1 Mayıs, uluslararası proletaryanın Birlik-Mücadele-Dayanışma
günü... Devrim ve Sosyalizm kavgasında 1mayıs,
enternasyonal proletaryaya, tüm emekçi sınıflara,
ezilen halklara kutlu olsun
Kapitalizm, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet
temelinde gelişen son sömürücü toplumsal sistemdir.
Köleci ve feodal topluma göre, daha ilerici bir
toplumsal sistemi ifade eden kapitalizm, feodal
toplum içinde üretim ilişkisi olarak filiz vermiş,
gelişmiş, giderek egemenliğini kurmuştur. Ancak,
bu tarihsel-toplumsal süreç, aynı zamanda kapitalizmin
bir ürünü olan proletaryayı, kapitalizmin “mezar
kazıyıcıları”nı yaratmış, bu eksende gelişen sınıf
mücadelesi toplumsal ilerlemenin önünü açmıştır.
Birçok aşamayı geride bırakarak, modern bir toplum,
olarak ortaya çıkan kapitalizm, üretim araçları
üzerinde özel mülkiyeti ifade eder; kapitalist
özel mülkiyet aynı zamanda, üretimin toplumsal
nitelik kazanması demektir. Bundan dolayı, kapitalizm
aynı zamanda sosyalizmin maddi-nesnel zeminini
yaratmıştır.
Hiçbir toplumsal sistem ve onun devlet olarak
örgütlenmiş egemen sınıf iktidarı, kendiliğinden
yıkılmaz, ortadan kalkıp yerini başka bir toplumsal
sisteme bırakmaz. Bunun yolu sınıflar mücadelesidir.
Sınıf mücadelesi tarihin motorudur, toplumsal
süreçleri sınıf mücadelesi belirler.
Kapitalizm, sosyalizmin nesnel-maddi zeminini
yaratır, ancak yinede her vesile ile kapitalizm
kendini yeniden üretir. Açlık, yoksulluk, mülksüzleştirme,
yabancılaşma vb. kapitalizmin sonuçlarıdır ama
bunlar tek başına kapitalizmin egemenliğine son
vermek için yeterli değildir. Kapitalizm sınıf
mücadelesini keskinleştirir, ancak bu mücadele
kendiliğinden sosyalizme geçişi sağlamaz. Kapitalizmin
iki ana sınıfı vardır, burjuvazi ve proletarya.Tıpkı
burjuvazi gibi proletarya da enternasyonel bir
sınıftır; bundan dolayı proletaryanın kurtuluşu
yerel değil evrenseldir, gerçek kurtuluş komünizmdedir.
Komünizme bir hamlede ulaşmak mümkün değildir.
İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ve ancak emperyalizm çağında, birbirine eklenen
kapitalist ekonomiler, kapitalizmin eşitsiz ve
dengesiz gelişme yasası gereği, tek tek parçalarındandan
koparılacaktır.
Sınıfsal-ulusal-cinsel çelişkilerin en yoğunlaştığı
halka bu zincirin en zayıf halkasıdır. Devrim,
bu zayıf halkanın parçalanmasıyla zafere ulaşacak,
tüm yeryüzünde sömürüye son verme mücadelesi içinde
komünizme kadar devam edecektir. Kapitalist barbarlık
fiziki sınırlarını tüketmiştir, “ya kapitalist
barbarlık ya sosyalizm” şiarı, çağımızın temel
şiarıdır. Kapitalizme karşı sosyalizm zafer kazanacaktır.
İşte, enternasyonal proletaryanın Birlik-Mücadele-Dayanışma
günü olan 1 Mayıs, sadece bir gün değil, kapitalizme
karşı dünya devrimini, proleter enternasyonalizmi
en yalın olarak ifade eden devrimci sembollerden
biridir.
Proletarya, kapitalizmin ürünüdür ve uzun yıllar
sınıf bilincinden uzak, demokratik tepkileri kapitalizmin
sınırlarını aşmamıştır. Vahşi kapitalist sömürüye
ve kapitalizmin tüm olumsuz sonuçlarına tepkisi
vardır, ama bu bilimsellikten uzak, sınıf bilincine
mesafeli tepkilerdir. Eşit-özgür-sömürüsüz bir
toplum, sınıflar ortaya çıktığından bu yana ezilenlerin
talebidir, özlemidir. Ancak ilk kez, Marks ve
Engels’in elinde, ütopik-burjuva ve küçük burjuva
sosyalizmin eleştirisi üzerinden, bu özlem bilimsel
karaktere kavuşmuş, bilimsel sosyalizm kurulmuştur.
Bu aynı zamanda proletaryanın kendiliğinden bilincinde
bir sıçrama, proletaryanın kendisi için sınıf
olma bilincinde güçlü bir silahtır. 1847-48 Avrupa
devrimleri, bu sürecin dönüm noktasıdır; devamla
Paris Komünü deneyi, proletaryanın tarihsel ve
siyasal rolünün somutlanmasıdır. Ekim Sosyalist
Devrimi, Paris Komünü deneyinin devamı olup, ilk
kez proletarya egemen sınıf konumuna yükselmiştir...1917
Ekim devrimi ile dünyanın 1/6’sında kapitalist
sömürüye son verilmiştir, sosyalizm uzun ve sancılı
bir süreç sonucu zafer kazanmıştır.
Buz kırılmış yol açılmıştır; Ekim Devriminin açmış
olduğu bu yoldan Çin, Vietnam, Kore DHC, Orta
Avrupa devrimleri, Küba Devrimi yürümüş, 20. yüzyılda
sosyalizm büyük bir kazanım olarak ortaya çıkmıştır.
Revizyonizmin elinde önce yozlaşan sosyalizm,
kapitalist kuşatma ve basıncında etkisi ile tarihsel
bir kırılma yaşamış, 90 başlarında büyük bir adımla
geriye düşmüştür. Ancak tarihsel ve maddi sınırlarına
dayanmış olan kapitalizm, 21. yüzyılda sosyalizmin
nesnel zeminini çok daha güçlü oluşturmaktadır
ve tarihsel ve siyasal tüm kazanımlarla, 21. yüzyılın
sosyalizmin olacağından kuşku yoktur.
