Geçtiğimiz haftalar ve aylar boyunca sık sık
TV haberlerinden “islamcısından solcusuna herkes
aynı alandaydı” gibi laflar duyduk. Habertürk
gibi Amerikancı gazeteler de akılları sıra küçümseyici
bir tonla “manken-solcu-islamcı koalisyonu” gibi
laflar ederek savaş karşıtı güçleri akılları sıra
aşağılamaya çalıştılar. İslamcı örgütlerin temsilcileriyle
sosyalist grupların aynı platform toplantılarında
yer aldıklarına tanık olundu. İstanbul’da geçtiğimiz
yılın sonlarında kurulan Irak’ta Savaşa Hayır
Koordinasyonu’nda da kendisini “müslümanlar” olarak
ifade eden Özgür-Der, Mazlum-Der gibi yapılar
yer aldılar. Zaman zaman tartışmalı oturumlar
olsa da genel olarak ISHK’da bu güçlerin varlığı-yokluğu
en azından bir “tamam-devam” sorunu yapılmadı.
Hatta, süreç boyunca, bu kesimi devrimcilerden
daha çok sevdiğini resmen olmasa da tavırlar itibarıyla
belli edenler hiç eksik olmadı.
Ama gerçekten de karışık bir sorun vardı ortada.
Sonuçta ABD emperyalizmi müslüman bir toplumun
yaşadığı bir Arap ülkesine saldırıyordu ve o ülkenin
yöneticileri bilinen anlamda İslamcı bir çizgiye
sahip olmasalar da Arap ve Müslüman dünyası bunu
bir tür “haçlı seferi” olarak algılıyordu. Bir
yandan emperyalist hegemonya ve sömürü politikalarını
iyice basitleştirerek Bush’un mensup olduğu Metodist
Kilise üzerinden açıklayan komplo teorileri üretiliyor,
diğer yandan ise doğrusu biraz abartılı bir sıçramayla
meşhur “Fil Vakası” efsaneleri ortalığa yayılıyordu.
Abartılı ve gülünç bir benzetmeydi; çünkü, fi
tarihinde Kabe’ye fillerle yapılan saldırının
tanrının gönderdiği kuşlarla engellenmesi olayına
dayanan efsane, doğrusu Halepçe katliamının mimarı
Saddam söz konusu olduğunda pek yerine oturmuyordu;
yani Saddam “tanrının yardım etmesi gereken insanlar”
kategorisine pek girmiyordu ve Körfez’in petrol
kuyuları da bu ulvi korumayı Kabe kadar hak etmiyordu!
Üstelik Saddam, hiçbir zaman Müslüman/Arap dünyasının
en sevilen adamlar listesinin ilk sıralarında
yer almamıştı; özellikle belli mezheplere ve Kürtlere
karşı katliamcı tavrı bilinmeyen şey değildi,
sempati bir yana belli bir nefretin de hedefiydi.
ABD’nin bahane yaratmak için uydurduğu iddialardan
biri El-Kaide ya da HAMAS ve Hizbullah gibi örgütlerin
Irak’la bağlantıları olsa da, bu örgütlerin Saddam’a
pek aşık oldukları söylenemezdi. Yine de 11 Eylül
ve Afganistan işgalinin sonrasında Doğu dünyasında
oluşan genel izlenim, ABD emperyalizminin özel
olarak şu ya da bu lideri değil genel olarak Müslüman
dünyayı hedef seçtiği, bu dünyanın elindeki zenginliklere
el koymak istediğiydi. Bu ilginç durum ise İslami
ölçütlerden çok sınıfsal nedenlerle açıklanabilirdi;
yani, milyonlarca dini düşünceli insan, özellikle
son savaş sırasında önlerinde korkunç bir haksızlık
ve haydutluk görmüşlerdi ve gösterileri yöneten
örgütlerin özel amaçları bir yana, büyük çoğunluğu
yoksul olan sokaktaki insanlar, bir ölçüde aslında
yaşadıkları yoksulluğun nedeni olarak da ABD emperyalizmini
görmekteydiler.
