıca, işin bir bölümü de yeni-sömürgelerin bölgesel
anlamda orta-boy denilebilecek bir kategorisinde
meydana gelen “palazlanma” ile ilgilidir. Yani
bazen bir yeni-sömürgedeki işbirlikçi politik
kadroların bir bölümü, herhangi bir konjontürel
durumda efendilerin uşaklara olan ihtiyacını farkedip
buradan yanılsamalı olduğu sonradan acı biçimde
anlaşılan bir tür “şımarıklık” çıkarabilmektedirler.
Özellikle Türkiye bakımından düşünüldüğünde, bu
eğilim zaman zaman bir “konum pazarlama” biçimine
dönüşmekte, bölgedeki hassas durum içinde daha
fazla avantaj ve çıkar sağlama yada kendi statükosunu
ne pahasına olursa olsun koruma gibi pek de akıllıca
olmayan hesaplar yapılabilmektedir. Karakol subayı
kimi zaman kendisinin ve karakolunun özgül çıkarlarından
ötürü generallerin emirlerini uygulamamakta, yada
uygulanmasında zorluklar çıkarabilmektedir. Yaşanan
kabaca budur. Ancak bunun herhangi bir biçimde
“ulusallık”la ilgisi yoktur ve bu konudaki tartışmaların
da “ulusal kaygılar” üzerinden şekillenmediği
kesindir. Sonuç olarak, bütün olup bitenler, yeni-sömürgeci
bağımlık ilişkisinin tamamen problemsiz ve düz
bir ilişki olmadığını gösterirken, diğer yandan
da olgunun temeli bakımından da durumun son derece
açık ve tartışmasız olduğunu ortaya koymuştur.
Yeni sürecin hegemonya ilişkileri zaman içinde
oturmaya başlamıştır ve muhtemelen gelecekte de
işler benzer pürüzlerle birlikte yürüyecektir.
Ama buradan hareketle, gözümüzü tekil olaylara
dikmek ve örneğin “Tezkere” çıkmışsa Türkiye’nin
emperyalizme bağımlı olduğuna, çıkmamışsa “bağımsız”
olduğuna hükmetmek ya da aynı türden olaylardan
hareketle oligarşi içinden “ulusal” kanatlar çıkarmaya
çalışmak hiç akıllıca değildir.
Asıl tehlikeli olan ise böyle bir bakışa paralel
olarak “bağımsızlık” kavramını toplumsal kurtuluştan
ayrı bir şey olarak algılamaktır; ki bu, sınıf
dışı bir yaklaşıma kapıların ardına kadar açılması
anlamına gelecektir. Daha önceki yazılarımızda
da belirttiğimiz gibi (Sosyalist Barikat, Sayı:1)
günümüzde sosyalizm perspektifinin dışında bir
“bağımsızlık” mümkün değildir. Devrimci hareketin
bu noktada tereddütsüz bir netlikle hareket etmesi
her zamankinden daha büyük önem taşımaktadır.
|