Türkiye yine gerilim noktalarından ve kırılmalardan
geçiyor. Boşluk yok. Üstünde yaşadığımız coğrafya,
ekonomisinden politikasına dek hiçbir alanda bir
tek günü bile kaos ve gerilim olmaksızın geçiremiyor.
Dünyanın jeolojik ve siyasal anlamda en kırılgan
fay hattının üzerinde yaşıyor olmak, oturmuş ve
istikrar kazanmış tek bir olguya izin vermiyor.
Bağdat seferi, şimdilik, askeri anlamda bitti.
Yeni süreçte Afganistan’daki rezilliğin bir başka
biçimi yaşanıyor. Üstelik bu kez Afganistan’da
yapılandan da farklı olarak bir kuklalar hükümetine
geçmekte hiç acele edilmiyor. Önce korkunç bir
yağma döneminin başlayıp hızını almasına izin
veriliyor. Sonra Pentagon’da Irak’ın yöneticisi
olarak belirlenen eski bir Amerikan generali,
genel vali olarak Irak şehirlerinde dolanmaya
başlıyor.
Nereden bakılırsa bakılsın, bunun adı, kalıcı
bir emperyalist işgalden başkası değildir. Ortadoğu
işgal altındadır ve bu büyük bir nefret potansiyelini
biriktirmektedir. Bu nefret, devrimci kanallar
bulduğunda devrimci kanallara akacaktır. Ama aksi
durumda da hayat bir boşluğa izin vermeyecek,
mutlaka kendi yolunu -çarpık biçimlerde de olsa-
bulacaktır. Bu anlamda Ortadoğu’daki devrimci
irade eksikliği şu anda en çarpıcı sorunlardan
biri olarak önümüzdedir.
***
Bu arada işten kaytaran karakol çavuşları, albaylardan
generallerden fırça yemeye devam ediyor. Wolfowitz
alıyor sözü, o bırakıyor başkası alıyor. Hepsi
birden, Türkiye’deki hempalarıyla birlikte “ne
kadar yanlış hesap yapıldığını” anlatmaya çalışıyor.
Aslında o kadar da önemli bir şey değil bu. Bugüne
dek hiç olmayan bir şeyden de söz etmiyoruz. Ama
bu kez, daha açıktan, basın üzerinden net bir
fırça tercih ediliyor. Kimileri buralardan orduya
yönelik bir “ulusallık” çıkarmaya çalışırken kimileri
de “genç subaylar” dedikodularıyla Harbiye hayaletini
getirip herkesin önüne koyuyor. Böylece aslında
emekçi halkın gündemiyle ilgisi olmayan bu oyalamalar
giderek daha sıkıcı hale geliyor. İkide birde
aynı gündem maddelerinin ısıtılarak ortaya sürülmesinde
oligarşi içindeki çeşitli kesimlerin tabii ki
hesapları vardır; tabii ki şu ya da bu kesimi
bir biçimde köşeye sıkıştırmak, vb. vb... Ama
bu son derece kaygan zemine ezilen sınıfların
gerçek gündemiyle girmedikçe devrimci hareketin
durmadan yönü ve hedefi değişen laf yığınları
ve spekülasyonlar üzerine uzun boylu teorik tahliller
üretmesi çok anlamlı değildir.
***
Çünkü aynı günlerde, medyadaki söz yığınlarının
toplamından daha önemli olan olaylar, göz göre
göre kaynatılmak isteniyor. Bingöl depremi bunlardan
biriydi örneğin. Aradan bir ay geçti. Birazcık
“hain müteahhitler”, birazcık “halkın hassasiyetini
istismar etmek isteyen bölücüler”... Bir deprem
macerası daha böylece, Türkiye’deki soygun düzeninin
yerleşik alışkanlarına tamamen uygun biçimde geçip
gidiyor. Sonuçta, bölücülüğe bulaşmasınlar diye
yatılı okullara alınan Kürt çocuklarından bir
bölümü eğitim zayiatı olarak verilmiştir, o kadar
da abartmamak gerekir!
Sıradaki gelsin! Yıkılan yıkılır, sonra aynı müteahhitlerle
aynı yöneticiler oturup yenilerini yaparlar, onlar
da yıkılır, sonra yenileri gelir, vb. vb.
Hırsızlık ve cinayet düzeninin bu çaptaki bir
rezaleti, bu kadar büyük bir pervasızlıkla unutturuluyor.
Ve kimileri hiç utanmaksızın halkın Zorunlu Deprem
Sigortası’na ilgi göstermediğini ve “her şeyi
devletten beklediğini” yazıp çizerek bu kadar
büyük bir rezaletten bile neo-liberalizme bir
pay çıkarmayı beceriyor. Kuruluşundan bu yana
sigortaya başvuru oranının %14’ü aşmamasını “halkın
duyarsızlığı”yla ve “devletçi kafası”yla açıklamak
en ucuz ve kestirme yol olarak düzen demagoglarının
işine geliyor. Bu kadar her yanı tel tel dökülen
bir düzen içersinde insanların, üstelik küçücük
mülküne tutunan orta sınıfların ve küçük burjuvazinin
bile herhangi sigorta sistemine güvenmesi için
ikna edici tek bir neden ise gösterilemiyor. Faciaya
dönüşebileceği şimdiden ilan edilen bir İstanbul
depreminde, şehirle birlikte sigorta dahil bütün
sistemlerin çöküp çökmeyeceği bir yana bütün bu
fonlarda toplanan paraların tekelci burjuvazinin
hangi açığını kapatacağı sorusu da boşlukta kalıyor.
Ama öte yandan, bütün bu demogojilerle birlikte
gelişen yaygın bir anlayış devrimci güçlerin başını
ağrıtmaya devam edecek gibi görünüyor. İnsanların
devlet kurumundan sürekli olarak, neredeyse her
saniye zarar gördüğü, okul binaları dahil -müteahhitlere
yaptırılsa da- devlete ait ne varsa çökmeye mahkum
olarak algılandığı bir ülkede, “özelleştirelim
gitsin” çığlıkları karşısında solun net tutumlara
olan ihtiyacı yeniden beliriyor. Yani, solun,
devrimci güçlerin, kitlelerin hatırında en kısa
biçimiyle, “özelleştirmeye hayır” olarak kalan
tutumu, bütün genel tutumlar gibi açılmaya ve
derinlik kazanmaya ihtiyaç duyuyor. Şüphesiz devrimci
hareket bugünkü devlet makinası karşısında çok
net bir tavra sahip ve kitleler (en azından salt
bu bakımdan) herhangi bir kuşkuya sahip değiller.
Ama öte yandan, “kim gelirse gelsin yiyor” cümlesiyle
özetlenen genel kanı, zaman zaman aslında bir
anlamda bütün politik iddia sahiplerini ve bu
arada devrimcileri bile kapsayan bir içerik kazanabilmektedir.
Daha açık bir ifadeyle söylersek, kitleler, devrimcilerin
ortaya tam olarak ne koyduğunu, onlarla birlikte
yürüyerek bir iktidar noktasına vardıklarında
işlerin eskiye oranla hangi bakımlardan farklı
olacağını bilmek zorundadır. Bu tabii ki program
ve programın hayat içindeki ifade biçimleriyle
ilgilidir. Ama emekçi sınıflar, devrimcilerin
gerçekten farklı bir düzen peşinde olduklarını,
olgulara bakışlarındaki mantıklarının mevcut düzenden
tümüyle değişik olduğunu, pratik insan ilişkilerinde
bile görmek zorundadırlar. Herhangi bir işçinin
ya da ezilen insanın devrimci güçlere ve onların
tek tek üyelerine baktığında, mevcut düzenin kişiliğinden,
davranış kalıplarından izler görmesi, bugün artık
tahammül edilemez bir şeydir. Ve böyle bir noktada,
“üslup insanın kendisidir” şeklindeki şu eski
edebiyat deyiminin devrimci güçler içinde geçerli
olduğu bir kez daha farkedilmelidir.
Üstelik yalnızca bu sorunla ilgili olarak değil;
yine ezilen sınıfların gerçek gündemini oluşturan
“iş yasası” gibi sorunlarla ilgili olarak da durum
böyledir. Devrimci güçler, bu alanda da yalnızca
yasaya karşı çıkmakla, işçi sınıfının haklarını
savunmakla yetinemezler. Onlar, bu yasayla meşrulaşırılmak
istenen köleci çalışma düzeninin kötülüklerini
elbette kitlelere anlatmalıdırlar; ancak aynı
zamanda bu yeni durumda, parçalanmış işçi yığınlarının
önüne ne türden örgütlenme seçeneklerini koyduklarını
da açıklamak ve gerçekleştirmek zorundadırlar.
Kısacası, neresinden bakılırsa bakılsın 2003 Türkiye’sinde,
salt eleştirel bir tutumla yetinmek mümkün değildir.
Her bakımdan cephaneliğimizi takviye etmek, bütün
olanakları kullanarak gerçek sorunlar üzerinden
hayata müdahale etmek yakıcı bir ihtiyaçtır. Kitlelerin
önüne sürülüp içine girmeleri istenen kaygan gündem
maddelerini bir çırpıda savurup atarak emekçilerin
gerçek gündemlerini sürece dayatacak olan bir
tarzı geliştirmek uzun vadede temel görevimizdir.
Ancak böyle bir müdahaleyle, devrimci sosyalizmin
her toplumsal soruna ilişkin tutumunun gerçekten
bütün netlikleriyle ortaya konulması mümkün olacaktır.
Bu inşanın yolu ise herhangi bir sanal hazırlık
yolundan değil, bugünkü faaliyetin, günlük mücadelelerin
içinden geçmektedir.
Müdahale güç gerektiriyor; güç elde etmek içinse,
onu gerçekten istemek ve azimle çalışmaktan başka
bir yol yoktur.
|