Sonuçta, bütün bu karışıklıklar ne olursa olsun,
aylardır devam eden gösterilerin Batı ayağını
daha çok sol ve liberal yoğunlukların ördüğü,
Arap dünyasında ve Uzakdoğu’daki birçok gösterinin
ise İslami kesimler tarafından organize edildiği
bir gerçekti.
Yeşil Kuşak’tan Bugüne
Açıkçasını söylemek gerekirse, genel olarak İslami
dünyanın “anti-amerikancılığı” hiçbir zaman sağlam
bir konum olmamıştı. Bugün Ortadoğu’daki bir dizi
devletin ve İslami hareketin kökeninde 1950’lerden
beri gelen Pentagon’un ünlü “yeşil kuşak” projesinin
yattığı bilinmeyen şey değildir. Hem Sovyetler
Birliği’ni güneyden kuşatmak hem de (Türkiye dahil)
Ortadoğu’daki devrimci hareketleri gericilik dalgasıyla
boğmak için CIA merkezlerinde üretilen bu proje
uyarınca bir çok gerici Arap rejimi güçlendirilmiş,
hatta bazıları tümüyle emperyalizm tarafından
yaratılmıştır. ABD’nin hiçbir biçimde “şeriatçılık”
endişesine kapılmaksızın destekleyip ayakta tuttuğu
sefil Suudi rejimi, yoktan var edilmiş Emirlikler
ve sınırları bile cetvelle çizilip yaratılmış
Ürdün gibi küçük çaplı “krallık”lar, vb. hep bu
dönemin ürünleridir. Ayrıca Orta Asya içlerine
ve Çin Türkistanı’na sızmak için palazlandırılan
İslamcı örgütler ve Pakistan’dan Afganistan’a
sızdırılan mücahitler de aynı projenin yan unsurlarıdır.
Özellikle Peşaver kamplarında CIA tarafından Pakistan’dan
geçen uyuşturucunun rantıyla beslenip büyütülen
El-Kaide, en tipik örnektir. Hatta, 1980’den sonra
HAMAS’ın da Filistin’deki devrimci güçlere karşı
bir bölücü unsur olarak İsrail tarafından bir
süre kayırıldığı ve sonradan denetim dışına çıktığı
çok yaygın bir görüştür. Ve esas olarak bütün
bunların emperyalistlerin Ortadoğu’da yüzelli
yıldır uyguladığı taktiklerin, (satın alma, parçalama,
vb.) çağdaş versiyonları olduğu söylenebilir.
Bütün bu süreç boyunca yalnızca Filistin ve İran’da
kısmen aykırı denebilecek örneklerin gözlenmesi
de rastlantı değildir. Çünkü öncelikle Filistin,
ötedenberi işgal altındaki topraklarıyla Ortadoğu’daki
en devrimci odak olarak kendini ortaya koymuştur
ve Filistin topraklarında ABD “yeşil kuşağı”na
uygun zemin her zaman çok zayıf olmuştur. Filistin’de
namlularını İsrail ve ABD hedeflerine değil devrimcilere
çevirmenin koşulları mevcut değildir ya da meşru
zeminleri artık pek yoktur.
İran’da ise petrolleri ulusallaştıran Musaddık’ı
devirerek iktidarı ele geçiren Ortadoğu’nun en
kanlı zalimlerinden Şah Pehlevi, bütün siyasi
hayatı boyunca hiç sakınmasız olarak bir Amerikan
köpeği olarak boy göstermiş, İran halkının zihninde
her zaman Şah ve ABD bir bütünlük oluşturmuştur.
Bu aynı zamanda zalimlik ve hırsızlıkla ABD desteğinin
birlikteliğidir. Dolayısıyla 70’ler boyunca oldukça
güç kazanan İran devrimci hareketinin de katılımıyla
Şah devrildiğinde ve sonra inisiyatifi Ayetullahlar
ele aldığında, İslami yönetimin ve genel olarak
İran halkının ABD düşmanlığıyla yoğrulması doğaldır.
