Irak’a yönelik büyük saldırı ve katliam harekâtı,
Bağdat’ın düşmesiyle yeni bir aşamaya girdi. Yirmi
gün boyunca tonlarca bombayla harabeye çevrilen,
yüksek teknolojinin bütün savaş araçlarıyla cehenneme
döndürülen Irak toprakları artık şımarık Amerikan
askerlerinin postalları altında... Irak bugün
Ortadoğu haritasında, kocaman, kanlı bir yara
gibi duruyor.
Bu satırlar yazılırken, bir yandan Irak’ta yağmalar
ve kaos sürüyor, bir yandan da yeni oluşturulacak
kukla rejim üzerine tartışılıyordu. Bağdat’ın
teslimiyetindeki giz perdesi de henüz çözülmemişti;
Saddam’ın akıbeti üzerine spekülasyonlar son hızla
sürerken Pentagon tuhaf biçimde sessizliğini koruyor,
yalnızca Saddam’ın değil, çevresindeki yüzlerce
insanın da nereye gittiği karanlıkta kalmaya devam
ediyordu.
Ama artık kesin olan şey, Bağdat’ın ABD tarafından
işgalinin beklenenden daha hızlı ve şaşırtıcı
bir rahatlıkla gerçekleştiğiydi.
Açıkçası, ne kadar kendimizi zorlarsak zorlayalım,
ne kadar derin politik yorumlar yaparsak yapalım,
bu trajik durumun ruhumuzun bir köşesinde en azından
bir sızı yaratmadığını söyleyemeyiz. Aylardır
bu haydutluğun önüne set olmak için alanları dolduran,
son yirmi gündür her akşam çocuk ölüleriyle, yakılıp
yıkılan şehirlerin dumanıyla birlikte yatıp kalkan
milyonlarca insan, son birkaç gündür karmaşık
duygular yaşıyor. Belki bazıları, çok sıradan
insanlar, “yaptığımız her şey boşa mı gitti” diye
soruyorlar kendilerine; belki başka bazıları,
kendilerini ihanete uğramış gibi hissediyorlar...
Yüzünü kapatıp sessizce ağlayan bir Filistinlinin
görüntüsü kaplıyor bazen ekranları, bazen de kışkırtılmış
yağmacıların çirkin yüzleri... “Asrım sefil ve
kahraman” diyordu Nazım 20. yüzyıldan bahsederken;
şimdi 21. yüzyıldayız ve insanlık yine son derece
acılı günler yaşıyor.
Devrimci insanlar da bu genel karışıklığın dışında
değillerdi aslında. Saddam’ın ve Irak rejiminin
ne olduğu belliydi evet, bu konuda tartışma yapmaya
bile gerek yoktu; ama öte yandan herkes ABD işgalcilerinin
kolay zaferler elde etmemesini, ağır darbeler
almasını bütün kalbiyle istiyor, Saddam rejiminin
de ötesinde Irak halkının güçlü bir direniş göstermesini
en azından safdil bir dilek olarak içinde taşıyordu.
Sonuçta, Nisan’ın ortalarındayız ve birinci perde
kapanmış görünüyor; artık işgal ve kaos günlerindeyiz.
Tarih, kırılma ve sıçrama noktalarıyla beraber,
küçük ve büyük ileri-geri adımlarla ilerler. Bugünün
anlamı yarın daha iyi anlaşılır; yarından bugüne
bakılır ve ip uçları yakalanır. Ama kesin olan
şudur: Devrimcilerin ve dünyanın dört bir köşesindeki
milyonlarca emekçinin aylardır yaptıklarının hiçbiri
boşuna değildir. Bağdat’ın düşüşü ise emperyalist
savaşa karşı mücadele edenlerin yenilgisi hiç
değildir. Burada Vietnam’dan bahsetmiyoruz; Saddam
rejimi bize ait, zaferiyle yenilgisiyle bizi temsil
eden bir olgu değildir. Meydanların ortasına devasa
heykelleri biz dikmedik, onların yıkılması için
yapılan medyatik şovlar da bizi ilgilendirmiyor.