Marksizmin doğumuna da tanıklık eden Avrupa’daki
sınıf savaşımları ve bu sınıf savaşlarının en
yüksek biçimi olan devrimler, Amerikan proletaryasını
etkilemiş; başta 8 saatlik iş günü için olmak
üzere, kapitalist sömürü ve sonuçlarına karşı
mücadele yükselmiştir.1886’da Amerikan proletaryasının
grev ve kitle gösterileri burjuvazinin katliamı
ile yanıtlanmış; ancak uyuyan dev uyanmıştır,
her şeye rağmen mücadele durmamış, 8 saatlik işgünü
talebi yükseltilmiştir. 1 Mayıs tarihinde, çağrılara
katılan işçiler bir çok kent merkezinde kitle
gösterileri düzenlemiş, devrimci rolünü çoktan
bir yana atan burjuvazi idam ve katliamları sınıf
mücadelelerini engellemek için uygulamıştır. İdam
sehpalarında, proletaryanın haklı mücadelesini
haykıran 4 işçi önderi, 2. Enternasyonalin 1891
tarihindeki kararı ile ölümsüzleşmiş, 1 Mayıs
uluslararası proletaryanın Birlik-Mücadele-Dayanışma
günü olarak ilan edilmiştir.
Yüz yılı aşkın süredir 1 Mayıs, devrim ve sosyalizmin
itici güçlerinden biri olmuş devrimci sembollerden
biridir. Sınıf bilinçli proletaryanın enternasyonal
düzeyde mücadeleyi yükselttiği sınıf dayanışması
ve birlik tavrını güçlü biçimde ortaya koyduğu
gündür. Irk-cins-renk ayrımı, 1 Mayıs’ın özüne
uygun olarak sınıf kardeşliği ile parçalanır,
eşit-özgür bir dünya için kavga büyütülür.
2003 1 Mayısını karşılarken işçi sınıfına ve sınıf
mücadelesinin kimi sorunlarına ilişkin ön fikirler
sunmak yararlı olacaktır.
Sınıfın Rolü
Sınıf nesnel bir olgudur; öznel istemlerden öte,
tarihsel bir süreç içinde, mülkiyet ve paylaşım
ilişkileri içinde, üretim araçları karşısındaki
konuma göre belirlenir.
“...Toplumsal üretimin tarihi olarak belirlenmiş
bir sistemi içindeki konumuna göre, üretim araçlarıyla
(büyük ölçüde yasalarla saptanıp formüle edilmiş)
ilişkilerine göre, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki
rollerine göre ve dolayısıyla toplumsal servetten
tasarruflarında bulunan payın kapsamına ve payı
elde ediş tarzına göre birbirenden ayrılan büyük
insan gruplarına sınıf denir. Sınıflar, toplumsal
ekonominin belirli bir durumunda konumlarının
farklılığı sayesinde bazılarının emeği diğerleri
tarafından gaspedilen insan gruplarıdır.” (Lenin,
B.Başlangıç/S.Eserler-9, Sf:470)
Lenin’in bu tanımlaması, sınıf tanımına tarihsel
bir yaklaşımı ifade eder, birer sınıflı toplum
olan köleci-feodal-kapitalist toplumda sınıf ilişkilerinin
kavranmasında kılavuz niteliğindedir.
Bir tarihsel ilişki içinde, üretim araçlarına
sahip olan insan toplulukları ile bundan yoksun
olanlar; emeğin toplumsal örgütlenmeside farklı
rol üstlenenler; ve toplumsal servetten bu temelde
farklı pay alanlar, bu temelde farklı sınıfları
ifade ederler. Toplumun bir kesimi, bu azınlık
da olsa, toplumun diğer kesiminin emeğine el koyar;
bu el koyuş biçimi, farklı toplumlarda farklı
sınıfları ortaya çıkarır. Köleci toplumda, köle
sahibi ile köleler; feodal toplumda, feodal bey
ile serfler/köylüler; kapitalist toplumda, burjuvalar
ile proletarya arasındaki ilişki ve sınıf gerçeği
bu eksende belirlenir.
İşte proletarya, herhangi bir toplumsal sistemin
değil, kapitalizmin ürünü ve kapitalizmin iki
ana sınıfından biri olarak, bu ilişkilere göre,
özel mülkiyet ilişkileri içinde, üretim araçları
karşısındaki konumuna göre, toplumsal emeğin örgütlenişindeki
rolü ve almış olduğu toplumsal paya göre, nesnel
bir olgu olarak ortaya çıkar. Özel mülkiyet ilişkilerinin
en gelişmişi olan kapitalizm koşullarında, üretim
araçlarına (toprak, fabrika, makine vb.) el koyan
burjuvazi, tüm bunlardan yoksun olan mülksüzleşen
proletarya karşısında egemen sınıf olarak konumlanır;
tüm değerlerin üreticisi olan proletarya, üretim
araçlarından soyutlanmıştır, emeğinin bir kısmını
bu ilişki içinde burjuvaziye “artı-değer” olarak
sunar. Elbette bu sınıf ilişkilerinin ortaya çıkması
iki tarihsel-sınıfsal olgunun ortaya çıkması ile
mümkündür. Birincisi, emeğin, proletaryanın üretim
araçlarından yoksun olması, mülksüzleştirilmesi;
ikincisi ise, emeğin, tıpkı diğer metalar gibi,
kapitalist üretim ilişkileri içinde, “özgür” alınıp-satılması.
Tüm bu kısa tanımlamalar, bize proletaryanın sınıf
tanımını veriyor. Şöyle özet bir tanım yapmak
mümkündür: proletarya, bir tarihsel ilişki sonucu
ortaya çıkan kapitalizm koşullarında, üretim ve
emek sürecinde, ücretle çalışan, üretim araçlarından
yoksun olan, işgücünü pazara sunan toplumsal kesimdir.
Bu tanım, doğal olarak, yapısalcı tanımları, proletaryayı
sadece fabrika işçiliği ile sınırlayan tanımları
aşan, sınıfı durağan ve statik değil, dinamik
ele alan bir tanımdır.... Dahası şudur, proletarya,
emek sürecinin yeniden üretimi ile, kendini işyeri/fabrika
ile sınırlamıyor, hatta ideolojik ve kültürel
formasyonunda rol oynayan fabrika/işyeri dışı
ilişkileri de varlık koşullarını içine katıyor...
İşte bundan dolayı, proletaryayı salt fabrika
işçiliği ile sınırlayan tanımlar dardır, sınırlılığı
ifade eder. Marx’ın bir tanımı olan, “kollektif
emekçi” tanımı; yine Marx tarafından etraflıca
ele alındığı üzere, bu dar ve sınırlı tanımlara
verilen en isabetli yanıttır, tanımdır. Bu tanım,
kafa ve kol emekçilerini; mülksüzleşmiş ama istihdam
edilmemiş toplumsal kesimleri; kapitalizmin yeniden
üretiminde, emeğin bölünmesinde vb. rol oynayan
yedek emek gücünü, yani işsizler ordusunu; üretim
sürecinde artı-değer üretmeyen ama toplumsal artığa
katkı sunan, ticaret-ulaştırma vb. sektörlerde
çalışanları vb. içerir.
Kapitalizm,özel mülkiyet temelinde yükselen son
sömürücü toplumsal sistemdir. Tarihin motoru sınıf
mücadelesidir, proletarya ile burjuvazi arasındaki
temel ve uzlaşmaz çelişki, bu eksendeki mücadele
kapitalizmin yıkılması ve sosyalizmin zaferi ile
sonuçlanacaktır. Kapitalizm, üretim araçları üzerinde
özel mülkiyeti ifade ederken, aynı zamanda, küçük
ve dağınık üretim birimlerini toparlar, üretime
sosyal bir karakter kazandırır. Üretimin sosyal
karakteri ile özel mülkiyet arasındaki çelişki
uzlaşmaz karakterdedir. Özel mülkiyet üretici
güçlerin özgürce ve sınırsızca gelişminin önünde
engeldir. Ancak, üretim araçları üzerindeki özel
mülkiyet tasfiye edilerek üretim güçlerinin önü
açılır. İşte bu tarihsel-sınıfsal görev, toplumun
sonuna değin devrimci olan tek sınıfı olan proletaryanın
omuzlarındadır.
Demek ki, nesnel-toplumsal bir olgu olan, kapitalizmin
ürünü ve ana sınıflarından biri olan proletarya,
herşeyden önce, tarihsel ve sınıfsal rolünü bu
zeminde, nesnel-kapitalist üretim ilişkileri zemininde
oynayabilir. Neden bir başka sınıf değil de, proletaryanın
kapitalizmi tüm hücrelerine kadar parçalayıp,
sosyalizmi yaratacağının yanıtı işte bu nesnel-toplumsal
zemindedir. Üretimin toplumsal karakterini gösteren
fabrika sistemi, proletaryaya disiplin, kollektivizm,
yönetme özellikleri kazandırır.
Elbette bu sorunun nesnel-maddi boyutudur ve tek
başına proletaryayı en ilersinden sendikalist
bir konuma ulaştırır. Ve, ancak, Lenin’in “Ne
Yapmalı” adlı eserinde etraflıca incelediği gibi,
proletaryaya dışardan bilinç taşınarak, sadece
ekonomik sorunlarla değil, tüm toplumsal-siyasal
sorunlarla ilgilenerek, kapitalist egemenlik sistemine
karşı tüm sınıflar içinde çalışılarak, proletarya
kendisi için sınıf olma bilincine ulaşır. Yani,
kapitalist üretim ilişkileri içinde maddi-toplumsal
zemini yaratılan porelataryanın öncülüğü, ancak
siyasal bilinçle tamamlanır. Böylece, proletarya
toplumun en devrimci sınıfı konumuna yükselir.
Proletarya sosyalizm için mücadele eder. Sosyalizm,
herhangi bir tarihsel dönemin veya insanlık tarihinde
hep özlenen olan “eşitlik-özgürlük” taleplerinin
ortaya çıktığı herhangi bir dönemin değil; kapitalizmin
ürünüdür ve onun yarattığı nesnel-toplumsal zemin
üzerinden zafere ulaşır. Sosyalizm, kapitalizmin
yarattığı toplumsal emeğin örgütlenmesinde çok
daha yüksek ve ileri bir örgütlenmeyi içerir.
Ve, ancak böylesi bir toplumsal emek örgütlenmesi,
kapitalist özel mülkiyetin tasfiyesi ve üretim
araçları üzerinde toplumsal mülkiyetin egemenliği
ile mümkündür. Bu amaca ulaşabilecek tek sınıf,
özel mülkiyet ile tüm bağlarını koparmış olan
proletaryadır. Proletarya, mevcut kapitalist sistemi
önce aşağıdan yukarı parçalar, egemen sınıf olarak,
proletarya diktatörlüğü olarak kendini örgütler;
ve proletarya diktatörlüğü aracılığıyla adım adım
sosyalizmi inşa eder, sınıfsız-sömürüsüz bir topluma/komünizme
yürür. İşte bu yürüyüş, aynı zamanda, proletaryanın
kendi varlık koşullarına karşı bir savaştır. Tarihte
ilk kez bir sınıf, proletarya, kendi varlık koşullarını
ortadan kaldırır. Proletaryanın, kapitalizm koşularında
sonuna kadar devrimci tek sınıf olması bundandır.
Bu anlatımdan, sosyalizmin, proleter devrimin,
ancak ileri kapitalist ülkelerde başlayacağı sonucu
çıkmaz. Sosyalizm, kapitalizmin yarattığı kültür,
bilgi, teknik, insan gücü üzerinde kurulur ve
kapitalizmi aşar. Ancak, emperyalizm çağında,
tek tek kapitalist ülkeler, gelişmiş kapitalist
ülkeler ve sömürge/yeni-sömürge ülkeler bir zincirin
tek tek halkaları olarak birbirine eklenmiştir.
Devrim zincirin zayıf halkasından gerçekleşir.
Proletarya devrime öncülük eder, devrimde proletaryanın
hegemonyası, sosyalizm için zorunludur. Ve, pekala
egemen sınıf olarak örgütlenen proletarya, bir
dizi geçiş biçimlerini içerse de, daha geri bir
kapitalist ülkede, ileri kapitalist ülkelere nazaran
zor ve yavaş da olsa sosyalizme ulaşır. Leninizmin
bir dizi tezi, bu konuda açıklayıcı, tarihsel
gerçeklerle uyumludur.
Leninizmin anlamsızlığı üzerine, proletaryanın
öncü rolünün tarihin gerisinde kaldığı üzerine;
“elveda proletarya”, “çoğulculuk...” vb. üzerine
kurgulanan tüm postmodern tezler birer safsatadır.
Proletarya, ifade ettiğimiz üzere, bu devrimci
rolünü, öncelikle nesnel-toplumsal koşullardan
alır. Bu keyfi bir tercih değil, toplumsal bir
olgudur. Bunun üzerinden, tüm yanılsamalar ve
ideolojik manipülasyonlara rağmen, her açıdan
biten-tükenen, kendi sınırlarını tüketen kapitalizm
ancak proletaryanın öncülüğünde yıkılır. Emperyalizmin
genel bunalımı sürmektedir ve bu bağlamda devrim
güncel bir mesele olarak proletarya ve diğer emekçi
kesimlerin önünde durmaktadır. Proletarya diğer
emekçi sınıflara öncülük ederek tarihsel ve siyasal
rolünü oynayacak, kapitalizmi hücrelerine kadar
parçayacak, sosyalizmi inşa ecektir.
Toplum yasasının, sınıf mücadelesinin değişmez
yasası budur. Proletaryanın öncülüğü sorunu, devrimci
sosyalizm ile tüm sınıf dışı akımların, sağdan
veya soldan tüm sapmaların ayrım noktasıdır. Ne
adına olursa olsun, proletaryanın öncü rolünü
şu veya bu düzeyde reddedenler, belki en “devrimci”
tezleri savunabilirler, ama asla devrim ve sosyalizm
lilişkisini doğru kavrayıp, toplumsal ilerlemenin
önünü açamazlar. Proletaryanın öncü rolünü ve
devrimin güncelliğini sağdan reddedenler, son
tahlilde 2. Enternasyonal partileri ruhuna sahip
reformistlerdir; “Sol”dan proletaryanın önder
rolünü tahrip edenler ise, sivri ucu troçkizmde
ifadesini bulan iktidarsızlığa kapı aralayanlardır.
Devrimci sosyalizm tüm bunları, ve bunların bir
dizi türevlerini reddeder, devrimde proletaryanın
öncülüğünü ve hegemonyasını herşeyin üstüne koyar.
Ancak bu yoldan, devrim güncelliği hayat içinde
devrimci sosyalist bir karşılık bulabilir. Bu
temel bakış açısı, proletaryanın bağımsız politkasının
temel köşe taşıdır. Ve, ancak böyle bir bağımsız
politika ile, devrimci proletarya ittifak siyasetini
güçlü kılabilir. Zafere ulaşan bir devrim, doğru
bir ittifak siyasetine dayanmak zorundadır; bu
devrim için, devrimin somut gerçekliğe dönüşmesi
için olduğu kadar, devrim sonrası sosyalizme yönelmek
ve sosyalizmi inşa etmek için de bir zorunluluktur.
Ve tüm bunlar için, proletaryanın öncü rolü yakalanması
gereken temel halkadır, bu rol proletarya tarafından
bilinçli ele alınır ve herşey bunun üzerinden
ele alınmak durumundadır.
Tüm bunların güvencesi, proletaryanın bağımsız
sınıf siyasetini yürüten, proletarya partisidir.
Proletarya partisi, sınıf partisidir, o “tüm halkın”,
“tüm ulusun” vb. partisi değilidir. Çünkü, “halk”,
veya “ulus” çeşitli sınıflardan oluşur, genel
olarak “halk” veya “ulus”tan bahsetmek, tıpkı
genel olarak “demokrasi” vb. bahsetmek gibi, bilimsel
hiç bir değeri olmayan, sınıf siyasetinin önünü
karartan, burjuva ideolojisi ve siyasetinin proletaryanın
bağımsız siyasetini ve siyasal bilincini lekelemesini
ifade eden tezlerdir. Proletarya partisi, proletaryanın
bağımsız siyasetini, öncü rolünü cisimleştirir;
sosyalizme bu yoldan yürünür. Bir başka yol yoktur.
Proletarya: Önder Güç
“Tüm “emekçiler”in bu iş için eşit ölçüde yetenekli
olduklarını varsaymak, en boş lafazanlık ya da
Nuhu nebiden kalma, Marksizm öncesi sosyalistlerin
hayaliydi. Çünkü bu yetenek kendiliğinden oluşmaz,
aksine tarihsel olarak ortaya çıkar ve yalnızca
kapitalist büyük işletmenin maddi koşullarından
ortaya çıkar. Kapitalizmden sosyalizme giden yolun
başında bu yeteneğe sadece proletarya sahiptir.
Proletarya sırtındaki bu dev görevi yerine getirebilecek
durumdadır, çünkü birincisi, uygar toplumun en
güçlü ve en ileri sınıfıdır; çünkü ikincisi, en
gelişmiş ülkelerde nüfusun çoğunluğunu oluşturur;
çünkü üçüncüsü, örneğin Rusya gibi geri kapitalist
ülkelerde, nüfusun çoğunluğu yarı-proleterlerdir,
yani sürekli olarak yılın bir bölümünü proleterce
yaşayan, sürekli olarak geçimlerinin belli bir
bölümünü kapitalist girişimlerde ücretli emekle
kazanan insanlardır” (Lenin, B. Başlangıç/S. Eserler-9.sf.471)
Marksizmi ütopik sosyalizmden ayıran, proletaryanın
sınıf kavgasında güçlü bir kılavuza dönüştüren
de devrimde proletaryanın öncülüğüdür. Kaba sınıf
indirgemeciliğinin aksine, marksizm sınıftan değil,
sınıfsallıktan hareket eder; sınıf siyasetini
toplumsal ilişkilerin bütününden türetir, üretir.
Bu nedenle, marksizm sadece, tek başına “sınıf”
veya “proletarya” ile ilgilenmez, tüm toplumsal-siyasal
sorunlarla ilgilenir, ancak tüm bunları sınıfsallık
ekseninde ele alır. İşte, yukarıda vurguladığımız
birçok demokratik sorunun nihai olarak sosyalizmde
çözüm bulması da bu gerçeğin bir başka ifadesidir.
