Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

Irak’a yönelik büyük saldırı ve katliam harekâtı, Bağdat’ın düşmesiyle yeni bir aşamaya girdi. Yirmi gün boyunca tonlarca bombayla harabeye çevrilen, yüksek teknolojinin bütün savaş araçlarıyla cehenneme döndürülen Irak toprakları artık şımarık Amerikan askerlerinin postalları altında... Irak bugün Ortadoğu haritasında, kocaman, kanlı bir yara gibi duruyor.
Bu satırlar yazılırken, bir yandan Irak’ta yağmalar ve kaos sürüyor, bir yandan da yeni oluşturulacak kukla rejim üzerine tartışılıyordu. Bağdat’ın teslimiyetindeki giz perdesi de henüz çözülmemişti; Saddam’ın akıbeti üzerine spekülasyonlar son hızla sürerken Pentagon tuhaf biçimde sessizliğini koruyor, yalnızca Saddam’ın değil, çevresindeki yüzlerce insanın da nereye gittiği karanlıkta kalmaya devam ediyordu.
Ama artık kesin olan şey, Bağdat’ın ABD tarafından işgalinin beklenenden daha hızlı ve şaşırtıcı bir rahatlıkla gerçekleştiğiydi.
Açıkçası, ne kadar kendimizi zorlarsak zorlayalım, ne kadar derin politik yorumlar yaparsak yapalım, bu trajik durumun ruhumuzun bir köşesinde en azından bir sızı yaratmadığını söyleyemeyiz. Aylardır bu haydutluğun önüne set olmak için alanları dolduran, son yirmi gündür her akşam çocuk ölüleriyle, yakılıp yıkılan şehirlerin dumanıyla birlikte yatıp kalkan milyonlarca insan, son birkaç gündür karmaşık duygular yaşıyor. Belki bazıları, çok sıradan insanlar, “yaptığımız her şey boşa mı gitti” diye soruyorlar kendilerine; belki başka bazıları, kendilerini ihanete uğramış gibi hissediyorlar... Yüzünü kapatıp sessizce ağlayan bir Filistinlinin görüntüsü kaplıyor bazen ekranları, bazen de kışkırtılmış yağmacıların çirkin yüzleri... “Asrım sefil ve kahraman” diyordu Nazım 20. yüzyıldan bahsederken; şimdi 21. yüzyıldayız ve insanlık yine son derece acılı günler yaşıyor.
Devrimci insanlar da bu genel karışıklığın dışında değillerdi aslında. Saddam’ın ve Irak rejiminin ne olduğu belliydi evet, bu konuda tartışma yapmaya bile gerek yoktu; ama öte yandan herkes ABD işgalcilerinin kolay zaferler elde etmemesini, ağır darbeler almasını bütün kalbiyle istiyor, Saddam rejiminin de ötesinde Irak halkının güçlü bir direniş göstermesini en azından safdil bir dilek olarak içinde taşıyordu.
Sonuçta, Nisan’ın ortalarındayız ve birinci perde kapanmış görünüyor; artık işgal ve kaos günlerindeyiz.
Tarih, kırılma ve sıçrama noktalarıyla beraber, küçük ve büyük ileri-geri adımlarla ilerler. Bugünün anlamı yarın daha iyi anlaşılır; yarından bugüne bakılır ve ip uçları yakalanır. Ama kesin olan şudur: Devrimcilerin ve dünyanın dört bir köşesindeki milyonlarca emekçinin aylardır yaptıklarının hiçbiri boşuna değildir. Bağdat’ın düşüşü ise emperyalist savaşa karşı mücadele edenlerin yenilgisi hiç değildir. Burada Vietnam’dan bahsetmiyoruz; Saddam rejimi bize ait, zaferiyle yenilgisiyle bizi temsil eden bir olgu değildir. Meydanların ortasına devasa heykelleri biz dikmedik, onların yıkılması için yapılan medyatik şovlar da bizi ilgilendirmiyor. Orijinallik peşindeki birkaç grup dışında herkes, Irak’taki mevcut politik yapının bu kadar büyük bir saldırı dalgasına karşı sonsuza dek direnemeyeceğini zaten bilmekteydi.
Söz konusu olan Vietnam değildir derken, kastettiğimiz şey, tam da budur işte ve bu gerçek bugünkü emperyalist şımarıklığın da zayıf noktasıdır. ABD’nin Irak’ta karşı karşıya geldiği asıl güç, BAAS Partisi, sonuçta aşiret ve çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş, kendi varlığını zulümle devam ettiren bir güçtür. Onun yarattığı, bir ölçüde Hitler’in SA’larına benzeyen Fedai ve Muhafız örgütleri de, ilk bakışta birer disiplin örneği gibi görünseler de, bu düzeyde ağır bir çatışma noktası onlar için gerçek bir sınav olmuş, sonuçta “uzlaşma” ya da düpedüz kaçış yoluyla sahneden çekilmişlerdir. Yani 20 gün boyunca Irak’ta söz konusu olan karşı koyma, devrimci bir direniş değildir; onun motivasyon ve yüksek inançlar düzeyine de sahip değildir. Yüzbinlerce askerden oluşan ordusuyla ve napalmlarıyla Vietnam ormanlarında eriyip giden Amerikan ordusu, bu kez karşısında çok zaaflı ve içten çürümüş bir gücü bulmuş, BAAS karanlığında kendi örgütlülüklerine sahip olmayan Irak halkı ise savaş boyunca en büyük çabayı hayatta kalabilmek için harcamıştır.

Simgeler Zamanı...
Aslında, uzun yılların deneyimine sahip olan Pentagon da bu gerçeğin mutlaka farkındadır. Bizzat Powel ve ABD yönetimdeki birçok görevli devrimci halk savaşlarının ne demek olduğunu kişisel deneyimleriyle de bilmektedirler. Dışa karşı verdikleri görüntü ne olursa olsun, bütün bir halkın desteğine sahip gerilla ordularıyla bugünkü durumu birbirine karıştırmadıkları kesindir.
Ama şimdi, simgeler ve imajlar günlerindeyiz. Her şey serbesttir! Örneğin şu ünlü heykel şovunun aylar öncesinden tasarlamış olduğundan şüphe duyulamaz. Bizzat ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in ağzından “Lenin, Stalin, Hitler, vb. gibi bütün diktatörlerin böyle yıkıldığı” vaazı verilirken, bu yıkım gösterisinin 1990’daki Stalin heykellerinin yıkılışına ve malum Berlin Duvarı şovuna benzemesi için özel gayret gösterilmiştir. Milyonlarca insanın zihninde on yıllık sürecin ayrı ayrı zamanlardaki görüntülerini birbirine bağlamak, 90’larda kurulan “sınırsız haydutluk-sınırsız hegemonya” düzeninin devam ettiğini yeniden vurgulamak ve böylece son birkaç yıldır ciddi kırılmalara uğramış olan yeni dünya düzeni zincirinin halkalarını onarmak... Bütün gösterinin amacı budur.
Ayrıca, söz konusu “sevinç gösterileri”nin nasıl ve kimler tarafından yapıldığını bilebilecek konumda değiliz belki ama İHA’nın biraz açıksözlü olan muhabirinin söyledikleri önemlidir. Bağdat’ta şimdiye dek olmayan sansürün “özgürlük” günleri geldikten sonra başladığını ve artık her görüntü için ABD askerlerinden izin alındığını söylüyor muhabir. Yani, ABD işgaline kimin ne kadar “sevindiği”, ne kadar insanın sokaklarda ABD askerlerinin “boynuna sarıldığı” ve ne kadarının evinde oturup bu durumu sıkıntılı bir sessizlikle ve çaresiz bir öfkeyle karşıladığı konusunda bugünlerde doğru bir bilgiye ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Milyonlarca insanın yaşadığı bir kentte, birkaç yüz insanın işgalcilere gösterdiği “sevgi”nin görüntüleri ise tam bir ABD manipülasyonu olarak milyarlarca insana yansıyor.
Simgeler ve imajlar günlerindeyiz. Yıkılan Saddam heykelinin üstünde ya da Umm Kasr’da ve başka yerlerde ikide bir görünen ve sonradan “yanlışlık oldu” denilip geri indirilen ABD bayrakları da rastlantısal unsurlar değildir. ABD hegemonyası, kendi varlığını ve hakimiyetini vurgulayan simgeleri sık sık öne çıkarmakta ve zihinlere kazımaktadır.
