Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Y. TÜFEKÇİ

Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte egemen sınıfın, ezilen sınıf üzerindeki baskı aygıtı olarak biçimlenen devlet, bu baskıyı değişik araçlarla bugüne değin sürdürmüştür. Bu araçlar içersinde fiziksel gücün yoğunlaştığı ordu, gelişimi içersinde araç olma işlevinden zaman zaman sıyrılarak devletin diğer araçlarını gölgede bırakabilmiştir.
Bu süreçlerin kavranabilmesi için marksizmde “son tahlilde” denilerek yapılan tespitlerle, konjonktürel gelişmelerin birbirine karıştırılmaması gerekir. “Son tahlilde” ordunun, sınıfsal ayrışma ve sömürüye dayalı devletin bir aracı olması, onun kimi zaman bu devleti ele geçirip, kendisinin de dahil olduğu sınıf çatışmalarının o dönemki seyrine göre biçimlendirmesiyle çelişmeyen birşeydir. Birinci Bonapart dönemi Fransası buna iyi bir örnektir. Bu yöntemin içselleştirilebilmesi, marksizmin doğru kavranabilmesi açısından çok önemlidir. Altyapı-üstyapı diyalektiği de bu temelde kavrandığında marksizmin açıklayıcı ve çözümleyici gücünün boyutları, daha da derinleşecektir.
Bu topraklardaki devlet geleneği, Osmanlı’dan mirastır. Kuruluş ve gelişme aşamalarında talancı bir karakter taşıyan Osmanlı Devleti, buna uygun olarak da orduya büyük bir önem vermiştir. Çünkü devletin kendini üzerinde yeniden ürettiği zeminin yaratıcısı ve temel gücü ordudur. Osmanlı Devleti’nin talancılığı kendi dinamiklerini tüketince aynı ordu bu defa içe yönelmiştir. Merkezi feodal Osmanlı Devletinin bu sömürüsü, kanla bastırılan Anadolu isyanlarını da beraberinde getirilmiştir. Ordu-devlet ilişkilerinde farklılaşmalar da bu tükenişle yakından ilgilidir. Önceleri yeniçeri isyanlarıyla başlayan ve salt ekonomik bir içerik taşıyan devlete müdahaleler, ordunun gelişimiyle birlikte politik içerikler de kazanabilmiştir. İttihat ve Terakki hareketi bunun örneklerinden biridir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleştirilmesiyle ülkenin üretici güçlerinin gelişme dinamikleri çökertilmiştir. Bu durumda ülkede bilimsel teknik gelişmeye ihtiyaç duyan bir burjuva sınıfından sözedebilmemizin olanağı yoktur. Ancak ordunun bilimsel-teknik gelişmelere ihtiyacı vardır, çünkü çağın olanaklarını kullanamayan bir ordunun o çağın gerektirdiği baskıyı yaratması da olanaksızdır. Koşulların dayatmasıyla, zorunluluktan, geriden gelerek de olsa modern teknik ve örgütsel-ideolojik yapı ve aygıtlarla ilk tanışan kurum olarak ordu, devletin de aynı yeniliklerle tanışmasında motor güç olmuştur; bu bağlamda kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle gelişmediği ülkelerde zaman zaman burjuvazinin rolünü üslenmiştir. Ancak üretim ilişkileri altyapısından türemeyen-beslenmeyen bu rol, elbette ki bir karikatür olmanın ötesine geçememiştir, üretimden çok ithalat boyutuyla sınırlı kalmıştır.
