Sosyalist Barikat’ın ilk sayısından
itibaren belli boyutlarıyla incelemeye çalıştığımız
yeni sürecin hatları giderek daha da keskinleşiyor.
Bunun ülkemiz güncelindeki son uygulaması ise “iş
yasası” oldu.
Sınıflar mücadelesinin çok değişik araç ve yöntemlerle
yüzyıllardır tarihin motoru olduğu bilinen bir gerçektir.
Bu gelişim süreci içersinde sınıf mücadelesinin
gerçekleştiği alan kimi zaman bir grev, kimi zaman
bir gerilla savaşı, kimi zaman akademik kürsüler,
kimi zaman sokak çatışmaları, kimi zaman da yasalar
olmuştur. Üretici güçlerin gelişimi oranında bu
mücadele alanları da gelişmiş, çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir.
Bu mücadele alanlarının kimileri oldukça geçici
sonuçlar (kazanımlar ya da kayıplar) ortaya çıkarırken
(sözgelimi bir grev), kimileri ise köklü dönüşümler
yapmış ya da köklü dönüşümlerin kıvılcımı olmuş
ve böylelikle bir sürece damgasını vuran birer mihenk
taşı olmuştur. Bazen de bunlar uzun bir sürece yayılmış
nicel birikimlerin artık bir nitel sıçramaya dönüştüğü,
nitelik belirleyici adımlar olmuştur. Bugün gündemimizde
olan iş yasası, böylesi bir adımı ifade eder.
Ülkemiz işçi sınıfının mücadele deneyimleri de yasalar
alanındaki sınıf savaşımının değişik örneklerini
içermektedir. Sendikalar yasasında yapılacak bir
değişiklikle henüz yeni yeni boy verip sarı sendikacıların
tekelini zorlamaya başlayan DİSK’i kapatmayı hedefleyen
yasa teklifine işçi sınıfımızın sokaklardan verdiği
15-16 Haziran cevabı, bugün hâlâ alnımızı ağartmaktadır.
Yine DİSK’in organizasyonuyla DGM’lerin kapatılması
kampanyası, yasalar cephesinde sınıfın kazandığı
bir diğer kazanımdır. Ama bu tarihte kazanımlar
kadar kayıplar da vardır. Tüm tepkilere rağmen çıkarılan
mezarda emeklilik yasası, IMF’nin dayatmalarıyla
bir gecede çıkarılan tütün yasası, şeker yasası
ve diğerleri...
Geçmişten gelen bu deneyimlerin geleceğe aktarılabilmesi,
bir mücadele geleneğinin süreklileştirilebilmesi,
elbette ki politik bir sorundur. İşçi sınıfının
kendiliğinden bilinciyle bu süreklilik sağlanamaz.
Ancak bu bilincin aşılması da birebir örgütlenme
sorunundan ibaret değildir. Ülke gündemini belirleyen
bir devrimci merkezi politik iradenin ve müdahalenin
somutlanması ve bu kapsamda politika yapılması,
en önemli etkendir. Bu etkeni görmezden gelerek
15-16 Haziran’ı DİSK’in çağrısıyla gerçekleşmiş
bir eyleme indirgemek politik körlüktür. Daha sonrasında
neden benzer boyutta bir hareketin yaşanmadığını
da açıklayamaz. 15-16 Haziran’ın yaşandığı dönemde,
bazılarının hâlâ aymazlıkla “gençlik hareketleri”
diyerek aşağılamaya-küçük düşürmeye çalıştığı politik
gelişmelerin (bunlar o günlerde henüz yukarıda kastettiğimiz
“devrimci merkezi politik iradenin ve müdahalenin
somutlanması ve bu kapsamda politika yapılması”
niteliğini tam olarak taşımasada da) işçi sınıfının
kendiliğinden bilincinde yarattığı değişim/dönüşümlerin
etkisi görmezden gelinemez.
Öte yandan 15-16 Haziran’ı yaratan sınıf dinamizmi
salt o günün politik konjonktürüne bağımlı bir değişken
de değildir. Aynı boyutta olmasa da sonrasındaki
süreçte de birçok değişik durumda bu dinamizm varlığını
sürdürmüştür. Bu dinamizmle devrimci mücadelenin
gelişimi her dönemde diyalektik bir karşılıklı gelişim
rotası izlemiştir.
Ancak bu diyalektik gelişimin taraflarından birinin
zayıflaması, diğerinin de zayıflaması anlamına gelir.
Günümüzde gerek dünya çapında, gerekse de ülkemiz
özelinde devrimci hareketin içinde bulunduğu durum,
sendikal yaşamda da yansımasını bulmaktadır. Bugün
karşımıza çıkan iş yasası saldırısı karşısında sınıfın
gösterdiği (ya da göstermediği) tepkileri ele almadan
önce karşımızdaki yasanın tarihsel ve ekonomik arkaplanını
daha iyi kavrayabilmek için güncel çerçevenin biraz
dışına çıkmamız gerekiyor.
Neoliberalizmin Gelişimi...
Dünya çapında değişik yerel renkler alsa da genel
olarak 70’li yılların sonunda olgunlaşıp, 80’li
yıllarda tüm hızıyla uygulanmaya başlayan neoliberal
politikalar, diğer faktörlerin de bileşimiyle
sınıf hareketini tamamıyla savunma pozisyonuna
itmişti. Elbette ki bu dönemde de sınıf mücadelesinin
çeşitli kazanımları, başarıları sözkonusuydu ama
dünya çapındaki genel tabloda önemli bir değişiklik
yoktu. 80’lerin sonunda reel sosyalizmin çözülmesiyle
birlikte neoliberal saldırı, tüm zincirlerinden
kurtuldu. Yine aynı dönemde bilgisayar ve iletişim
teklonojisindeki gelişmeler, bugün adına esnek
üretim dediğimiz şeyin tek tek işletmeler özgülünden
çıkıp, tüm emperyalist-kapitalist sistemin dokularına
yayılmasının önünü açtı.
Bu sürece gelene dek dünya çapındaki sosyalist
hareketin yaşadığı gerileme ve politik tıkanıklık,
sendikal hareket ile devrimci sınıf ideolojisi
arasındaki bağlantı kanallarının giderek zayıflamasını
ve kopuşmasını da beraberinde getirmişti. Böylelikle,
farklı dinamiklerden beslenen (ulusal vb.) hareketleri
bir yana bırakırsak, sendikal hareketin başlangıçtaki
salt ekonomik-demokratik kazanımları sağlayan/koruyan
bir konuma düştüğünü söyleyebilmemiz mümkün. Bu
durum, emperyalizme büyük bir hareket alanı açmış
ve neoliberal politikaların uygulanabilmesinde
büyük kolaylıklar sağlamıştır. Kendi hareket alanını,
mücadele araç ve yöntemlerini Keynesci “sosyal
devlet” anlayışına dayalı dengeler üzerine oturtmuş
olan klasik sendikal hareketin, bu politikaların
ters yüz olmasıyla işlevsizleşmelerini, Sosyalist
Barikat’ın 2. sayısında yer alan “İşçi Sınıfının
Günümüzdeki Yapısı ve Devrimci Görevler” başlıklı
yazımızda ayrıntılarıyla incelemiştik.
Gerek sendikal hareketin tıkanması, gerek teknolojinin
gelişmesiyle birlikte tüm dünya çapında yeni-sömürgelerin
emperyalistler için bir üretim üssü haline gelmesi,
keynesçi politikaların terkedilmesiyle birlikte
ulusal kalkınma düşleri tamamen ortadan kalkmış
birçok yeni-sömürge ülke halklarının kırdan kente
büyük göç dalgalarıyla ucuz işçi/işsiz yığınlarını
büyütmesi, yine biyoteklonojideki gelişmelerle
yeni-sömürgelerdeki tarıma dayalı ekonomilerin
neredeyse tamamen önemsizleşmeleri, üretimin küçük
parçalara ayrılıp, bu küçük parçalardan birinin
koparılıp yerine bir başkasının hemen geçirilebileceği
bir esneklikte yeniden örgütlendirilmesi; ve bu
esnekliğin gerek uluslararası işbölümünde, gerekse
de tek tek fabrikaların-işletmelerin-departmanların
organizasyonunda temel alınması... ve daha sayamadığımız
birçok gelişme bugünkü manzarayı karşımıza çıkarmıştır.
