Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte
egemen sınıfın, ezilen sınıf üzerindeki baskı
aygıtı olarak biçimlenen devlet, bu baskıyı değişik
araçlarla bugüne değin sürdürmüştür. Bu araçlar
içersinde fiziksel gücün yoğunlaştığı ordu, gelişimi
içersinde araç olma işlevinden zaman zaman sıyrılarak
devletin diğer araçlarını gölgede bırakabilmiştir.
Bu süreçlerin kavranabilmesi için marksizmde “son
tahlilde” denilerek yapılan tespitlerle, konjonktürel
gelişmelerin birbirine karıştırılmaması gerekir.
“Son tahlilde” ordunun, sınıfsal ayrışma ve sömürüye
dayalı devletin bir aracı olması, onun kimi zaman
bu devleti ele geçirip, kendisinin de dahil olduğu
sınıf çatışmalarının o dönemki seyrine göre biçimlendirmesiyle
çelişmeyen birşeydir. Birinci Bonapart dönemi
Fransası buna iyi bir örnektir. Bu yöntemin içselleştirilebilmesi,
marksizmin doğru kavranabilmesi açısından çok
önemlidir. Altyapı-üstyapı diyalektiği de bu temelde
kavrandığında marksizmin açıklayıcı ve çözümleyici
gücünün boyutları, daha da derinleşecektir.
Bu topraklardaki devlet geleneği, Osmanlı’dan
mirastır. Kuruluş ve gelişme aşamalarında talancı
bir karakter taşıyan Osmanlı Devleti, buna uygun
olarak da orduya büyük bir önem vermiştir. Çünkü
devletin kendini üzerinde yeniden ürettiği zeminin
yaratıcısı ve temel gücü ordudur. Osmanlı Devleti’nin
talancılığı kendi dinamiklerini tüketince aynı
ordu bu defa içe yönelmiştir. Merkezi feodal Osmanlı
Devletinin bu sömürüsü, kanla bastırılan Anadolu
isyanlarını da beraberinde getirilmiştir. Ordu-devlet
ilişkilerinde farklılaşmalar da bu tükenişle yakından
ilgilidir. Önceleri yeniçeri isyanlarıyla başlayan
ve salt ekonomik bir içerik taşıyan devlete müdahaleler,
ordunun gelişimiyle birlikte politik içerikler
de kazanabilmiştir. İttihat ve Terakki hareketi
bunun örneklerinden biridir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürgeleştirilmesiyle
ülkenin üretici güçlerinin gelişme dinamikleri
çökertilmiştir. Bu durumda ülkede bilimsel teknik
gelişmeye ihtiyaç duyan bir burjuva sınıfından
sözedebilmemizin olanağı yoktur. Ancak ordunun
bilimsel-teknik gelişmelere ihtiyacı vardır, çünkü
çağın olanaklarını kullanamayan bir ordunun o
çağın gerektirdiği baskıyı yaratması da olanaksızdır.
Koşulların dayatmasıyla, zorunluluktan, geriden
gelerek de olsa modern teknik ve örgütsel-ideolojik
yapı ve aygıtlarla ilk tanışan kurum olarak ordu,
devletin de aynı yeniliklerle tanışmasında motor
güç olmuştur; bu bağlamda kapitalizmin kendi iç
dinamiğiyle gelişmediği ülkelerde zaman zaman
burjuvazinin rolünü üslenmiştir. Ancak üretim
ilişkileri altyapısından türemeyen-beslenmeyen
bu rol, elbette ki bir karikatür olmanın ötesine
geçememiştir, üretimden çok ithalat boyutuyla
sınırlı kalmıştır.
Ordunun bu niteliği, özellikle batılı politik
akımlardan etkilenen aydın kesimlerde, toplumsal
ilerlemeyi sağlayabilecek bir güç olarak algılanması
yanılsamasını doğurmuştur. Bu yanılsamanın etkisiyle,
böylesi bir siyasal projeye sahip birçok aydın
unsur, değişimin dinamiği olabilecek kapasiteye
sahip yegane güç olarak gördükleri orduyu, temel
siyasal çalışma alanı olarak benimsemiştir. Bu
yanılsama kimi kemalist çevrelerde günümüze kadar
varlığını sürdürmüştür.