Ordunun bu niteliği, özellikle batılı politik akımlardan etkilenen aydın kesimlerde, toplumsal ilerlemeyi sağlayabilecek bir güç olarak algılanması yanılsamasını doğurmuştur. Bu yanılsamanın etkisiyle, böylesi bir siyasal projeye sahip birçok aydın unsur, değişimin dinamiği olabilecek kapasiteye sahip yegane güç olarak gördükleri orduyu, temel siyasal çalışma alanı olarak benimsemiştir. Bu yanılsama kimi kemalist çevrelerde günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Cumhuriyetin kuruluşu sürecinde iyice açığa çıkan bu rol, merkezi feodal Osmanlı Devleti’nden kalma kimi ayakbağlarından da kurtularak iyice belirginleşmiştir. Öte yandan daha farklı bir projeye sahip olan kemalist hareket, cumhuriyetin sağlamlaşmasının ardından kapitalist bir ülke yaratabilmek için orduyu yeniden salt araç konumuna indirgemeye niyetlidir. Buna rağmen ordu, devlet içindeki geleneksel ağırlığını gelişen Kürt İsyanlarına ve kapitalizmin bir türlü istenilen oranda gelişememesine paralel olarak sürdürdü. Tüm bu içiçe geçişlere rağmen ordu, Osmanlıda padişahın, cumhuriyet döneminde ise devletin emrindeydi. Ekonomik olarak da devlete bağımlı olması, bu ilişkiyi yeniden üretiyordu.
Öte yandan cumhuriyetle birlikte ordu, egemen siyasal yönelim olan kemalizmle de örtüşme sürecine girmişti. Bu temelde Kazım Karabekir gibi örtüşmenin önündeki engellerin de etkisizleştirilmesiyle devlet ve ordu ilişkisinin yeni süreçte yeniden inşasında Osmanlı’nın İslam’a ve ümmete dayalı ideolojik motiflerinin yerini ulusçuluk, laiklik gibi daha modern unsurlar alıyordu. Böylelikle ordu, bu yeniden şekillenişi sırasında sadece devletin değil, onun politikalarının da bekçisi olarak organize oluyordu.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ABD ile geliştirilen ilişkiler yeni bir sürecin kapısını da aralıyordu. Daha savaş sürecinde gidilen yönün bir uzantısı olarak ABD’ye sırtını dayamaya çalışan devlet, muhatabının tüm isteksizliklerine rağmen ısrarından vaz geçmiyordu. Bu dönemde uydurulan “Stalin bo ğazları istedi” palavrası gibi hem anti komünist paranoya yaratıp hem de ABD’nin koruyuculuğunu talep etmek için Ortadoğu tipi manevralar geliştirmekten de geri kalmayan devlet, savaşa girmediği halde Marshall yardımından pay koparabilecek yeteneği gösterebiliyordu. Devletin en temel unsurlarında biri olarak ordu da bu iliş kilerden payını alıyordu. Alınan yardımların önemli bir ağırlığı askeri nitelikteydi.
Kore Savaşı ile karşı-devrimci/Amerikancı niteliğini yoksul gençlerin kanları pahasına pazarlamaktan geri kalmayan devlet, nihayet yaptığı hizmetlerin karşılığında NATO üyeliği ile ödüllendiriliyordu. Böylece ordu da dünya çapındaki emperyalist saldırganlığın bir parçası olarak yeni göreviyle tanışmış oluyordu. İlk dönemlerde bu görev o denli baskın değildi. Hatta ABD’lilerin zaten olası bir Sovyet işgali durumundaki planlarında Türkiye’yi savunmak gibi bir düşünceyi akıllarından bile geçirmemesi, bu yeni üyelerine yönelik ilk tavsiyelerine de yansıyordu.
Bu süreçte ordudan akademik askeri eğitime son vermesi talep edilmişti. Çünkü sadece “iç karışıklıklarla” başedebilecek bir mekanizma yeterliydi. Bunun ötesindeki bir yapı, gereksiz yere kaynak israfıydı. Bu aslında “sizin demir-çelik fabrikalarına, ağır sanayi yatırımlarına ihtiyacınız yok, tarımla uğraşın yeter” diyen dönemin diğer ABD raporlarıyla uyumlu bir yaklaşımdı. Ancak devlet eliyle de olsa belli bir kapitalist gelişimin gerçekleştiği bir ülkeden bunları beklemek anlamsızdı ve devletle yerli işbirlikçiler, tüm uşaklıklarına rağmen ellerindekinden olmayı da istemiyordu. Öte yandan 38 isyanında olduğu gibi uçaklarla bombardıman yapabilecek kadar kapsamlı savaşlara her zaman hazır durumda olması gereken bir ordunun “iç karışıklıklar” için yeterli durumda olabilmesi, ABD’li rapor hazırlayıcıların kavrayamayacağı bir gücü ve niteliği gereksiniyordu. Bu anlamıyla ülkenin koşullarıyla emperyalizmin programı arasında bir diyalektik yakalanarak süreç gelişti.
Sonrasındaki dönemde ise ordu, Kore gibi daha bir çok yerde herşeyiyle ABD’nin hizmetinde olabileceğini yeterince gösterdiği için gerek akademik gerekse de teknik anlamda her türden yardımı görmekte büyük bir sıkıntı yaşamadı. Böylece yine devlet aracılığıyla da olsa ordu yeni bir ekonomik kaynakla da tanışmış oluyordu. Yine de Menderes döneminde devletin tüm kaynaklarını kendi hesabına akıtmak isteyen egemen kesimle ordunun arası pek iyi değildi. 27 Mayıs darbesi öncesinde, astsubay eşlerinin düşük maaşları protesto etmek için gösteri yapması, daha sonraları hiç rastlanmayan bir şeydir. Yine kredi kullanımı vb. konularda ABD ile de sorun yaşayan Menderes iktidarının bir askeri darbeyle devrilmesi başlangıçta belirttiğimiz diyalektiğe iyi bir örnektir.
27 Mayıs darbesinin ardından ülke mizdeki ordu ve kemalizm gerçeğini daha iyi değerlendiren emperyalizm, Nato üyeliğiyle birlikte Ortadoğu’daki çıkarlarının bekçiliğine soyunan bu yardımcısına yol göstermekte gecikmedi. Kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle geliştiği diğer ülkelerde burjuvazi gerek devlet üzerinden gerekse başka kanallardan orduyla çoklu ilişkiler geliştirebilmiştir. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında geliştirilen yeni-sömürgecilik ilişkileri bağlamında gelişen kapitalist ilişkilerin yürütücüsü konumundaki işbirlikçi burjuvazi ise gerek politik güç olarak gerekse de ekonomik güç olarak böylesi ilişkiler geliştirebilecek çapta değildi. Bu işbirlikçi tekelci burjuvazinin gelişim rotası da böylesi ilişkileri yaratabilecek doğrultuda değildi. Tıpkı cumhuriyetin ilk yıllarında kapitalizmin kurulması ve yaygınlaştırılması görevini devletin üslenmesi gibi, bu süreçte de ordunun sermaye ile içiçe geçişi görevi, bizzat ordu tarafından üsleniliyordu. Üstelik bu adım, yeni-sömürgecilik politikalarına da uygun olarak atılıyor ve ordu yardımlaşma kurumu (OYAK) adıyla kurulan şirketin ilk yatırımı, bir ABD şirketi olan Goodyear lastik fabrikasının ortaklığı oluyordu.
Kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle geliştiği süreçte hakim eğilim olan “serbest rekabet”, elbette ki böylesine askeri bir disiplinle kurulan bir kurumda sözkonusu olamazdı. Bütün ordu üyeleri bu kurumun zorunlu üyesiydi ve maaşlarının %10’unu kuruma vermek zorundalardı. 1 Mart 1961’de kurulan OYAK, içinden geçilen politik konjonktürlere de bağlı olarak kimi dönemlerde sıçramalı bir gelişim kaydetmiştir. Aradan geçen yıllarda giderek büyüyen bu kurum, kendi gelişimiyle orantılı olarak ordu-sermaye ilişkilerini de geliştirmiştir. Bu gelişimin dünya çapında sonuçları ortaya çıkmakta gecikmemiştir. 80’li yıllara gelindiğinde dünyanın en zengin 5. generali Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’dır. Osmanlı’dan Kemalizmce devralınan dokunulmazlık zırhı, kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle gelişmemesi ve burjuva devrimin gerçekleşmemesinden dolayı hukuksal ve demokratik mekanizmaların ya gelişmemişliği ya da hiç olmaması, bu skandalları öylece ortada bırakıyordu. Tüm dünyayı sarsan Lockheed skandalı sonucunda sözkonusu ABD firmasının halen “uçan tabut” olarak bilinen uçakları sattıkları her ülkede orduya rüşvet verdikleri, belgeleriyle ortaya çıkmasına rağmen TSK, yaptığı soruşturma sonucunda “böylesi bir bulguya rastlamamıştır” demiştir. İşin ilginç bir boyutu da bu olay ne zaman gündeme gelse, kimilerinin “solcu” olarak bildiği Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı gibi ordunun kalemşörlüğünü kendine iş edinmiş kimi yazarların hemen “soruşturma belgelerini” sunarak savunmaya geçmeleridir. Ordunun kendi yapısı ve bunun ülkemizde kazandığı çok daha geniş anlamın doğal bir sonucu olarak, bugün artık karşımızda salt “devletin askeri aparatı” nitelemesiyle açıklayamayacağımız; böylesi bir açıklamanın gerçekliğin ancak küçük bir boyutunu yansıtabileceği bir somutluk vardır. Daha açığa çıkmayan, buna benzer ne yolsuzluklar vardır bilemiyoruz.
12 Eylül darbesinin ardından cunta koşullarında kollarını daha da uzatan bu ahtapot, ülkenin en büyük holdinglerinden biri haline gelmiştir. 1984 atılımıyla başlayan savaş ise bu gelişimi bugünkü noktasına dek taşımıştır. Savaşa dek ordu, gizli faşizmin parlamenter makyajının akmaya başladığı dönemlerde ortaya çıkıp sonra sahneyi terkediyordu.
12 Eylül sonrasında da bunun bir benzeri yaşanacaktı, hatta Koç’un TSK’ya yönelik “ordumuzun yıpranmaması lazım, daha ona çok işimiz düşecek” içerikli mektubu kamuoyunda yer almıştı bile. Buna ilişkin adımlar atıldı, devlet henüz ilk yıllarını yaşayan hareketin geleneksel önlemlerle boğulabileceğini umuyordu. Egemenlerin ağzında hala “üç-beş çapulcu” nakaratı dolanıyordu. Ama gelişmeler beklendiği gibi olmadı ve savaş boyutlandı. Savaşın boyutlanmasıyla birlikte ordu da bu savaşa göre yeniden organize olmak zorunda kaldı. Bütçesi ve siyasal etkinliği günden güne arttı.
Günümüze kadar ulaşan bu süreci incelemeden önce ordunun ülkemize özgü başka bir fonksiyonunun da üzerinde durmamız gerekiyor. Meşhur bir söz vardır; askerliğin başladığı yerde mantık biter diye. Bu söz, belki dünyanın her yerindeki sömürücü devletlerin orduları için geçerlidir. Ama bu sözün ülkemizde kazandığı anlam oldukça derindir. Az önce bahsettiğimiz dokunulmazlığının da etkisiyle, kendini devletin sahibi olarak gören ordudaki keyfiyet, dünyada az görülür boyutlardadır. Askerlik anılarını anlatanlardan şöylesi bir hikayeyi duymayan kalmamış gibidir: Askere önce kocaman bir çukur kazdırılır ve çukuru kazdıran rütbeli, sigarasının izmaritini içine attıktan sonra aynı askere çukuru kapattırır. Bu ve buna benzer olayların tek bir amacı vardır; en mantıksız şey bile bir tek emirle yerine getirilir. Daha doğrusu emir altındaki askerler, en mantıksız şeyi bile gerçekleştirebilecek duruma getirilir, beyinleri o derece yıkanır. Her zaman, gerektiğinde patlamadığı için cezalı olan bir topun başında nöbet tutmak kadar masum olmaz bunlar.
Bu biçimde birer ölüm makinesi haline getirilmiş askerlere yaptırılmayacak şey yoktur. En barbar katliamlar, en vahşi işkenceler, en akılalmaz uygulamalar tek bir emre bakar. Askeri eğitimlerin ulaştığı en uç noktada özel harekat timlerinin eğitimi vardır ve en uç nokta, sadece en usta katilliği ifade etmektedir. Kimi ülkelerde bu ölüm mangalarının eğitiminde şöyle bir sınav vardır. Askere bir uçurumdan atlaması emredilir. Emre uymayan başarısız olmuştur. Emre uyup atlayanı ise atladığı anda harekete geçip onu kurtaran bir ağ mekanizması vardır. Ancak eğitim bitip de komutanlarına bir emirleriyle “uçuruma atlayabilecek” kadar güvendiğini ispatlamış bu askerleri gönderildikleri görevlerde bekleyen bir ağ mekanizması yoktur elbette...
Bu beyin yıkama faaliyetinin en önemli ayaklarından biri de “devletin yenilmezliği, onunla başedilemezliği, çok güçlü olduğu” imajının iyice kökleştirilmesidir. Böylece askerlik denilen mekanizma aracılığıyla ülke nüfusunun yarısı, köklü bir ideolojik eğitim ve psikolojik travmadan geçirilir. Bu insanlar üzerinde öylesine bir terör estirilir ki sınıf bilinciyle tanışmamışlar açısından emirlerine uyulmadığında kendisini yutacak, canavardan farksız bir yapı durmaktadır. Bu şekilde kişiliğini hiçleştirdiği, canavarlaştırdığı ve silahlandırdığı insan topluluğu, emperyalizm ve oligarşi için halkları sindirmede bulunmaz bir nimettir. Verilen eğitimde resmi ideolojinin gayri-resmi uzantıları da ordunun dokunulmazlığı zırhından rahatlıkla yararlanabilmektedir. Erkek-egemen anlayış, bunun en belirgin olanıdır. Yeri geldiğinde kendini “peygamberin ordusu” ilan edecek kadar “dindar” olan aynı orduda “aç aç” diye iğrenç bir gelenek de vardır. Böyle bir “geleneğe” sahip bir orduya, kendi anladıkları anlamda da olsa “namuslarını” emanet eden insanların benlikleriyle bir sorun yaşamaması ise ancak bu topraklara özgüdür herhalde.
12 Mart öncesinde özellikle THKP-C’nin önemli bir örgütlenmesinin gerçekleştiği, 12 Eylül öncesinde de benzer pratiklerin yaşanmasına rağmen ordu, iç istihbaratını korkunç geliştirip gereken ideolojik subaplarını sağlamlaştırarak içine sızabilecek her tür muhalif unsura karşı kalın bir zırh örmüştür.
1984’ten sonra gelişen savaşta, kimi burjuva çevrelerce dillendirilmesine rağmen bilinçli olarak profesyonel ordu uygulamasına geçmeyen, böylece halkı savaşın bir tarafı haline getirmeye çalışan ordu, belli oranda başarılı da olmuştur; oldukça yakıcı bir somutlukta yaşanan savaşı kendi politikalarına tahvil etmede gösterdiği beceriyle salt askeri bir organizasyonun ötesinde bir olgu olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Özellikle yaşanan savaşın gerçek içeriğini anlayabilecek politik bilinçten yoksun geniş kitleler, yılların birikimi üzerine yükselen beyin yıkama aygıtının da etkisiyle şövenizm tuzağına düşmüşler ve bu durum 99 seçimlerinde patlayan MHP oyları olarak açığa çıkmıştır.
Bu arada ordu, kemalizmi yeni zeminlerde yeniden üretebilmenin kanallarının arayışına da girmiştir. 12 Eylül sürecinde gerek toplumu çürütmek, gerekse de yükselmesi kaçınılmaz muhalefeti sol dışı kanallara akıtabilmek için bir sürü imam hatip lisesi açan, Kuran’dan surelerle kemalizm/laiklik savunusu yapan, pıtrak gibi biten Kuran kurslarını hoşgören generaller, gelişen KUKM’ne karşı da Hizbullah’ı ortaya çıkarmış ve büyütmüşlerdi. Fakat aynı generaller, özellikle yine kendilerinin göz yumdukları Sivas katliamı sonrasında canlanan alevi hareketini kendilerine bağlamak için sıkı birer laiklik savunucusu olarak boy gösterebilmişlerdir.
Evsahiplerine kiraları arttıracağız, kiracılara ise kiraları düşüreceğiz diye nutuk atan Hitler’in demagojilerine benzeyen bu uygulamalarıyla ordu, özellikle 28 Şubat sonrasında kendini dini gericiliğin biricik panzehiri olarak ustaca pazarlamıştır. Böylece aslolarak devrimci-demokrat muhalefetin boğulmasına yönelik önlemleri içeren 28 Şubat kararları, bu içeriğini açığa çıkaracak devrimci dinamiklerin zayıflığından dolayı toplumun geniş kesimlerince ordunun istediği biçimde algılanmıştır. Bu sayede, ülkemizdeki kapitalizmin gelişkinliğiyle de bağlantılı olarak ortaya çıkan ve kendini modern toplumsal ilişkiler içersinde ifade eden geniş bir kesim, kemalizm ve laiklik ekseni üzerinden ordunun politikalarıyla özdeşleşen bir duruşa yönelmiştir. Bu çevrelerde dolaşan bir “efsane”, durumun tipik bir örneğini oluşturabilir. Ordunun dincilere yakın olduğu iddiasıyla hiçbir zaman Ülker marka gıda ürünü kullanmadığını yayıp, bu “ilkeli” siyasal duruşu örnek gösterenlerin çoğu, aynı sektörde faaliyet gösteren ETİ Pazarlamanın bir OYAK şirketi olduğundan habersizdirler.
Savaşla birlikte artan askeri ihaleler, ülkedeki askeri yatırımlarda da bir artışa neden olurken savaş rantının en büyük kısmı ise uyuşturucu ticareti ve kara para aklanmasıyla gerçekleştirilmiştir. Ülkenin en önemli gündemi haline gelen savaş, orduyu da doğallığında en büyük politik güç haline getirmiştir.
27 Mayıs darbesiyle bir anayasal kurum olarak ortaya çıkan Milli Güvenlik Konseyi (eski adıyla Milli Güvenlik Komitesi)nin politik ağırlığı, tarihinin en üst boyutuna bu süreçte varmıştır. Politika cephesindeki bu gelişim, ekonomik cephedeki yansımasıyla diyalektik bir ilişki içinde olmuş ve aynı süreçte OYAK, ülkenin en büyük holdinglerinden biri haline gelmiştir. Zaten özel hukuk hükümlerine tabi olduğu için vergi vermeyen OYAK, şu an Türkiye’nin en büyük 5. finans kapitalisti durumundadır.
Yıllık cirosu 4 milyar dolar olan bir şirketin vergi vermemesi, ülkemizdeki kapitalizmle ordu ilişkisinin, ordunun siyasal ağırlığının anlaşılabilmesi açısından tipik bir örnektir. 2000 yılında 217 trilyon kâr elde eden şirketin, ülkenin belki de en derin ekonomik krizlerinden birini yaşadığı, açlıktan bebeklerin öldüğü 2001 yılındaki kârı ise %173 oranında bir artışla 594 trilyon liraya ulaşmıştır. Bu duruma OYAK Genel Müdürü Coşkun Ulusoy tarafından getirilen “açıklık” ise bir ibret belgesi gibidir. “Krizi erken farkedip önlemlerimizi aldık.” (23 Kasım, Milliyet). “Yatırımlarımızı ana faaliyet alanı yerine finansal piyasalarda değerlendirdik, döviz aldık.” (23 Kasım, Radikal) Elbette ki hiçbir ekonomi bürokratının, hiçbir hazine-maliye görevlisinin, “devletin gerçek sahibi” olan ordudan döviz fiyatlarında izlenecek politikaları gizlemesi beklenemez.
Zaten açıklanan rakamlardaki kârın neredeyse yarısının finans sektöründen elde edilmiş olması, bu durumun ispatından başka birşey değildir. “Beyaz enerji operasyonu” gibi bir yandan politik sürece doğrudan müdahaleler geliştirip diğer yandan kendini hukukun savunucusu, dürüstlüğün timsali olarak pazarlayan ordunun durumu, “tencere dibin kara...” atasözünü anımsatmaktadır. Faşizmin tipik davranış özelliği demagoji, her alanda ama en çok da ekonomide ordunun işine yaramaktadır. Tasarruf tedbirleri çerçevesinde Anıtkabir ziyaretine otobüslerle gelen kuvvet komutanlarının herbirinin özel uçağının olması gibi.
Günümüzde bu savaşın sona ermesine rağmen, ordunun ekonomik-politik ağırlığında bir değişiklik olmamıştır. Düşük yoğunluklu savaş stratejisine uygun olarak biçimsel anlamda asla kendini iktidardaymış gibi göstermemeye özen gösteren ordu, fiili anlamda kimi şekilselde olsa demokratik uygulamaları bile hiçe sayarak dizginlerin tam hakimi olmuşur.
Böylece araçsal fonksiyonlarının üzerine çıkarak, (emperyalizmle doğrudan ilişkiler gibi) diğer tüm özellikleriyle örtüştüğü oligarşinin en temel bileşenlerinden biri haline gelmiştir. 91 sonrasındaki süreçte dünyada yeniden biçimlenen politik atmosfer içersinde sınıfsal ayrım noktalarının bilinçli olarak bulanıklaştırılması, silikleştirilmesi ordunun sınıfsal karakterinin açıkça algılanabilmesinde yeni setler örmüştür.
Geçmişte “sovyet tehdidine”, sonrasında “bölücülüğe” karşı ülkenin tüm kaynaklarını istediği gibi denetleyip kullanan ordu, bugün bu gerekçelendirme zeminine “irtica tehdidi” yeterince gerçekçi-inandırıcı ve tüm kamuoyunu kapsayıcı olmadığı için “ulusal güvenlik” kavramını koymaya çalışmaktadır.
Bu çerçevede ülke ekonomik krizle kavrulurken, İsrail Filistin Halkını Cenin’de buldozerlerle katlederken, katillerle tank ihalesi anlaşması yapılabilmiştir. Bugün artık emperyalizmin sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünyadaki çıkarları için kan dökebilecek şekilde yeniden organize edilen ordunun Somali, Bosna, Afganistan pratiklerini neyin izleyeceğini bilemiyoruz. Ancak çok açık olarak ortada olan birşey var ki kapitalizmin yasası gereği eğer bir yatırım, işletilmiyorsa zarar ediyor demektir. Emperyalizmin ve oligarşinin bu denli büyük yatırımlarının odağı olan ordu, bunların karşılığını da mutlaka saldırdığı ezilen halkların ve cepheye sürdüğü yoksul gençlerin kanı olarak, kasalara dolan para olarak verecektir. Ta ki bu sömürü ve zulüm düzeni halklarımızın örgütlü savaşıyla tarihin çöplüğüne gönderilene dek...

 
 
 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul