Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

C. Toprak

Geçtiğimiz haftalar ve aylar boyunca sık sık TV haberlerinden “islamcısından solcusuna herkes aynı alandaydı” gibi laflar duyduk. Habertürk gibi Amerikancı gazeteler de akılları sıra küçümseyici bir tonla “manken-solcu-islamcı koalisyonu” gibi laflar ederek savaş karşıtı güçleri akılları sıra aşağılamaya çalıştılar. İslamcı örgütlerin temsilcileriyle sosyalist grupların aynı platform toplantılarında yer aldıklarına tanık olundu. İstanbul’da geçtiğimiz yılın sonlarında kurulan Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nda da kendisini “müslümanlar” olarak ifade eden Özgür-Der, Mazlum-Der gibi yapılar yer aldılar. Zaman zaman tartışmalı oturumlar olsa da genel olarak ISHK’da bu güçlerin varlığı-yokluğu en azından bir “tamam-devam” sorunu yapılmadı. Hatta, süreç boyunca, bu kesimi devrimcilerden daha çok sevdiğini resmen olmasa da tavırlar itibarıyla belli edenler hiç eksik olmadı.
Ama gerçekten de karışık bir sorun vardı ortada. Sonuçta ABD emperyalizmi müslüman bir toplumun yaşadığı bir Arap ülkesine saldırıyordu ve o ülkenin yöneticileri bilinen anlamda İslamcı bir çizgiye sahip olmasalar da Arap ve Müslüman dünyası bunu bir tür “haçlı seferi” olarak algılıyordu. Bir yandan emperyalist hegemonya ve sömürü politikalarını iyice basitleştirerek Bush’un mensup olduğu Metodist Kilise üzerinden açıklayan komplo teorileri üretiliyor, diğer yandan ise doğrusu biraz abartılı bir sıçramayla meşhur “Fil Vakası” efsaneleri ortalığa yayılıyordu. Abartılı ve gülünç bir benzetmeydi; çünkü, fi tarihinde Kabe’ye fillerle yapılan saldırının tanrının gönderdiği kuşlarla engellenmesi olayına dayanan efsane, doğrusu Halepçe katliamının mimarı Saddam söz konusu olduğunda pek yerine oturmuyordu; yani Saddam “tanrının yardım etmesi gereken insanlar” kategorisine pek girmiyordu ve Körfez’in petrol kuyuları da bu ulvi korumayı Kabe kadar hak etmiyordu! Üstelik Saddam, hiçbir zaman Müslüman/Arap dünyasının en sevilen adamlar listesinin ilk sıralarında yer almamıştı; özellikle belli mezheplere ve Kürtlere karşı katliamcı tavrı bilinmeyen şey değildi, sempati bir yana belli bir nefretin de hedefiydi. ABD’nin bahane yaratmak için uydurduğu iddialardan biri El-Kaide ya da HAMAS ve Hizbullah gibi örgütlerin Irak’la bağlantıları olsa da, bu örgütlerin Saddam’a pek aşık oldukları söylenemezdi. Yine de 11 Eylül ve Afganistan işgalinin sonrasında Doğu dünyasında oluşan genel izlenim, ABD emperyalizminin özel olarak şu ya da bu lideri değil genel olarak Müslüman dünyayı hedef seçtiği, bu dünyanın elindeki zenginliklere el koymak istediğiydi. Bu ilginç durum ise İslami ölçütlerden çok sınıfsal nedenlerle açıklanabilirdi; yani, milyonlarca dini düşünceli insan, özellikle son savaş sırasında önlerinde korkunç bir haksızlık ve haydutluk görmüşlerdi ve gösterileri yöneten örgütlerin özel amaçları bir yana, büyük çoğunluğu yoksul olan sokaktaki insanlar, bir ölçüde aslında yaşadıkları yoksulluğun nedeni olarak da ABD emperyalizmini görmekteydiler.
Sonuçta, bütün bu karışıklıklar ne olursa olsun, aylardır devam eden gösterilerin Batı ayağını daha çok sol ve liberal yoğunlukların ördüğü, Arap dünyasında ve Uzakdoğu’daki birçok gösterinin ise İslami kesimler tarafından organize edildiği bir gerçekti.

Yeşil Kuşak’tan Bugüne
Açıkçasını söylemek gerekirse, genel olarak İslami dünyanın “anti-amerikancılığı” hiçbir zaman sağlam bir konum olmamıştı. Bugün Ortadoğu’daki bir dizi devletin ve İslami hareketin kökeninde 1950’lerden beri gelen Pentagon’un ünlü “yeşil kuşak” projesinin yattığı bilinmeyen şey değildir. Hem Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmak hem de (Türkiye dahil) Ortadoğu’daki devrimci hareketleri gericilik dalgasıyla boğmak için CIA merkezlerinde üretilen bu proje uyarınca bir çok gerici Arap rejimi güçlendirilmiş, hatta bazıları tümüyle emperyalizm tarafından yaratılmıştır. ABD’nin hiçbir biçimde “şeriatçılık” endişesine kapılmaksızın destekleyip ayakta tuttuğu sefil Suudi rejimi, yoktan var edilmiş Emirlikler ve sınırları bile cetvelle çizilip yaratılmış Ürdün gibi küçük çaplı “krallık”lar, vb. hep bu dönemin ürünleridir. Ayrıca Orta Asya içlerine ve Çin Türkistanı’na sızmak için palazlandırılan İslamcı örgütler ve Pakistan’dan Afganistan’a sızdırılan mücahitler de aynı projenin yan unsurlarıdır. Özellikle Peşaver kamplarında CIA tarafından Pakistan’dan geçen uyuşturucunun rantıyla beslenip büyütülen El-Kaide, en tipik örnektir. Hatta, 1980’den sonra HAMAS’ın da Filistin’deki devrimci güçlere karşı bir bölücü unsur olarak İsrail tarafından bir süre kayırıldığı ve sonradan denetim dışına çıktığı çok yaygın bir görüştür. Ve esas olarak bütün bunların emperyalistlerin Ortadoğu’da yüzelli yıldır uyguladığı taktiklerin, (satın alma, parçalama, vb.) çağdaş versiyonları olduğu söylenebilir.
Bütün bu süreç boyunca yalnızca Filistin ve İran’da kısmen aykırı denebilecek örneklerin gözlenmesi de rastlantı değildir. Çünkü öncelikle Filistin, ötedenberi işgal altındaki topraklarıyla Ortadoğu’daki en devrimci odak olarak kendini ortaya koymuştur ve Filistin topraklarında ABD “yeşil kuşağı”na uygun zemin her zaman çok zayıf olmuştur. Filistin’de namlularını İsrail ve ABD hedeflerine değil devrimcilere çevirmenin koşulları mevcut değildir ya da meşru zeminleri artık pek yoktur.
İran’da ise petrolleri ulusallaştıran Musaddık’ı devirerek iktidarı ele geçiren Ortadoğu’nun en kanlı zalimlerinden Şah Pehlevi, bütün siyasi hayatı boyunca hiç sakınmasız olarak bir Amerikan köpeği olarak boy göstermiş, İran halkının zihninde her zaman Şah ve ABD bir bütünlük oluşturmuştur. Bu aynı zamanda zalimlik ve hırsızlıkla ABD desteğinin birlikteliğidir. Dolayısıyla 70’ler boyunca oldukça güç kazanan İran devrimci hareketinin de katılımıyla Şah devrildiğinde ve sonra inisiyatifi Ayetullahlar ele aldığında, İslami yönetimin ve genel olarak İran halkının ABD düşmanlığıyla yoğrulması doğaldır. Daha devrimin ilk zamanlarında ABD elçilik binasının işgali ve elçilik görevlilerinin uzun süre rehine tutulması, bu tepkinin ifadesidir. Zaman içersinde bu keskin tutum üst düzey yöneticiler tarafından esnetilse de İran’daki İslami eğilimli toplumun büyük kesiminde aynı düşmanlık devam etmiş, Irak’ın ABD kışkırtmasıyla İran’a saldırması da bunu beslemiştir.