Cumhuriyetin kuruluşu sürecinde iyice açığa çıkan
bu rol, merkezi feodal Osmanlı Devleti’nden kalma
kimi ayakbağlarından da kurtularak iyice belirginleşmiştir.
Öte yandan daha farklı bir projeye sahip olan
kemalist hareket, cumhuriyetin sağlamlaşmasının
ardından kapitalist bir ülke yaratabilmek için
orduyu yeniden salt araç konumuna indirgemeye
niyetlidir. Buna rağmen ordu, devlet içindeki
geleneksel ağırlığını gelişen Kürt İsyanlarına
ve kapitalizmin bir türlü istenilen oranda gelişememesine
paralel olarak sürdürdü. Tüm bu içiçe geçişlere
rağmen ordu, Osmanlıda padişahın, cumhuriyet döneminde
ise devletin emrindeydi. Ekonomik olarak da devlete
bağımlı olması, bu ilişkiyi yeniden üretiyordu.
Öte yandan cumhuriyetle birlikte ordu, egemen
siyasal yönelim olan kemalizmle de örtüşme sürecine
girmişti. Bu temelde Kazım Karabekir gibi örtüşmenin
önündeki engellerin de etkisizleştirilmesiyle
devlet ve ordu ilişkisinin yeni süreçte yeniden
inşasında Osmanlı’nın İslam’a ve ümmete dayalı
ideolojik motiflerinin yerini ulusçuluk, laiklik
gibi daha modern unsurlar alıyordu. Böylelikle
ordu, bu yeniden şekillenişi sırasında sadece
devletin değil, onun politikalarının da bekçisi
olarak organize oluyordu.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında
ABD ile geliştirilen ilişkiler yeni bir sürecin
kapısını da aralıyordu. Daha savaş sürecinde gidilen
yönün bir uzantısı olarak ABD’ye sırtını dayamaya
çalışan devlet, muhatabının tüm isteksizliklerine
rağmen ısrarından vaz geçmiyordu. Bu dönemde uydurulan
“Stalin bo ğazları istedi” palavrası gibi hem
anti komünist paranoya yaratıp hem de ABD’nin
koruyuculuğunu talep etmek için Ortadoğu tipi
manevralar geliştirmekten de geri kalmayan devlet,
savaşa girmediği halde Marshall yardımından pay
koparabilecek yeteneği gösterebiliyordu. Devletin
en temel unsurlarında biri olarak ordu da bu iliş
kilerden payını alıyordu. Alınan yardımların önemli
bir ağırlığı askeri nitelikteydi.
Kore Savaşı ile karşı-devrimci/Amerikancı niteliğini
yoksul gençlerin kanları pahasına pazarlamaktan
geri kalmayan devlet, nihayet yaptığı hizmetlerin
karşılığında NATO üyeliği ile ödüllendiriliyordu.
Böylece ordu da dünya çapındaki emperyalist saldırganlığın
bir parçası olarak yeni göreviyle tanışmış oluyordu.
İlk dönemlerde bu görev o denli baskın değildi.
Hatta ABD’lilerin zaten olası bir Sovyet işgali
durumundaki planlarında Türkiye’yi savunmak gibi
bir düşünceyi akıllarından bile geçirmemesi, bu
yeni üyelerine yönelik ilk tavsiyelerine de yansıyordu.
Bu süreçte ordudan akademik askeri eğitime son
vermesi talep edilmişti. Çünkü sadece “iç karışıklıklarla”
başedebilecek bir mekanizma yeterliydi. Bunun
ötesindeki bir yapı, gereksiz yere kaynak israfıydı.