Orijinallik peşindeki birkaç grup dışında herkes,
Irak’taki mevcut politik yapının bu kadar büyük
bir saldırı dalgasına karşı sonsuza dek direnemeyeceğini
zaten bilmekteydi.
Söz konusu olan Vietnam değildir derken, kastettiğimiz
şey, tam da budur işte ve bu gerçek bugünkü emperyalist
şımarıklığın da zayıf noktasıdır. ABD’nin Irak’ta
karşı karşıya geldiği asıl güç, BAAS Partisi,
sonuçta aşiret ve çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş,
kendi varlığını zulümle devam ettiren bir güçtür.
Onun yarattığı, bir ölçüde Hitler’in SA’larına
benzeyen Fedai ve Muhafız örgütleri de, ilk bakışta
birer disiplin örneği gibi görünseler de, bu düzeyde
ağır bir çatışma noktası onlar için gerçek bir
sınav olmuş, sonuçta “uzlaşma” ya da düpedüz kaçış
yoluyla sahneden çekilmişlerdir. Yani 20 gün boyunca
Irak’ta söz konusu olan karşı koyma, devrimci
bir direniş değildir; onun motivasyon ve yüksek
inançlar düzeyine de sahip değildir. Yüzbinlerce
askerden oluşan ordusuyla ve napalmlarıyla Vietnam
ormanlarında eriyip giden Amerikan ordusu, bu
kez karşısında çok zaaflı ve içten çürümüş bir
gücü bulmuş, BAAS karanlığında kendi örgütlülüklerine
sahip olmayan Irak halkı ise savaş boyunca en
büyük çabayı hayatta kalabilmek için harcamıştır.
Simgeler Zamanı...
Aslında, uzun yılların deneyimine sahip olan Pentagon
da bu gerçeğin mutlaka farkındadır. Bizzat Powel
ve ABD yönetimdeki birçok görevli devrimci halk
savaşlarının ne demek olduğunu kişisel deneyimleriyle
de bilmektedirler. Dışa karşı verdikleri görüntü
ne olursa olsun, bütün bir halkın desteğine sahip
gerilla ordularıyla bugünkü durumu birbirine karıştırmadıkları
kesindir.
Ama şimdi, simgeler ve imajlar günlerindeyiz.
Her şey serbesttir! Örneğin şu ünlü heykel şovunun
aylar öncesinden tasarlamış olduğundan şüphe duyulamaz.
Bizzat ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in ağzından
“Lenin, Stalin, Hitler, vb. gibi bütün diktatörlerin
böyle yıkıldığı” vaazı verilirken, bu yıkım gösterisinin
1990’daki Stalin heykellerinin yıkılışına ve malum
Berlin Duvarı şovuna benzemesi için özel gayret
gösterilmiştir. Milyonlarca insanın zihninde on
yıllık sürecin ayrı ayrı zamanlardaki görüntülerini
birbirine bağlamak, 90’larda kurulan “sınırsız
haydutluk-sınırsız hegemonya” düzeninin devam
ettiğini yeniden vurgulamak ve böylece son birkaç
yıldır ciddi kırılmalara uğramış olan yeni dünya
düzeni zincirinin halkalarını onarmak... Bütün
gösterinin amacı budur.