Ancak bütün bu karşıtlıkların ve bu arada kontrolden çıkan eski ABD denetimli örgütlerin radikalliğinin, bildiğimiz anlamda bir anti-emperyalizme denk düştüğünü söylemek mümkün değildir. Tersine bu eğilimler, bugün dünya düzeni tarafından dışlanmış olsalar da, bu politika emperyalizm açısından geri dönülmez değildir. Çünkü İslami hareketlerin sık sık iddia ettikleri gibi bugünkü emperyalist politika, müslümanlık-hıristiyanlık ya da batı medeniyetinin hakim kılınması gibi noktalardan değil, dünya düzenini bozma eğiliminde olan güçlerin bastırılması ihtiyacından doğmaktadır. Yani, ABD hegemonyasının özüyle çatışmayan herhangi bir İslami rejim ya da örgüt, en gerici fikirlere ve uygulamalara sahip olsa da emperyalizm tarafından dışlanmayacaktır ve zaten Suudiler örneğinde görüldüğü gibi dışlanmamaktadır. Dolayısıyla bugünkü radikal uçların da (ihtiyaç duyulması halinde) aynı ABD yönetimi tarafından yeni bir projeyle sistem içersine alınması mümkündür ve bugünkü sert dinci akımların da -kendi gericiliklerine dokunulmaması halinde- böyle projelere ciddi bir itirazları olmayacaktır; çünkü onların mevcut dünya sistemine itirazları, kapitalist sistemin eleştirisinden değil, bu sistem tarafından dışlanmış olmalarından kaynaklanmaktadır.

Kanlı Pazar’dan Çağlayan’a
Türkiye’deki İslami akımların ve cemaatların hikayesi de bu genel çerçeveden çok bağımsız değildir. Başlangıçta Kemalizm tarafından kah yedeklenen kah azarlanan bir tarzda idare edilen İslami tarikatların altın devrinin hiç de rastlantısal olmayan bir biçimde yeni-sömürgeciliğinin başlangıç dönemine denk düştüğü biliniyor. 1945 sonrasında, özellikle DP iktidarının eliyle inşa edilen yeni- sömürgeci ilişkiler ve hızlı kapitalistleşme dönemi, başından sonuna dek özellikle büyük tarikatlar tarafından desteklenmiştir. Bunun sebebi ise hiç de söylendiği gibi Menderes yönetiminin bu güçlere tanıdığı “özgürlükler” değil, sözkonusu güçlerin bu yeni süreçten “çöplenmeleri”dir. Nihayetinde yalnızca ruhani değil maddi güçlere de sahip olan, kırsal alanda ve taşra illeri düzeyinde büyük parasal birikimleri de kontrol eden bu tarikatçı topluluklar, bağımlı kapitalistleşme sürecinde taşraya açılan bütün yağlı kapıları tutmuşlar, traktör acentalığından tefeciliğe, satış mümessilliklerinden ticarete bir çok alanda suyun başına geçmişlerdir. Üstyapıda korunan feodal ilişkilere dayanarak büyük oy potansiyellerini yönlendirebilen bu odaklar, böylece destek verdikleri politik yönetimlerle pazarlık gücüne sahip olmuşlar, her seferinde yoksul insanların duygularını pazarlayarak servetlerine servet katmışlardır.
Böylece ortaya çıkan manzara, herhalde bugün Cuma gösterileri yapanlar açısından trajiktir: Türkiye tarihinin en azılı ABD uşakları olan DP kadrosunun en büyük destekçileri, İslami cemaatlerdir. 2.Paylaşım Savaşı sırasında Anadolu’da yürütülen Hitlerci propagandanın da başını çeken tarikatlar, 1946’da ABD’nin Missouri zırhlısı boğazda göründüğünde ya da daha sonra arkası arkasına ikili anlaşmalar imzalandığında en küçük bir rahatsızlığa sahip olmamışlardır. ABD askerleri için genelev duvarlarının boyatılması da bu çok “ahlakçı” takımı değil devrimci gençliği rahatsız etmiştir. Dahası, eski toplumun bütün yerleşik ahlaki normlarını zorlayan bu yeni sömürge kapitalistleşmesi, aileleri parçalayan, çıkar ilişkilerini her şeyin üzerine çıkaran bu deformasyon hareketi de aynı açgözlü din tüccarlarının her zaman tam desteğine sahip olmuştur. Said Nursi’nin kurduğu Nur tarikatından Nakşibendilere dek bütün büyük tarikatlar, üstelik tam bir utanmazlık ve sahtekârlıkla toplumdaki bütün bozulmalardan, fuhuştan, vb. komünistleri sorumlu tutma alçaklığını da göstermişlerdir. 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca her taşın altında komünist arayan, sola karşı yapılan her türlü saldırının arkasında duran bu güçler, buna karşılık ülkeyi ABD emperyalizmine haraç mezat satan, her köşede bir ABD üssünün açılması için adeta yalvaran bu işbirlikçi yöneticileri neredeyse tanrı yerine koymuşlar, hatta Menderes’in uçak kazası olayında olduğu gibi onların “kutsallıkları” üzerine de uyduruk efsaneler yaratmışlardır.
Daha sonraları aynı samimi ilişkinin ABD’nin Morisson firması Türkiye temsilciliğinden başbakanlığa sıçrayan Demirel’le de sürmesi rastlantı değildir. Bu dönemde de aynı terane devam etmiştir; emperyalist ilişkilerin artıklarıyla beslenen bu tacirler, ABD’nin en güvenilir adamı olan Demirel’i göklere çıkararak desteklerken, mini etekten uyuşturucuya dek bütün musibetlerin sorumlusu olarak gördükleri sola karşı ise azgın bir saldırganlık içindedirler. O dönemler vaizlik eden Fetullah Gülen, bir başka Nurcu lider Kutlular, Süleymancılar, Nakşiler, vb. bütün diğer gerici tarikatlar, adeta sosyalistlerin “emperyalizm girdiği ülkedeki en gerici güçlerle işbirliği yapar” tespitini doğrulamak için yarışırcasına Türkiye’nin en Amerikancı güçleri olmuşlardır. MHP’nin henüz yeterince palazlanmadığı dönemlere taşradaki TİP binalarını kundaklayan ve kongreleri basan, aydınlara, sanatçılara en çirkin saldırıları düzenleyenler, yine bu “yeşil kuşak” tarikatlarıdır. Büyük işçi direnişlerini karalama kampanyalarını yürütenler de onlardır. Kontrol ettikleri gerici gazeteler, her gün devrimcilere, anti emperyalist güçlere en ağır hakaretleri yağdırmakta ve hatta Kanlı Pazar olayında olduğu gibi anti-emperyalist gösteri yapmak isteyen işçileri ve gençleri bıçaklar ve sopalarla katletmektedirler. O günlerin en büyük övüncü ise Endenozya’da yapılan ve bir milyon komünistin öldürülmesiyle sonuçlanan büyük katliamdır. Gerici basın sık sık bu örneği vermekte ve Yeni İstanbul, Bugün ve Tercüman gibi gazetelerde “gerekirse Endenozya gibi yaparız” tehditleri savrulmaktadır.
Kanlı Pazar olayı bu süreçte özellikle önemlidir. 16 Şubat 1969 günü devrimci gençliğin düzenlediği emperyalizme karşı yürüyüş öncesinde Beyazıt ve Dolmabahçe camilerini dolduranlar, daha günler öncesinden çevre illerden getirtilmiş ve Komünizmle Mücadele Dernekleri tarafından “komünistleri toprağa gömmek” için hazırlanmışlardır. Nur cemaatinin liderlerinden Mehmet Şevket Eygi ise aynı gün yayınlanan makalesinde “müslümanlarla kızıl kafirler arasında topyekun savaş başlamak üzeredir” diyor ve herkesi balta-bıçak neyi varsa alıp gelmeye çağırıyordu. Sonuçta polisle birlikte yapılan saldırıda iki devrimci katledilmiş, onlarcası yaralanmıştı.
Daha sonraları gelen 12 Mart cuntası ve devrimcilere karşı sürdürülen büyük insan avı da bu kesimlerde memnuniyet yaratan olgulardır. Ancak bu dönemlerde artık palazlanıp kendi kanatlarıyla uçma denemeleri yapan büyük tekelci burjuvazi, eski ortaklarını da kısmen rahatsız etmeye başlamıştır. İşveren örgütlerinde başlayan tartışmalar ve huzursuzluk, sonuçta taşra ağırlıklı sermaye kesimlerini rahatsız etmeye başlamış ve Erbakan’ın öncülüğünde Milli Nizam Partisi ortaya çıkmıştır. Yani, böyle bir kopuş bile ahlaki bir yerden değil, çıkarların zedelenmesi üzerinden gerçekleşmiştir. 70’li yıllarda ise bir bölümü MHP’ye de destek veren tarikatların çoğunluğu yine en gerici noktadan halk düşmanlığına devam etmişler, ilk bakışta MHP tarafından organize edilmiş gibi görünse de Maraş, Çorum, vb. gibi katliamların arkaplanındaki gücü oluşturmuşlardır.
1980 sonrasında yine Türkiyeli islamcıların artık klasik davranışlarından birini görürüz. Başlatılan büyük neoliberal restorasyonla birlikte toplumsal dokuyu en çok tahrip eden, mevcut ahlaki normların hepsini yerlebir ederek rüşvetten sahtekârlığa her türlü melaneti meşrulaştıran bir politik lider, Turgut Özal, yine islami güçlerin baş tacıdır. Böylece, Menderes-Demirel zinciri Özal ile tamamlanır. Yine bir Amerikan işbirlikçisi, yine tarikatlar... 12 Eylül öncesinin patron temsilcisi, IMF direktiflerinin sadık uygulayıcısı, partisinin kuruluşunu bile ABD’de gerçekleştirmiş olan, Körfez Savaşı sırasında Irak halkının kanı üzerinden bir koyup üç alma hesabı yapan Özal, hem kendisi tarikat üyesidir hem de tarikatların sevgilisi...
Körfez Savaşı sırasında ise dinci örgütlerin sesi soluğu çıkmaz, onca yıldır sürdürülen ambargo sırasında da ciddi bir girişimleri görülmez. Ama bu arada, içerde, Sivas katliamını becermesini de bilirler. Kimileri dergi sayfalarında bile “Sivas ayaklanmasını” kutlarken, bazıları da ancak çok sonradan yarım ağızla olayın “pek iyi olmadığını” söylerler. Bu arada başından sonuna dek oligarşi tarafından organize edilerek yurtsever harekete karşı kullanılan Hizbullah’tan ve onun ibret verici sonundan bahsetmiyoruz bile.

Konseptin Getirdikleri
Kısaca özetlendiğinde son elli yılın tarikatlar cephesi açısından kısa hikayesi böyledir.
1990 sonrasında ise bütün bu geçmiş “hizmetlerin” aslında emperyalizm için pek anlam ifade etmediği anlaşılır. Yeni süreçle birlikte, dünyadaki dengeler köklü bir biçimde değişmiş, komünizme karşı oluşturulan “yeşil kuşak”ın kontrol dışına çıkabilecek unsurları tasfiye edilmeye başlanmıştır. Emperyalist haydutluğa pek problem çıkarmayan köle ruhlu Arap rejimleri yine korunur ve kollanırken, hegemonya açısından kötü örnek oluşturan rejimler ve örgütler, artık hedef tahtasındadır. “Şer ekseni” ilan edilmiş ve bu listeye artık sosyalist devletlerin yanında eski dostlar da eklenmiştir.
Bir yandan tam olarak dümen suyuna girmeyen Irak, Libya, Suriye gibi örnekler, askeri saldırı, tehdit, şantaj, vb. yoluyla sindirilmeye çalışılırken, diğer yandan ise yeterince kullanılmış olan eski CIA versiyonlarının tasfiyesinel girişilmiştir. Bu eski “dost”lardan biri olan Usame Bin Laden’in kontrol dışı hareketinin çizmeyi aşması ve İkiz Kuleler’e dek ulaşması ise kanlı bir tasfiyenin başlangıcıdır.
Emperyalizmin bu yeni konseptinin Türkiye’de yankı bulması ise hiç uzun sürmemiştir. Bir dizi şüpheli suikastin “rastlantısal”(!) biçimde arka arkaya gelmesinden sonra oligarşinin karar mekanizmaları, “irtica”yı “birincil tehlike” olarak belirleyip hedef tahtasına koymuşlar ve peşpeşe gelen MİT operasyonları, skandal kasetleri, tarikat rezaletlerinin açığa vurulması gibi birçok yoldan tasfiye hareketine girişmişlerdir. Bazen kansız, bazen (Hizbullah olayında olduğu gibi) kanlı, bazen ise 9 saatlik MGK toplantıları ve “balans ayarı” yapan tank gösterileriyle... Kimi zaman yavaş, kimi zaman hızlı...
Sonuçta gelinen noktada, oligarşi içinde tekelci burjuvazinin kesin hakimiyeti, politik tasfiyeler ve geri bastırmalar yoluyla da büyük ölçüde tamamlanmış, ülkeyi kimin yönettiği artık herkesin kafasına kazınmış, arada hasbel kader hükümet olanların da ne kadar yetkisinin olacağı, haddini aşmaması için yapmaması gerekenler, vb. öğretilmiş ve öğrenilmiştir.
Bu pratik “eğitim” sürecinden geçerek gelen AKP iktidarı ise islamcılar için gerçek bir talihsizlik olmuştur. Menderes-Demirel-Özal üçlüsünden sonra tam ortaya yeni ve bu kez biraz daha “yeşil” bir pragmatik lider çıkmışken, var gücüyle bu “ehveni şer”i destekleyip konumunu güçlendirmek isteyen islami cemaat, daha ilk günden Irak Savaşı ile çıkmaza girmiştir. Zaten IMF kısıtlamalarından ötürü kendisini iktidara taşıyan güçlere gerektiği ölçüde destek veremeyen AKP, bu kez de önünde son yüzyılın en ciddi sorunlarından birini bulmuş, daha baştan karaya vurmuştur. Bir yandan ABD uşaklığında kusur etmek istemeyen diğer yandan ise büyük bir toplumsal tepkiyi nasıl savuşturacağını düşünen hükümet, sonuçta her ikisini de tam becerememiş, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamadan ortada kalmıştır.
Tam böyle bir noktada, %94’lük savaş karşıtlığı oranının niçin sokağa yansımadığı sık sık sorulurken, “ülkenin %99’unun müslüman olması” durumunun da savaş karşıtlığı bakımından ne ifade ettiği kilit bir soru haline gelmiştir. Gerçekten de savaş karşıtı mitinglere katılan islamcılar, bu varsayılan %99 içinde son derece marjinal bir grup olarak kalmışlardır.
Okyanusların ötesinden gelen bir haydut güç, yanıbaşındaki bir müslüman ülkeye akıllara durgunuk verecek bir zalimlikle saldırdığı halde, Türkiye’deki islami grupların en büyükleri, asıl kitleyi toparlayıp etkileyen belli başlı tarikatlar, ciddi bir etkinlik ortaya koymamışlar, kontrollerindeki kitleler bu durumdan çok hoşlanmasalar da cemaatler her zamanki işbirlikçi tutumlarını değiştirmemişlerdir. Kanlı Pazar’lara Sivas’lara istedikleri zaman binlerce insanı yığan bu gericilik odakları, ABD sözkonusu olduğunda kenarda beklemeyi tercih etmişlerdir.
Bu, şaşırtıcı değildir; tam tersine Türkiye’deki tarikatların ve islami cemaatların klasik, 50 yıllık tavrıdır: Devletle aşık atmaya kalkma! Mümkünse onun yakınında ol ve çıkarını kolla! Ve büyük güçler bir iş yapıyorlarsa, bir çalıya tutun, sinsice saklanıp fırtınanın dinmesini bekle! Savaş boyunca daha çok genç kesimleri kapsayan marjinal kesimler genellikle sol ile birlikte bir şeyler yapmaya çalışırken, islami kesimin bizzat kendisinin örgütlediği büyük çaplı (%99’a uygun) bir eyleme rastlanmamış, ancak Bağdat düştükten sonra son bir gayret göstermişlerdir.

Çürük Bir İdeolojik Zemin
Bütün bunlarda şaşırtıcı bir yan yoktur. Tarikat gericiliğinden bundan daha fazlasını bekleyenler varsa, asıl şaşırtıcı olan böylesi “akıllı” solcuların mantığıdır. Sonuç olarak dinci gericilik, bu ülkede her zaman kontrol altına alınabilen, zaman zaman kötü şeyler olsa da “işlerin değişeceğine” ikna edilebilen bir kesimdir.
Savaş sürecinde platform toplantılarına ve gösterilere katılarak bu konuda daha aktif bir tavır gösteren islamcı kesimler ise, büyük cemaatler ve toplumun bütünü açısından bakıldığında marjinaldirler. Çoğunlukla genç unsurları, türban sürecinde politikleşmiş insanları barındıran bu kesimde vicdani ölçütlerin daha fazla rol oynadığı söylenebilir; ama bu, yine de tutarlı bir kapitalizm karşıtlığını içinde barındırmayan, emperyalizmin saldırganlığına karşı koyarken bu dünya düzeninin neyle değiştirilmesi gerektiğini söylemeyen ya da gericiliği öneren, bu arada bütün gerici ideolojik unsurları bünyesinde taşıyan bir harekettir. Bazıları onları çok sevip baştacı etmekte bir sakınca görmeyebilirler, onların artık Düzce’den adam toplayıp otobüslerle Dolmabahçe Camiine getirmek gibi kötü işleri bir yana bırakmış olduklarını ya da Madımak otelinin adını duyunca kibrite davranmak gibi alışkanlıkları terk ettiklerini düşünebilirler; kendi bilecekleri iştir. Onlara ne kadar iyi davranır, ne kadar şirinlik edersek muhalefet cephesinin o kadar genişleyeceğini hayal edenlerin aksine devrimci sosyalistler, anti- emperyalist kampanyanın gerçek gücünün hâlâ eski yerinde, işyerlerinde ve ezilen sınıfların mahallelerinde olduğundan kuşku duymamaktadırlar.
2000’li yılların yeni dünya manzarası içinde, sosyalizmi içermeyen bir anti-emperyalizm türünü keşfetmek, artık 1960’larda olduğundan da zordur ve kimse böyle hevesler peşinde koşmamalıdır. Herhangi bir anda herhangi bir emperyalist saldırganlık örneğine karşı çıkan herkesle bereber olmakta belki büyük bir sakınca yoktur; ama buradan işçi sınıfı ve emekçiler dışında bir yeni dünyanın arayışına kaymak, sonu her zaman hüsranla bitecek bir maceradır. Savaşa ve emperyalizme karşı cephe genişletilebilir ve genişletilmelidir. Bunun için gereksinme duyduğumuz tek şey ise, çürük müttefikler uğruna şirinlik gösterileri yapmak değil, devrimci çalışmanın performansını iki katına çıkarmaktır.

 
 
 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul