Yeni bir emperyalist savaşın, Ortadoğu halklarına
karşı açılan savaşın içindeyiz. Herşey çok net,
açık ve çıplak; savaş her cephede sürüyor, devrimci
sosyalistlerin, devrimcilerin, yurtseverlerin
önüne net görevler koyuyor. Küreselleşme masalları;
“demokrasi”, “insan hakları”, “ulus devletin ortadan
kalktığı”, “tarihin sonu” vb. balonları tek tek
sönüyor, çarpıtılan bilinçler yaşamın nesnel gerçekleri
karşısında geri adım atıyor, sisler dağılıyor,
gerçekler açığa çıkıyor. Şimdi, bir kez daha gerçeğin
gözünün içine bakma zamanı. Şimdi bir kez daha
Marksizm-Leninizm ile savaş ilişkisini bilince
çıkarmak, tereddütsüz emperyalist saldırganlığa
karşı, ezilen halkların saflarında savaşma zamanı.
Net ve tereddütsüzce...
Ortadoğu halklarına karşı açılan bu emperyalist
savaş ilk değildir, sonuncusu da olmayacaktır.
Bir an düşünelim ve yeni bir dönemin başlangıcını
işaret eden ‘90’lı yıllara bakalım. 1990’lara
değin gelen dönemin ana çizgilerinden biri; II.
Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın 1/3’ünde sosyalizmin
zafer kazanması, ama bu sürecin, önce revizyonizmin
elinde yozlaşması, daha sonra ise, 1985-90 sürecinde
kapitalist restorasyon yaşanmasıdır. Yani, II.
Paylaşım Savaşı sonrasında, tek ülkede, Ekim Sosyalist
Devrimi ile Rusya’da zafer kazanan sosyalizm,
Doğu Avrupa, Çin, Vietnam, Kore, Küba devrimleri
ile büyümüş, dünyanın 1/3’ü kapitalist sömürü
dışına çıkmıştır. Tarih düz bir hat izlemiyor;
sosyalizm yukardan aşağı örgütleniyor, sosyalizmin
bünyesinde ortaya çıkan, toplumsal-sınıfsal zeminden
beslenen revizyonizm, giderek kapitalist restorasyonun
yolunu açıyor. Ve bu süreç, bir tarihsel kırılma
ile sonuçlanıyor. İkinci olarak; sosyalizmin büyük
prestiji ile ulusal/halk kurtuluş savaşları, Asya-Afrika-L.
Amerika’da dev boyutlara ulaşmıştır, ancak bu
süreç, bir dizi nedene bağlı olarak, ‘80 sonrası
gerilemiştir. Üçüncü olarak; 2. Paylaşım Savaşı
içinde en az yıpranan ve en güçlü çıkan ABD emperyalizmi,
emperyalist-kapitalist sistemin öncülüğünü ele
geçirmiş, kapitalizmi yeniden örgütlemiş, yeni-sömürgeciliği
geliştirmiştir. Sosyalizm ve ulusal/halk kurtuluş
savaşlarına karşı kapitalist entegrasyon yaşanmış,
ABD önderliğindeki kapitalist sistem II. Paylaşım
savaşının yarattığı yıkımın giderilmesi sürecine
ve yeni-sömürgeci yöntemlerin geliştirilmesine
bağlı olarak göreceli ve geçici bir gelişme yaşamıştır.