Marksizmin kendi sistemini yaratmasında bütünsel
bir çözümleme ile, ilk başta bu sınıfsallıktan
hareket etmesi de tesadüf değildir. Marks’ın ölümsüz
eseri Kapital, sadece kapitalizmin bir çözümlemesini
değil, aynı zamanda kapitalizmin bir ürünü olan
proletaryanın rolünü, onun sınıfsal yapısını da
çok net olarak açıklamıştır. Aynı biçimde, Rusya’da
marksizmin gelişmesi, Narodnizme karşıda mücadeleyi
içeren, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi ve Halkın
Dostları Kimlerdir?, eserleri ile önemli bir aşamayı
ifade ettiği biliniyor. 1861 sonrası, Rusya’da
kapitalizm gelişir, ancak hala geniş köylü yığınları
feodal ve yarı-feodal ilişkiler içindedir. Lenin,
bu eserlerinde, marksist tarih anlayışının nefis
bir çözümlemesini yapmakla kalmamış, aynı zamanda
toplumsal gelişimin yönünü tayin etmiş, nüfus
içinde oldukça küçük bir oranı temsil etse de,
gelişen kapitalizmi ve proletaryanın öncü rolünü
tereddütsüz ele almıştır. Narodnizm, kapitalizm
ile fabrika sistemini özdeş ele alıp, proletaryanın
önemini yadsır ve köy komünlerine dayanırken;
Lenin, bu tezleri çürütmüş, “saf kapitalizm” hayallerine
hep karşı çıkmıştır; geri bir kapitalist nitelikte
de olsa Rusya’da, proletaryanın rolünü, devrimde
proletaryanın hegomonyasını tekrar tekrar vurgulamıştır.
Elbette burada bir parantez açılabilir, şu ifade
edilebilir; 19. Yüzyılın başındaki Çarlık Rusyası,
ancak Osmanlı İmparatorluğu sonu veya 1920-30
dönemleri ile kıyaslanabilir. Bugünkü, yeni-sömürge
kapitalizmiyle kıyaslanınca, birçok açıdan Çarlık
Rusyasında kapitalizm çok daha geridir. Çarlık
Rusyası siyasal açıdan Osmanlı Hanedanlığı/monarşisi
ile kıyaslanır, ekonomik olarak 1930’lu yıllar
Türkiyesi ile; ama buna rağmen, Lenin, 1894’de,
Rusya’da kapitalizmin ve proletaryanın rolünün
altını çizer. Tüm bu yazılanlara rağmen, devrimci
demokrasi zemininde bulunan kimi devrimci çevreler
de; “yarı-feodal”, “ülkemizde çelişki geniş köylü
yığınları ile feodalizm arasında” veya “bizde
kitaplarda yazılan proletarya yoktur” gibi proletaryanın
rolünü yadsıyan, onu bozan tanımlamaları görmek
mümkün. Feodal monarşinin zayıf bir burjuva devrimi
olan kemalizmle tarihin gerisinde kaldığı, burjuva
ulus devletin ancak kapitalizm koşullarında ortaya
çıkacağı, veya bir burjuva devlet olan faşizmin,
kapitalizme ve tekelci sermayeye dayanacağı gerçeğine
rağmen, hatta 200 yıllık emperyalizme bağımlı
olan kapitalist gelişme tarihinin olduğu bir ülkede,
milim feodalizmin çözülmediğini savunmak, bilim
ve mantık sınırlarını zorlamaktır. Ama bir gerçek
vardır; sadece legal-reformist çevreler değil,
sık sık “komünizm” kavramını kullanan bu çevreler
de, özünde, tam da bundan proletaryanın rolünü
bir yana atıyorlar.
Devam edelim... Bu ülkede 200 yıllık kapitalist
gelişme tarihi vardır. Osmanlı İmparatorluğunun
yarı-sömürgeleşme tarihi, aynı zamanda, iç dinamikle
boy atan kapitalist ilişkilerin törpülenip, emperyalizmin
çıkarları doğrultusunda kapitalizmin gelişme tarihidir.
Kemalizm; işbirlikçi Rum ve gerici müslüman sermayeye
karşı, yerli ticaret sermayesinin çıkarlarını
ifade etmiştir, sınırlı anti-emperyalist karakterininde
arka planı budur. Bu süreç aynı zamanda burjuva
ulus devletin, misak-ı milli sınırları içinde,
“tek pazar-tek ulus” tezi ile; devlet kapitalizmi
ile, özellikle de Mezopotamya’nın sömürgeleştirilmesi
ve ilkel birikim dönemini yaşayarak kapitalizmin
gelişmesini içerir. Bunun üzerinden, 2. Paylaşım
Savaşı sonrası, yeni-sömürgecilik temelinde kapitalizm,
emperyalizmin çıkarlarına uygun, yukarıdan aşağıya
gelişmiş ve 1960’larda tartışmasız her alanda
egemenliğini kurmuştur. Elbette bu süreç, kapitalizmin
gelişmesi ile feodalizmin çözülmesi at başı, bire
bir, tam bir oran içinde yaşanmamıştır. Ancak,
karmaşık bir tablo gösterse de, bu süreçte, kapitalizmin
gelişmesi güçlü bir eğilimdir; 2. Paylaşım Savaşı
sonrası, özelliklede 1960’larda artık egemen üretim
ilişkisidir.
Lenin’in “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” eseri,
bize bir metod veriyor. Bu metod, nüfusun, özellikle
de kent nüfusunun oranı ile proletaryanın büyüme
oranı arasındaki ilişkidir. Ayrıca, Lenin, “Emperyalizm”
eserinde, sermayenin yoğunlaşmasını incelerken,
“üretimin yoğunlaşması, işçilerin yoğunlaşmasından
çok daha güçlüdür, çünkü büyük işletmelerde emek
daha üretkendir.” (Sf: 24) tespiti yapar. Dahası
şu olur; Pazar için üretim sadece kentlerde değil,
kırsal/tarımsal alanlarda da egemendir, burada
ücretli kölelik sistemi, işgücünün metalaşması
sözkonusudur ve sermaye birikimi, uluslararası
işbölümüne paralel önemli mesafeler almıştır.
Yani, artık, yeni-sömürge ülkemizde, yeni-sömürgecilik
derinleşirken, herşey emperyalist sermayenin çıkarlarına
göre, sermayenin dolaşım ihtiyacına göre metalaşmış,
kırsal alan dahil tüm alanlar emperyalist ve işbirlikçi
tekelci sermayenin pazarına dönüşmüş, eski feodal
ve yarı-feodal ilişkiler çözülmüş, mülksüzleşme
ve yoksullaşma ile emek metalaşmıştır. Üretim
pazar içindir, tarımsal girdiler dahil, kredi
sistemi vb. dahil tüm ilişkilerde kapitalizmin
egemenliği vardır.
Küçük bir rakam bile bunu çok net ifade eder.
1970’de proletaryanın sayısı ile bugünkü sayısı
arasında önemli fark vardır. Bu bile, üretimin
yoğunlaşması ile proletaryanın sayısal oranı arasındaki
ilişkiyi düşününce, çok şey ifade edecektir. Rakamları
aktaralım;
DİE’ye göre, sanayi işçisi; 1923 yılında 176.902,
1940 yılında 473.794, 1960 yılında 938.122, 1980’de
2.300.468, 1995’te 3.111.000’dir. Hizmet sektöründe
ise; 1973 yılında 328.658, 1940 yılında 539.477,
1960 yılında 1.977.936, 1980 yılında 5.041.261
ve
1995 yılında ise 7.749.000’dir. (Praksis, Sayı
6) Yine DİE rakamlarına göre, toplam istihdamın
%40-45’ini kendine toplayan tarımsal alanda, elbette
küçük meta üretimini ve aile emeğini dikkate almak
gerek, 1997 yılında 7.5 milyon çalışan var ve
2.2 milyon da geçici işçi söz konusudur. Ayrıca,
bu ülkede işsizlik oranının %20’lerde olduğu ve
bunun da 3,5 milyon kadar olduğu biliniyor. DİE’ye
göre, 21 milyon ücretli çalışan vardır.
Devrim: Proletarya’nın ve Partisinin Eseri
Proletarya; emperyalist ve proleter devrimler
çağında, tüm ulusal pazarlar birbirine eklenerek
bir zincirin halkasını oluşturduğundan, bir dünya
pazarı yaratıldığından, önüne dünya devrimi perspektifini
koyar. Ancak böylesi bir perspektif, nihai olarak
bu yöndeki mücadele, proletaryanın biçimsel olarak
ulusal planda hareket etmesinin önündeki engel
değildir. Tam tersine, evrensel bir sınıf olan
proletarya, zorunlu olarak, ulusal düzlemde kendi
burjuvazisine karşı mücadele eder; devrim, eşitsiz
ve dengesiz gelişime bağlı olarak, çelişkilerin
en yoğun olduğu halkada, ülkede gerçekleşir.
Yukarıda vurguladık, bu devrime proletarya öncülük
eder; onun öncülüğü her şeyden önce nesnel-toplumsal
konumundan kaynaklanır. Proletarya, nicel gücünden
bağımsız olarak, burjuvazinin devrimci dönemi
çoktan geride kaldığı için, emperyalizm çağında
devrimlere öncülük eder.
Burjuva Demokratik Devrimini (BDD) yapmış ülkelerde,
tam çözülmeyen demokratik sorunlar, sosyalizmle
çözülür. Ancak, BDD yapmamış, emperyalizme bağımlı,
birçok temel demokratik sorunların çözülmediği
ülkelerde, proletarya, demokrasi mücadelesini
atlayarak sosyalizme ulaşamaz. Bu nedenle bu ülkelerde,
Demokratik Halk Devrimi (DHD) zorunludur, bu devrim
ile sosyalist devrim arasında bir “Çin Setti”
yoktur; hızla, kesintisiz birincisi ikincisine
dönüşür. Kapitalizmle sosyalizm arasında üçüncü
bir üretim tarzı, başlı başına özel bir aşama
yoktur. Bu ülkelerde proletarya en tutarlı demokrasi
savaşçısı olup, BDD sorunlarını da çözerek, demokratik
ve sosyalist görevleri birlikte ele alır; demokratik
devrim ile sosyalist devrim aynı sürecin, iç içe
geçmiş iki aşamasıdır. Ve, bunun tek bir güvencesi
vardır, demokratik devrimde proletaryanın öncülüğüdür,
proletaryanın devrimde hegemonyasıdır.
Leninist kesintisiz devrim budur. Ve, kimi çarpıtmaların
aksine, Lenin, hiçbir dönem birbirinden kopuk,
“aşamalı devrim” savunmamıştır. Lenin, tüm eserlerinde,
“Acil görevlerimiz” (1897) makalesinden tutalım,
“İki taktik”, “Nisan tezleri” hatta bu çarpıtmalara
en açık yanıtını verdiği “Dönek Kautsky” eserlerine
kadar, kesintisiz devrimi ele almıştır. Leninist
kesintisiz devrim, DHD aşamasında proletaryanın
öncülüğünü içerir, bu devrim sosyalizme bağlanır,
kültür devrimleri ile devrim komünizme kadar süreklidir.
Dahası şudur, Leninist kesintisiz devrim, çok
net olarak, devrimde burjuvazinin öncülüğünü reddeder.
DHD zorunludur; buradan bu devrime burjuvazinin
öncülüğü anlamı çıkmaz. Bu yönlü “Sosyalist Devrim”
savunucularının çarpıtmaları yaygındır, bu mesnetsiz-tutarsız
bir iftiradır. Bu iftiracılara bir hatırlatma;
Lenin 1905 BDD döneminde, örneğin “İki taktik”
eserinde, “Demokratik Cumhuriyet” savunur, bu
1917 Nisan’ında eskimiş bir tezdir ve buna rağmen
asla, hiçbir koşulda, Menşevik aşamalı devrimin
tersine, burjuvaziye özel bir rol biçmemiştir.
Tam tersine, burjuvaziyle tüm bağı koparmayı,
kalın bir çizgi ile ayrışmayı savunmuştur. Emperyalist
çağda, burjuvazi devrimci dönemini çoktan geride
bırakmıştır, tüm demokratik sorunlar, ancak ve
ancak proletaryanın önderliğinde tam bir çözüme
kavuşacaktır. Bu nedenle, başta Ulusların Kendi
Kaderlerini Tayin Hakkı (UKKTH) olmak üzere, tarım
sorunları, kadın sorunu, faşizmin tasfiyesi sorunlarını
içeren demokrasi sorunu vb. tüm demokratik sorunlar
ancak proletaryanın önderliğinde bir devrim ile
çözülecektir. Tek başına şu veya bu demokratik
sorun sosyalizmle bağ kurmadan tam çözüme kavuşamaz.
Tam da bu noktada ülkemizde proletrayanın rolü
ve devrimin niteliği konusuna kısaca değinmek
gerek.
Yukarıda ifade ettiğimiz rakamlar proletaryanın
nesnel konumu bütün açıklığı ile ortaya koyuyor.
Rakamların dili, proletaryanın ve yarı proleter
emekçilerin nicel gücü için bir fikir verdiği
gibi, kapitalizmin yoğunlaşmasının da öneminin
altını çiziyor. Bu aynı zamanda, sömürge ve yarı-sömürge
ülkelere göre, örneğin 2. Bunalım Dönemi devrimleri
olan Çin ve Vietnam devrimlerine göre; bir yeni-sömürge
olan ülkemiz devriminin sosyalizm için muazzam
bir güce sahip olduğunu gösterir. Yani, anti-emperyalist
anti-feodal Milli Demokratik Devrim’lere oranla,
3. Bunalım döneminde ve günümüzde yeni-sömürge
ülkelerde anti-emperyalist anti-oligarşik DHD
ile sosyalizm arasındaki mesafe daha kısadır,
içiçedir. Dahası, sosyalizmin inşası için, çok
daha güçlü maddi-teknik zeminin olduğu açıktır.
Yeni Ekim Devrimleri için, ülkemiz proletaryası
devrimci rolünü oynayabilir, bu maddi güç vardır.
Yeri gelmişken, TDH’de bir dönem önemli bir tartışma
konusu olan “fiili-ideolojik önderlik” sorunu
üzerine birkaç söz söylemek zorunludur. 1970’lere
ait olan, o günün tartışmalarında önemli bir yer
tutan, SD-MDD tartışmaları ile ilişkili olarak,
bugün “Ayaklanma-Halk Savaşı” sorunu ile bağlar
kurulan bu tartışmayı, devrimci sosyalizm “Mahir
ve Devrim” çalışmasında ele aldı.
Bu tartışmalarda, Çin devrimi ve Mao Zedung’un
“ideolojik önderlik” tespiti referans olduğu açık.
Bu bir anlamda, Çin Devrimi’ni düşününce doğaldır
da; ancak, hiçbir zaman ideolojik önderlik ile
fiili önderliği karşı karşıya getirmemek koşulu
ile. Fakat, 1970’lerdeki bu tartışmada; “ideolojik
önderlik=halk savaşı” veya “fiili önderlik=ayaklanma”
indirgemesi ekseninde sorunun ele alındığı, bunun
da bir yanılsama, dahası tuzak olduğu açık. Çünkü,
DD ve SD’den bağımsız olarak Rus Devrimi bir ayaklanma
ile zafere ulaşmıştır; ve devrimde proletarya
fiili rolünün yanı sıra ideolojik rolünü de oynamıştır.
Aynı biçimde, Çin Devrimi, uzun süreli bir halk
savaşı ile zafere ulaşmıştır, ama proletaryanın
ideolojik önderliğinin/partinin önderliğinin yanı
sıra, bu uzun süreli mücadelede fiili rol de oynamıştır.
Elbette Çin Devrimi, toplumsal sürecin feodal
ve yarı-feodal olduğu, geniş köylü yığınlarının
önemli bir yer tuttuğu bir devrimdir ve esas olarak
köylülere dayanarak zafere ulaşmıştır. Yeni-sömürge
Türkiye’de devrim uzun süreli halk savaşı ile,
PASS ile zafere ulaşacaktır. Bu bir dizi ara aşamayı,
irili-ufaklı muhabereyi içerir. Şehirlerin ve
proletaryanın önemi, Çin ve Vietnam devrimleri
ile kıyaslanınca çok daha önem kazanmıştır. Devrim,
şehir-kır diyalektiği içinde, BDS anlayışıyla
zafere ulaşacaktır. Devrimin iradeci yönü ön plandadır;
uzun süreli mücadele, gerilla savaşını içeren
öncü savaşı aşamasından geçecek ve kitlelerle
buluşulacaktır. Ancak tüm bunlar, proletaryanın
partisinin öncülüğünde olacaktır; ve 15-16 Haziran
büyük işçi direnişinin, 1970-80 döneminde bir
dizi direniş ve grevlerin, 1989 Bahar eylemleri
ve Zonguldak direnişini yaratan proletaryanın
fiili rolünü bir yana atmayı içermeyecektir. Proletarya
öncü rolünü oynayacaktır; devrimin ve sosyalizmin
zaferi buna bağlıdır. Devrimci sosyalizm bunun
bilincindedir ve proletarya sosyalizmi dışında
bir başka sosyalizm anlayışı, proletaryanın çıkarları
dışında özel bir çıkarı, davası yoktur. Devrimci
sosyalizmle, proletarya arasındaki ilişki bugün
ideolojik düzeydedir; ancak, uzun süreli halk
savaşı ile, bir dizi ara aşama yaşanarak bu ilişki
maddi ilişkiye dönüşecek, devrim böyle zafere
ulaşacaktır. Önümüzdeki tüm engelleri aşacağız,
proletaryanın devrim ve sosyalizm yürüyüşünü büyüteceğiz!
1 Mayıs: Türkiye
1 Mayıs, ülkemizde ilk kez, 1906 yılında, İstanbul’da
kutlandı. Daha sonra Osmanlı Monarşisi’nin son
yıllarındaki kutlamalar Selanik, Üsküp gibi işçi
merkezlerinde gerçekleştirilmiştir. Osmanlı imparatorluğunun
yarı-sömürgeleşme süreci, aynı zamanda küçük meta
üretimi ekseninde kapitalist dinamiğin çarpıtıldığı,
dışa bağımlı kapitalizmin geliştiği bir süreçtir.
Bu dönemde proletarya zayıf ve dağınıktır. 1.
Paylaşım Savaşında, işgal koşullarında, işçi sınıfının
tavrı anti-emperyalist yönelimlidir; 1 Mayıs kutlamaları
bu yönelimi içermiştir.
Kemalist iktidar, 1 Mayıs’ı ilk önce “amele günü”
olarak ilan etse de, Ekim Devriminin güçlü etkisi
ile kurulan TKP’ye, M. Suphi ve yoldaşlarına karşı
imha politikası gerçek niteliğini açığa çıkarmıştır.
Nitekim, 1925 yılında çıkarılan “Takrir-i Sükun
Yasası”, sadece Kürt ulusunun demokratik taleplerinin
imha ve inkarını içermekle kalmamış, aynı zamanda
proletarya ve tüm emekçi sınıfların taleplerini
şiddet ekseninde bastırmayı ifade etmiştir. 1
Mayıs “Bahar Bayramı” olarak tanımlanmış, özünden
uzaklaştırılmış, bu demagoji yasak ve inkar ile
devam etmiştir.