Bu aslında “sizin demir-çelik fabrikalarına, ağır
sanayi yatırımlarına ihtiyacınız yok, tarımla
uğraşın yeter” diyen dönemin diğer ABD raporlarıyla
uyumlu bir yaklaşımdı. Ancak devlet eliyle de
olsa belli bir kapitalist gelişimin gerçekleştiği
bir ülkeden bunları beklemek anlamsızdı ve devletle
yerli işbirlikçiler, tüm uşaklıklarına rağmen
ellerindekinden olmayı da istemiyordu. Öte yandan
38 isyanında olduğu gibi uçaklarla bombardıman
yapabilecek kadar kapsamlı savaşlara her zaman
hazır durumda olması gereken bir ordunun “iç karışıklıklar”
için yeterli durumda olabilmesi, ABD’li rapor
hazırlayıcıların kavrayamayacağı bir gücü ve niteliği
gereksiniyordu. Bu anlamıyla ülkenin koşullarıyla
emperyalizmin programı arasında bir diyalektik
yakalanarak süreç gelişti.
Sonrasındaki dönemde ise ordu, Kore gibi daha
bir çok yerde herşeyiyle ABD’nin hizmetinde olabileceğini
yeterince gösterdiği için gerek akademik gerekse
de teknik anlamda her türden yardımı görmekte
büyük bir sıkıntı yaşamadı. Böylece yine devlet
aracılığıyla da olsa ordu yeni bir ekonomik kaynakla
da tanışmış oluyordu. Yine de Menderes döneminde
devletin tüm kaynaklarını kendi hesabına akıtmak
isteyen egemen kesimle ordunun arası pek iyi değildi.
27 Mayıs darbesi öncesinde, astsubay eşlerinin
düşük maaşları protesto etmek için gösteri yapması,
daha sonraları hiç rastlanmayan bir şeydir. Yine
kredi kullanımı vb. konularda ABD ile de sorun
yaşayan Menderes iktidarının bir askeri darbeyle
devrilmesi başlangıçta belirttiğimiz diyalektiğe
iyi bir örnektir.
27 Mayıs darbesinin ardından ülke mizdeki ordu
ve kemalizm gerçeğini daha iyi değerlendiren emperyalizm,
Nato üyeliğiyle birlikte Ortadoğu’daki çıkarlarının
bekçiliğine soyunan bu yardımcısına yol göstermekte
gecikmedi. Kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle geliştiği
diğer ülkelerde burjuvazi gerek devlet üzerinden
gerekse başka kanallardan orduyla çoklu ilişkiler
geliştirebilmiştir. 2. Paylaşım Savaşı sonrasında
geliştirilen yeni-sömürgecilik ilişkileri bağlamında
gelişen kapitalist ilişkilerin yürütücüsü konumundaki
işbirlikçi burjuvazi ise gerek politik güç olarak
gerekse de ekonomik güç olarak böylesi ilişkiler
geliştirebilecek çapta değildi. Bu işbirlikçi
tekelci burjuvazinin gelişim rotası da böylesi
ilişkileri yaratabilecek doğrultuda değildi. Tıpkı
cumhuriyetin ilk yıllarında kapitalizmin kurulması
ve yaygınlaştırılması görevini devletin üslenmesi
gibi, bu süreçte de ordunun sermaye ile içiçe
geçişi görevi, bizzat ordu tarafından üsleniliyordu.
Üstelik bu adım, yeni-sömürgecilik politikalarına
da uygun olarak atılıyor ve ordu yardımlaşma kurumu
(OYAK) adıyla kurulan şirketin ilk yatırımı, bir
ABD şirketi olan Goodyear lastik fabrikasının
ortaklığı oluyordu.
Kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle geliştiği süreçte
hakim eğilim olan “serbest rekabet”, elbette ki
böylesine askeri bir disiplinle kurulan bir kurumda
sözkonusu olamazdı. Bütün ordu üyeleri bu kurumun
zorunlu üyesiydi ve maaşlarının %10’unu kuruma
vermek zorundalardı. 1 Mart 1961’de kurulan OYAK,
içinden geçilen politik konjonktürlere de bağlı
olarak kimi dönemlerde sıçramalı bir gelişim kaydetmiştir.
Aradan geçen yıllarda giderek büyüyen bu kurum,
kendi gelişimiyle orantılı olarak ordu-sermaye
ilişkilerini de geliştirmiştir. Bu gelişimin dünya
çapında sonuçları ortaya çıkmakta gecikmemiştir.
80’li yıllara gelindiğinde dünyanın en zengin
5. generali Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’dır.
Osmanlı’dan Kemalizmce devralınan dokunulmazlık
zırhı, kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle gelişmemesi
ve burjuva devrimin gerçekleşmemesinden dolayı
hukuksal ve demokratik mekanizmaların ya gelişmemişliği
ya da hiç olmaması, bu skandalları öylece ortada
bırakıyordu. Tüm dünyayı sarsan Lockheed skandalı
sonucunda sözkonusu ABD firmasının halen “uçan
tabut” olarak bilinen uçakları sattıkları her
ülkede orduya rüşvet verdikleri, belgeleriyle
ortaya çıkmasına rağmen TSK, yaptığı soruşturma
sonucunda “böylesi bir bulguya rastlamamıştır”
demiştir. İşin ilginç bir boyutu da bu olay ne
zaman gündeme gelse, kimilerinin “solcu” olarak
bildiği Radikal gazetesi yazarı Mehmet Ali Kışlalı
gibi ordunun kalemşörlüğünü kendine iş edinmiş
kimi yazarların hemen “soruşturma belgelerini”
sunarak savunmaya geçmeleridir. Ordunun kendi
yapısı ve bunun ülkemizde kazandığı çok daha geniş
anlamın doğal bir sonucu olarak, bugün artık karşımızda
salt “devletin askeri aparatı” nitelemesiyle açıklayamayacağımız;
böylesi bir açıklamanın gerçekliğin ancak küçük
bir boyutunu yansıtabileceği bir somutluk vardır.
Daha açığa çıkmayan, buna benzer ne yolsuzluklar
vardır bilemiyoruz.
12 Eylül darbesinin ardından cunta koşullarında
kollarını daha da uzatan bu ahtapot, ülkenin en
büyük holdinglerinden biri haline gelmiştir. 1984
atılımıyla başlayan savaş ise bu gelişimi bugünkü
noktasına dek taşımıştır. Savaşa dek ordu, gizli
faşizmin parlamenter makyajının akmaya başladığı
dönemlerde ortaya çıkıp sonra sahneyi terkediyordu.
12 Eylül sonrasında da bunun bir benzeri yaşanacaktı,
hatta Koç’un TSK’ya yönelik “ordumuzun yıpranmaması
lazım, daha ona çok işimiz düşecek” içerikli mektubu
kamuoyunda yer almıştı bile. Buna ilişkin adımlar
atıldı, devlet henüz ilk yıllarını yaşayan hareketin
geleneksel önlemlerle boğulabileceğini umuyordu.
Egemenlerin ağzında hala “üç-beş çapulcu” nakaratı
dolanıyordu. Ama gelişmeler beklendiği gibi olmadı
ve savaş boyutlandı. Savaşın boyutlanmasıyla birlikte
ordu da bu savaşa göre yeniden organize olmak
zorunda kaldı. Bütçesi ve siyasal etkinliği günden
güne arttı.
Günümüze kadar ulaşan bu süreci incelemeden önce
ordunun ülkemize özgü başka bir fonksiyonunun
da üzerinde durmamız gerekiyor. Meşhur bir söz
vardır; askerliğin başladığı yerde mantık biter
diye. Bu söz, belki dünyanın her yerindeki sömürücü
devletlerin orduları için geçerlidir. Ama bu sözün
ülkemizde kazandığı anlam oldukça derindir. Az
önce bahsettiğimiz dokunulmazlığının da etkisiyle,
kendini devletin sahibi olarak gören ordudaki
keyfiyet, dünyada az görülür boyutlardadır. Askerlik
anılarını anlatanlardan şöylesi bir hikayeyi duymayan
kalmamış gibidir: Askere önce kocaman bir çukur
kazdırılır ve çukuru kazdıran rütbeli, sigarasının
izmaritini içine attıktan sonra aynı askere çukuru
kapattırır. Bu ve buna benzer olayların tek bir
amacı vardır; en mantıksız şey bile bir tek emirle
yerine getirilir. Daha doğrusu emir altındaki
askerler, en mantıksız şeyi bile gerçekleştirebilecek
duruma getirilir, beyinleri o derece yıkanır.