Yine bütün zihinlere kazınmak istenen bir başka simge, Bağdat’ın düşmesinden bir gün önce, bölgeden bağımsız haber geçen medya kaynaklarına hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde vurulan ağır darbenin görüntüleridir. Sürecin başından beri kendi uşaklığını yapanlar dışındaki aykırı gazetecileri vuracağını defalarca söyleyen ABD, en son gün bunu yapmış ve böylece bütün dünyaya mesaj vermiştir.

Yağma, Kaos ve Bezginlik...
Ve en önemlisi, yine çok simgesel bir durum olan “yağma” olgusunun neden engellenmediği sorusudur. Yıllar önce, Barikat dergisinde yayınlanan bir çeviri yazısında Amerikalı bir marksist, Ruanda’daki kıyımlara değinirken, bu kargaşa ve boğazlaşmanın neden bütün haber ajansları ve TV’lerde en kanlı görüntülerle geniş geniş yayınlandığını soruyor ve kendince çok açıklayıcı bir yanıt veriyordu; çünkü diyordu, söz konusu yazar, böylece bu ilkel toplulukların ve halkların kendi başlarına bırakıldıklarında, bağımsız olduklarında doğru dürüst yaşayamadıkları bize kanıtlanmak isteniyor... Bugün yapılmak istenen de tam budur: “İnsanların özgürlüğü yaşadıklarını” sırıtarak söyleyen Rumsfeld ve Bush ikilisi, sabırla bütün Irak’ın tam bir kaosa sürüklenmesine, her türlü hırsızlık, onursuzluk ve yağmacılığının ayyuka çıkmasına birkaç günlüğüne izin veriyorlar. Aylardır, yıllardır açlıktan kıvranan Irak halkının böylece düşkünleşmesi, insanlıktan çıkmış biçimde bütün değerlerini yitirmesini ve bunun tüm dünya tarafından görülmesini istiyorlar. Bu arada insanlık tarihinin en önemli eserlerini barındıran Bağdat Müzesi bile yağmalanıyor ve hepimiz pek yakında bu eserlerin mafya tarafından pazarlanmaya başlanacağını biliyoruz.
Bütün bu alçaklık, şüphesiz pek yakında “artık duruma el koymak lazım” söylemiyle taçlanacaktır. Her şey yeterince tarumar olduğunda ve bütün insani değerler ayaklar altına alındığında, “çağdaş dünya”nın temsilcileri olan ABD ordusu kentlerde daha aktifleşecek ve kaosa son verme adına kukla Irak hükümetinin bir diktatörlük olarak varlığının önü açılacaktır. Kendini yönetmekten aciz Irak halkı, büyük ağabeyin vesayetinde yönetilecektir...
Ve nihayet, büyük ağabey’in son mesajı da, daha heykelin yıkıldığı gün ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı John Bulton’un ağzından verilmiştir: “İran, Suriye ve Kore gibi ülkeler, bu olaydan ders almalıdırlar...”
Asıl mesele de budur zaten... Ne petrol, ne Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının bütünü bu sorun kadar önemli değildir. ABD emperyalizmi, müttefikleri de dahil olmak üzere bütün dünyaya, bir ibret vakası yaratmak istemiştir. Bu yüzden, aylardır devam eden gösterilere ve emperyalist dünyadaki derin çatlaklara karşın bu harekâtı yapmaya kendini mecbur hissetmiş ve ne pahasına olursa olsun bildiğinden şaşmamıştır.

Zulme Ortak Olmak...
Bütün bu gelişmeler sırasında Kürtler ise olup bitenlerin en talihsiz noktasındadırlar. Bu kıyım sürecinde Kürtler, kazanmamış kaybetmişlerdir. Asıl kaybettikleri ise belki yüz yıldır şöyle ya da böyle koruyabildikleri bağımsızlık duygularıdır. Saddam rejimi altında bile katiamlara uğrasalar da en azından belli bir toprak parçası üzerinde Kürdistan’a ait bir atmosferi soluyan Güneyli Kürt, şimdi bu oksijeni kirleten bir işgal gücüyle yanyanadır ve sübjektif niyetler ne olursa olsun PDK ve YNK şu anda bu gücün işbirlikçisi konumundadır.