Ayrıca, söz konusu “sevinç gösterileri”nin nasıl
ve kimler tarafından yapıldığını bilebilecek konumda
değiliz belki ama İHA’nın biraz açıksözlü olan
muhabirinin söyledikleri önemlidir. Bağdat’ta
şimdiye dek olmayan sansürün “özgürlük” günleri
geldikten sonra başladığını ve artık her görüntü
için ABD askerlerinden izin alındığını söylüyor
muhabir. Yani, ABD işgaline kimin ne kadar “sevindiği”,
ne kadar insanın sokaklarda ABD askerlerinin “boynuna
sarıldığı” ve ne kadarının evinde oturup bu durumu
sıkıntılı bir sessizlikle ve çaresiz bir öfkeyle
karşıladığı konusunda bugünlerde doğru bir bilgiye
ulaşmak neredeyse imkânsızdır. Milyonlarca insanın
yaşadığı bir kentte, birkaç yüz insanın işgalcilere
gösterdiği “sevgi”nin görüntüleri ise tam bir
ABD manipülasyonu olarak milyarlarca insana yansıyor.
Simgeler ve imajlar günlerindeyiz. Yıkılan Saddam
heykelinin üstünde ya da Umm Kasr’da ve başka
yerlerde ikide bir görünen ve sonradan “yanlışlık
oldu” denilip geri indirilen ABD bayrakları da
rastlantısal unsurlar değildir. ABD hegemonyası,
kendi varlığını ve hakimiyetini vurgulayan simgeleri
sık sık öne çıkarmakta ve zihinlere kazımaktadır.
Yine bütün zihinlere kazınmak istenen bir başka
simge, Bağdat’ın düşmesinden bir gün önce, bölgeden
bağımsız haber geçen medya kaynaklarına hiç de
rastlantısal olmayan bir biçimde vurulan ağır
darbenin görüntüleridir. Sürecin başından beri
kendi uşaklığını yapanlar dışındaki aykırı gazetecileri
vuracağını defalarca söyleyen ABD, en son gün
bunu yapmış ve böylece bütün dünyaya mesaj vermiştir.
Yağma, Kaos ve Bezginlik...
Ve en önemlisi, yine çok simgesel bir durum olan
“yağma” olgusunun neden engellenmediği sorusudur.
Yıllar önce, Barikat dergisinde yayınlanan bir
çeviri yazısında Amerikalı bir marksist, Ruanda’daki
kıyımlara değinirken, bu kargaşa ve boğazlaşmanın
neden bütün haber ajansları ve TV’lerde en kanlı
görüntülerle geniş geniş yayınlandığını soruyor
ve kendince çok açıklayıcı bir yanıt veriyordu;
çünkü diyordu, söz konusu yazar, böylece bu ilkel
toplulukların ve halkların kendi başlarına bırakıldıklarında,
bağımsız olduklarında doğru dürüst yaşayamadıkları
bize kanıtlanmak isteniyor... Bugün yapılmak istenen
de tam budur: “İnsanların özgürlüğü yaşadıklarını”
sırıtarak söyleyen Rumsfeld ve Bush ikilisi, sabırla
bütün Irak’ın tam bir kaosa sürüklenmesine, her
türlü hırsızlık, onursuzluk ve yağmacılığının
ayyuka çıkmasına birkaç günlüğüne izin veriyorlar.
Aylardır, yıllardır açlıktan kıvranan Irak halkının
böylece düşkünleşmesi, insanlıktan çıkmış biçimde
bütün değerlerini yitirmesini ve bunun tüm dünya
tarafından görülmesini istiyorlar. Bu arada insanlık
tarihinin en önemli eserlerini barındıran Bağdat
Müzesi bile yağmalanıyor ve hepimiz pek yakında
bu eserlerin mafya tarafından pazarlanmaya başlanacağını
biliyoruz.
Bütün bu alçaklık, şüphesiz pek yakında “artık
duruma el koymak lazım” söylemiyle taçlanacaktır.
Her şey yeterince tarumar olduğunda ve bütün insani
değerler ayaklar altına alındığında, “çağdaş dünya”nın
temsilcileri olan ABD ordusu kentlerde daha aktifleşecek
ve kaosa son verme adına kukla Irak hükümetinin
bir diktatörlük olarak varlığının önü açılacaktır.