2. Paylaşım Savaşı sonrası geliştirilen yeni-sömürgecilik,
yukardan aşağı kapitalist gelişimi hızlandırmış,
kapitalizme özgü modern sınıflar ortaya çıkmış;
bu süreç, 1960’larda sınıfsal mücadeleye yeni
kanallar açmıştır, 1 Mayıs’ın ruhuna uygun ele
alınmasını sağlamıştır. Ancak, işyerlerinde, fabrikalarda,
okullarda kutlanan 1 Mayıs, ilk kez yasal olarak
1976’da gerçekleşmiş, yüzbinlerce emekçi Taksim
alanını 1 Mayıs alanına dönüştürmüştür. Bu büyük
kitle hareketi, 15-16 Haziran işçi direnişinin
doğrudan devamını içerir; ve aynı zamanda uyanan
dev, oligarşiyi panikletmiş, içsel olgu olan emperyalizme
dayanan, iç savaşa göre örgütlenen faşizmin kontra
taktiklerini gündemleştirmiştir. 1977 1 Mayıs’ı
tam da bu nedenle, yükselen halk muhalefetinin
önünü kesmek, işçi ve emekçi sınıflara gözdağı
vermek için 37 emekçinin kanı ile kızıllaşmıştır.
Bu katliam, Türkiye devriminde yer alan en önemli
katliamlardan biridir ve sömürge tipi faşizmin
anlaşılmasında güçlü veriler sunmaktadır. 1 Mayıs
artık binbir yalan ve demagoji ile yasaklanmıştır;
ama buna rağmen, işyerlerinde, fabrikalarda, okullarda,
sokak ve alanlarda, zindanlarda kutlanmaya devam
edilmiştir.
12 Eylül açık faşizmi, tüm işçi ve emekçi sınıflara,
Kürt Ulusuna karşı topyekün savaştır; 1 Mayıs
yasaklanmış, dahası yoğun bir kara propaganda
yürütülmüştür. Ancak, hiçbir karanlık sonsuz değildir;
işçi-memur-öğrenci gençlik hareketleri tekrar
canlanmış, ‘87 ve ‘88 1 Mayıs gösterileri, canlanan
kitle hareketine güç vermiştir. 1 Mayıs Taksimdir;
Taksim alanı 1 Mayıs alanıdır. ‘89’da M. Akif
Dalcı, faşizmin barikatlarını, yüreğini eline
alıp parçalamıştır; ‘90’da Gülay Beceren kurşun
yaralarıyla felç olmuştur. M. Akif Dalcı ve Gülay
Beceren’in açmış olduğu yoldan, 96 1 Mayıs’ında
Dursun Odabaşı, Hasan Albayrak, Levent Yalçın
yürümüş, 1 Mayıs şehitleri kervanına katılmıştır.
Devrimler tarihi göstermiştir ki, bedel ödemeden
hiçbir kazanım elde edilmiyor. ülkemiz sınıf mücadelesinin
açık göstergesi, en küçük demokratik talepler
bile, faşizmin binbir oyun ve katliamı ile karşılık
buluyor. Ve, 1 Mayıs şehitleri, tam da bu nedenle
devrim ve sosyalizm kavgamızda yol gösteriyorlar.
İçinden geçtiğimiz tarihsel süreçte; işçi ve tüm
emekçi sınıflar, Kürt Ulusu kapsamlı emperyalist
saldırı programları ile karşı karşıyadırlar. Emperyalist
merkezlerde üretilen IMF, Dünya Bankası vb. damgasını
taşıyan reçeteler ile ülke ekonomisi çökertilmiş,
yeni-sömürgecilik derinleşmiştir. Neo-liberal
politikalar, “özelleştirme”, “sendikasızlaştırma”,
“esnek üretim” vb. saldırıları ile, işçi ve emekçilere
sosyal yıkımı dayatmıştır. “Tarım reformu”, emperyalistler
ve oligarşinin, tarımsal alanı talan etmesi, yoksullaşma,
kent merkezlerine göç, işsizlik ve her türlü insanca
yaşam koşullarından yoksun yeni gecekondu bölgelerinin
oluşması demektir. Kürt Ulusu’nun en doğal talepleride
binbir oyun ile yok sayılıyor, Kürt ulusal hareketi’nin
kazanımları tasfiye ediliyor. “Küreselleşen” dünyada,
emperyalist savaş halklara dayatılıyor, oligarşi
bu emperyalist savaşlarda yeni roller üstleniyor.
Açlık-yoksulluk-işsizlik-savaş, büyük bir ahlaki
yozlaşma ve yabancılaşma ile halklarımızı kuşatıyor,
insanı hiçleştiriyor. MIA, Tahkim, uyum yasaları,
AB tartışmaları ile ulusal tüm değerler ayaklar
altına alınıyor; işçi-köylü-gençlik üzerinde koyu
bir diktatörlük, faşizm uygulanıyor. Devrimci
tutsaklar, Pentagonda üretilen, AB emperyalizminin
de desteğini alan tecrit ve hücre saldırları ile
teslim alınmaya çalışılıyor; devrimci tutsaklar
şahsında tüm toplum susturulmaya çalışılıyor.
Özcesi; bu yeni dönemde, kapitalist barbarlık
sınır tanımıyor.
Böylesi bir süreçte 1 Mayıs’ın anlamı; proletaryanın
önderliğinde tüm halklarımızın çıkarını temsil
eden, demokratik ve sosyalist görevleri içeren
DHD’nin toplumsal gündemin merkezine bütünlüklü
devrimci mücadele yoluyla oturtulmasıdır. 100’ü
aşkın şehitle, devrim ve sosyalizm adına direnişi
büyüten, tüm sınırları parçalayan zindan direnişlerinden
güç alalım; 1 Mayıs ruhu ile kavgayı büyütelim...
1 Mayıs’ın anlamı budur; devrimi büyütmek!
Her sınıf kendi bayrağı altına toplanacak; devrimci
sosyalizm ile proletaryanın bayrağı aynıdır, 1
Mayıs’ların kızıllaştırdığı bu bayrak, zafere
kadar, sonuna kadar taşınacaktır!
|