Sürecin başındanberi Sosyalist Barikat, Güney’de kurulacak bir Kürt devleti konusunda MGK’nın “kaygı”larını paylaşmanın sola ait bir şey olamayacağını, esasen Kürtlerin katliamcı bir rejim altında yaşamaya da mecbur olmadıklarını ve bütün bu karışıklık içinden bir Kürt siyasal yönetimi çıkması halinde bunun mutlaka çok kınanması gereken bir şey olarak görülemeyeceğini belirtti. Bugün de Kürt önderliklerinin niteliği ile halkın özgürlük isteğinin birbirinden ayrı düşünülmesi gerektiğine inanıyoruz. ABD’nin operasyonu süresince kendi yerel pozisyonunu koruyan bir Kürt varlığı, böylece sonuçta en azından mevcut federatif yapıyı daha da güçlendirmiş olsaydı, bu durum, barındırdığı bir dizi ciddi sakıncaya rağmen en azından çok vahim sonuçları ifade etmezdi. Oysa PDK ve YNK önderlikleri, artık bunun ötesine geçmişler, “varlıklarını Amerikan varlığına emanet ederek”, kendi bağımsız askeri güçlerini ABD ordusunun emrine vererek yüzyılın bu en ağır suçuna ortak olmuşlardır. Herhangi bir Güneyli Kürt, belki meseleyi Saddam’ın onca yıllık zulmü ve sonuçta şu ya da bu yoldan oluşacak olan siyasal durumun avantajları ile açıklayabilir ya da ülkesinin zaten Irak işgali altında olduğunu ve ABD işgalinin bu duruma ekstra bir değişiklik getirmeyeceğini iddia edebilir; ama tarihin yargısı böyle oluşmaz. Sonuçta, bütün dünyanın emekçileri bir haydutluğa karşı ayağa kalkmışken, PDK ve YNK önderliğindeki Kürtler, kendi gerçek dostları olan bu dünyadan koparak (bir ayağı da İsrail’de olan) söz konusu haydutluğun şımarık cellatlarıyla yanyana gelmişlerdir. Bu, “kenarda kalarak karmaşadan yararlanmak” gibi devrimcilerin de kullanabileceği bir “taktik” değil, bir işgal gücünün yanında fiilen savaşarak Bağdat’ta ve başka yerlerde öldürülen her çocuğun katline ortak olan bir konum tutmaktır. Hal böyle olduğunda da peşmergelerin her girdikleri kasabada çektikleri kutlama halayları, artık eski niteliğini yitirmekte ve kimseye bir zamanlar düğünlerde ve şenliklerde çekilen halayları anımsatmamaktadır; çünkü bu kez ortada “kutlanan” bir şey yoktur. Daha doğrusu ABD bombaları ve ABD tanklarıyla bir kasabaya girmenin kutlanacak bir onuru yoktur.
Sonuçta PDK veYNK’nın önderliğindeki Kürtler, bugün yaşanan sıcak tarihin sonuçlarını kendi deneyimleriyle görecekler ve mutlaka daha net yol ayrımlarına geleceklerdir. Bugüne dek ABD’nin bir halka azıcık olsun iyilik getirdiği tek bir örneğe rastlanılmamıştır; bundan sonra da rastlanılmayacağı kesindir. Bu, yalnızca emperyalizmin bilinen ekonomik-politik niteliklerinden ötürü böyle değildir; özel olarak ABD emperyalizminin yüz yıldır edinmiş olduğu yönetme anlayışından ve sınır tanımaz küstahlığından ötürü de böyledir. Yani ABD emperyalizminin herhangi bir güçle işbirliği yapıp sonra da onu kendi özgür seçeneklerini belirlemesi için kendi başına bırakacağı beklentisi ham bir hayalden ibarettir; kendisine bağımlı olan bütün güçleri çürütmek, onları değersizleştirmek bir tür veba mikrobu gibi Pentagon’un yapısında vardır. Güney Kürdü, daha şimdiden bu mikropla tanışmıştır bile. Yakın gelecekte ise daha fazla tanışacaktır.

İşgalin Sonuçları
Bugün artık Ortadoğu tarihinin gerçek bir dönemeç noktasındayız. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” lafına son yıllarda çok alıştık ama bu kez bir başka anlamda durum hakikaten böyledir. İlk kez politik dalavereler ve komplolar, darbeler taktiğinden doğrudan işgal aşamasına geçilmiş ve doğrudan, uzun süreli bir işgal başlatılmıştır.