Kendini yönetmekten aciz Irak halkı, büyük ağabeyin
vesayetinde yönetilecektir...
Ve nihayet, büyük ağabey’in son mesajı da, daha
heykelin yıkıldığı gün ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı
John Bulton’un ağzından verilmiştir: “İran, Suriye
ve Kore gibi ülkeler, bu olaydan ders almalıdırlar...”
Asıl mesele de budur zaten... Ne petrol, ne Ortadoğu’nun
enerji kaynaklarının bütünü bu sorun kadar önemli
değildir. ABD emperyalizmi, müttefikleri de dahil
olmak üzere bütün dünyaya, bir ibret vakası yaratmak
istemiştir. Bu yüzden, aylardır devam eden gösterilere
ve emperyalist dünyadaki derin çatlaklara karşın
bu harekâtı yapmaya kendini mecbur hissetmiş ve
ne pahasına olursa olsun bildiğinden şaşmamıştır.
Zulme Ortak Olmak...
Bütün bu gelişmeler sırasında Kürtler ise olup
bitenlerin en talihsiz noktasındadırlar. Bu kıyım
sürecinde Kürtler, kazanmamış kaybetmişlerdir.
Asıl kaybettikleri ise belki yüz yıldır şöyle
ya da böyle koruyabildikleri bağımsızlık duygularıdır.
Saddam rejimi altında bile katiamlara uğrasalar
da en azından belli bir toprak parçası üzerinde
Kürdistan’a ait bir atmosferi soluyan Güneyli
Kürt, şimdi bu oksijeni kirleten bir işgal gücüyle
yanyanadır ve sübjektif niyetler ne olursa olsun
PDK ve YNK şu anda bu gücün işbirlikçisi konumundadır.
Sürecin başındanberi Sosyalist Barikat, Güney’de
kurulacak bir Kürt devleti konusunda MGK’nın “kaygı”larını
paylaşmanın sola ait bir şey olamayacağını, esasen
Kürtlerin katliamcı bir rejim altında yaşamaya
da mecbur olmadıklarını ve bütün bu karışıklık
içinden bir Kürt siyasal yönetimi çıkması halinde
bunun mutlaka çok kınanması gereken bir şey olarak
görülemeyeceğini belirtti. Bugün de Kürt önderliklerinin
niteliği ile halkın özgürlük isteğinin birbirinden
ayrı düşünülmesi gerektiğine inanıyoruz. ABD’nin
operasyonu süresince kendi yerel pozisyonunu koruyan
bir Kürt varlığı, böylece sonuçta en azından mevcut
federatif yapıyı daha da güçlendirmiş olsaydı,
bu durum, barındırdığı bir dizi ciddi sakıncaya
rağmen en azından çok vahim sonuçları ifade etmezdi.
Oysa PDK ve YNK önderlikleri, artık bunun ötesine
geçmişler, “varlıklarını Amerikan varlığına emanet
ederek”, kendi bağımsız askeri güçlerini ABD ordusunun
emrine vererek yüzyılın bu en ağır suçuna ortak
olmuşlardır. Herhangi bir Güneyli Kürt, belki
meseleyi Saddam’ın onca yıllık zulmü ve sonuçta
şu ya da bu yoldan oluşacak olan siyasal durumun
avantajları ile açıklayabilir ya da ülkesinin
zaten Irak işgali altında olduğunu ve ABD işgalinin
bu duruma ekstra bir değişiklik getirmeyeceğini
iddia edebilir; ama tarihin yargısı böyle oluşmaz.
Sonuçta, bütün dünyanın emekçileri bir haydutluğa
karşı ayağa kalkmışken, PDK ve YNK önderliğindeki
Kürtler, kendi gerçek dostları olan bu dünyadan
koparak (bir ayağı da İsrail’de olan) söz konusu
haydutluğun şımarık cellatlarıyla yanyana gelmişlerdir.