Her zaman, gerektiğinde patlamadığı için cezalı
olan bir topun başında nöbet tutmak kadar masum
olmaz bunlar.
Bu biçimde birer ölüm makinesi haline getirilmiş
askerlere yaptırılmayacak şey yoktur. En barbar
katliamlar, en vahşi işkenceler, en akılalmaz
uygulamalar tek bir emre bakar. Askeri eğitimlerin
ulaştığı en uç noktada özel harekat timlerinin
eğitimi vardır ve en uç nokta, sadece en usta
katilliği ifade etmektedir. Kimi ülkelerde bu
ölüm mangalarının eğitiminde şöyle bir sınav vardır.
Askere bir uçurumdan atlaması emredilir. Emre
uymayan başarısız olmuştur. Emre uyup atlayanı
ise atladığı anda harekete geçip onu kurtaran
bir ağ mekanizması vardır. Ancak eğitim bitip
de komutanlarına bir emirleriyle “uçuruma atlayabilecek”
kadar güvendiğini ispatlamış bu askerleri gönderildikleri
görevlerde bekleyen bir ağ mekanizması yoktur
elbette...
Bu beyin yıkama faaliyetinin en önemli ayaklarından
biri de “devletin yenilmezliği, onunla başedilemezliği,
çok güçlü olduğu” imajının iyice kökleştirilmesidir.
Böylece askerlik denilen mekanizma aracılığıyla
ülke nüfusunun yarısı, köklü bir ideolojik eğitim
ve psikolojik travmadan geçirilir. Bu insanlar
üzerinde öylesine bir terör estirilir ki sınıf
bilinciyle tanışmamışlar açısından emirlerine
uyulmadığında kendisini yutacak, canavardan farksız
bir yapı durmaktadır. Bu şekilde kişiliğini hiçleştirdiği,
canavarlaştırdığı ve silahlandırdığı insan topluluğu,
emperyalizm ve oligarşi için halkları sindirmede
bulunmaz bir nimettir. Verilen eğitimde resmi
ideolojinin gayri-resmi uzantıları da ordunun
dokunulmazlığı zırhından rahatlıkla yararlanabilmektedir.
Erkek-egemen anlayış, bunun en belirgin olanıdır.
Yeri geldiğinde kendini “peygamberin ordusu” ilan
edecek kadar “dindar” olan aynı orduda “aç aç”
diye iğrenç bir gelenek de vardır. Böyle bir “geleneğe”
sahip bir orduya, kendi anladıkları anlamda da
olsa “namuslarını” emanet eden insanların benlikleriyle
bir sorun yaşamaması ise ancak bu topraklara özgüdür
herhalde.
12 Mart öncesinde özellikle THKP-C’nin önemli
bir örgütlenmesinin gerçekleştiği, 12 Eylül öncesinde
de benzer pratiklerin yaşanmasına rağmen ordu,
iç istihbaratını korkunç geliştirip gereken ideolojik
subaplarını sağlamlaştırarak içine sızabilecek
her tür muhalif unsura karşı kalın bir zırh örmüştür.
1984’ten sonra gelişen savaşta, kimi burjuva çevrelerce
dillendirilmesine rağmen bilinçli olarak profesyonel
ordu uygulamasına geçmeyen, böylece halkı savaşın
bir tarafı haline getirmeye çalışan ordu, belli
oranda başarılı da olmuştur; oldukça yakıcı bir
somutlukta yaşanan savaşı kendi politikalarına
tahvil etmede gösterdiği beceriyle salt askeri
bir organizasyonun ötesinde bir olgu olduğunu
bir kez daha ortaya koymuştur. Özellikle yaşanan
savaşın gerçek içeriğini anlayabilecek politik
bilinçten yoksun geniş kitleler, yılların birikimi
üzerine yükselen beyin yıkama aygıtının da etkisiyle
şövenizm tuzağına düşmüşler ve bu durum 99 seçimlerinde
patlayan MHP oyları olarak açığa çıkmıştır.