Daha devrimin ilk zamanlarında ABD elçilik binasının
işgali ve elçilik görevlilerinin uzun süre rehine
tutulması, bu tepkinin ifadesidir. Zaman içersinde
bu keskin tutum üst düzey yöneticiler tarafından
esnetilse de İran’daki İslami eğilimli toplumun
büyük kesiminde aynı düşmanlık devam etmiş, Irak’ın
ABD kışkırtmasıyla İran’a saldırması da bunu beslemiştir.
Ancak bütün bu karşıtlıkların ve bu arada kontrolden
çıkan eski ABD denetimli örgütlerin radikalliğinin,
bildiğimiz anlamda bir anti-emperyalizme denk
düştüğünü söylemek mümkün değildir. Tersine bu
eğilimler, bugün dünya düzeni tarafından dışlanmış
olsalar da, bu politika emperyalizm açısından
geri dönülmez değildir. Çünkü İslami hareketlerin
sık sık iddia ettikleri gibi bugünkü emperyalist
politika, müslümanlık-hıristiyanlık ya da batı
medeniyetinin hakim kılınması gibi noktalardan
değil, dünya düzenini bozma eğiliminde olan güçlerin
bastırılması ihtiyacından doğmaktadır. Yani, ABD
hegemonyasının özüyle çatışmayan herhangi bir
İslami rejim ya da örgüt, en gerici fikirlere
ve uygulamalara sahip olsa da emperyalizm tarafından
dışlanmayacaktır ve zaten Suudiler örneğinde görüldüğü
gibi dışlanmamaktadır. Dolayısıyla bugünkü radikal
uçların da (ihtiyaç duyulması halinde) aynı ABD
yönetimi tarafından yeni bir projeyle sistem içersine
alınması mümkündür ve bugünkü sert dinci akımların
da -kendi gericiliklerine dokunulmaması halinde-
böyle projelere ciddi bir itirazları olmayacaktır;
çünkü onların mevcut dünya sistemine itirazları,
kapitalist sistemin eleştirisinden değil, bu sistem
tarafından dışlanmış olmalarından kaynaklanmaktadır.
Kanlı Pazar’dan Çağlayan’a
Türkiye’deki İslami akımların ve cemaatların hikayesi
de bu genel çerçeveden çok bağımsız değildir.
Başlangıçta Kemalizm tarafından kah yedeklenen
kah azarlanan bir tarzda idare edilen İslami tarikatların
altın devrinin hiç de rastlantısal olmayan bir
biçimde yeni-sömürgeciliğinin başlangıç dönemine
denk düştüğü biliniyor. 1945 sonrasında, özellikle
DP iktidarının eliyle inşa edilen yeni- sömürgeci
ilişkiler ve hızlı kapitalistleşme dönemi, başından
sonuna dek özellikle büyük tarikatlar tarafından
desteklenmiştir. Bunun sebebi ise hiç de söylendiği
gibi Menderes yönetiminin bu güçlere tanıdığı
“özgürlükler” değil, sözkonusu güçlerin bu yeni
süreçten “çöplenmeleri”dir. Nihayetinde yalnızca
ruhani değil maddi güçlere de sahip olan, kırsal
alanda ve taşra illeri düzeyinde büyük parasal
birikimleri de kontrol eden bu tarikatçı topluluklar,
bağımlı kapitalistleşme sürecinde taşraya açılan
bütün yağlı kapıları tutmuşlar, traktör acentalığından
tefeciliğe, satış mümessilliklerinden ticarete
bir çok alanda suyun başına geçmişlerdir. Üstyapıda
korunan feodal ilişkilere dayanarak büyük oy potansiyellerini
yönlendirebilen bu odaklar, böylece destek verdikleri
politik yönetimlerle pazarlık gücüne sahip olmuşlar,
her seferinde yoksul insanların duygularını pazarlayarak
servetlerine servet katmışlardır.