Bu, “kenarda kalarak karmaşadan yararlanmak” gibi
devrimcilerin de kullanabileceği bir “taktik”
değil, bir işgal gücünün yanında fiilen savaşarak
Bağdat’ta ve başka yerlerde öldürülen her çocuğun
katline ortak olan bir konum tutmaktır. Hal böyle
olduğunda da peşmergelerin her girdikleri kasabada
çektikleri kutlama halayları, artık eski niteliğini
yitirmekte ve kimseye bir zamanlar düğünlerde
ve şenliklerde çekilen halayları anımsatmamaktadır;
çünkü bu kez ortada “kutlanan” bir şey yoktur.
Daha doğrusu ABD bombaları ve ABD tanklarıyla
bir kasabaya girmenin kutlanacak bir onuru yoktur.
Sonuçta PDK veYNK’nın önderliğindeki Kürtler,
bugün yaşanan sıcak tarihin sonuçlarını kendi
deneyimleriyle görecekler ve mutlaka daha net
yol ayrımlarına geleceklerdir. Bugüne dek ABD’nin
bir halka azıcık olsun iyilik getirdiği tek bir
örneğe rastlanılmamıştır; bundan sonra da rastlanılmayacağı
kesindir. Bu, yalnızca emperyalizmin bilinen ekonomik-politik
niteliklerinden ötürü böyle değildir; özel olarak
ABD emperyalizminin yüz yıldır edinmiş olduğu
yönetme anlayışından ve sınır tanımaz küstahlığından
ötürü de böyledir. Yani ABD emperyalizminin herhangi
bir güçle işbirliği yapıp sonra da onu kendi özgür
seçeneklerini belirlemesi için kendi başına bırakacağı
beklentisi ham bir hayalden ibarettir; kendisine
bağımlı olan bütün güçleri çürütmek, onları değersizleştirmek
bir tür veba mikrobu gibi Pentagon’un yapısında
vardır. Güney Kürdü, daha şimdiden bu mikropla
tanışmıştır bile. Yakın gelecekte ise daha fazla
tanışacaktır.
İşgalin Sonuçları
Bugün artık Ortadoğu tarihinin gerçek bir dönemeç
noktasındayız. “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”
lafına son yıllarda çok alıştık ama bu kez bir
başka anlamda durum hakikaten böyledir. İlk kez
politik dalavereler ve komplolar, darbeler taktiğinden
doğrudan işgal aşamasına geçilmiş ve doğrudan,
uzun süreli bir işgal başlatılmıştır.
Bu, şüphesiz bütün taraflar ve sınıflar, uluslar,
vb. açısından yeni sayılabilecek bir durumdur
ve kendine özgü sonuçlar yaratacaktır. ABD emperyalizmi,
belki daha birkaç gün, birkaç hafta işin keyfini
çıkarmakla vakit geçirebilir. Son otuz yıl boyunca
bir sürü Rambo filmine karşın üstlerinden atamadıkları
Vietnam yenilgisinin kompleksini tamir etmek için
bu kolay zaferi kullanmak isteyeceklerdir. Ancak
daha sonra her şey, yeni bir aşamaya girecektir.
Irak Muhalefeti adı altında bir araya getirilmiş
akbabalar topluluğunun kuracağı hiçbir hükümet,
başında bir ABD generali olsun olmasın, halk kitleleri
içinde en küçük bir meşruiyete sahip olmayacak,
bir kuklalar sürüsü olarak lanetlenmekten kurtulamayacaktır.
Üstelik bu tür bir hükümet, yapısı gereği ABD
ordusu olmaksızın ayakta duramayacağı için ABD’nin
aylarca önceden ilan ettiği gibi işgal mutlaka
süreklilik kazanacak, komşulardaki aykırı sesleri
bertaraf etmek için de sık sık yeni ataklar yapacaktır.
Bu durumun emperyalist odaklar arasındaki çatlakları
derinleştireceği daha şimdiden net işaretlerle
kendini ortaya koymaktadır. Bölgedeki kaynakların
tümünün üstüne tek başına oturmak isteyen ABD’nin
BM ve diğer kurumların inisiyatifini reddettiği
ve bu kurumların da artık giderek anlamsızlaştığı
biliniyor. Buna karşın Fransa-Almanya-Rusya ekseninde
gerçekleşen toplantılar, yapılan açıklamalar,
bu cephenin yitirdikleri inisiyatifi yeniden kazanma
ve Ortadoğu’da yeni ataklar yapma isteklerini
ortaya koymaktadır. Belki kısa vadede bu çelişkiler
belli noktalarda uzlaşmalarla çözülebilecektir
ama uzun vadede kırılma artık bir kez gerçekleşmiştir
ve giderek kronikleşecektir.
Ortadoğu’da sürekli ve genişleyen bir ABD işgali...
Bölge tarihinin en büyük kaosunun kapısını açacak
asıl gelişme işte budur. Bütün olgular, bundan
sonra bu gerçeğe göre biçimlenecek, geçmişte ağırlıklı
olarak İsrail’de simgelenen emperyalist varlık,
bu kez açılan bu ikinci cephe üzerinden de halkların
mücadele perspektifine girecektir. Özellikle Suriye
ve İran’a yönelik başka bir saldırganlık da gündeme
geldiğinde, bu, Ortadoğu halklarının topyekun
sorunu haline gelecektir.
Mısır Devlet Başkanı Mübarek’in “bu harekât onlarca
yeni Usame Bin Laden yaratacaktır” kehaneti şüphesiz
tamamen boş değildir. Bu yeni durumun Ortadoğu’da
dinsel tepkileri güçlendirmesi, hatta yeni yeni
İslami akımlar yaratması da mümkün görünmektedir.
Ayrıca Irak’ta da bugün sessiz bir kabul gibi
görünen durumun yarın kimlerin önderliğinde nasıl
bir yön alacağı bilinmemektedir.
Ancak, Ortadoğu’nun geleceği başka gelişmelere
de gebedir. Bölgede radikal dincilikten milliyetçiliğe
dek bütün siyasi akımlar (bu arada “demokratik
cumhuriyet” projeleri de) bugüne dek kendini ortaya
koymuş, şansını denemiş ve büyük ölçüde de yıpranmıştır.
Ortadoğu’nun acı çeken halkları, bütün bu yollardan
gidildiğinde yoksulluklarının sona ermediğini
kendi deneyimleriyle görmüşlerdir, görmektedirler.
Buna karşın Ortadoğu’da 80’lerden sonra genel
olarak gerileyen devrimci güçler, henüz kendilerini
toparlayarak ortaya ciddi ve güvenilir güç odakları
çıkaramamışlar, Arap dünyası bağlamında bu süreçte
her şeye rağmen sol potansiyelini korumayı başarabilen
yalnızca Filistin olurken, daha Kuzey’deki Mezopotamya
ve Türkiye solu iniş-çıkışlı bir seyir izlemiştir.
Ancak Mezopotamya ve Türkiye’den İran ve Irak’a,
Mısır’a ve diğer Arap ülkelerine dek genişleyen
bu coğrafya üzerindeki sol güçler, artık daha
büyük gelişme olanaklarına sahiptirler. Bölgenin
kalbine bir bıçak gibi saplanan ABD işgali, tutarlı
bir anti-emperyalizmin politik olarak şansını
yükseltmiş, gerçekten kararlı bir biçimde mücadele
yürütenlerin önüne sonsuz olanaklar çıkarmıştır.
Ortadoğu’nun onuru kırılmış ve aşağılanmış halkları,
bugün gerçekten bu makus talihi geriye çevirecek
ciddi güç odaklarına hasrettir.