Bu arada ordu, kemalizmi yeni zeminlerde yeniden
üretebilmenin kanallarının arayışına da girmiştir.
12 Eylül sürecinde gerek toplumu çürütmek, gerekse
de yükselmesi kaçınılmaz muhalefeti sol dışı kanallara
akıtabilmek için bir sürü imam hatip lisesi açan,
Kuran’dan surelerle kemalizm/laiklik savunusu
yapan, pıtrak gibi biten Kuran kurslarını hoşgören
generaller, gelişen KUKM’ne karşı da Hizbullah’ı
ortaya çıkarmış ve büyütmüşlerdi. Fakat aynı generaller,
özellikle yine kendilerinin göz yumdukları Sivas
katliamı sonrasında canlanan alevi hareketini
kendilerine bağlamak için sıkı birer laiklik savunucusu
olarak boy gösterebilmişlerdir.
Evsahiplerine kiraları arttıracağız, kiracılara
ise kiraları düşüreceğiz diye nutuk atan Hitler’in
demagojilerine benzeyen bu uygulamalarıyla ordu,
özellikle 28 Şubat sonrasında kendini dini gericiliğin
biricik panzehiri olarak ustaca pazarlamıştır.
Böylece aslolarak devrimci-demokrat muhalefetin
boğulmasına yönelik önlemleri içeren 28 Şubat
kararları, bu içeriğini açığa çıkaracak devrimci
dinamiklerin zayıflığından dolayı toplumun geniş
kesimlerince ordunun istediği biçimde algılanmıştır.
Bu sayede, ülkemizdeki kapitalizmin gelişkinliğiyle
de bağlantılı olarak ortaya çıkan ve kendini modern
toplumsal ilişkiler içersinde ifade eden geniş
bir kesim, kemalizm ve laiklik ekseni üzerinden
ordunun politikalarıyla özdeşleşen bir duruşa
yönelmiştir. Bu çevrelerde dolaşan bir “efsane”,
durumun tipik bir örneğini oluşturabilir. Ordunun
dincilere yakın olduğu iddiasıyla hiçbir zaman
Ülker marka gıda ürünü kullanmadığını yayıp, bu
“ilkeli” siyasal duruşu örnek gösterenlerin çoğu,
aynı sektörde faaliyet gösteren ETİ Pazarlamanın
bir OYAK şirketi olduğundan habersizdirler.
Savaşla birlikte artan askeri ihaleler, ülkedeki
askeri yatırımlarda da bir artışa neden olurken
savaş rantının en büyük kısmı ise uyuşturucu ticareti
ve kara para aklanmasıyla gerçekleştirilmiştir.
Ülkenin en önemli gündemi haline gelen savaş,
orduyu da doğallığında en büyük politik güç haline
getirmiştir.
27 Mayıs darbesiyle bir anayasal kurum olarak
ortaya çıkan Milli Güvenlik Konseyi (eski adıyla
Milli Güvenlik Komitesi)nin politik ağırlığı,
tarihinin en üst boyutuna bu süreçte varmıştır.
Politika cephesindeki bu gelişim, ekonomik cephedeki
yansımasıyla diyalektik bir ilişki içinde olmuş
ve aynı süreçte OYAK, ülkenin en büyük holdinglerinden
biri haline gelmiştir. Zaten özel hukuk hükümlerine
tabi olduğu için vergi vermeyen OYAK, şu an Türkiye’nin
en büyük 5. finans kapitalisti durumundadır.
Yıllık cirosu 4 milyar dolar olan bir şirketin
vergi vermemesi, ülkemizdeki kapitalizmle ordu
ilişkisinin, ordunun siyasal ağırlığının anlaşılabilmesi
açısından tipik bir örnektir. 2000 yılında 217
trilyon kâr elde eden şirketin, ülkenin belki
de en derin ekonomik krizlerinden birini yaşadığı,
açlıktan bebeklerin öldüğü 2001 yılındaki kârı
ise %173 oranında bir artışla 594 trilyon liraya
ulaşmıştır. Bu duruma OYAK Genel Müdürü Coşkun
Ulusoy tarafından getirilen “açıklık” ise bir
ibret belgesi gibidir. “Krizi erken farkedip önlemlerimizi
aldık.” (23 Kasım, Milliyet). “Yatırımlarımızı
ana faaliyet alanı yerine finansal piyasalarda
değerlendirdik, döviz aldık.” (23 Kasım, Radikal)
Elbette ki hiçbir ekonomi bürokratının, hiçbir
hazine-maliye görevlisinin, “devletin gerçek sahibi”
olan ordudan döviz fiyatlarında izlenecek politikaları
gizlemesi beklenemez.
Zaten açıklanan rakamlardaki kârın neredeyse yarısının
finans sektöründen elde edilmiş olması, bu durumun
ispatından başka birşey değildir. “Beyaz enerji
operasyonu” gibi bir yandan politik sürece doğrudan
müdahaleler geliştirip diğer yandan kendini hukukun
savunucusu, dürüstlüğün timsali olarak pazarlayan
ordunun durumu, “tencere dibin kara...” atasözünü
anımsatmaktadır. Faşizmin tipik davranış özelliği
demagoji, her alanda ama en çok da ekonomide ordunun
işine yaramaktadır. Tasarruf tedbirleri çerçevesinde
Anıtkabir ziyaretine otobüslerle gelen kuvvet
komutanlarının herbirinin özel uçağının olması
gibi.
Günümüzde bu savaşın sona ermesine rağmen, ordunun
ekonomik-politik ağırlığında bir değişiklik olmamıştır.
Düşük yoğunluklu savaş stratejisine uygun olarak
biçimsel anlamda asla kendini iktidardaymış gibi
göstermemeye özen gösteren ordu, fiili anlamda
kimi şekilselde olsa demokratik uygulamaları bile
hiçe sayarak dizginlerin tam hakimi olmuşur.
Böylece araçsal fonksiyonlarının üzerine çıkarak,
(emperyalizmle doğrudan ilişkiler gibi) diğer
tüm özellikleriyle örtüştüğü oligarşinin en temel
bileşenlerinden biri haline gelmiştir. 91 sonrasındaki
süreçte dünyada yeniden biçimlenen politik atmosfer
içersinde sınıfsal ayrım noktalarının bilinçli
olarak bulanıklaştırılması, silikleştirilmesi
ordunun sınıfsal karakterinin açıkça algılanabilmesinde
yeni setler örmüştür.
Geçmişte “sovyet tehdidine”, sonrasında “bölücülüğe”
karşı ülkenin tüm kaynaklarını istediği gibi denetleyip
kullanan ordu, bugün bu gerekçelendirme zeminine
“irtica tehdidi” yeterince gerçekçi-inandırıcı
ve tüm kamuoyunu kapsayıcı olmadığı için “ulusal
güvenlik” kavramını koymaya çalışmaktadır.
Bu çerçevede ülke ekonomik krizle kavrulurken,
İsrail Filistin Halkını Cenin’de buldozerlerle
katlederken, katillerle tank ihalesi anlaşması
yapılabilmiştir. Bugün artık emperyalizmin sadece
Ortadoğu’da değil, tüm dünyadaki çıkarları için
kan dökebilecek şekilde yeniden organize edilen
ordunun Somali, Bosna, Afganistan pratiklerini
neyin izleyeceğini bilemiyoruz. Ancak çok açık
olarak ortada olan birşey var ki kapitalizmin
yasası gereği eğer bir yatırım, işletilmiyorsa
zarar ediyor demektir. Emperyalizmin ve oligarşinin
bu denli büyük yatırımlarının odağı olan ordu,
bunların karşılığını da mutlaka saldırdığı ezilen
halkların ve cepheye sürdüğü yoksul gençlerin
kanı olarak, kasalara dolan para olarak verecektir.
Ta ki bu sömürü ve zulüm düzeni halklarımızın
örgütlü savaşıyla tarihin çöplüğüne gönderilene
dek...
|