Böylece ortaya çıkan manzara, herhalde bugün Cuma
gösterileri yapanlar açısından trajiktir: Türkiye
tarihinin en azılı ABD uşakları olan DP kadrosunun
en büyük destekçileri, İslami cemaatlerdir. 2.Paylaşım
Savaşı sırasında Anadolu’da yürütülen Hitlerci
propagandanın da başını çeken tarikatlar, 1946’da
ABD’nin Missouri zırhlısı boğazda göründüğünde
ya da daha sonra arkası arkasına ikili anlaşmalar
imzalandığında en küçük bir rahatsızlığa sahip
olmamışlardır. ABD askerleri için genelev duvarlarının
boyatılması da bu çok “ahlakçı” takımı değil devrimci
gençliği rahatsız etmiştir. Dahası, eski toplumun
bütün yerleşik ahlaki normlarını zorlayan bu yeni
sömürge kapitalistleşmesi, aileleri parçalayan,
çıkar ilişkilerini her şeyin üzerine çıkaran bu
deformasyon hareketi de aynı açgözlü din tüccarlarının
her zaman tam desteğine sahip olmuştur. Said Nursi’nin
kurduğu Nur tarikatından Nakşibendilere dek bütün
büyük tarikatlar, üstelik tam bir utanmazlık ve
sahtekârlıkla toplumdaki bütün bozulmalardan,
fuhuştan, vb. komünistleri sorumlu tutma alçaklığını
da göstermişlerdir. 1950’li ve 60’lı yıllar boyunca
her taşın altında komünist arayan, sola karşı
yapılan her türlü saldırının arkasında duran bu
güçler, buna karşılık ülkeyi ABD emperyalizmine
haraç mezat satan, her köşede bir ABD üssünün
açılması için adeta yalvaran bu işbirlikçi yöneticileri
neredeyse tanrı yerine koymuşlar, hatta Menderes’in
uçak kazası olayında olduğu gibi onların “kutsallıkları”
üzerine de uyduruk efsaneler yaratmışlardır.
Daha sonraları aynı samimi ilişkinin ABD’nin Morisson
firması Türkiye temsilciliğinden başbakanlığa
sıçrayan Demirel’le de sürmesi rastlantı değildir.
Bu dönemde de aynı terane devam etmiştir; emperyalist
ilişkilerin artıklarıyla beslenen bu tacirler,
ABD’nin en güvenilir adamı olan Demirel’i göklere
çıkararak desteklerken, mini etekten uyuşturucuya
dek bütün musibetlerin sorumlusu olarak gördükleri
sola karşı ise azgın bir saldırganlık içindedirler.
O dönemler vaizlik eden Fetullah Gülen, bir başka
Nurcu lider Kutlular, Süleymancılar, Nakşiler,
vb. bütün diğer gerici tarikatlar, adeta sosyalistlerin
“emperyalizm girdiği ülkedeki en gerici güçlerle
işbirliği yapar” tespitini doğrulamak için yarışırcasına
Türkiye’nin en Amerikancı güçleri olmuşlardır.
MHP’nin henüz yeterince palazlanmadığı dönemlere
taşradaki TİP binalarını kundaklayan ve kongreleri
basan, aydınlara, sanatçılara en çirkin saldırıları
düzenleyenler, yine bu “yeşil kuşak” tarikatlarıdır.
Büyük işçi direnişlerini karalama kampanyalarını
yürütenler de onlardır. Kontrol ettikleri gerici
gazeteler, her gün devrimcilere, anti emperyalist
güçlere en ağır hakaretleri yağdırmakta ve hatta
Kanlı Pazar olayında olduğu gibi anti-emperyalist
gösteri yapmak isteyen işçileri ve gençleri bıçaklar
ve sopalarla katletmektedirler. O günlerin en
büyük övüncü ise Endenozya’da yapılan ve bir milyon
komünistin öldürülmesiyle sonuçlanan büyük katliamdır.
Gerici basın sık sık bu örneği vermekte ve Yeni
İstanbul, Bugün ve Tercüman gibi gazetelerde “gerekirse
Endenozya gibi yaparız” tehditleri savrulmaktadır.
Kanlı Pazar olayı bu süreçte özellikle önemlidir.
16 Şubat 1969 günü devrimci gençliğin düzenlediği
emperyalizme karşı yürüyüş öncesinde Beyazıt ve
Dolmabahçe camilerini dolduranlar, daha günler
öncesinden çevre illerden getirtilmiş ve Komünizmle
Mücadele Dernekleri tarafından “komünistleri toprağa
gömmek” için hazırlanmışlardır. Nur cemaatinin
liderlerinden Mehmet Şevket Eygi ise aynı gün
yayınlanan makalesinde “müslümanlarla kızıl kafirler
arasında topyekun savaş başlamak üzeredir” diyor
ve herkesi balta-bıçak neyi varsa alıp gelmeye
çağırıyordu. Sonuçta polisle birlikte yapılan
saldırıda iki devrimci katledilmiş, onlarcası
yaralanmıştı.
Daha sonraları gelen 12 Mart cuntası ve devrimcilere
karşı sürdürülen büyük insan avı da bu kesimlerde
memnuniyet yaratan olgulardır. Ancak bu dönemlerde
artık palazlanıp kendi kanatlarıyla uçma denemeleri
yapan büyük tekelci burjuvazi, eski ortaklarını
da kısmen rahatsız etmeye başlamıştır. İşveren
örgütlerinde başlayan tartışmalar ve huzursuzluk,
sonuçta taşra ağırlıklı sermaye kesimlerini rahatsız
etmeye başlamış ve Erbakan’ın öncülüğünde Milli
Nizam Partisi ortaya çıkmıştır. Yani, böyle bir
kopuş bile ahlaki bir yerden değil, çıkarların
zedelenmesi üzerinden gerçekleşmiştir. 70’li yıllarda
ise bir bölümü MHP’ye de destek veren tarikatların
çoğunluğu yine en gerici noktadan halk düşmanlığına
devam etmişler, ilk bakışta MHP tarafından organize
edilmiş gibi görünse de Maraş, Çorum, vb. gibi
katliamların arkaplanındaki gücü oluşturmuşlardır.
1980 sonrasında yine Türkiyeli islamcıların artık
klasik davranışlarından birini görürüz. Başlatılan
büyük neoliberal restorasyonla birlikte toplumsal
dokuyu en çok tahrip eden, mevcut ahlaki normların
hepsini yerlebir ederek rüşvetten sahtekârlığa
her türlü melaneti meşrulaştıran bir politik lider,
Turgut Özal, yine islami güçlerin baş tacıdır.
Böylece, Menderes-Demirel zinciri Özal ile tamamlanır.
Yine bir Amerikan işbirlikçisi, yine tarikatlar...
12 Eylül öncesinin patron temsilcisi, IMF direktiflerinin
sadık uygulayıcısı, partisinin kuruluşunu bile
ABD’de gerçekleştirmiş olan, Körfez Savaşı sırasında
Irak halkının kanı üzerinden bir koyup üç alma
hesabı yapan Özal, hem kendisi tarikat üyesidir
hem de tarikatların sevgilisi...
Körfez Savaşı sırasında ise dinci örgütlerin sesi
soluğu çıkmaz, onca yıldır sürdürülen ambargo
sırasında da ciddi bir girişimleri görülmez. Ama
bu arada, içerde, Sivas katliamını becermesini
de bilirler. Kimileri dergi sayfalarında bile
“Sivas ayaklanmasını” kutlarken, bazıları da ancak
çok sonradan yarım ağızla olayın “pek iyi olmadığını”
söylerler. Bu arada başından sonuna dek oligarşi
tarafından organize edilerek yurtsever harekete
karşı kullanılan Hizbullah’tan ve onun ibret verici
sonundan bahsetmiyoruz bile.
Konseptin Getirdikleri
Kısaca özetlendiğinde son elli yılın tarikatlar
cephesi açısından kısa hikayesi böyledir.
1990 sonrasında ise bütün bu geçmiş “hizmetlerin”
aslında emperyalizm için pek anlam ifade etmediği
anlaşılır. Yeni süreçle birlikte, dünyadaki dengeler
köklü bir biçimde değişmiş, komünizme karşı oluşturulan
“yeşil kuşak”ın kontrol dışına çıkabilecek unsurları
tasfiye edilmeye başlanmıştır. Emperyalist haydutluğa
pek problem çıkarmayan köle ruhlu Arap rejimleri
yine korunur ve kollanırken, hegemonya açısından
kötü örnek oluşturan rejimler ve örgütler, artık
hedef tahtasındadır. “Şer ekseni” ilan edilmiş
ve bu listeye artık sosyalist devletlerin yanında
eski dostlar da eklenmiştir.
Bir yandan tam olarak dümen suyuna girmeyen Irak,
Libya, Suriye gibi örnekler, askeri saldırı, tehdit,
şantaj, vb. yoluyla sindirilmeye çalışılırken,
diğer yandan ise yeterince kullanılmış olan eski
CIA versiyonlarının tasfiyesinel girişilmiştir.
Bu eski “dost”lardan biri olan Usame Bin Laden’in
kontrol dışı hareketinin çizmeyi aşması ve İkiz
Kuleler’e dek ulaşması ise kanlı bir tasfiyenin
başlangıcıdır.
Emperyalizmin bu yeni konseptinin Türkiye’de yankı
bulması ise hiç uzun sürmemiştir. Bir dizi şüpheli
suikastin “rastlantısal”(!) biçimde arka arkaya
gelmesinden sonra oligarşinin karar mekanizmaları,
“irtica”yı “birincil tehlike” olarak belirleyip
hedef tahtasına koymuşlar ve peşpeşe gelen MİT
operasyonları, skandal kasetleri, tarikat rezaletlerinin
açığa vurulması gibi birçok yoldan tasfiye hareketine
girişmişlerdir. Bazen kansız, bazen (Hizbullah
olayında olduğu gibi) kanlı, bazen ise 9 saatlik
MGK toplantıları ve “balans ayarı” yapan tank
gösterileriyle... Kimi zaman yavaş, kimi zaman
hızlı...
Sonuçta gelinen noktada, oligarşi içinde tekelci
burjuvazinin kesin hakimiyeti, politik tasfiyeler
ve geri bastırmalar yoluyla da büyük ölçüde tamamlanmış,
ülkeyi kimin yönettiği artık herkesin kafasına
kazınmış, arada hasbel kader hükümet olanların
da ne kadar yetkisinin olacağı, haddini aşmaması
için yapmaması gerekenler, vb. öğretilmiş ve öğrenilmiştir.
Bu pratik “eğitim” sürecinden geçerek gelen AKP
iktidarı ise islamcılar için gerçek bir talihsizlik
olmuştur. Menderes-Demirel-Özal üçlüsünden sonra
tam ortaya yeni ve bu kez biraz daha “yeşil” bir
pragmatik lider çıkmışken, var gücüyle bu “ehveni
şer”i destekleyip konumunu güçlendirmek isteyen
islami cemaat, daha ilk günden Irak Savaşı ile
çıkmaza girmiştir. Zaten IMF kısıtlamalarından
ötürü kendisini iktidara taşıyan güçlere gerektiği
ölçüde destek veremeyen AKP, bu kez de önünde
son yüzyılın en ciddi sorunlarından birini bulmuş,
daha baştan karaya vurmuştur. Bir yandan ABD uşaklığında
kusur etmek istemeyen diğer yandan ise büyük bir
toplumsal tepkiyi nasıl savuşturacağını düşünen
hükümet, sonuçta her ikisini de tam becerememiş,
ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamadan ortada kalmıştır.
Tam böyle bir noktada, %94’lük savaş karşıtlığı
oranının niçin sokağa yansımadığı sık sık sorulurken,
“ülkenin %99’unun müslüman olması” durumunun da
savaş karşıtlığı bakımından ne ifade ettiği kilit
bir soru haline gelmiştir. Gerçekten de savaş
karşıtı mitinglere katılan islamcılar, bu varsayılan
%99 içinde son derece marjinal bir grup olarak
kalmışlardır.
Okyanusların ötesinden gelen bir haydut güç, yanıbaşındaki
bir müslüman ülkeye akıllara durgunuk verecek
bir zalimlikle saldırdığı halde, Türkiye’deki
islami grupların en büyükleri, asıl kitleyi toparlayıp
etkileyen belli başlı tarikatlar, ciddi bir etkinlik
ortaya koymamışlar, kontrollerindeki kitleler
bu durumdan çok hoşlanmasalar da cemaatler her
zamanki işbirlikçi tutumlarını değiştirmemişlerdir.
Kanlı Pazar’lara Sivas’lara istedikleri zaman
binlerce insanı yığan bu gericilik odakları, ABD
sözkonusu olduğunda kenarda beklemeyi tercih etmişlerdir.
Bu, şaşırtıcı değildir; tam tersine Türkiye’deki
tarikatların ve islami cemaatların klasik, 50
yıllık tavrıdır: Devletle aşık atmaya kalkma!
Mümkünse onun yakınında ol ve çıkarını kolla!
Ve büyük güçler bir iş yapıyorlarsa, bir çalıya
tutun, sinsice saklanıp fırtınanın dinmesini bekle!
Savaş boyunca daha çok genç kesimleri kapsayan
marjinal kesimler genellikle sol ile birlikte
bir şeyler yapmaya çalışırken, islami kesimin
bizzat kendisinin örgütlediği büyük çaplı (%99’a
uygun) bir eyleme rastlanmamış, ancak Bağdat düştükten
sonra son bir gayret göstermişlerdir.
Çürük Bir İdeolojik Zemin
Bütün bunlarda şaşırtıcı bir yan yoktur. Tarikat
gericiliğinden bundan daha fazlasını bekleyenler
varsa, asıl şaşırtıcı olan böylesi “akıllı” solcuların
mantığıdır. Sonuç olarak dinci gericilik, bu ülkede
her zaman kontrol altına alınabilen, zaman zaman
kötü şeyler olsa da “işlerin değişeceğine” ikna
edilebilen bir kesimdir.
Savaş sürecinde platform toplantılarına ve gösterilere
katılarak bu konuda daha aktif bir tavır gösteren
islamcı kesimler ise, büyük cemaatler ve toplumun
bütünü açısından bakıldığında marjinaldirler.
Çoğunlukla genç unsurları, türban sürecinde politikleşmiş
insanları barındıran bu kesimde vicdani ölçütlerin
daha fazla rol oynadığı söylenebilir; ama bu,
yine de tutarlı bir kapitalizm karşıtlığını içinde
barındırmayan, emperyalizmin saldırganlığına karşı
koyarken bu dünya düzeninin neyle değiştirilmesi
gerektiğini söylemeyen ya da gericiliği öneren,
bu arada bütün gerici ideolojik unsurları bünyesinde
taşıyan bir harekettir. Bazıları onları çok sevip
baştacı etmekte bir sakınca görmeyebilirler, onların
artık Düzce’den adam toplayıp otobüslerle Dolmabahçe
Camiine getirmek gibi kötü işleri bir yana bırakmış
olduklarını ya da Madımak otelinin adını duyunca
kibrite davranmak gibi alışkanlıkları terk ettiklerini
düşünebilirler; kendi bilecekleri iştir. Onlara
ne kadar iyi davranır, ne kadar şirinlik edersek
muhalefet cephesinin o kadar genişleyeceğini hayal
edenlerin aksine devrimci sosyalistler, anti-
emperyalist kampanyanın gerçek gücünün hâlâ eski
yerinde, işyerlerinde ve ezilen sınıfların mahallelerinde
olduğundan kuşku duymamaktadırlar.
2000’li yılların yeni dünya manzarası içinde,
sosyalizmi içermeyen bir anti-emperyalizm türünü
keşfetmek, artık 1960’larda olduğundan da zordur
ve kimse böyle hevesler peşinde koşmamalıdır.
Herhangi bir anda herhangi bir emperyalist saldırganlık
örneğine karşı çıkan herkesle bereber olmakta
belki büyük bir sakınca yoktur; ama buradan işçi
sınıfı ve emekçiler dışında bir yeni dünyanın
arayışına kaymak, sonu her zaman hüsranla bitecek
bir maceradır. Savaşa ve emperyalizme karşı cephe
genişletilebilir ve genişletilmelidir. Bunun için
gereksinme duyduğumuz tek şey ise, çürük müttefikler
uğruna şirinlik gösterileri yapmak değil, devrimci
çalışmanın performansını iki katına çıkarmaktır.
|