Ancak bu gelişme çizgisi, kapitalizmin içsel çelişkileri
ve özelllikle Vietnam yenilgisi ile 1970’lerden
itibaren, hala devam eden uzun bir kriz içine
girmiştir. Bu krize karşı geliştirilen, aynı zamanda
kapitalist sömürü modelinde bir değişimi ifade
eden Neo-liberalizm, halklara yeni bir saldırı
programını dayatmıştır. Bağımlı kapitalizmi ifade
eden, derinleşen yeni-sömürgecilikle birlikte,
açlık-yoksulluk-yabancılaşma-savaş olarak halklara
dayatılan bu saldırılar, sosyalizmde yaşanan tarihsel
kırılma ile pervasızlaşmıştır. Dördüncü olarak-
tüm bunlar ekonomik ayağı “özelleştirme”, “esnek
üretim” gibi uygulamalarda ifadesini bulurken,
sosyal ve kültürel alanda, yoğun bir ideolojik
maniplasyonla, postmodern kültür ve yaşam biçimi
halklar üzerine püstürtülmüş; ve siyasal alanda,
metropol ülkelerde tekelci polis devletinde, yeni-sömürgelerde
ise sömürge tipi faşizmin yeni bir biçiminin -açık
ve gizli faşizm uygulamalarının bileşiminden oluşan
yeni bir versiyon- kurumsallaşmasında ifadesini
bulmuştur.
İşte, ‘80’li yıllarda ortaya çıkan, ancak bir
tarihsel dönemi işaret eden 1. Ortadoğu Savaşı
(veya “körfez savaşı”) sırasında çok daha belirginleşen
bu özellikler, bugün, 2. Ortadoğu savaşında tam
bir netliğe kavuşmuştur. Emperyailzmin “sosyalizm
öldü”, “tarihin sonu” yalanları ile ilan ettiği
“YDD” bu dönemde, her açıdan iflas etmiş, tüm
çelişkileri gün ışığına çıkmıştır. Bir yandan,
aynı zamanda hegamonya mücadelesini ifade eden,
emperyalistler arası çelişki hızlanırken, diğer
yandan emperyalizm ile dünya hakları arasıdaki
çelişki bir kez daha her yönüyle gündemleşmiştir.
Tarih yeniden yazılıyor. ABD ve diğer emperyalistler
aralarında sürmekte olan çok yönlü hegamonya mücadelesinin
ağır sonuçlarını halklara dayatıyor; dün Afganistan,
bugün Irak işgal ediliyor, emperyalistler arası
pazar savaşı hızlanıyor. Ve buna karşı, halklar,
anti-emperyalizm temelinde, sosyalizm perspektifi
henüz zayıfda olsa ayağa kalkıyor. Herşey net,
herşey sınıfsal zeminde gelişiyor. Tarih sınıflar
mücadelesidir; tarihte özne olanlar kendi tarihini
yazıyor. Ve tarih hiç kimseye “ara yol” “orta
yol” bırakmıyor. Emperyalizm kendi tarihini açlık-yoksulluk-savaş,
yani kapitalist barbarlıkla yazıyor. Proletarya
ve ezilen halklar ise, buna karşı direniş tarihini
yazıyor.
Ülkemiz, emperyalizme bağımlı yeni-sömürge bir
ülkedir. Dahası, sadece, empreyalist-kapitalist
sistemin tüm çelişkilerinin, krizlerinin dolaysız
yansıdığı ülke olarak kalmamakta, aynı zamanda,
örneğin emperyalist saldırı programlarının ilk
uygulandığı, test edildiği ülkelerden biridir.
Bu anlamda, emperyalist-kapitalist sistemin içine
düştüğü kriz ülkemize yansımakta, bu, çarpık Türkiye
kapitalizminin üretmiş olduğu kriz dinamikleri
ile bütünleşmekte, böylece krizler sürekli ve
yapısal karakter taşımaktadırlar. Ekonomik-politik-toplumsal
boyutları olan bu kriz; savaş ortamında, yeni
ve daha ağır açlık-yoksulluk dalgası olarak proletarya
ve emekçi sınıfların gündemine girmektedir. Bir
yanda, Anadolu ve Mezopotamya, bir dizi poltik
manevra ve yalanlarla açık askeri işgali yaşamakta;
diğer yanda “vergi”, “zam”, “sıfır ücret” vb.
olarak yani, sosyal yıkım olarak ortaya çıkmaktadır.
Savaş ve yoksulluk, bu ortamda, aynı kaynaktan
beslenmektedir; Bu bağlamda emperyalist savaşa
ve işgale karşı mücadele, yoksulluğa karşı mücadele
ile içiçe geçmiş durumdadır. Bir savaş hükümeti
olarak kurulan AKP hükümeti, daha şimdiden meşruluğunu
yitirmiştir. Zaten, 3 Kasım 2002 seçimleri, siyasal
meşruluk açısından tartışmalı bir sonuç yaratmıştır-
bu tartışmalı sonuç, emperyalist postallar altında,
savaş rantı hesapları içinde, işbirlikçi tutumlarla,
dayatılan sosyal yıkımla netleşmiştir. Hiç bir
burjuva hükümeti emekçi sınıfları kısmen de olsa
rahatlatacak ciddi bir adım atma iradesi ve gücü
taşımıyor. Onlar IMF programlarını uyguluyor,
emekçi sınıflara savaş açıyor ve daha ilk adımda
tüm cilalarını dökmek zorunda kalıyor.
Oligarşi hiçbir sorunu çözemiyor. Kriz ve savaş
sarmalında, tüm demokratik talepler baskı ve terör
ile susturmaya çalışıyor. Başta Kürt ulusal özgürlük
sorunu olmak üzere, tüm demokratik sorunlar inkar
ediliyor, terörle susturulmaya, örtülmeye çalışılıyor.
Açlık-yoksulluk-eşitsizlik devasa boyutlar kazanıyor,
“demokrasi” faşizmin ağzında, tüm bunları örtmeye
yarayan söylem oluyor. Emperyalizme karşı bağımsızlık,
faşizme karşı demokrasi, kapitalizme karşı sosyalizm,
somut ve güncel şiarlar ve görevler olarak devrimci
hareketin önünde duruyor. Demokratik ve sosyalist
görevleri içeren, anti-emperyalist, anti-oligarşik
Demokratik Halk Devrimi sadece emperyalizmi bu
ülkeden kovmak, faşizmi yıkmakla kendini sınırlamıyor,
tüm bunların gerçek çözümünü sosyalizme bağlıyor.
Ve devrimci sosyalizm; Mezopotamya devrimini tasfiye
için geliştirilen “Demokratik Cumhuriyet” liberal
hayalleriyle, sınıf perspektifini dışlayan demokratizmle,
popülizmle arasında kalın bir mesafe koyuyor.
İster sağdan, liberal tasfiyecilikten gelsin,
ister “sol”dan, devrimci zeminden gelsin tüm bu
akımlarla, programatik düzeyde devrimci sosyalizmin
ortak yanı yoktur. Devrimci sosyalizm, Leninist
kesintisiz devrim anlayışı ile, kendi yolunda
yürüyor. Hedefimiz nettir, bu hedefe ulaşmak için
yürüyüş tarzımız berraktır. Devrimci sosyalizm,
büyük toplumsal projelerle uğraşmayı ve bunu tartışmayı
tek gündem maddesi yapmıyor; tam tersine, böylesi
bir toplumsal-siyasal hedef için bugünün de kazanılmasının
bilincindedir. Devrim ve sosyalizm iddiası olmayanlar
geleceğe yönelik bugünün mücadele görevleriyle
somut bağlar kurmayan bir dizi kurgular yapabilir,
bunun etrafında sözüm ona tartışabilir. Devrimci
her adımı, burnunun ucu ile küçük gören bu tipler,
ne bugüne, ne de geleceğe iz bırakabilirler. Tersi
de bir çocukluk hastalığı olarak karşımıza çıkıyor;
devrimcilik adına, günü kurtarmaya çalışan, dar
pratikçi bir anlayış, devrim ve sosyalizm mücadelesinin
maddi zeminini, teorik-politik zeminini hızla
daraltıyor.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Devrim,
uzun süreli bir savaşla, bir dizi kanlı-kavgalı
aşamayı içeren mücadele ile zafere ulaşacaktır.
Devrim, nesnel zeminleri olmayan hayaller için
değil, maddi-nesnel koşulları kapitalizmde ortaya
çıkan, proletaryanın öncülüğünde emekçi sınıfların
iktidarını hedefleyen, daha ileri bir toplumsal
düzen için (demokratik halk iktidarı ve sosyalizm
için) mücadeleyi ifade ediyor. İktidar mücadelesinden
kopuk, hiçbir adım anlamlı değildir; böyle bir
mücadele “en az direniş”le kazanılamaz. Devrim,
toplumsal bir eylemdir, sosyalizm de insanlığın
kurtuluşunda zorunlu bir tarihsel dönemdir, toplum
biçimidir. Ve böylesi büyük hedeflere, ancak büyük
adımlarla ulaşılır.
Böylesi bir netlikle yürüyoruz. Önümüze böylesi
bir toplumsal-siyasal hedef koyuyoruz; bu nedenle
bugün ile gelecek arasındaki bu “mesafe”yi, daha
hızlı adımlamak zorundayız. Savaş-yoksulluk-kriz
bir dizi devrimci olanak yaratıyor; “ya kapitalist
barbarlık ya sosyalizm” şiarı her zamandan daha
fazla nesnel durumu ve seçenekleri ifade ediyor.
Devrim ve sosyalizm için atılan her adım, sınıfsal-toplumsal
kurtuluşu büyütüyor; veya tersine her tarihsel-toplumsal
gerileme kapitalist barbarlığı azdırıyor. Ve,
bir an aynayı kendimize tuttuğumuzda, savaş-yoksulluk-kriz
içinde, devrim ve sosyalizm için nesnel koşulların
olgunlaştığı bir tarihsel süreçte, alınması gereken
mesafelerin sorumlu luğunu çok ağır hissetmek,
günü kazanmak bir görev olarak karşımıza çıkıyor.
Bir kez daha, dar dünyamızın nesnel zemininden
beslenen sorunlarını aşmamız, sınırlarımızı zorlamamız,
teori ile pratik arasında güçlü bağlar kurmamız,
her adımı parti yaşamında büyütmemiz, tüm bunları
bir savaş örgütü yaratma perspektifi ile ele alıp,
kendimizi ve partiyi örgütlememiz öncelikli görevlerimiz
durumundadır.
Devrim, sınıf mücadelesinin tüm alanlarında, kendi
yolunu açarak ilerlerken, düzen içi tüm alışkanlıklar,
davranışlar, düşünceler gerici bir kültürel kuşatma
yaratıyor. Devrim ile düzen, devrimci hareket
insana yabancılaşmış kültürel kuşatma oligarşinin
bir dizi pasifikasyon yöntemiyle çatışıyor. Bu
kültürün etkisindeki birçok insan, şu veya bu
nedenle, mevcut düzene tepki duyuyor, devrim saflarına
katılıyor. Devrimci sosyalizm, proletaryanın en
yüksek örgüt biçimini, partiyi örgütlerken, saflarındaki
insanları, matematiksel bir mantıkla ele almaz,
onları değiştirip-dönüştürme sürecinde örgütler.
Zorlu, sabır isteyen bir süreçtir bu; insanı,
toplumsal bir varlık olarak anlamayı, hiçbir çıkar
beklemeden, büyük bir sabırla eğitmeyi, onlardan
öğrenmeyi, örgütlü devrimci bireyler haline gelmelerinin
koşullarını yaratmayı içerir. Eleştiri ve özeleştiri,
parti yaşamında önemli bir yöntem, silahtır; bu
yöntem, sadece partinin yolunu aydınlatmakla kalmaz,
parti saflarında değişip-dönüşme işlevini de yerine
getirir. Bencil, parçalanmış, zayıf insanı güçlendirmek,
ortak bir kültürle bütünsel, özgür birey haline
gelmesini sağlamak, ancak çok yönlü, bütünlüklü
ve programlı bir mücadele ile mümkündür. Mevcut
düzen, yeni-sömürgeci zeminde yükselen faşizm,
insanı parçalıyor, insanı kendine yabancılaştırıyor,
onu ev-iş-maddi sorunlar vb. cenderesinde sakatlıyor.
Direnme gücünü zayıflatıyor, kolay teslim olan
insanlar yaratıyor. Sanal umutlar yaratıyor, din
vb. ideolojik saldırılarla düzene bağlıyor. İşte,
devrim, kendisindeki bütün dinamikleri açığı çıkarabilen
devrimci insanı-kadroları ancak kendi kültürünü
yaratarak ilerlediği ölçüde yaratabilir.
Sınıf mücadelesi, devrimci sosyalizmin önüne,
tam da bu eksende, tatışma-yürüme/örgütlenme ve
mücadele etme diyalektiğini güçlü kurma görevini
koyuyor. Tartışma-yürüme/örgütlenme ve mücadele,
birbirini dıştalayan, farklı süreçlerde farklı
ele alınması gereken olgular değildir. Tam tersine,
iç içe, bir bütünün parçaları olup, aynı sürecin
birbirini besleyen olgularıdır. Ancak, böylesi
bir bütünlükle ülkemiz ve dünya devriminin sorunlarını
ele alıp kapsamlı, çok yönlü adımları atabiliriz.
Devrimci sosyalizm az olanla yetinmiyor; devrimci
yenilenme sürecinde bir ucu marksizmin yeniden
üretimine, diğer ucu günlük mücadeleyi örgütleyen
adımlara uzanan kapsamlı bir hedefi önüne koyuyor,
bu yönde adımlar atıyor. Atılan her adım, zorunludur,
gereklidir; bu kapsamlı mücadelede mütevazi bir
yeri işgal eder. Bu adımları hızlandırmak, parti
birliğimizin güçlü zeminini oluşturan, ideolojik-politik
birliğimiz ile devrimci pratiği adım adım örmek,
daha da güçlendirmek, bugünün görevidir. Teori
ile pratik ilişkisi, Türkiye Devrimci Hareketi’nde,
hiçbir dönem bu kadar sakatlanmamıştır; teorik
kriz ve teori ile pratik arasında bir yarılma
hiçbir dönem bu kadar etrafı kirletmemiştir. Devrimci
sosyalizm tüm bu olumsuzluklara son verme iradesine
sahiptir.
Ancak, tüm bunların düğümlendiği nokta, kadro
sorunudur. Savaş-kriz ortamında, devrimin nesnel
zemini güçlenirken, kadro sorunu bir kez daha
önem kazanıyor. Devrimci sosyalizmin “nasıl yürüneceği”ne
yönelik bir belirsizlik içinde olmadığı açıktır.
Tam tersine, 30 yılı aşan bir birikimle, Mahir’den
bu yana pratikte yaşanan tüm iniş çıkışlara rağmen
parti çizgimiz nettir; dahası “devrimci yenilenme”
şiarı ile, bu çizginin 1990 sonrası yeni süreç
ile güçlü bağlar kurduğu biliniyor. Bu noktada
durmak eşyanın tabiatına aykırıdır; proletaryanın
partisini örerken, güçlü bir teorik-politik zeminin
öneminin bilincindeyiz, bu yöndeki adımlar somuttur,
ideolojik birliğimizi güçlendirmektedir. Ancak,
bu sorunun bir yanıdır, önemli bir yanıdır; ve
bunun sınıf mücadelesinde somutlanması bugünün
görevidir.
“... Doğru politik çizgiye sahip olmak-bu elbette
birinci ve en önemli meseledir. Fakat yine de
yetersizdir. Doğru politik çizgi ilan etmek için
değil, hayata geçirmek için gereklidir. Doğru
politik çizgiyi hayata geçirmek için, partinin
politik çizgisini anlayan, bu çizgiyi kendi çizgisi
olarak benimseyen, bu çizgiyi hayata geçirmeye
hazır, pratikte gerçekleştirmeye hazır, bu çizginin
sorumluluğunu alabilecek, savunabilecek, bu çizgi
için mücadele edecek kadrolara, insanlara ihtiyaç
vardır. Aksi halde politik çizgi kağıt üzerinde
kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalır.” (Stalin/L.
Sorunları, Sf: 746)
O halde, her devrimci sosyalist, bugünü kazanmak
ve geleceğe yürümek için tarihsel bir sorumlulukla
karşı karşıyadır. Bizde, “eski” ve “yeni” kadro
ayrımı, “büyük” ve “küçük” iş ayrımı, ayrıcalıklı
bir yaşam, özel statüler vb. yoktur, olmayacaktır.
Politik bilinç, emek, devrimci sosyalist kişiliğin
özellikleri; bu temelde partiyi ve kendini örgütleme
herşeyden önemlidir. Devrim ve sosyalizm için
savaşan, bu savaşımını partili mücadelede somutlayan
her devrimci sosyalist bu yönde doğru adımlar
atmak zorundadır. Her adım somut olmalı; devrimci
pratik ile anlamlı kılınmalıdır. Bunun için, kadroları
tanımak, her kadronun, devrimci sosyalistin üstün
ve eksik yönlerini incelemek, eleştiri-özeleştiri
zemininde eksiklik ve zaafları aşmak, ileri özellikleri
daha da geliştirmek yaşamsal bir öneme sahiptir.
Çalışkan, üretici, katılımcı, emeğine cimrilik
yapmayan, parti çizgisi ile bütünleşen veya bu
yönde çaba gösteren her devrimci sosyalistin önü
açılmalı, sabır ve emekle yenilenme-dönüşme eylemine
destek verilmelidir. Düzen içi zeminden beslenen
her dar ilişki, kendini sınırlama, kişisel sorunlarla
parti yaşamını bozma, elbette nesnel-öznel yanları
ile ele alınmalıdır; ama somut adımlarla mutlaka
aşılmalı, devrimci yenilenme sürecinin öznesi
olunmalıdır. Bireysel yetenekler geliştirilip
örgütlü yaşam ile bütünleşmelidir. Kadronun bu
temelde doğru seçimi, kadroların mevzilenmesi,
kadroların parti çizgisi ile bütünleşmesi yaşamsal
önemdedir.
Elbette bu süreç ve ilişkiler kendiliğinden, tek
başına devrimci sosyalistin omuzlarında değildir;
tam tersine, ilkeli-kurallı-disiplinli bir parti
yaşamında, her kurum ve alanı ile bütün bir iradeyi
ifade eden parti iradesi bu sürece yön verecektir,
yön veriyor. Devrimci sosyalist ile parti ayrı
ayrı değil, parti birliği içinde, bir bütünün
kendisidir.
Bu aynı zamanda, örgütsel önderliğin politik önderlik
düzeyine yükseltilmesi; örgütsel-pratik çalışmaların,
politik şiar ve kararlarla bütünleşmesi, örgütsel
önderliğin tüm çalışmaları garanti altına alması
demektir. Ve, elbette bu çalışmalar, partinin
politik-teorik düzeyinin yükseltilmesi; parti
faaliyetleri ve çalışmalarında M-L’in eksen yapılması;
dahası parti saflarını ve çevresini bu temelde
eğitmesi ile birlikte ele alınacaktır. Teori ile
pratiğin birliği; bu temelde kolektif çalışma
ve kültür; bunun parti yaşamında taşıyıcısı devrimci
sosyalist kadro ancak bu süreçte bütünsel devrimci
dinamiklere kavuşur.
Her devrimci sosyalist bu bilinçle ileri atılmalı,
sürecin görevlerini omuzlamalıdır. Proletaryanın
partisi, Leninist merkeziyetçilik ilkesine göre
örgütlenir, her adımını merkezi iradeye bağlar.
Ancak, herşey “yukarı”dan beklenmez, zaten “yukarı”
herşeye yetişemez. Böyle bir bekleyiş içinde olanda,
devrimci yenilenme sürecimizi anlamamış demektir,
devrim ve sosyalizm mücadelesinin sorumluluklarından
uzaklaşmıştır.
Yapılacak çok iş var, birçok alan ve nesnel olanak
söz konusu. Her devrimci sosyalist bunu kavramalı,
tam bir kafa açıklığı ile çalışma alanının sorunlarını
ele almalı, somut çözümler üretmeli, sınırlarını
aşarak, parti ile bütünleşmelidir. Hiçbir şey
devrim ve sosyalizmin, partinin çıkarlarından
üstün değildir; bu nedenle parti yaşamında ve
faaliyetlerinde kişisel kaygı, eleştiri vb. örgütlü
çalışmanın önünde tutulamaz. Parti yaşamında,
her devrimci sosyalistin hakları vardır; bu haklar
ancak sorumlulukla birlikte ele alınır. Bu sorumluluğu
taşıyamayanların, üretmeyenlerin, katılımcı tarzda
kandini ve partili ilişkileri çoğaltamayanların
eleştirilerinin anlamlı olmayacağı, kimi haklı
yanlar taşısa bile değiştirici-dönüştürücü gücünün
olmayacağı, hatta pek çok durumda ciddiye alınmayacağı
açıktır. Hiçbir devrimci sosyalistin partinin
çıkarlarından öte, özel bir çıkarı, hesabı olamaz;
bireysel yeteneği vb. partili yaşam ile bütünleştirmeyen
devrimci sosyalist olamaz. Herşey parti için;
herşey devrim ve sosyalizm için. Partili yaşamda,
politik duruş, ortak kültür, ancak yüksek bir
sorumluluk ve bilinçle mümkündür. Bundan dolayı,
partili yaşamda, her devrimci sosyalist ikna etmeye,
ikna olmaya açık olmak, partili üslup ve tarzı
özümlemek, bunlarla çelişen yanları hızla törpüleyip,
düzeltmek zorundadır. Toplumsal gelişmenin yasalarını
kavrayarak, teorik-politik düzeyimizi yükselterek,
parti çizgisi ve geleneğinden güç alarak, sorun
üreten değil, sorun çözen olmalıyız.
İçinden geçtiğimiz bu süreç, birkez daha tüm bunları
bize hatırlatıyor. Her boyutu hızla olgunlaşmakta
olan yeni tarihsel süreç önümüze pek çok büyük
görev koyuyor. Marksizm-Leninizmin büyük tarihsel
birikimini derinlikli olarak özümsemiş ve onu
her alanda daha ileri noktalara sıçratma azmi
taşıyan bir parti yaratarak sürecin görevlerini
yerine getirebiliriz. Her devrimci sosyalist,
her kadro bu sürecin temel yapı taşıdır.
Tarihin yönünü ve bize yüklediği görevleri kavrayarak
ilerleyebiliriz/ilerleyeceğiz. İyi kadro olmanın,
devrimci sosyalizmi ileriye taşımanın yolu budur.
Bu bağlamda bugün hayatın her alanında; teoride,
pratik alanda, örgütsel alanda özgücümüzü büyük
bir hızla büyütme görevi ile karşı karşıyayız.
Görevlerimiz bize “bekleme” veya düşük tempolu
çalışma tarzı lüksünü vermiyor. Sınıflar mücadelesinde
beklemek veya sürecin gereksindiği tempoyu yakalama
çabası içinde olmamak gerilemek ve yokoluş demektir.
Ölü yıldızlara yaşamı taşıyacağız; bizde bu güç
var, bunun için küçük adımları büyütme, çok daha
hızlı koşma bugünün görevidir. Bunun bilinci ile
yürüyelim, günü ve geleceği kazanalım!
|