Böylece, tarihin bu kritik noktasında, şimdiye
dek belki bazılarına soyut bir önermeymiş gibi
gelen “Ortadoğu Devrimi” perspektifi çok daha
somut bir hedef olarak ortaya çıkmaktadır. AB
hayalleri içersinde bir an önce bu yangın yerinden,
bu acılı coğrafyadan yakasını kurtarıp Batı kulübünde
rahata ermek isteyenler bir yana gerçekten devrim
kararlılığında olanlar, bugün artık yüzlerini
ciddi bir biçimde Ortadoğu’ya dönmek zorundadırlar.
ABD işgali ve muhtemel yeni işgal girişimleri,
hemen yarın olmasa da artık pek uzak olmaması
gereken bir süreçte bölge devrimci hareketlerinin
önünde devrimci dayanışma ve işbirliğinin olanaklarını
artırmıştır.
Türkiye devrimci hareketi, bütün bu süreçlerin
en stratejik noktasında, Batı ile Doğu’nun buluştuğu
yerde durmaktadır. Mezopotamya halkının değişik
parçalardaki önderlikleri, bütün bu kargaşa ve
tarihi sıkıştıran gelişmeler içinde daha ne kadar
kendi geleceklerini başka güçlerden talep eden
bir duruş gösterecekler ve daha ne kadar “karışıklıktan
avantaj çıkarma” politikasını sürdüreceklerdir,
bunları süreç içinde göreceğiz. Ancak, Türkiye
cephesinde geliştirilecek devrimci sosyalist bir
iradenin, bütün bu dengeleri de etkileyeceği kesindir.
Üstelik, bu cephedeki siyasi durum da böyle bir
atılımın örülmesi için son derece uygundur. Bugünlerde
son derece onursuzca emperyalistlerin yardakçılığını
yapan Türkiye oligarşisinin bütün unsurları değişik
düzeylerde yıpranmışlar, kitlelerin gözündeki
itibarlarını tüketmişlerdir. Henüz bir irade tarafından
açığa çıkarılamamış da olsa geniş halk yığınları
arasında anti-emperyalist nefret duygusu yoğunlaşmış,
sınıfın haklarının gaspı ve artan yoksullaşma
tarafından büyütülen bu hoşnutsuzluk, devrimci
olanakları geliştirmiştir. Oligarşinin Güney’e
yönelik yapmaya çalıştığı “kişilik” gösterileri
de hem durumu değiştirmeyecek hem de ekonomik
krizlerin şiddetini artıracaktır.
Sonuçta gerçekten Türkiye’deki durum, un, şeker,
su, vb. bütün malzemelerin bir arada bulunduğu
ve artık sorunun büyük ölçüde “helva yapma” iradesine
bağlandığı bir noktaya ulaşmıştır.
Bu durum, açıkça, her devrimci sosyalistin perspektifine,
çalışma temposuna ve hatta günlük performansına
olağanüstü bir önem kazandırmıştır. Yalnızca Türkiye
emekçi halklarının değil Ortadoğu’nun hasret olduğu
büyük ve kapsamlı bir müdahalenin öznesi olma
iddiası ve isteği, sırtımızdaki en ağır sorumluluktur.
Yenilenmiş bir devrimci güçle yürümek, böyle bir
müdahalenin koşullarını adım adım örmek, bunun
için tempomuzu durmadan yükseltmek, yalnızca yerel
bir görev olarak değil, tarihin sıkıştırdığı bölgesel
bir görev olarak da omuzlarımızdadır. Bugünlerde
Bağdat’ta kolay zaferlerini ucuz numaralarla ve
akıl almaz küstahlıklarla kutlayanlar, mutlaka
“yenilgi” denilen şeyi tatmalıdırlar.
Devrimci bir önderlikle yürüyen halkların hiçbir
teknolojik araçla yenilemeyeceğini onlara bir
kez daha hatırlatmak, bugünün ve yarının en önemli
görevidir.
|