Esnek üretimin karşılığı sadece mekansal bir parçalanmaya
denk düşmez. Esnek üretim aynı zamanda zamansal
parçalanmayı da beraberinde getirmiştir. Böylece
bir işçinin çalıştığı yer, ya da bir üretimin
yapıldığı yerin belirsizliği/önemsizliği tek başına
bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü üretim sadece
bir yerde değil, aynı zamanda bir zaman dilimi
içinde yapılmaktadır. Bu yüzden üretim yerinin
değişkenliği, çalışma (üretim) zamanının değişkenliği
ile bir bütün oluşturarak esnek üretimi meydana
getirir. Bu ise şu anlama gelir; Artık bir işçi
her yerde ve her tür işte çalıştırılabildiği gibi
(teklonojideki gelişmeler, insan faktörünü giderek
azaltıp kalifiye işçi ihtiyacını ortadan kaldırmaya
doğru bir gelişim gösterdiği için, bir işçinin
birçok değişik makinada üretim yapabilmesinin
koşulları da ortaya çıkmıştır), her zaman da çalıştırılabilmelidir.
Böylece patronların “siparişleri yetiştirmemiz
lazım” ciyaklamalarıyla atölyelerde yatıp kalkan,
siparişleri yetiştirdiğinde kendini kapının önünde
bulan işçilerin yapabilecekleri hiçbir şey yoktur.
En iyi ihtimalle kapının önüne konmayıp “ücretsiz
izine” çıkarılırlar. Kendini daha düzenli bir
işte çalışıyor zanneden bir işçi için de patronunun
istediği saate kadar çalışmamasının, mesai yapmamasının
tek karşılığı işsizliktir...
Tüm bu gelişmelerin sınıfın günlük yaşamındaki
karşılığı özelleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma,
sigortasızlaştırma, uzayan işgünü, azalan ücretler,
işsizlik, mezarda emeklilik vb. olmuştur. Böylece
“ücretli kölelik” tanımlamasının kendi içinde
barındırdığı “ücretlilik” ve “kölelik” çelişkisi
açısından, “kölelik” yönündeki ağırlık artmıştır.
“Ücret”, önemsizleşirken “kölelik” öne çıkmış,
belirginleşmiştir.
“Özgürlük” Demogojisi Üzerine
Esnek üretimin beraberinde getirdiği kimi düzenlemeler,
farklı yorumlara da kapı açmıştır. Çalışma yer
ve zamanının esnekleştirilmesiyle, kalite çemberleri
ve toplam kalite yönetimi uygulamaları üzerinden
işçinin salt emek-gücünün değil, düşünsel kapasitesinin
de sonuna kadar sömürülmesi kimi akademik çevrelerde
işçinin “özgürleşmesi” için bir adım olarak da
yorumlanabilmiştir. Fordist tarzda makinanın bir
parçasına indirgenen işçinin üretime yönelik önerilerinin
alınıp uygulandığı, işçinin de üretimin organize
edilmesinin bir parçası haline getirildiği ve
böylelikle onun düşünsel kapasitesinden de yararlanıldığı,
iş saatlerinin de bu yöntemle belirlendiği bir
esnek çalışma uygulaması, işçiyi bir makina parçası
olmaktan çıkarır gibi görünmektedir. Ancak bu
biçimsel bakış açısı sınıfsal bir yanılgıyı içermektedir.
Kapitalizmin gelişimindeki her aşamanın sosyalizmin
koşullarını hazırlamaya dönük birer adım olduğu
önceden beri bilinmektedir. Esnek üretimin de
sosyalist üretim ilişkileri çerçevesinde elbetteki
tek tek insanları ve bir bütün olarak toplumu
özgürleştirecek birçok faktörü içinde barındırmaktadır.
Ancak bugünkü sistem içinde uygulanmakta olan
esnek üretimin tek anlamı işçi sınıfının kölelik
zincirlerini ağırlaştırmaktır. Çünkü bir sınıftan
almadan başka bir sınıfa verilemez ve esnek üretimin
patronlara neler verdiği apaçık ortadadır. Görünüşteki
makinanın bir parçası olmaktan çıkma ise aldatıcıdır
ve beraberinde özgürleşmeyi değil, beyniyle de
makinanın bir parçası olmayı beraberinde getirmektedir.
Çünkü işçiden beklenen sadece en hızlı, en çok
ve en kaliteli üretim değil, en fazla düşünülmüş,
kafa yorulmuş üretimdir de.
Böylesi bir üretimin yabancılaşmayı azalttığı
iddiası ise yabancılaşmayı bilmemektir. Yabancılaşmanın
kökeninde işbölümünün yattığı ve esnek üretimle
birlikte işçinin daha farklı, birden fazla işgücü
alanında çalışacağı bir gerçektir. Ancak yabancılaşmanın
kökenindeki işbölümünü bu denli basit kavramak,
sadece sınıf olgusunu atlayanların yapabileceği
bir şeydir. Emek ve sermaye arasındaki, proletarya
ve burjuvazi arasındaki toplumsal işbölümü yerli
yerinde durdukça (hatta esnek üretim sayesinde
daha da güçlendikçe) işçinin çalışma dünyasının
“zenginleşmesinin” tek anlamı, bu çalışma artı-değeri
ürettiği için, patronların zenginleşmesi olacaktır.
Yeni iş yasasıyla getirilen “danışma kurulu” ile
sadece esnek üretim değil “yönetişim” olgusu da
sömürünün ayrılmaz bir parçası haline getirilmek
istenmektedir. Aslında bu, aynı konudaki ilk örnek
değildir. Daha öncesinde de IMF’nin dayatmasıyla
çıkarılan tütün yasası, şeker yasası gibi yasalarla
hükümet, işveren ve işçi örgütlerinin oluşturdukları
kurullar aracılığıyla emperyalizmin geliştirdiği
“yönetişim” politikası yürürlüğe girmişti. Emperyalistler
ve borazanları tarafından “devlet, sermaye ve
sivil toplum örgütlerinin bileşimiyle daha etkin
yönetim” olarak tanımlanan ve tipik “devletin
küçültülmesi, müdahale alanlarının sınırlandırılması”
demagojisiyle paketlenen “yönetişim” politikası,
sektörel bazdaki kurullar aracılığıyla faşist
Mussolini’nin korporasyonlarının bir benzerini
21. yüzyıla taşımaktadır. Musolini de bir sektördeki
tüm işletmeleri, işverenleri, ve işçi sendikalarını
o sektörün korporasyonu olarak tek bir çatı altına
toplarken sınıf karşıtlıklarının üzerinden atlıyor
ve tekelleşmeyi doruk noktasına çıkarıyordu.
Aslında 12 Eylül sürecinde çıkarılan “Yüksek Hakem
Kurulları”ndan çok da farklı olmayan ve hükümet
ile işveren, kamu görevlileri ve işçi sendikaları
konfederasyonları bileşiminden oluşan “danışma
kurulu”nun amacı da “etkin dayanışmayı sağlamak”
olarak ifade edilmektedir. İşçi sınıfı ile burjuvazi
arasında dayanışmadan sözetmek eğer iğrenç bir
alay değilse, kaba bir aldatmacadan başka birşey
olmaz. Böylece iki sınıf müttefikinin (hükümet
ve sermaye) karşısında orada ne ölçüde ve ne şekilde
temsil edildiğini bir yana bıraksak bile varlığı
bir anlam ifade etmeyen işçiler (tabii ki sadece
bir konfederasyon bünyesinde örgütlü olanlar;
diğerleri düz köledir) de “yönetişim”in bir parçası
olarak “fevkalade demokratik” tabloyu tamamlamış
olacaklar.
Köleliğin Meşrulaştırılması
Bugün gündeme girmiş olan iş yasası ile yasalaştırılmak
istenen esnek üretim, aslında ülkemizde de uzun
zamandır fiilen uygulanmaktadır. Ancak bu sömürünün
tam anlamıyla gerçekleştiği üretim alanları küçük
ve orta ölçekli fabrikalar, atölyelerdir; ülkemizdeki
kapitalist üretimin tüm alanlarını kapsamamaktadır.
Kapitalizmin yapısı gereği tüm üretimi bu boyuttaki
işletmelere tamamen dağıtabilmenin olanağı yoktur.
Tüm parçalarını taşeronlara da yaptırsa otomobillerin
üretildiği fabrikalar da olmak zorundadır. Ve
bu ölçekteki fabrikalarda sendikalaşma ve yasal
zorunlulukların üzerinden aşabilmenin olanağı
da çok sınırlıdır. Buralarda sendikalı, sigortalı,
izin süreleri belirli, mesai saatleri belirli,
fazla mesai oranları, sosyal hakları yasalarla
güvence altına alınmış işçiler çalıştırılmaktadır.
Oysa bu durum kapitalizmin rekabet anlayışına
terstir. Tüm bu zorunlulukların olmadığı işletmelerde
bir işçiden korkunç bir artı-değer elde edilirken,
büyük patronların aynı artı-değeri elde edememeleri,
sermayenin hiyerarşisini bozmaktadır ve onlara
göre “haksız rekabet” yaratmaktadır. Koşulların
eşitlenebilmesi için gereken şey ise büyük patronların
ellerini bağlayan yasaların değişmesidir. İşte
günümüzde atılacak olan adım da budur: Yeni bir
iş yasası...
Böylelikle bugüne değin birçok işletmede zaten
uygulanmakta olan, ve korkunç bir gelişim gösteren,
işsizlikten beslenip sermayeyi ve kaynağı olan
sömürüyü büyüten, halen varolan üretimin tüm dokularına
yayılmış olan esnek üretim, ekonominin ana damarlarına
da nüfuz ettirilmekte, yasallaştırılmakta, böylelikle
yapısal bir nitelik kazandırılmaktadır.
Bu yasa tasarısı karşısında halen sendikaların
kendi tarzlarınca örgütlemekte olduğu tepkiler,
gösteriler, hazırlanan yasanın içerdiği saldırının
boyutlarıyla karşılaştırıldığında zayıftır. Bu
tabloya bakarak bugün niye bir 15-16 Haziran yaratılamıyor
diye sorguladığımızda başlangıçta verdiğimiz yanıtı
biraz daha açarak bir kez daha tekrarlamamız gerekecek.
Sınıf mücadelesi, çok boyutlu bir savaştır. Bu
bütünsel savaşın cephelerinden biri ya da birkacı
geriyse, zayıfsa, güçsüzse, diğer cephelerde ne
denli büyük başarılar kazanılırsa kazanılsın bu
durum geçici olacaktır. Ve bugün ideolojik ve
siyasal cephede ortaya konan tüm emeklere rağmen
yaşamın içinde bir güç olmak anlamında devrimci
hareketin içinde bulunduğu pozisyon ortadayken,
işçi sınıfından bu denli büyük bir saldırıya gereğince
yanıt verebilmesini beklemek hayalcilik olacaktır.
Bu saldırı bir şekilde atlatılabilse, ertelenebilse
bile politik statükoda bir değişim gerçekleşmedikçe
halen birçok işletmede tıkır tıkır işleyen bu
çarkın herşeyi içinde öğüten döngüsü durdurulamayacaktır.
|