Bu, şüphesiz bütün taraflar ve sınıflar, uluslar, vb. açısından yeni sayılabilecek bir durumdur ve kendine özgü sonuçlar yaratacaktır. ABD emperyalizmi, belki daha birkaç gün, birkaç hafta işin keyfini çıkarmakla vakit geçirebilir. Son otuz yıl boyunca bir sürü Rambo filmine karşın üstlerinden atamadıkları Vietnam yenilgisinin kompleksini tamir etmek için bu kolay zaferi kullanmak isteyeceklerdir. Ancak daha sonra her şey, yeni bir aşamaya girecektir. Irak Muhalefeti adı altında bir araya getirilmiş akbabalar topluluğunun kuracağı hiçbir hükümet, başında bir ABD generali olsun olmasın, halk kitleleri içinde en küçük bir meşruiyete sahip olmayacak, bir kuklalar sürüsü olarak lanetlenmekten kurtulamayacaktır. Üstelik bu tür bir hükümet, yapısı gereği ABD ordusu olmaksızın ayakta duramayacağı için ABD’nin aylarca önceden ilan ettiği gibi işgal mutlaka süreklilik kazanacak, komşulardaki aykırı sesleri bertaraf etmek için de sık sık yeni ataklar yapacaktır.
Bu durumun emperyalist odaklar arasındaki çatlakları derinleştireceği daha şimdiden net işaretlerle kendini ortaya koymaktadır. Bölgedeki kaynakların tümünün üstüne tek başına oturmak isteyen ABD’nin BM ve diğer kurumların inisiyatifini reddettiği ve bu kurumların da artık giderek anlamsızlaştığı biliniyor. Buna karşın Fransa-Almanya-Rusya ekseninde gerçekleşen toplantılar, yapılan açıklamalar, bu cephenin yitirdikleri inisiyatifi yeniden kazanma ve Ortadoğu’da yeni ataklar yapma isteklerini ortaya koymaktadır. Belki kısa vadede bu çelişkiler belli noktalarda uzlaşmalarla çözülebilecektir ama uzun vadede kırılma artık bir kez gerçekleşmiştir ve giderek kronikleşecektir.
Ortadoğu’da sürekli ve genişleyen bir ABD işgali... Bölge tarihinin en büyük kaosunun kapısını açacak asıl gelişme işte budur. Bütün olgular, bundan sonra bu gerçeğe göre biçimlenecek, geçmişte ağırlıklı olarak İsrail’de simgelenen emperyalist varlık, bu kez açılan bu ikinci cephe üzerinden de halkların mücadele perspektifine girecektir. Özellikle Suriye ve İran’a yönelik başka bir saldırganlık da gündeme geldiğinde, bu, Ortadoğu halklarının topyekun sorunu haline gelecektir.
Mısır Devlet Başkanı Mübarek’in “bu harekât onlarca yeni Usame Bin Laden yaratacaktır” kehaneti şüphesiz tamamen boş değildir. Bu yeni durumun Ortadoğu’da dinsel tepkileri güçlendirmesi, hatta yeni yeni İslami akımlar yaratması da mümkün görünmektedir. Ayrıca Irak’ta da bugün sessiz bir kabul gibi görünen durumun yarın kimlerin önderliğinde nasıl bir yön alacağı bilinmemektedir.
Ancak, Ortadoğu’nun geleceği başka gelişmelere de gebedir. Bölgede radikal dincilikten milliyetçiliğe dek bütün siyasi akımlar (bu arada “demokratik cumhuriyet” projeleri de) bugüne dek kendini ortaya koymuş, şansını denemiş ve büyük ölçüde de yıpranmıştır. Ortadoğu’nun acı çeken halkları, bütün bu yollardan gidildiğinde yoksulluklarının sona ermediğini kendi deneyimleriyle görmüşlerdir, görmektedirler.
Buna karşın Ortadoğu’da 80’lerden sonra genel olarak gerileyen devrimci güçler, henüz kendilerini toparlayarak ortaya ciddi ve güvenilir güç odakları çıkaramamışlar, Arap dünyası bağlamında bu süreçte her şeye rağmen sol potansiyelini korumayı başarabilen yalnızca Filistin olurken, daha Kuzey’deki Mezopotamya ve Türkiye solu iniş-çıkışlı bir seyir izlemiştir. Ancak Mezopotamya ve Türkiye’den İran ve Irak’a, Mısır’a ve diğer Arap ülkelerine dek genişleyen bu coğrafya üzerindeki sol güçler, artık daha büyük gelişme olanaklarına sahiptirler. Bölgenin kalbine bir bıçak gibi saplanan ABD işgali, tutarlı bir anti-emperyalizmin politik olarak şansını yükseltmiş, gerçekten kararlı bir biçimde mücadele yürütenlerin önüne sonsuz olanaklar çıkarmıştır. Ortadoğu’nun onuru kırılmış ve aşağılanmış halkları, bugün gerçekten bu makus talihi geriye çevirecek ciddi güç odaklarına hasrettir.
Böylece, tarihin bu kritik noktasında, şimdiye dek belki bazılarına soyut bir önermeymiş gibi gelen “Ortadoğu Devrimi” perspektifi çok daha somut bir hedef olarak ortaya çıkmaktadır. AB hayalleri içersinde bir an önce bu yangın yerinden, bu acılı coğrafyadan yakasını kurtarıp Batı kulübünde rahata ermek isteyenler bir yana gerçekten devrim kararlılığında olanlar, bugün artık yüzlerini ciddi bir biçimde Ortadoğu’ya dönmek zorundadırlar. ABD işgali ve muhtemel yeni işgal girişimleri, hemen yarın olmasa da artık pek uzak olmaması gereken bir süreçte bölge devrimci hareketlerinin önünde devrimci dayanışma ve işbirliğinin olanaklarını artırmıştır.
Türkiye devrimci hareketi, bütün bu süreçlerin en stratejik noktasında, Batı ile Doğu’nun buluştuğu yerde durmaktadır. Mezopotamya halkının değişik parçalardaki önderlikleri, bütün bu kargaşa ve tarihi sıkıştıran gelişmeler içinde daha ne kadar kendi geleceklerini başka güçlerden talep eden bir duruş gösterecekler ve daha ne kadar “karışıklıktan avantaj çıkarma” politikasını sürdüreceklerdir, bunları süreç içinde göreceğiz. Ancak, Türkiye cephesinde geliştirilecek devrimci sosyalist bir iradenin, bütün bu dengeleri de etkileyeceği kesindir.
Üstelik, bu cephedeki siyasi durum da böyle bir atılımın örülmesi için son derece uygundur. Bugünlerde son derece onursuzca emperyalistlerin yardakçılığını yapan Türkiye oligarşisinin bütün unsurları değişik düzeylerde yıpranmışlar, kitlelerin gözündeki itibarlarını tüketmişlerdir. Henüz bir irade tarafından açığa çıkarılamamış da olsa geniş halk yığınları arasında anti-emperyalist nefret duygusu yoğunlaşmış, sınıfın haklarının gaspı ve artan yoksullaşma tarafından büyütülen bu hoşnutsuzluk, devrimci olanakları geliştirmiştir. Oligarşinin Güney’e yönelik yapmaya çalıştığı “kişilik” gösterileri de hem durumu değiştirmeyecek hem de ekonomik krizlerin şiddetini artıracaktır.
Sonuçta gerçekten Türkiye’deki durum, un, şeker, su, vb. bütün malzemelerin bir arada bulunduğu ve artık sorunun büyük ölçüde “helva yapma” iradesine bağlandığı bir noktaya ulaşmıştır.
Bu durum, açıkça, her devrimci sosyalistin perspektifine, çalışma temposuna ve hatta günlük performansına olağanüstü bir önem kazandırmıştır. Yalnızca Türkiye emekçi halklarının değil Ortadoğu’nun hasret olduğu büyük ve kapsamlı bir müdahalenin öznesi olma iddiası ve isteği, sırtımızdaki en ağır sorumluluktur. Yenilenmiş bir devrimci güçle yürümek, böyle bir müdahalenin koşullarını adım adım örmek, bunun için tempomuzu durmadan yükseltmek, yalnızca yerel bir görev olarak değil, tarihin sıkıştırdığı bölgesel bir görev olarak da omuzlarımızdadır. Bugünlerde Bağdat’ta kolay zaferlerini ucuz numaralarla ve akıl almaz küstahlıklarla kutlayanlar, mutlaka “yenilgi” denilen şeyi tatmalıdırlar.
Devrimci bir önderlikle yürüyen halkların hiçbir teknolojik araçla yenilemeyeceğini onlara bir kez daha hatırlatmak, bugünün ve yarının en önemli görevidir.

 
 
 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul