Giriş
Tarihte bazı dönemler vardır ki, en çok okul çocuklarını
ve ansiklopedi yayıncılarını zorlar. Çocuklar
şaşırır; çünkü daha dün ellerinde onlara sağlam
bir kılavuz gibi görünen coğrafya ve tarih kitapları
ve en çok da dünya atlasları birdenbire değişir;
dünün devlet sınırları boşluğa dönüşür, altında
bayrakların sıralandığı eski dünya haritaları
geçersizleşir; dün “bütün” olan bugün “parça”dır,
dün “parça” olan bugün “bütün”ün içindedir, vb.,
vb... Ansiklopedi yayıncıları ise bir süre durup
beklerler, yeni maddeler yazmaları gerekmektedir
ama öte yandan olaylar henüz öyle bir hızla akmaktadır
ki, belli bir uluslararası istikrar oluşmadıkça
baskıya verdikleri her fasikül ticari açıdan da
prestij açısından da risk oluşturacaktır.
Büyük savaş sonraları böyledir örneğin; dünya
bir biçimde yeniden paylaşılmıştır, Engels’in
dediği gibi “taçlar yerlerde yuvarlanmış”, bazı
devletler tarihe karışmış, bazılarıysa adeta yoktan
var edilmiştir. Örneğin büyük Ekim Devrimi tarih
sahnesinde belirdiğinde, bir yandan emperyalist
bunalımın yeni bir dönemi başlarken diğer yandan
da bütün haritalar yeniden çizilmiştir. Lenin’in
deyimiyle bir “halklar hapishanesi” olan despotik
çarlığın devrilmesi ve Rusya’yla birlikte Asya’nın
ezilen halklarının birçoğunun özgür-sovyetik birliğinin
ortaya çıkması işin yalnızca bir yönüdür; böylece
açılan devrimler çığırının esas etkisi ise haritaların
çok daha köklü biçimde değişeceği yeni bir çağın
başlaması ve bütün dengelerin alt üst olmasıdır.
1917 Devrimiyle başlayan emperyalizmin II. Bunalım
dönemi, bu anlamda, dünya tarihinin en karmaşık
dönemidir. Ne kapitalist sistemin iç istikrarı
anlamında ne uluslararası emperyalist hegemonyanın
iç çelişkileri anlamında ne de merkezdeki ve çevredeki
ulusal-sınıfsal kaynaşmaların büyümesi anlamında
1917-1945 arası hiçbir biçimde dikiş tutmayan
bir süreçtir. Deyim yerindeyse kimsenin memnun
olmadığı bir dönemdir bu, Avrupa işçi sınıfı bir
devrim yaratamamıştır gerçi ama hoşnutsuzdur;
Doğu halkları güçlü vuruşlar için öfke biriktirmektedir
ve hoşnutsuzdur; kapitalist devletlerin neredeyse
tümü sınırlardan ve statükodan hoşnutsuzdur, vb...
Emperyalist dünyanın başat güçleri zorlanmakta,
okyanus ötesindeki başka bir güç; Amerika ise
yavaş yavaş kendi hegemonyası için hazırlanmaktadır.
Bu kargaşadan bir devrimler dalgası yerine korkunç
bir ikinci paylaşım savaşı çıktığında ise bütün
dünya yeniden alt üst olur, haritalar yeniden
değişir. Ama bu kez ortaya çıkan sonuç (bugün
bize çelişki gibi görünse de) aslında bir “istikrar”dır.
Büyük alt üst oluş içersinde dünyanın manzarası
köklü biçimde değişmiş, yeryüzünün üçte birine
yakın bir bölümü sosyalizm cephesine dahil olurken
böylece kapitalizmin egemenliği dışındaki bölge
aynı zamanda her türden ablukaya dayanabilir bir
ekonomik kaynaklar zenginliğine ve siyasal, askeri
güce ulaşmıştır. Bu, içinde son derece dinamik
unsurları barındıran bir dengedir. Evet, yine
haritalar değişmektedir, sömürülen ülkelerden
sık sık zafer haberleri gelmekte, birçoğunda da
devrimci güçler ciddi kazanımlar elde etmektedirler.
Devrim havzası artık sömürge ve yeni sömürgeler
dünyasıdır. Bir zamanlar küstah bir sömürgecinin
adıyla Rodezya diye anılan bir Afrika ülkesinin
gerçek adının Zimbabwe olduğunu, Vietnam’ın aslında
kuzeyliyle güneyiyle tek bir ülkeden oluştuğunu
ezilen halkların zaferleriyle hep bu dönemde öğrenmişizdir.
Ama yine de, ne olursa olsun, III. Bunalım dönemi,
M. Çayan yoldaşın çok özlü olarak üç-dört sayfada
özetleyebileceği ölçüde sadedir. Emperyalist ve
sosyalist ülkeler karşılıklı olarak belli bir
düzen içinde konumlanmışlardır; hatta arada kalan
güçler bile az çok devamlılığı olan uluslararası
örgütlenmelerle kendilerini ifade edebilmektedirler.
Gelişmelerin yönü ve temel unsurları açısından
son derece dinamik bir atmosfer vardır ama bu
dinamizm kaotik değildir; esas unsur karmaşa ve
kaygı değil, gelişme ve devrimci iyimserliktir.
Onyılları hızla atlayarak 1990’lara geldiğimizde
ise son derece özgün bir süreçle karşılaşırız.
Bu kez yaşanan, modern tarihte ilk kez, çok çarpıcı
bir geriye düşüştür ve kaotik anlamdaki bir karmaşadır;
devrimci terminolojide “gericilik yılları” diye
tanımlanan geçici durumlardan farklı olarak bütün
dünya manzarasını köklü biçimde sarsan bu yeni
süreç, Sosyalist Barikat’ın ilk sayısından itibaren
çeşitli vesilelerle çözümlenmeye çalışılıyor.
Bu konuda söyleyeceklerimiz henüz bitmiş değil.
Devrimci sosyalizm, diyalektik yöntemin en temel
yasası olan sarmal gelişim ve birikim/nitel sıçrama
ilkesinden hareketle emperyalizmin yeni sürecini
anlamayı, bu çözümlemeler üzerinden giderek yeni
bir bilimsel sosyalist aydınlanma süreci geliştirmeyi
ve devrimci bir yol kılavuzuna varmayı asli amacı
sayıyor.
Yeni dünya manzarasına çok yönlü olarak bakmak
ve bu manzara içindeki emperyalist hegemonya biçimlerini,
sınıfsal ve ulusal sorunların yeni tezahürlerini
anlamaya çalışmak, bu asli amacın bir parçası
olarak anlamlıdır. Ve işte tam bu noktada, 1990’ların
özgün niteliği kendini ortaya koymaktadır. Çünkü
bu kez söz konusu olan, yalnızca haritaların ve
sınırların dünya tarihinde görülmemiş bir hızla
alt üst olması değil, aynı zamanda zihinlerin
de ciddi biçimde alt üst olmasıdır. Bu kez yalnızca
okul çocukları ve ansiklopedi yayıncılarının değil,
çok değil 20-30 yıl öncesinin olguları üzerinden
düşünme eğiliminde olan sosyalistlerin de zihni
karışmıştır. Örneğin, geçmişin devrimci ulusal
kurtuluş mücadeleleri ve Ho Chi Minh, Amilcar
Cabral figürleriyle biçimlenmiş olan devrimci
zihin için, düpedüz şeriatçı ve gerici olan Çeçen
direniş hareketi ile yeni türden bir çarlık inşa
ederek bu halkın neredeyse yarısını kıyıma uğratan
Rus Devleti arasındaki savaş, bir sorundur. Yine
onlarca yıldır “bağımsız birleşik demokratik ülke”
düşüyle soluk alıp veren bir Mezopotamya devrimcisi,
bugün “ne pahasına olursa olsun” artık Kürde ait
bir devlet arzusuyla yanıp tutuşan Güney Kürdistan
halkının duygularıyla, bölgedeki açık ABD vesayeti
ve entrikaları arasında kalakalmaktadır. Aynı
devrimci, bir yandan eski Yugoslavya’daki kanlı
kıyımın korkunç bilançosuyla dehşete düşerken,
diğer yandan söz konusu etnik kasapların “başa
bela” olan bir kesimini “kaçırıp yargılama” ikiyüzlülüğünü
sergileyen emperyalizm karşısında derin bir tiksinti
duymakta ama işin doğrusu bütün bu karmaşaya ilişkin
ne düşüneceğini de şaşırmaktadır. Diğer yanda
kendisini postmodern yeni-reformizme kaptırmış
Avrupacılarla yarı-turancı “ulusal sol”(!) arasındaki
kördöğüşü zihinleri bulandırmakta ve ortalama
devrimci sempatizan bu kargaşa karşısında da enternasyonalizm-bağımsızlık-ulusallık
açısından nasıl bir çizgi tutturacağı çelişkisini
sık sık yaşamaktadır. Ve tabii bütün bu çok renkli
manzaraya Chavez, Lula gibi ara unsurlar da eklenmekte
ve sorun iyice derinleşmektedir.
Bir çırpıda onlarca örnek verilebilir belki; ama
bu kadarıyla bile görülüyor ki, aslında sorun,
doğrudan hayata ait bir sorundur. Hayat, emperyalist
egemenliğin bugünkü aşamasında önümüze geçmişte
alışık olmadığımız türden sorular çıkarmakta ve
yanıtlar istemektedir. Devrimci yapılar ve tek
tek devrimciler, kendilerine ait çok genel ilkeler
saptayıp onlarla yetinemiyorlar artık. Devrimci
yapılar ve tek tek devrimciler, sokakta, kahvede,
işyerinde sıradan insanların sorularına birbiriyle
çelişmeyen yanıtlar bulmak, eklektik olmayan,
idare-i maslahatçı olmayan politik bütünlükler
yaratmak, kendilerine ait duruş noktaları belirleyip
savunmak zorundadırlar. Örneğin siz Ulusların
Kendi Kaderlerini Tayın Hakkı’nın bugün de geçerli
olduğu söylediğinizde, kesinlikle doğru bir şey
söylemiş oluyorsunuz; ama bu ilkeyi yeni sürecin
olgularına yanıt olacak biçimde yeniden yorumlamadığınızda,
yalnızca “doğruyu savunmuş” oluyor, fakat hayata
dair yanıtlar üretmediğiniz için kitleler açısından
“tatmin edici” olamıyorsunuz. Bu tatmin edici
bütünlük için ise, Leninist referanslar üzerinden
günümüzü kavrayan bir ideolojik tahkimat gerekiyor.
Bu, başkaları açısından sorun olmayabilir. Reel
sosyalizmin çöktüğü koşullarda oluşan yeni dünya
manzarasında bildik türden eski sosyalist ya da
sosyalist eğilimli ulusal kurtuluşçu akımların
büyük ölçüde zayıflaması ve ulusal sorunla ilgili
çerçeveye yeni ve alışılmadık unsurların da dahil
olması, bütün bu karışıklık, şüphesiz postmodern
solun durduğu “yerel olan güzeldir” noktasından
bir sorun gibi görünmeyebilir. Hatta onlar, bütünlüklü
olan her şeyin parçalanmasından belli bir hoşnutluk
da duyabilirler. Öte yandan zaten geçmiştenberi
her türlü ulusal kurtuluş mücadelesinde ve her
türlü halk savaşı girişiminde mutlaka “muzırlık”
arayan “rafine komünistler” için de her şey “olması
gerektiği gibi”dir. Modern revizyonizmin bu güncel
versiyonları, esasen “gerilla”nın “g”siyle kavgalıdırlar
ve Latin Amerika’dan Asya’ya, Afrika’ya dek bütün
kırlık alanlarda olanları belli bir küçümsemeyle
karşılamaya alışkındırlar.
Şüphesiz bütün bunlar “rahatlık”tır. Örneğin Eric
Hobsbawm’ın “ulusçuluk artık gericileşmiştir ve
UKKTH geçersizdir” deyip işin içinden çıkması
da bir rahatlıktır. Oysa devrimci sosyalizm, türlü
çeşitli kanallardan geçerek sonuçta bir biçimde
şovenizm noktasına varabilen bu eğilimlerden hiçbirini
benimsemeksizin zor yolu seçmek, oradan yürümekle
yükümlüdür. Ulus, enternasyonalizm, ulusalcılık
ve bağımsızlık kavramlarına bir kez daha bakmak
bu açıdan bir gerekliliktir.
Ulus, Tarih ve Sosyalizm
İşin doğrusu, doğuşundan itibaren bilimsel sosyalizm
ile ulus sorunu arasında her zaman gerilimli bir
ilişki yaşanmıştır. Çok basit bir nedenden ötürü
bu böyledir: Bilimsel sosyalizm, kendisini her
zaman sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz ve sınırsız
bir komünist dünya tasarımı üzerinden tanımlamış
ve bu tanımın doğal bir bileşeni de proletarya
enternasyonalizmi ve hatta daha geniş ölçekte
geleceğin “birleşmiş insanlık” ideali olmuştur.
Bu tasarım, aynı zamanda insanlıkla ilgili bütün
sorunlara sınıfsal bir açıdan bakılmasının sebebi
ve sonucudur. “Şimdiye kadar bütün toplum biçimleri
ezen ve ezilen sınıflar arasındaki karşıtlık üzerine
kurulmuştur” (Komünist Manifesto) belirlemesiyle
işe başlayan marksist yaklaşım, doğal olarak ulusal
bütünlükleri değil “ulusların içindeki ulusları”,
yani sınıfları esas almış, ulus kavramıyla ilgili
bütün sorunları, komünist gelecek açısından bakıldığında
dünkü ve bugünkü topluma ait bir çerçevede değerlendirmiştir.
Sınıflı toplumlar tarihinin bir dizi başka unsuru
gibi (sömürü, devlet, ordu, bürokrasi, vb.) ulus
sorunu ve kavramı da, proletaryanın bugünkü mücadelesinin
somut parçası olsa da esasen proletaryanın asli
sorunu değildir. Komünist toplum, tıpkı diğer
sorunlar gibi bu sorunu da belli bir süreç içersinde
çözecek, sorun (Engels’in devlet için kullandığı
deyime bağlı kalırsak eğer) “sönme” yoluyla ortadan
kalkacaktır. Bundan sonraki dönemde ulusal varlıkların
kendilerini salt etnik-kültürel olgular olarak
mı yoksa başka bir biçimde mi devam ettirecekleri
spekülatif bir sorundur; kesin olan şey ise proletaryanın
komünist bir toplumda kendisiyle birlikte “insanlığı
bölen ve çatıştıran bir olgu olarak” negatif anlamdaki
ulus kavramını sona erdireceğidir. Bu yüzden Manifesto’da
Marks’ın kendi sorduğu soruya yanıtı açıktır:
“Komünistler, bundan başka, ülkeleri ve ulusları
ortadan kaldırmak istemekle suçlanıyorlar. İşçilerin
vatanı yoktur. Onların olmayan bir şeyi onlardan
alamayız. Proletarya her şeyden önce siyasi üstünlüğü
ele geçirmek için, ulusal sınıf haline gelmek,
kendini ulusun ta kendisi kılmak zorunda olduğundan,
kelimenin burjuva anlamında olmamakla birlikte,
zaten millidir.
“Burjuvazinin gelişmesi, ticaret özgürlüğü, dünya
pazarı, üretim tarzında ve ona tekabül eden yaşama
koşullarında tekdüzelik sayesinde ulusal farklılıklar
ve halklar arasındaki karşıtlıklar her geçen gün
biraz daha ortadan kalkmaktadır.
“Proletaryanın hakimiyeti bunların daha da hızla
ortadan kalkmalarını sağlayacaktır. Her şey bir
yana, başta gelen medeni ülkelerin birleşik eylemi,
proletaryanın kurtuluşunun ilk şartlarından biridir.
İnsanın insan tarafından sömürülmesine son verildiği
oranda, bir ulusun başka bir ulus tarafından sömürülmesine
de son verilmiş olacaktır. Ulusu oluşturan sınıflar
arasındaki karşıtlık ortadan kalktığı oranda,
bir ulusun diğer bir ulusa duyduğu husumet de
ortadan kalkacaktır.” (Komünist Manifesto)
Açıkça görüldüğü gibi Marks, ulusal bütünlüğü
yaratan ya da ona sarılarak büyüyen kapitalizmin
süreç içinde zaten bu bütünlüğü törpülemekte olduğunu
düşünmekte ve proletaryanın mücadelesinin de bu
süreci hızlandırarak nihai sonucuna vardıracağını
düşünmektedir. Bu, proletaryanın ulusun kendisi
haline gelmesi ve böylece kendini ortadan kaldırmasına
dayanan komünist tasarımla uyumludur.
Ütopik görünebilir, ama burada ortaya konulan
tez, son derece sağlam ve kendi içinde tutarlı
bir ilkedir. Marks’ın dünyanın kırlarını ve milyonlarca
insanı görmezden geldiği eleştirisi, bu bakımdan
anlamlı değildir; onun bu konularda yazdıklarını
bir an için yok saysak ve sadece bu pasajla yetinsek
bile bu eleştiri anlamlı olmaz; çünkü burada ortaya
konulan bir ilkedir. Bilimsel sosyalizmin kurucuları,
ortaya felsefi-iktisadi-politik bir bütünlük koymuşlar
ve çok doğal olarak bu bütünlüğün esasa ilişkin
noktalarına vurgu yapmışlardır. Onlardan kehanetler
ya da tüm zamanlar için tamamen geçerli politik
saptamalar beklemek, doğru değildir.
Emperyalizm Çağı
ve İki Temas Noktası
Ama daha sonra, sıra artık tekelci kapitalizm
aşamasına geldiğinde, kapitalizm sürekli ve genel
bir bunalımın çukuruna yuvarlanarak proleter devrimler
çağının kapısını açtığında, sorun yeniden önümüze
çıkar. Bu, artık serbest rekabetçi dönemin tersine
somut olarak devrimlerin mümkün ve güncel olduğu,
klasik deyimle “objektif şartların mevcut olduğu”
bir dönemdir ve devrim dendiğinde de mutlaka zayıf
halkalar, ulusal sınırlar ve ulusal iktidarlar
sorunuyla karşılaşırız. Marks’ın yine Komünist
Manifesto’da “başlangıçta proletaryanın burjuvazi
ile mücadelesi özde değilse bile biçimde ulusal
bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası muhakkak
ki önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.”
(age) demesi bu gerçeğin ifadesidir.
Bu hesaplaşma, emperyalizm ve proleter devrimler
çağı bağlamında geliştiğinde ise bilimsel sosyalizm
ile ulus/ulusçuluk kavramları arasında çok yakıcı
iki temas noktası oluşur.
Bunlardan birincisi, tamamen negatif bir noktadır.
Emperyalizmin doğasında var olan yayılmacılık
ve dünyayı paylaşma eğilimi, proletarya dahil
bütün sınıfları ulusal bir payda etrafında “birleştirme”
ihtiyacını duymaktadır. Şüphesiz kapitalizm, işin
başındanberi “ulusal pazar-ulusal bütünlük” çerçevesine
muhtaçtır ama bu kez söz konusu olan, son tahlilde
mutlaka şovenizm aşamasına varan bir “vatan-ulus”
kavramsallığıdır. Böylesi bir ulusallık ile bilimsel
sosyalizm arasındaki ilişkinin macerası biliniyor.
Özellikle I. Paylaşım Savaşı sürecinde II. Enternasyonal
solunun da gırtlağına dek gömüldüğü sosyal şovenizm,
“anavatan savunması” adı altında emperyalist devletlerin
canavarlığının desteklenmesi noktasına dek varmış,
buna karşılık başta bolşevikler olmak üzere marksist
düşünce ve pratiğin özüne bağlı olan devrimci
kesim ise kararlı bir enternasyonalist tavır ortaya
koymuşlardır. III. Enternasyonal’e dek uzanan
yol, büyük ölçüde bu ideolojik-politik mücadelelerin
eseridir. Ayrıca bu çatışma sadece “savaş-anayurt
savunması” bağlamında değil, mevcut sömürgeci
imparatorlukların savunulması bağlamında da gerçekleşmiş
ve şiddetli bir mücadele alanı olmuştur. Lenin
ve Stalin’in bu dönemdeki eserlerinin birçoğu,
“ezen ulus şovenizmi”ne saldıran ve ulusların
kendi aderlerini tayin hakkını açıkça savunan
bölümlerle doludur ve denilebilir ki, bolşevikler
Çarlık düzenini yıkmak için harcadıkları çabadan
daha çoğunu sol saflardaki içgüdüsel “büyük ulus”
refleksine karşı harcamışlardır.
Ulus/ulusçuluk kavramı ile bilimsel sosyalizm
arasındaki ikinci temas noktası ise, büyük ölçüde
pozitif bir anlam yüklüdür ve birincisiyle aşağı
yukarı aynı zamana denk düşmüştür. Ama bu kez
söz konusu olan, dünyayı yeniden ve yeniden paylaşmak
ihtiyacında olan emperyalist sömürgeciliğin yarattığı
karşı tepkidir. Eski tür fetih-talan operasyonlarından
sermaye ihracı noktasına doğru gelişen emperyalist
sömürgecilik, girdiği her yere acı ve zulümle
birlikte yeni fikirleri de zorunlu olarak taşımakta
ve bu karmaşık ilişkiden de eski ilkel isyanları
aşan, daha modern anlamda anti-sömürgeci bir uyanış
doğmaktadır. Elbette bu devrimci potansiyelin
kavranılıp değerlendirilmesi noktasında da II.
Enternasyonal solu ile Leninizm arasında ciddi
bir ayrım vardır. Dünyayı neredeyse bütünüyle
Avrupa merkezli olarak kavrayan revizyonizmin
tersine Lenin, olağanüstü bir hızla bu büyük devrimci
potansiyelin önemini anlamış ve başlangıçta daha
çok Çarlık somutuna yönelik bu ilgi giderek sömürge
sorunu üzerine genel bir politik hatta varmıştır.
Bolşeviklerin Ekim Devrimi sonrasında Avrupa’daki
devrimci dalga geri çekildiğinde yüzlerini Doğu’ya
döndükleri iddiası bu bakımdan doğru değildir.
Lenin, işin en başından beri çok açıkça “halklar
hapishanesi” olarak tanımladığı Çarlık despotizmini
ve ezen ulus/ezilen ulus karşıtlığını kavramış
ve bu potansiyelin proletaryanın müttefiki olduğunu
ortaya koymuştur. Daha partinin kuruluş aşamalarından
itibaren “ulusal sorun” her zaman tartışmaların
en üst sırasındadır. Yüzyılın başından günümüze
dek uzanan bütün süreç boyunca dünyanın bütün
köşelerindeki bütün devrimcilerin bu dönemde yazılmış
olan kitapları ve polemikleri referans almaları,
bu bağlamda da Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin
Hakkı’nın genel bir demokratik ilke olarak benimsenmesi
boşuna değildir. Bu durumun başlıca nedeni, Lenin
ve Stalin’in bu konudaki marksist tezleri, salt
çarlık koşulları için geçerli taktikler olarak
bırakmamaları, ulus sorunuyla sömürgeler sorununu
birleştiren bir perspektifle geleceğe yönelik
sağlam zeminler örmeleridir.
Lenin’i Yeniden Okumak:
Tanım Üzerine
Kuşkusuz, sorun kendini negatif ve pozitif yönleriyle
böyle yakıcı olarak ortaya koyduğunda, bilimsel
sosyalizm, ulus kavramının tanımı sorununda da
belli bir çaba sarfetmeye zorlanmıştır. Bu konuda
burjuvazinin cephesinde kitapları dolduracak kadar
çok sayıda ve çeşitlilikte tanım olduğu ve bunlardan
çoğunun da konuyu dar uzmanlık alanlarından ele
aldığı bilinir. Çeşitli bilimsel disiplinler,
tarih boyunca konuyu kendi açılarından ele almışlar
ve yorumlamışlardır. Bu liste düpedüz ırkçı “kan”
tahlilcilerinden uluslararası ilişkiler uzmanlarına,
sosyolog bakış açılarından salt hukukçu yaklaşımlara
kadar oldukça uzundur. İşin hamaset ve edebiyat
bölümü bir kenara bırakılırsa, ulus kavramını
“ırk” gibi daha dar anlamlarından sıyırarak sosyoloji-tarih
çerçevesinden bakanlar şüphesiz daha tutarlı sayılabilirler.
Ancak bunların da çoğunda yapısalcı etkiler vardır
ve olguyu dışsal etmenler-iç dinamikler ekseninden
ve bütünlüklü bir tarihsel boyutta ele alma başarısını
gösterenler pek azdır.
Marksizmin yorumu ise daha çok bütün bu unsurları
birleştirici bir çaba olmuştur. Bilindiği gibi
konuya olan bütün ilgisine rağmen Lenin’de çok
açıkça ulus kavramının bir tanımı yoktur. Konunun
ele avuca sığmazlığını biraz farketmiş gibi olan
Lenin, daha çok “ulusal sorun” üzerine yoğunlaşmış
ve sorunun çözümü üzerine genel ilkeleri ve pratik
ayrıntıları ele almıştır. Stalin’in onun da onayıyla
yazmış olduğu eserlerde yaptığı tanım ise, bu
konudaki bir dizi yanlış-dar tanımlama çabalarının
(Springer, Bauer, vb.) eleştirileriyle işe başlayıp,
tek tek eksik bulduğu unsurları (tarihsel kararlılık,
dil birliği, toprak birliği, iktisadi yaşam birliği,
ruhsal biçimlenme) sayarak bir araya getirir ve
böylece bir netliğe varır: “Ulus, tarihsel olarak
oluşmuş, kararlı bir dil, toprak, iktisadi yaşam
ve kendini kültür ortaklığında dile getiren ruhsal
biçimlenme birliğidir.” (J. Stalin, Marksizm ve
Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sol Yay. sf. 15)
Aynı makalede Stalin’in “bu göstergelerden birinin
dahi yokluğu, ulusun ulus olmaktan çıkması için
yeter” diyerek iyice pekiştirdiği bu tanımın hayatın
çok renkliliği karşısında fazlasıyla katı olduğu
sol yazında son zamanlarda çok tartışılan bir
konu olmuştur. Ancak herhalde bu tartışmadan daha
önemlisi, dünyanın bütün köşeleri ve zamanın bütün
dönemeçleri için tamamen geçerli mükemmel bir
tanımın imkânsızlığıdır. Hiç uzağa gitmeden, hemen
yakınımızda, toprak birliği ve iktisadi bütünlüğü
parçalanmış bir ulusun varlığını devam ettirdiğini
bilmek bile bu konuda yeterince aydınlatıcıdır.
Ama bu formel “tanım” sorununu bir kenara bıraktığımızda,
marksizmin ulusa ilişkin çözümlemelerinde özellikle
iki noktanın üzerinde durulması konumuz açısından
önemlidir:
Birincisi, her şeyden önce marksizm, bütün diğer
tarihsel olgular gibi “ulus”un da başsız ve sonsuz
bir ilahi durum olmadığı konusunda nettir. İnsanlık
tarihinin birçok unsuru gibi o da belli koşullar
altında doğmuştur ve belli koşullar altında da
yok olacaktır. Bu anlamda onu kapitalizme bağlamak,
tek tek bilimsel disiplinler açısından fazlasıyla
düz bir yaklaşım olsa da aslında tarihsel olarak
doğrudur. Ulusların oluşumuna zemin teşkil eden
faktörlerin bazıları (ortak kültür, vb.) hangi
tarihsel aşamada doğmuş olursa olsun, ulusal bütünlük
kavramı, tarihsel anlamda feodal içe-dönük üretim
ve yaşam biçiminin tasfiye olmaya başladığı, özgür
işgücü ve serbest ticaretin artık “teba” değil
“yurttaş” kavramına gereksindiği döneme denk düşer.
Yöresel egemenliklerin, dışa-kapalı derebeyliklerin
tarihsel gelişim karşısında zorlanarak çöktüğü
süreçle ulus kavramının belirdiği dönemler her
zaman birbirine tam denk düşmese de birbirini
tamamlayıp geliştirdiği kuşku götürmez bir gerçektir.
Doğal olarak Avrupa coğrafyasında başlayan ve
çoğu kez açık zor ve asimilasyonlarla yürütülen
bu uluslaşma süreci, nihai denebilecek sonucuna
ancak birkaç yüzyılda varabilmiştir. Sonuçta belki
bir çok ülkede sembolik anlam ifade eden krallıklar,
vb. kalmıştır ama kapitalizmin asıl ihtiyaç duyduğu
şey, temel işleyişi etkilemeyecek ölçüde söz hakkıyla
donanmış “özgür yurttaş” ortaya çıkmış ve yalnızca
zor yoluyla değil ama (ticari, hukuki, eğitsel,
vb.) zorunluluklar yoluyla da “yurttaş” kimliği
bir devlet kimliği olarak biçimlendirilmiştir.
Bütün bunların gösterdiği şey, tam da Marnifesto’da
söylendiği gibi proletaryanın ulusallıkla ilişkisinin
geçici olduğudur; o, dünyayı yeniden biçimlendirirken,
“ulus” ve “yurttaş” kavramlarını da bugünkü anlamları
itibarıyla ortadan kaldıracak, onu proleter temelde
yeniden kuracak, bu ulus aslında kapitalizm koşullarında
oluşan ulustan farklı, enternasyonalizm temelinde
büyük insanlığın bir parçası olmaya evrilen “ulus
olmayan ulus” olacaktır. Bu bağlamda yeni anlamlarına
kavuşturacaktır.
İkincisi, marksizm, ulus ve uluslaşma olgusunun,
her zaman yüzyıllara yayılan bir otantik yoldan
gerçekleşmediğinin ve büyük ölçüde “yapma” bir
nitelik taşıdığının da farkındadır. Sonuçta ulus,
yalnızca kendiliğinden gelişmelerin yarattığı
“ortak noktaların” buluşmasıyla meydana gelmemekte,
kendisini ulusçuluk biçiminde tanımlayan politik
irade ve zorlama da süreçte etkili olmaktadır.
Yani uluslaşma süreci, bir ölçüde politik bir
süreç olarak gelişmektedir. Esasen bütün Avrupa
uluslarının oluşumunda da böyle bir zorlama vardır;
hiç yoktan ortak payda yaratılmamıştır belki ama
var olan paydayı güçlendirmek için bir ısrar ve
irade süreçte rol oynamıştır. Yüzyıllara yayılan
bir süreçte eğitimden hukuka, iktisadi zorlayıcılardan
çıplak şiddete kadar bir dizi “biçimlendirici”
araç hakim eğilimin egemenliğinde, (bazen bu eğilim
çok küçük bir azınlık bile olsa) kullanılmış ve
ulusal bütünlüklere ulaşılmıştır. Bunun tam olarak
uygulanamadığı yerlerde ise daha kapsayıcı kimliklere
başvurulmuştur. Bu anlamda her modern ulus, aslında
yokedilmiş bir dizi etnik-ulusal kültürün yıkıntıları
üzerinde kurulmuştur, her ulus asimile edilmiş
daha küçük etnik toplulukların toplamından oluşmuştur.
Rosa Luxemburg’un ulus ve ulusçuluk kavramlarını
“içi tarihle dolan boş kabuklar” olarak nitelemesinin
nedeni de budur.
Sömürge toprakları ve sosyalist denemeler noktasında
ise bu kurgusallık sorunu daha da önem kazanır.
Özellikle Avrupa dışına adım attığımızda karşılaştığımız
şey, politik unsurun daha kesin belirleyiciliğidir.
Bu alanda, bazen henüz feodal aşamayı bile yaşamamış
toplumların, sömürgeciliğe karşı direnmek zorunda
kaldıklarında, özellikle başlangıçtaki ilkel direniş
aşamasını geçtikten sonra, kendi karışık, kabileci,
vb. yapılarını bir biçimde tanımlama ihtiyacı
duyabilmektedirler. Bu, bütün formel ulus tanımlarını
zorlayan politik bir durumdur. Örneğin 1960’lı
yıllarda “Geleneksel Afrika yaşamında insanlar
eşitti, kararlara katılıyorlardı... Öyleyse daha
yüksek bir işbirliği (....) yaşam düzeyine sahip
olma konusundaki yeni isteğimize uygun olması
için bu geleneksel yapının çağdaşlaştırılması
bizim amacımızdır. Buna ancak teknik düzeyimizi
20. yüzyılın gereklerine uydurmakla birlikte geleneksel
yaşam biçimimizin temel ilkelerine sıkı sıkıya
dayanabilirsek ulaşabiliriz” (K. Brutents, Günümüzde
Asya ve Afrika Halklarının Kurtuluş Savaşımı ve
Devrimci Demokrasi, Ürün Yay. sf. 120) diyen Tanzanya
Devlet Başkanı Julius Nyerere’nin doğrudan değilse
de dolaylı olarak sözünü ettiği şey budur: Köklere
gidiş ve onu çağdaş dünya ile birleştirerek ulusal
karakter inşa etmek...
Özellikle Afrika kıtasında anti-sömürgeci mücadele
boyunca “Afrika ulusçuluğu” gibi daha uç örneklerin
de belirdiği biliniyor. Niçin gerçekleşmediği
tartışması bir yana, böyle bir kurgu dönemin bütün
Afrikalı devrimci önderliklerinde hakimdir. “Gana’nın
bağımsızlığı bütün Afrika kurtulmadıkça anlamsızdır”
(Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Belge
Yay. sf. 289) diyen Kwame Nkrumah’tan Gine-Bissau’nun
kurtuluşu için savaşan PAIGC’nin programındaki
“Güçlü ve ilerici bir Afrika ulusunun oluşturulması”
(age, sf. 289) hedefine dek, genel hava böyledir.
Öyle ki, Nyerere gibi önderler, “herbirimiz kendi
devletini kurdukça aramıza daha fazla engel koymuş
oluyoruz. Sömürge döneminden kalan farklılıkları
koruyoruz ve yeni farklılıklar yaratıyoruz. Hepsinden
önemlisi, Afrika’da onurun gelişmesi yolunda bir
engel olarak ulusa onur yaratıyoruz” (age, sf.
290) diyebilmektedirler. Ve üstelik bu, sedece
dilekler boyutunda da kalmıyor, durumun nisbeten
uygun olduğu Doğu bölgesinde “Doğu Afrika Topluluğu”
adı altında bir ortak pazar ve idarı yönetim oluşturmaya
dek gidiyor ve 1963’te de Afrika Birliği Örgütü
(OAU) kuruluyordu. Çok sayıda sömürgeci parmağın
da işe karışmasıyla (ve Amilcar Cabral, Patricia
Lumumba, Samora Machel gibi önderlerin öldürülmesiyle)
bu girişimlerin istenen sonuca ulaşmaması bir
yana, bütün bunlar ulus/ulusçuluk olgularının
anti sömürgeci-politik boyutlarını göstermesi
açısından önemlidir. Sonuçta görülmektedir ki,
“ulusal mücadele” kavramı ve bu kavramın içinin
nasıl doldurulduğu, herhangi bir “ulus” tanımından
daha önemli olmakta ve olgular sürecin içinde
biçimlenmektedir.
Öte yandan, bu “kurgusallığın” bir başka örneği
olarak, benzeri politik zorlama biçimleri, sosyalist
ülkelerde de denenmiş ve aslında kendi yanlışlığından
çok sosyalizm anlayışının revizyonist sakatlanışından
ötürü başarısızlığa uğramıştır. 1960’larda, adına
doğrudan “ulus” denmese de bir üst-kimlik olarak
“Sovyet İnsanı” tanımının yapılması, bunun bir
örneğidir ve gelecekte de daha doğru bir yerden
kurgulanabilecek önemdedir.
Sonuç olarak, bu iki nokta üzerinden göstermek
istediğimiz şey, “ulus” meselesinin ele avuca
sığmazlığı ve tarihsel-politik süreçlerle olan
bağlantısıdır. Bunun doğru kavranması, günümüzdeki
duruma ve ulusal sorunlara bakarken de yaklaşımımızın
çok yönlü olmasına hizmet edecektir. Devrimci
sosyalizm, dünyanın herhangi bir köşesinde önüne
çıkabilecek bir ulusallık üzerine tartışırken,
böylece donuk kalıplarla kendini sınırlamayacak
ve tartışma konusu olan ulusal savaş ya da çatışmanın
marksist açıdan politik çözümlemesini yapabilecektir.
Lenin’i Yeniden Okumak:
Ulusların Kendi
Kaderlerini Tayin Hakkı
Tanım sorunlarını böylece özetleyerek leninizmin
ulusal sorundaki tutumuna geldiğimizde ise, aslında
konuyla ilgili bütün literatürün dört-beş başlık
altında toparlanabileceğini görürüz. Lenin ve
Stalin’in doğru okunmasından çıkarılacak can alıcı
noktalar şunlardır:
* Leninizm, Marks’ın yaklaşımında yaratıcı
bir sıçramadır
En baştan belirtilmeli ki, ulus/ulusçuluk meselesine
bakışta Marks-Engels ve Lenin arasında esasa ilişkin
bir çelişme bulunmamaktadır. Ulus ve ulusçuluk
olgularının süreç içersinde ortadan kalkacağı
ve proletaryanın bunu nihai sonucuna ulaştıracağı
şeklindeki Manifesto tezinin doğruluğuna kesinlikle
inanmakla birlikte Lenin, bu sürecin ulusların
özgürlüğü ve ayrılma hakkı üzerinden hızlanacağını
düşünmektedir. Lenin ile Luxemburg arasındaki
bütün polemiğin özü de budur aslında. Marks’ın
dogmatik bir yorumuyla hareket eden Luxemburg’un
aksine Lenin, zaman ve mekan unsurlarını dikkate
almakta ve canlı bir yorumla “... sınıfların ortadan
kaldırılmasını, ancak, ezilen sınıfın geçici diktatörlük
aşaması sağlayabilir; ulusların bibirine kaynaşmasına
da ancak ezilen ulusların kurtuluşu ve ulusa baskının
gerçekten ortadan kaldırılması yol açabilir, bunun
olabilirliğinin siyasal ölçütü de ayrılma özgürlüğündedir.
Budalaca bir sistem olan küçük devletler sistemine
ve ulusal yalnızlığa (isolation) karşı en iyi,
tek siyasal araç, ayrılma özgürlüğüdür” (Ulusal
Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol. Yay.
sf. 250) demektedir. Gelecekteki özgür birleşmenin
yolunun bugünkü özgürleşmeden geçtiğini ortaya
koyan Lenin, ancak “bütün öteki koşullar aynı
olmak koşuluyla” bir marksistin “büyük devleti
küçük devlete yeğ tutacağını” özenle vurgularken
de aynı canlı yorumdan hareket etmektedir. Bu,
bir anlamda özellikle Alman solunda hakim olan
salt Avrupa merkezli bakışın terk edilmesi ve
dünyanın geri kalan bölümüne, sömürgecilik altında
yaşayan ezilen ulusların devrimci potansiyeline
dönülmesi anlamına gelmektedir. Luxemburg’un emperyalizm
çağında artık “ulusal savaşların olası olmadığı”
ve “ulusal çıkarların” artık yalnızca işçi sınıfını
kandırmanın bir aracı olduğu yolundaki toptancı
görüşüne karşı çıkan Lenin, son derece net biçimde
“Emperyalist devletlere karşı ulusal savaşlar”ın
“yalnızca olası ve olanaklı değil ama aynı zamanda
kaçınılmaz ve ilerici” (age, 270) olduğunu açıkça
ifade etmektedir. Lenin, ulusların kendi kaderlerini
tayin sorununun burjuva demokratik bir hak olduğunun
farkındadır. Ve bu demokratik hakkın eksiksiz
bir uygulaması olmadan sosyalist hedeflere de
sağlıklı bir zeminde yürümenin mümkün olmayacağının
bilincindedir. Yani, Lenin açısından sorun, sınırların
ve devletlerin var olmadığı komünist dünya tasarımı
ile ulusçuluk arasında bir orta yol bulmak değil,
bu nihai hedefe varılacak uzun yol boyunca geçilecek
aşamalarla ilgilidir ve bu “uzun yol”un kısaltılmasının
ancak baskı altındaki ulusların özgürlüğüyle mümkün
olduğunu, daha çok “sosyalist” görünen diğer yolun
ise aslında şovenizmi besleyerek düşmanlıkları
keskinleştirdiğini düşünmektedir.
* Leninist anlayış, ulusların
özgürlüğünün pragmatik değil
ilkeli savunucusudur.
Ve şüphesiz bu, Lenin açısından günlük çıkarlara
bağlı bir tür “oyun” ya da “kandırmaca” değil,
ilkeli-tutarlı bir özgürlük savunuculuğudur. Bu
bakımdan, salt dış görünüş itibarıyla benzerliklere
rastlansa da Leninist yaklaşımla Wilsoncu UKTH
ilkelerinin birbirine benzetilmesi hiç doğru değildir.
I. Paylaşım Savaşı sonrasında, 1918’de Hobsbawm’ın
yerinde deyimiyle “bolşevik kartına karşı oynanan
bir emperyalist kart” olarak yayınlanan ünlü 14
maddelik Wilson Prensipleri, yalnızca görünüş
olarak küçük ulusların özgürlüğüne vurgu yapmaktadır.
Gerçekte ise bu prensipler, tam bir ikiyüzlülük
klasiğidir ve esas olarak savaş sonrasında yeni
bir emperyalist odak olarak dünya arenasına dahil
olmak isteyen ABD’nin büyük sömürgeci imparatorlukların
(ve bu arada tabii ki genç sovyet devletininin
de) gücünü törpüleme isteğini ifade eder. Oysa
bolşeviklerin bu konudaki tavrı hiçbir zaman güncel
hedeflerine ilişkin bir basit faydacılık içermez.
Hatta bu tavır, özel olarak Rusya’ya ilişkin de
değildir. Lenin ve bolşevikler, ulusçuluğa ilkesel
olarak karşı olduklarını, komünist anlamdaki proletarya
enternasyonalizmine tartışmasız biçimde bağlı
olduklarını bir an bile gizlemeksizin, ezilen
ulusların özgürlüğünü tam bir içtenlikle savunmuşlardır.
Birçok tartışmada açıkça ifade ettikleri gibi
bolşevikler, mikro ölçekte sayılabilecek ulusal
topluluklar için bile, ayrılma hakkı ilkesini
öne sürmekten geri durmamışlardır; Bolşevikler
ezilen ulusların özgürlüğü, yani ayrılma hakkı
ile ulusların enternasyonal birliği arasındaki
kopmaz bağı açıkca ortaya koyarlar; enternasyonal
birlik ancak ayrılma hakkının tüm taraflara tanınması
temelinde gönüllü olarak mümkün olabilir. Hatta
Kievski’yle tartışmada olduğu gibi Lenin, baskı
altındaki ulusların yalnızca 500’de birinin bile,
o da çok kısa süre için ayrılmak isteyeceği varsayılsa
bile, düşüncesinin değişmeyeceğini söylemektedir.
“Çünkü, gerçek şu ki, demokrasinin farklı biçimlerine,
sosyalizme farklı farklı geçiş biçimlerine kendisinden
bir şeyler katmak üzere, şimdi zulüm gören uluslardan
kaçının ayrılma gereği duyacağını bilmiyoruz,
bilemeyiz. Bizim bildiğimiz, her gün görüp hissettiğimiz
şey şudur: Ayrılma özgürlüğünün yadsınması, teorik
bakımdan başından sonuna yanlıştır; pratik bakımdan
da ezen ulus şovenistlerine köle olmaya varır.”
(age, sf. 283) derken Lenin’in vurguladığı bu
genel ve içtenlikli ilkedir. Ve en önemlisi “İrlanda’nın
özgürlüğünü savunmanın asıl İngiliz işçi sınıfının
ihtiyacı olduğunu” söyleyen Marks gibi, Lenin
de ezilen ulusun özgürlüğünü savunmanın her şeyden
önce ezen ulus proletaryası için bir “arınma”
olduğunu ve şovenizmden arınmamış bir proletarya
ile sosyalist bir devrim yapmanın mümkün olmadığını
düşünmektedir. Bu sonuncusu son derece tayin edicidir;
çünkü geleceğin komünist dünya tasarımına gidilen
yol, ancak tutarlı bir enternasyonalizmle aşılabilecektir.
* Leninizme göre ezilen ulusal
baskının ortadan kaldırılması
güncel ve ertelenemez bir görevdir.
“Sosyalist devrim” keskinliği ve “proletarya devrimi
zaten herşeyi çözer” biçimindeki laf ebeliğinin
“teorik bakımdan saçma”, “pratik siyasal bakımdan
ise şovenist” olduğu tesbiti ve sorunun güncelliğine
yapılan vurgu, ulusal soruna ilişkin leninist
tavrın bir başka temel taşıdır. Lenin, aynı demokratik
devrim sorununda olduğu gibi, proletaryanın güncel
toplumsal-siyasal sorunları çözerek sosyalizme
doğru ilerleyebileceği görüşündedir ve bu süreçte
“su katılmamış sosyalist tutum” iddasının arkasına
gizlenerek, baskı altında tutulan halklara karşı
duyarsız kalmanın kabul edilemez olduğu görüşündedir.
“Ekonomik devrim her türlü siyasal baskıyı ortadan
kaldıracak önkoşulları yaratacaktır. Bu nedenledir
ki her şeyi ekonomik devrime götürüp bağlamak
mantıksız ve yanlıştır. Çünkü soru, ulusal baskı
nasıl yok edilecek sorusudur. Ulusal baskı, ekonomik
devrim olmaksızın yok edilemez. Bu, su götürmez
bir gerçektir. Ama bununla yetinmek, saçma olana
ve rezil emperyalist ekonomizme saplanmaktır.”
(age, sf. 289) derken ifade ettiği budur. Konunun,
ulusal soruna bakışta leninist tavrın ayırt edici
noktalarından biri olması, geçen yüzyıl içersinde
yaşanan sayısız örnekte kanıtlandığı ve bugün
hâlâ kanıtlanmaya devam ettiği gibi, sorunun çözümünü
belirsiz bir sosyalist geleceğe erteleyerek “burjuva
bir sorunla” uğraşmayı küçümseyen tavrın pratik
hayat içersinde kaçınılmaz olarak şovenizme dönüşmesidir.
Oysa proletarya, tarihin her diliminde uzak geçmişten
gelen ve (İki Taktik’te “demokratik görevler”
için belirtildiği gibi) “üzerine yıkılan” görevlerle
boğuşarak yürümek zorundadır; çünkü onun programı
yine Lenin’in sık sık belirttiği gibi salt olması
gerekenler üzerine değil “bugün var olanlar” üzerine
de kuruludur.
* Leninizm, ulusal sorunu başka
herhangi bir açıdan değil, devrim
sorununa bağlı olarak ele alır.
Belki tuhaf görünüyor ama ulusal sorundaki leninist
tavrın en canalıcı noktasının, sorunu bulanık
bir burjuva hümanizm çerçevesinden değil de, devrim
eksenine bağlı olarak değerlendirmesi çok sık
olarak unutulur. “Kültürel özerlik”le ilgili tartışmanın
bütün makalelerde çok geniş yer tutması ve Lenin’in
bu “masum görünen” konudaki kesin olumsuz bakışı,
boşuna değildir. Çünkü makaleler dikkatle okunduğunda
kolayca görülür ki, aslında bu sorun tıpkı parti
tüzüğünün “üyelik maddesi”ne ilişkin 1903 tartışmalarında
olduğu gibi, tarafların gerçekte ne istediklerine
ilişkindir. Yani, eğer bir devrim istiyorsanız,
“herkesin üye olabildiği” pelteleşmiş bir yapıya
değil, devrimci militanlardan oluşan bir savaş
örgütüne ihtiyaç duyarsınız. Ve yine eğer bir
devrim istiyorsanız, “her ulusal topluluk için
ayrı ayrı okullar kurulması” anlamına gelen “kültürel
özerklik” yerine, ulusların kayıtsız şartsız özgürlüğünü
ve ayrılma hakkını ve bölgesel özerkliği savunursunuz.
Lenin’in “ayrılma hakkı” gibi daha “ulusalcı”
görünen bir tezi savunurken “kültürel özerkliğe”
karşı çıkması ilk bakışta karmaşık gibi görünse
de aslında çok zekice bir politik sezgiye dayanmaktadır.
Yoksa, Lenin’in dil ve kültür konusunda en geniş
özgürlüklerden yana olduğu ve daha sonraki sovyet
düzeninde mikro düzeydeki topluluklar için bile
kültürel destekler sunulduğu bilinir.
Ancak Lenin, çok uluslu ve dolaysıyla çok ülkeli
bir devlette, ayrılma hakkının ayrılma ya da özerklik
hakkının ülke temelinde olması gerektiğini vurgular.
Bir ülke üzerinde yaşayan bir ulus, içinde bulunduğu
devletten ayrılabilir, yada bölgesel özerklik
temelinde veya başkaca bir biçim altında birlik
yapabilir. Doğru olan budur. Ancak birliği yada
ayrılığı ülke temelinde koparıp, etnik temel üzerinde
geliştirmek ciddi bir şövenizm tehlikesini bağrında
taşır.
Somutlayacak olursak; Lenin, Rus çarlığının işgali
altındaki Gürcistan, Azerbaycan vb. ülkelerin
UKTH temelinde ayrılma hakkını kullanmasının veya
bölgesel özerklik temelinde birliğini doğal demokratik
bir hakkın kullanılması olarak görür. Gürcistan’da,
Azerbaycan’da ya da Rusya’da Gürcülerin, Azerilerin
ve Rusların karışık olarak yaşadığı, çalıştığı,
eğitim gördüğü pek çok birim sözkonusudur. Lenin
bunların birbirinden ayrılmasına kesin biçimde
karşı çıkar. Tiflis’deki, Bakü’deki, Moskova’daki
her ulustan işçiler tek bir devrimci yapıda, tek
bir sendikada, tek bir okulda birlikte mücadele
etmeli, birlikte eğitim görmelidir. Bunun yanısıra,
Moskova’daki Gürcü yada Azeri çocuk, yada Tiflis’teki
Rus yada Azeri genç kendi dilini öğrenme konusunda
tüm olanaklara sahip olmalıdır. Kültürel özerklik
savunucularının işçileri ve öğrencileri ulusal
aidiyet temelinde ayrı örgütlere, ayrı okullara
ayrıma girişimlerini ise gerici bir tutum olarak
tanımlar.
Onun özenle vurguladığı ve her seferinde uzun
uzun açıkladığı şey, kapitalist fabrika düzeni
tarafından kentlere yığılarak “birleştirilen”
değişik uluslardan proleterlerin, “okulların ayrılması”
yoluyla kuşaklar boyunca “birbirinden ayrılmasının”
sınıfın devrimci ayaklanmasının önünü kesebilecek
bir tehlike içerdiğidir; o, “böyle bir düşünceyi
savunurlarken işçilerin bölünebileceğini”, ulusların
ayrılıkların öne çıkacağını, ulusal dar görüşlülüğün
gelişeceğini düşünmekte ve bu yüzden de her öğrencinin
kendi dilini özgürce öğreneceği bir ortamın yaratılmasını
ısrarla savunurken, “okulların ayrılması”na de
aynı şiddetle karşı çıkmaktadır.
Yani sonuçta, Lenin bakımından asli sorun, devrim
için bir araya getirilerek ayaklandırılması gereken
yığınların bölünmemesi, enternasyonalist bir geleceğin
zeminini oyacak ulusal dar görüşlülüğün gelişeceği
bir temel yaratılmamasıdır; baskı altında tutulan
ulusların ayrılma özgürlüğünü savunmak ile herhangi
bir devrimi yüz yıl geriye itecek bir kültürel
bölünmeyi reddetmek arasında bir çelişme bulunmamaktadır.
* Leninist anlayış, ayrılma hakkı ile
ayrılmanın doğruluğu sorununu
birbirinden ayırır.
Ama öte yandan leninist tutum, “hak” ve “doğruluk”
kavramları arasına da ince bir hat çizer. Bu tutum,
yüzlerce kez vurgulandığı gibi “ayrılma”dan yana
olup olmama sorununun ötesinde, “ayrılıp ayrılmamaya
söz konusu ulusun kendisinin karar vermesi”nden
yana olmaktır. Yoksa, yine defalarca vurgulandığı
gibi sosyalistler, her “ayrılma”yı da mutlaka
desteklemek zorunda da değildirler.
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak,
gerçekte her ulusun kendi kaderini tayin isteğini
desteklemek anlamına mı gelir? Her şey bir yana,
bütün yurttaşların özgür biçimde dernekleşme hakkını
tanımamız demek, biz sosyal demokratların, kesinkes,
her yeni dernekleşmeyi destekleme yüklenimi altına
girmemiz demek değildir. Hatta bu hakkı tanımış
olmamız, bizim uygunsuz ve akılsız bir adım olarak
göreceğimiz belli bir derneğe karşı çıkmamızı,
ona karşı kampanya açmamızı da önlemez. Biz cizvitlerin
özgürce aydınlatma çabası gösterme hakkını bile
tanırız, ama cizvitlerle proletarya arasında bir
ittifak kurulmasına karşı (kuşkusuz polis yöntemleriyle
değil) savaşırız.” (age, sf. 13) Bütün bunlar
ne çelişkili ne de günlük pragmatik yaklaşımların
eseridir. Lenin bunu boşanma örneğiyle anlatır;
boşanma hakkını savunmak, herkesin boşanmasını
savunmak, her boşanmanın haklı olduğunu düşünmek
anlamına gelmez. Devrimci sosyalistler gerici
sömürgeci güçleri zayıflatan, devrimci proletryanın
genel çıkarlarını zedelemeyen ayrılmaları desteklerler.
Uluslar arasındaki ulusal sorunları derinleştiren,
başka uluslar üzerinde hegemonya kurmayı amaçlayan
ulusal ayrılıkları desteklemezler. Aynı biçimde,
sosyalizm temelinde birleşmiş, her hangi bir ulusal
ezme-ezilme ilişkisinin sözkonusu olmadığı özgür
ulusların ayrılığını, ulusların kendi kaderini
tayin hakkı ilkesini ileri sürerek savunan anlayışlar
ise elbette ki desteklenemezler ve gerici bir
içeriğe sahiptirler.
Burada bir ayak oyunu değil, açık ve dürüst bir
yaklaşım ve çağrı vardır; baskı altındaki ulusların
özgürlüğünü şiddetle savunurken, gelecekte ne
yapacağımız gizli olmadığı gibi, bugün herhangi
bir ulusal sorunda nasıl davranacağımız konusunda
da elimiz bağlı değildir. Biz, ezilen ulusların
ayrılma hakkını savunurken, aynı ulusun proleterleri
ve sosyalistleriyle “birleşme” hakkımızı saklı
tutarız.
* Leninist anlayış, ulusal haklar ile
ulusal önderliklerin niteliği
sorunu birbirinden ayırır.
Bu, herhangi bir ulusun o andaki önderliği bizim
sosyalist çizgimize uymadığında da böyledir. Leninizm,
bu anlamda ulusların “ayrılma hakkı” ile bir belirli
anda o uluslara önderlik eden güçlerin niteliği
konusunu birbirine karıştırmaz ve ikincisini birincinin
reddi için gerekçe yapmaz. O, son derece açıkça
baskı altındaki bütün ulusların özgürlüğünü ve
ayrılma hakkını savunur; daha doğrusu, “ayrılma”dan
yana değil, “ayrılıp ayrılmamaya o ulusun bireylerinin
kendilerinin karar vermesi”nden yanadır. Semkovski
örneğinde olduğu gibi “eğer gericiler çoğunluktaysa
ne yapacağız?” sorusu ise Lenin’e göre aptalcadır.
“Demokratik bir oylamada, -diyor Lenin- çoğunluğu
gericiler sağlarsa, genellikle iki şeyden biri
olur: Ya gericilerin kararı uygulanır ve o kararın
zararlı sonuçları yığınları hızla ya da yavaş
yavaş gericilere karşı demokrasinin yanına iter;
ya da demokrasiyle gericilik arasındaki çatışma
bir iç savaş ya da başka bir savaş yoluyla çözümlenir,
ki bu, (...) demokrasi düzeninde bile olabilir.”
(age, sf. 132) Son derece açık ve dürüst... Lenin,
bütün varlığıyla, zulüm gören ulusların özgürlüğünden,
onlar gerici önderliklerin egemenliği altında
olsalar bile, yanadır; ama aynı Lenin, bu ulusların
proletaryasının ve ezilen halklarının kendi egemen
gericilerini devirme hakkından da yanadır; ve
üstelik kendi partisinin bu devirme girişimini
destekleyeceğini de açıkça belirtir. Ulusal Sorun
Üzerine Tezler’inde belirttiği gibi kendi kaderini
tayin hakkının tanınması, partinin “demokrasinin
genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde,
proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının
isterlerini dikkate alarak kendi bağımsız değerlendirmesini
ortaya koyma”sını engellememektedir.
Sonuç olarak, birkaç çarpıcı çizgiyle özetlemeye
çalıştığımız gibi ulusal sorundaki leninist çizgi,
yalnızca Rusya için değil, genel anlamda sosyalistlerin
iki kimliğinden (sosyalist olmak ve belli bir
ulustan gelmek) birincisini baskın olarak ortaya
koymakta ve onu ikinciye asla ezdirmemektedir.
Ama öte yandan bu yaklaşım, emperyalizm koşullarında
herhangi bir bağımsız devletin sosyalizm dışında
mümkün olmadığını açıkça ortaya koyduğu halde,
bu sorunun sosyalist bir devrime ertelenemeyecek
ölçüde önemli ve ön-açıcı olduğu belirlemektedir.
Bu açıdan, baskı altındaki her ulusun, ne kadar
“küçük” olursa olsun, “ayrılma ve bağımsız devlet
kurma” hakkını, proletarya partisinin belli koşullarda
(yukarıda ifade ettiğimiz) karşıt tutum alma “hakkı”nı
da koruyarak savunur. Ve bu anlamda aslında ulusal
sorunun çözümünü, biraz ekonomik mücadelenin “kendine
hasım” olan niteliğine benzetir; yani teorik olarak
sorun, nasıl ekonomik mücadele, işçi sınıfına
her aşamada elde edilen hakların ve taleplerin
yetersizliğini kanıtlar ve onu politik iktidar
için mücadeleye sevkederse, ulusal sorunun çözümünün
de halkları bu kez gerçek düşmana karşı, yani
sınıf düşmanlarına karşı yönelteceği üzerine kuruludur.
Özellikle sömürgeler dünyasına gelindiğinde bu
sorun çok daha yakıcıdır ve zaten Ekim devrimi
sonrasında dünyanın geniş kırlık alanlarında ortaya
çıkan devrimci potansiyel, marksizm-leninizmin
bu yaklaşımına bağlı olarak olağanüstü bir güç
ve önem kazanmıştır.
III. Bunalım Dönemi: Ulusal
ve Halk Kurtuluş Savaşları
Dönemi ve Mayalanan Yeni
Ulusal Sorunlar
Başka bir dizi sorunun yanında ulusal sorunda
da devasa bir pratik adım olan Ekim devrimi, hem
soruna getirdiği teorik çözümler hemde ortaya
koyduğu çözüm platformu ve sömürgelere yönelimi
bakımından, dünya dengelerini alt üst eden bir
olgudur.
Giriş bölümümüzdeki kısa özette de değinildiği
gibi, bu yeni durum, kapitalist dünyanın çok geniş
kapsamlı bir kargaşaya sürüklenmesinin asıl nedeni
olmuştur. Bu kargaşanın Avrupa boyutunda, Alman
devriminin yenilgisinden sonra belli bir geriye
çekilme yaşanmakla birlikte, bu durum, bir durulma
ve toparlanma anlamına gelmemiştir. Özellikle
1929’da patlayan büyük krizin etkisi ABD cephesinde
New-Deal politikalarıyla savuşturulmaya çalışılırken,
Avrupa’da şovenizmin kokunç biçimlerine yol açmış,
sosyalizm 1914’te karşılaştığı biçimleri yüzlerce
kat aşan bir ulusalcılık dalgasıyla yüz yüze gelmiştir.
İçinden bir devrim çıkaramayan büyük kriz dalgası,
ulusçuluğun önünü açmış, henüz bir dizi ulusal
sorunu çözüme kavuşmamış bulunan Avrupa kıtası,
yeni ilhak dalgaları ve hatta dünyayı ele geçirme
planlarıyla karşılaşmıştır.
Öte yandan ise, devrimci dalganın Doğu’ya doğru
kayması ve yeni odak noktalarının oluşmaya başlaması
sürecin çarpıcı yönüdür. Ulusal sorunun salt Avrupa
kıtasının baskı altındaki uluslarını ilgilendirmediği,
esas olarak artık bir sömürge sorunu, büyük emperyalist
sömürge imparatorluklarındaki mücadeleler sorunu
olduğu yolundaki bolşevik belirleme gerçekten
de hayatın içinde karşılığını bulmaktadır. Ekim’in
ürünü olan III. Enternasyonal’in ilgisinin ve
pratik militan çabasının bu alana kayması, Doğu
Halkları Kurultayı gibi kurumlar altında bu potansiyalin
toparlanması çabaları ve dünya devrimi için perspektif
ve kadro üretecisi anlamında kurulan akademi ve
üniversiteler içinde Doğu Halkları Üniversitesi’nin
sivrilerek özel önem kazanması hep bu dönemin
olgularıdır.
Sonuçta, III. Enternasyonal’in türlü çeşitli hataları
ve Doğu’ya yönelim sürecinde beliren çeşitli uç
eğilimler (Galiyef, vb. gibi) üzerine uzun uzun
tartışmalar yapılabilse de, bütün bunların ötesinde
dönemin hakim eğiliminin Avrupa merkezli bakıştan
kopuş ve ulusal sorun-sömürgeler sorunu bağlantısının
somutlanması olduğunu söyleyebiliriz.
II. Paylaşım Savaşı sonrasında bütün dengeler
alt üst olduğunda ise artık her şey bambaşkadır.
“Tek örnek”, genişlemiş ve bu arada dönemin başlarında
ulusal kurtuluş savaşı ile demokratik devrim programının
birleştirilmesinin muazzam bir örneği olarak Çin,
sahnedeki yerini almıştır. III. Bunalım Dönemi,
bu bakımdan salt Avrupa dengelerinin sosyalizm
lehine değişmesi anlamına gelmemiş, bir bütün
olarak dünya yeniden şekillenmiştir. Emperyalist
dünyanın başat gücü tartışmasız biçimde ABD olurken,
diğer yandan sömürü alanlarının olağanüstü daralması
eski sömürgeciliği zorlayan ve “pazarın derinlemesine
geliştirilmesi” anlamında yeni sömürgeciliği geliştiren
bir etki yaratmıştır. Bunun politik sonucu ise
Wilsoncu tezlerin çok önceleri teorik zeminini
attığı “gizli işgal-görünürde bağımsızlık” yönteminin
hakimiyeti olmuştur. Gerçi eski tip sömürge ilişkileri
daha uzun yıllar varlığını sürdürecektir ama özellikle
ABD açısından durum böyledir. Emperyalizmin başat
gücü ABD, sömürge imparatorlukları olan İngiltere,
Fransa, Hollanda vb. müttefiklerinin sömürge alanlarına
zor yoluyla el koymasının dev bir sosyalist blokun
oluştuğu koşullarda kapitalist sistem için tam
bir yıkım anlamına geleceğinin farkındadır. Daha
da önemlisi gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri
ve genel ulusculuk eğilimi, ABD’nin girişeceği
fetih hareketlerini daha baştan büyük bir belaya
dönüştürecek düzeye varmış durumdadır. Tam da
bu noktada, ABD sömürgelere zor yoluyla el koyma
yerine bunların “bağımsızlık”larını kazanmasından
yana olur. Ancak bu bir şartla desteklenecektir.
Bağımsızlığını kazanan sömürge, kapitalist sisteme
dahil olmalıdır. Sisteme dahil olacak bağımsız
devletin kısa sürede sistemin başat gücünün hegemonyası
altına gireceği açıktır.
ABD tüm süreç boyunca bu yönde açık tavır alır.
Savaş yoluyla fetih yerine bu ucuz, zahmetsiz
ve devrimci ulusal kurtuluşçu dinamikleri körelten
yoldan sömürge dünyasının kazanılması, ABD’nin
tüm süreç boyunca ana yaklaşımı olmuştur. Ancak
sömürge ülkenin devrimci bir ulusal kurtuluş ve
ulusal inşa sürecine girmesi ise asla kabul edilmez
bir durumdur. Bu durumda eski sömürge imparatorluklarına
sınırsız destek verilmesi, devrimci ulusal hareketlerin
vahşi sömürgeci savaşlar yoluyla yok edilmesi
ABD’nin sömürge politikasının başlıca unsurlarından
biri olmuştur.
Bu noktada tipik örneği Vietnam oluşturur. Vietnam
devrimci ulusal kurtuluş mücadelesine karşı Fransa
sömürgecileri desteklenmiş, Fransa’nın çaresiz
kaldığı yerde kendisi doğrudan işgale girişmiştir.
Sonuç itibariyle; 1945 sürecinin sömürge imparatorluklarının
tasfiyesinin çok yönlü olarak başladığı hızla
sonuçlarına vardığı bir süreç olarak geliştiğini
söyleyebiliriz. Bu sürece damgasını devrimci ulusal
hareketler vursada, daha sonraki dönemlerde ve
günümüzde pek çok yeni ulusal vb sorunu bağrında
taşıyan “ulusal çözüm”lerde sözkonusu olmuştur.
Şimdi biraz da bunları ele alalım.
Her yeni dönemin yalnızca kapitalist dünyayı,
sömürü ve hegemonya biçimlerini ve ilişkilerini
değil, aynı zamanda bilimsel sosyalizmi ve ezilenlerin
dünyasını da kapsamlı biçimde yeniden biçimlendirdiğini,
bunalım dönemi kavramsallığının böyle bir geniş
anlamı olduğunu başından beri hep söylüyoruz.
Gerçekten, 1945 sonrası dünyada da durum böyledir.
Yeni emperyalist sömürü ve ilişki biçimleri, bağımlı
ülkelerdeki toplumsal hareketin çehresini de bu
dönemde değiştirmiş, bir dizi faktörün buluşmasına
bağlı olarak ulusal kurtuluşçulukla sosyalizm
hedefini kaynaştıran yeni formlar ortaya çıkarmıştır.
Bir yanda Jose Marti ve Bolivar’ın isyancı geleneği
Marksizmden etkilenen yeni eller tarafından devralınmakta,
diğer yanda kara Afrika, çoğu sömürgeci metropollerde
eğitim görmüş yeni bir devrimci-sosyalist önderler
kuşağı yaratmakta ve diğer uçta ise Paris üniversitelerinde
başlayan bir politik gelişme çizgisi (Ho Chi Minh)
Hindiçini Komünist Partisi’nin oluşumuna dek uzanmaktadır.
Bu, klasik anti-sömürgeci tarzı çoktan aşmış,
dönemin devrimci sosyalist çizgisidir.
Şüphesiz, bu noktada 1960’ların “dünyanın kırları”
tartışmasının rolü çok büyüktür. Revizyonizme
gırtlağına dek gömülmüş bulunan SBKP’nin “sosyalist
sistemin emperyalist sistemle yarışması”na dayandırdığı
çizgi, dönem boyunca halk savaşlarının dinamiğini
sakatlamış ve bunun yerine sosyalist sistemin
yoğun etki ve desteğiyle kotarılacak olan “kapitalist
olmayan yoldan sosyalizme geçiş” tezini ikame
etmeye çalışmıştır. Geri bıraktırılmış ülkelerdeki
devrimci-demokrat önderlikler üzerine kurulu bu
politika, Nasır örneğindeki gibi sınıf dışı güçlerin
desteklenmesi ve “ulusal cephe”ler üzerinden yürüyen
“toplumsal ilerleme” tezine dayalıdır. Sovyet
revizyonizmi devrimci ulusal hareketleri, ancak
görmezden gelinemeyecek bir noktaya vardığında
destekleme tutumu göstermiştir.
ÇKP’nin bunun karşısına getirip koyduğu çizgi
ise dünyadaki başat çelişkinin emperyalizm ve
ezilen halklar arasında olduğu belirlemesinden
hareketle devrimci dinamiğin halk savaşlarına
ve ulusal kurtuluş savaşlarına kaydığı görüşüne
dayalıdır. ÇKP bu çizgiyi ilk olarak formüle eden
Parti olmasına karşın pratikte devrimci ulusal
kurtuluş hareketlerine anlamlı bir destek sunmamıştır.
Bu çizgiyi teorik, politik ve pratik olarak geliştirenler
Vietnamlı, Kübalı devrimciler ve Afrika’nın, Asya’nın,
Latin Amerika’nın yeni partileri olmuştur. Ulusal
kurtuluş savaşıyla demokratik ve sosyalist devrimleri
birbirine bağlayan ve en önemlisi de bunun için
uzun süreli halk savaşı yöntemini ortaya koyan
bu çizgi dönem boyunca ezilen uluslar ve halkların
önünü açmıştır.
Sonuçta, bu devrimci sosyalist çizgi, dönemin
başat devrimci sonuçlar yaratan çizgisidir. Bu
çizgi, dönem boyunca bir dizi devrime imzasını
atmış, daha doğrusu kendisini de bu devrimci pratikler
içinde inşa etmiştir. Bu dönemde ulusal sorunun
gelişimi de ancak bu çizgi üzerinden anlaşılabilir;
çünkü sonuçta bu çizginin ağırlıklı olarak geliştiği
her yerde klasik “ulusal mücadele-bağımsızlık”
esprisi aşılmış, devrimci sosyalist bir kesintisiz
geçiş fikri hakim olmuştur. Öyle ki dönem boyunca
Avrupa’nın kronik ulusal sorunlarında taraf olan
ETA, IRA, Korsika Ulusal Cephesi gibi örgütler
bile yüzlerini bu cepheye dönmüşler, yörüngenin
güçlü çekimi altında halk savaşı veren yapılara
yönelmişlerdir. Küba ve Vietnam gibi güçlü örneklerin
dışında, Kim İl Sung (Kore), Amilcar Cabral (PAIGC-Gine
Bissau), Agustino Neto (MPLA-Angola) Samora Machel
(FRELIMO-Mozambik) ve Latin Amerika’daki Venezuella,
Uruguay, Kolombiya, Bolivya, vb. gibi başka örnekler
esas olarak bu çizginin sınırları içersinde sayılabilirler.
Yerinde bir isimlendirmeyle “anti-marksist” değil,
ama marksizm-dışı sayılabilecek bir başka eğilim
ise daha çok Afrika’da yoğunlaşan Julius Nyerere
(Tanzanya), Kwame Nkrumah (Gana) ve Patricia Lumumba
(Kongo) ve bir ölçüde Nelson Mandela (Güney Afrika)
gibi önderliklerde somutlanmaktadır. Pan-Afrikacı
eğilimleri de barındıran bu kesimin durumu da
aslında tartışmalıdır. Örneğin, “Kapital, her
ne denli esas itibarıyla evrensel bir değere sahipse
de, gene de belli bir toplumsal ve politik sıstem
ve bir çağın yansımasıdır. Tanzanya’nın ekonomik
gelişmesinden söz ettiğim zaman, hiç kuşku yok
ki, Marks’ın bilemeyeceği bir sorundan söz ediyorumdur.
Bu belirgin durumda Kapital’i okumanın bana az
yardımı olabilir. Marks, sorunu kapitalizmden
sosyalizme geçiş olarak görüyordu. Biz ise, Tanzanya’da
oymaksal -feodal bile değil de, yerinde olarak
oymaksal diyorum- bir toplumsal evreden doğrudan
doğruya sosyalist toplum evresine geçmek istiyoruz”
(K. Brutents, sf. 120) diyen Nyerere ortada bir
yerde durmaktadır. “Devrimimizin felsefesi (...)
tam anlamıyla bir Cezayir felsefesi olmalıdır”
(age) diyen Huari Bumedyen (Cezayir) ise bu noktada
daha farklı bir yerde durmaktadır. Aynı biçimde
Molla Mustafa Barzani, Kaddafi türü örnekler de
kendine özgü nitelikler sergilemektedirler. Ancak
sonuçta yine de bu kesimi ara bir kategori olarak
görmek mümkündür.
En tipik örneğini Lumumba’yı bizzat katleden ve
katlini emreden Çombe-Mobutu ikilisinde gördüğümüz
bir başka ulusal önderlikler kategorisi ise eski
sömürgecilikten çıkışla birlikte ulusal hareketin
sol unsurlarını ayıklayarak yeni-sömürgecilik
için yolu düzleyenler olarak düşünülebilir.
Ve nihayet büyükçe bir başka grubu, yoğun Sovyet
etkisi ve desteği altında ulusal demokratik adımlar
atmakta olan Cemal Abdülnasır (Mısır), Babrak
Karmal (Afganistan), Yemen, vb. gibi örneklerdir.
SBKP’nin revizyonist çizgisinin hazin sonuçlarının
her iki ülkede de başka biçimlerde yaşandığı biliniyor.
Esad gibi BAAS Partisi örneklerinin (parti isimlerindeki
“sosyalist” etikete karşın), bu çerçevede nasıl
bir yer tutacağı ise oldukça tartışmalıdır.
Bütün bu tartışmalar bir yana, dönemin en önemli
olgularından biri, dünya tarihinde ilk kez, kendi
içinde farklılıklara sahip olsalar da Yugoslavya’dan
Hindistan ve Venezuela’ya dek bir dizi ülkenin
“Bağlantısızlar Hareketi” adı altında şekilsiz
ama bir süre az çok etkili olan bir uluslararası
birlik oluşturmalarıdır. Bu, özellikle dönemin
oturmuş dengeleri içersinde sosyalist olmayan
ulusallıkların da bir biçimde durumlarını devam
ettirebiliyor olmaları açısından önemlidir.
Sonuçta, bu dönemde ulusların kendi kaderini tayin
hakkı ilkesinin doğruluğu yanlışlığı vb üzerine
tartışmalar esas olarak sona ermiş, bu demokratik
ilke sol güçlerin ötesinde kapitalist dünyada
da ikiyüzlüce de olsa genel kabul görmüştür. Bu
dönemde söz konusu tartışmalar genel çerçeveden
çok, ulusal sorunun çetrefil örnekleri bağlamında
hatırlanmışlardır. Örneğin Kürt sorunu böyledir.
Uzun yıllar boyunca geleneksel sağ çizgisinden
ötürü sorunu (Kıvılcımlı dışında) gündemine almayan
klasik solun ardından gelen devrimci dönemde de
konuya derinlikli bakılamamış, “ayrılma hakkı”
gibi yüzyılın başındaki tartışmalar adeta yeniden
yapılmıştır. Aynı biçimde “ayrılma hakkı” ile
“ayrı örgütlenme hakkı” ve “ortak mücadele” ile
“ortak örgütlenme” kavramları arasındaki çetrefil
ilişkiler de uzun süre görülememiştir. Bugün bile
hâlâ devrimci sosyalizm dışındaki bir dizi siyasal
akım açısından sorun tartışmalı görünmektedir.
Bu tür özgül durumlar dışta tutulursa, III. Bunalım
dönemi genel olarak ulusal sorunun teorik tartışmasının
pratik yoldan aşıldığı ve devrimci sosyalist çizginin
başat akım olarak ulusal kurtuluş ile sosyalist
mücadeleyi birleştirdiği bir dönem olmuştur denilebilir.
Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, devrimci
sosyalizmin önderliğinin dışında kalan oldukça
geniş bir ulusal çözümler alanı sözkonusudur.
Hindistan’dan, Endonezya’ya, oradan Arap dünyasına,
Kara Afrika’ya değin uzanan çok geniş bir coğrafyada
devrimci olmayan önderliklerin yönetiminde gerçekleşen
ulusal bağımsızlık süreçleri oldukça karmaşık
ve yeni sorunları ve daha bağımsızlık süreçlerinin
başında yaşanan sakatlanmaları bağrında taşıyarak
gelişti.
Bu sorunlardan başta geleni ve çarpıcı biçimde
görüleni kukla önderliklerin yönetiminde gelişen
bağımsızlık süreçlerinin daha ilk andan itibaren
yeni- sömürgeci bir yapıya dönüşmesidir. Afrika’da
kara derili, beyaz sömürgeci efendi kafalı kukla
yönetimler sömürgeci imparatorlukların düzenini
çok az bir dönüşüme uğratarak devam ettirmişlerdir.
Küçük burjuva milliyetçi önderlikler ise aynı
yola biraz daha gecikmeli ve özgün yollardan da
olsa sürecin ilerleyen aşamalarında dahil olmuşlardır.
Fakat en az bunun kadar önemli olan bir başka
sakatlanma durumu ise bu yeni bağımsız ülkelerin
ulusal-etnik yapılarından kaynaklanan sorunlardan
türemekteydi. Bağımsızlığına kavuşan bu sömürgelerin
sınırları, bu sınırlar içinde yaşayan çok sayıdaki
ulusal toplulukların varlığını ve haklarını dikkate
almaktan çok, emperyalist sömürge döneminden miras
kalan ve ulusal yapıları dikkate almayan eski
yönetim birimlerinin sınırlarına göre çizilmekteyidi.
Ya da yine ulusal yapıları ve istemleri hiç bir
biçimde dikkate almayan, emperyalistlerin geleceğe
ilişkin hesaplarına uygun olarak hammadde kaynaklarının
yerlerine, ileride yararlanılacak iç çatışmalar
yaratmayı mümkün kılacak parçalanmalara uygun
olarak çizilmekteydi. Bu durum sözkonusu bağımsız
devletlerin önemli bir bölümünün çok uluslu bir
yapıda olmasına neden olmuştur.
Bu çok uluslu yeni bağımsız devletler devrimci
sosyalist bir önderliğe sahip olmadıkları için
devlet içindeki tüm ulusların eşitliğini, gönüllü
birlikteliğini esas alan bir temelde inşa edilmediler.
Devlet içindeki en büyük ulus daha baştan ya da
kısa süre içinde kendi hegemonyasını kurdu ve
diğer ulusları baskı altına aldı. Endonezya, Hindistan,
Sri Lanka, Nijerya, Birmanya vb. bu durumun tipik
örnekleridir. Bu devletler kısa sürede yeni-sömürge
bir yapı kazandılar ve birer halklar hapishanesine
dönüşmüştür. Bu devletlere egemen olan ulusların
egemenleri diğer ulusların varlığını inkar eden,
asimilasyonu esas alan, devlet sınırları içindeki
diğer ulusların topraklarını sömürgeleştiren,
tek ulus-tek ülke politikaları temelinde oldukça
çarpık ve gerici bir uluslaşma projesi üzerinden
yol almaya çalıştılar. Çarpılan sadece ezilen
ulusun uluslaşma süreci ve ulusal varlığı değildi.
Yalana ve inkara dayalı ulusal bilinç oluşturmaya
çalışan egemen ulusun ulusal varlığı da ciddi
biçimde çarpılmaktaydı. (Bizdeki 1920’lerde başlayan
Türk uluslaşması da bu durumun tipik örneğidir.
Güneş dil ve tarih teorileri ve inkarcı politikalar
sadece Kürtlerin ve diğer ulusal toplulukların
değil, Türk ulusunun da ulusallaşması sürecini
ciddi biçimde sakatlamıştır.)
Ya da Arap ulusu örneğinde olduğu gibi on’un üzerinde
devlete bölünme sözkonusudur. 1960’lardaki kısa
süreli Mısır ve Suriye birleşmesi dışında bu ulusal
parçalanmışlığa karşı ciddi bir girişim olmadığı
gibi, emperyalizmin işbirlikçisi Arap rejimleri
bu parçalanmışlığı kalıcılaştıracak bir politika
izlemişler ve Arap ulusu açısından oldukça karmaşık
boyutlar kazanmış olan ve derin bir ulusal ezilmişlik
psikolojisi ve moral yıkım yaratan bir süreç yaratmışlardır.
Kara Afrika da benzer bir parçalanmışlığı yaşamıştır.
Hiç bir ulusal vb kaygı güdülmeden çizilen sınırlar
ulusların, etnik grubların pek çok devlet arasında
parçalanmasına ve karmaşık bir ulusal sorunlar
yumağı ortaya çıkmasına neden olmuştur. Devrimci
ulusal kurtuluş hareketlerinin ve kimi ilerici
küçük burjuva önderliklerin bir Afrika Birliği
yoluyla bu sorunlara demokratik ve enternasyonal
temelde çözüm arama girişimleri ise emperyalistlerin
ve işbirlikçi kukla devletlerin engellemeleri
ve bu çabaların iç dinamiklerinin yetersizlikleri
sonucu başarısızlığa uğramıştır.
Bütün bu gelişmeler doğal olarak yeni ulusal sorunların
yavaş yavaş mayalanması anlamına gelmekteydi.
Böylece, devrimci sosyalist önderliklerin yürüttüğü
ulusal kurtuluş mücadeleleri ile bağımsızlığına
kavuşan ülkeler dışında ulusal sorunun tutarlı
ve eksiksiz bir demokratik çözümü, ne yazık ki
az sayıdaki örnek dışında sözkonusu olmamıştır.
Kukla yada küçük burjuva önderliklerin yönetiminde
bağımsızlığa geçiş yapan geniş yeni bağımsız devletler
kısa sürede büyük ulusal sorunları bağırlarında
taşıyan, bu sorunların patlama dinamiklerini sürekli
olarak büyüttükleri devletlere dönüşmüşlerdir.
Bu devletler biriktirdikleri bu sorunlar ve patlama
öğeleriyle 1990’ların yeni dünya tablosuna dahil
olmuşlardır.
Yeni Süreç: Yeni Ulusal
Hareketler Kuşağı ve Neoliberal
Yeni-Sömürge Bağımlılığın
Bağımsızlık ve Sınıfsal Kurtuluş
Arasındaki İlişkiyi Yeniden
Biçimlendirmesi
90’lı yıllar ile başlayan yeni süreç ise, Sosyalist
Barikat’ın ilk sayısından beri açmaya çalıştığımız
gibi, emperyalist sistem ve ezilenlerin dünyası
açısından kapsamlı değişikliklerle karakterize
olmaktadır. Emperyalist sistemin 1980’lerden bu
yana uygulamaya çalıştığı restorasyon programının
reel- sosyalizmin çöküşüyle birleşmesi sonucunda
ortaya çıkan manzara, sistemin iç ilişki ve çelişkilerinden
kapitalist üretimin örgütleniş biçimine, sermaye
ihracının bileşiminden yeni sömürgeciliğin derinleştirilmesine
ve emperyalist hegemonyanın özelliklerine dek
bir çok konuda kapsamlı değişikliklerle karakterize
olmuştur.
Neoliberalizm ve küresel saldırganlık kavramları
üzerinden tanımlanabilecek bu yeni sürecin konumuz
açısından ortaya çıkardığı en önemli değişiklik,
şüphesiz her şeyden önce sermaye dolaşımının önündeki
bütün engellerin tasfiye olması ve bu dolaşımın
muazzam bir sömürü düzeyi yaratmasıdır. Özellikle
ABD emperyalizminin öncülük ettiği pervasız bir
saldırganlık ve yeni-sağ dalgayla birleşen ve
uluslararası askeri-ekonomik kurumlar yoluyla
garanti altına alınan bu yeni düzen, bir yandan
sosyalist alternatifin gerilediği koşullarda ezilen
halkların dünyasında yaygın bir çürüme ve umutsuzluk
yaratırken, diğer yandan da ulus/ulusçuluk kavramları
üzerine bir dizi yanılsamayı üretmiştir.
Ulus ve milliyetçilik, 1990 sonrasında dünya burjuva
siyasetinin en belirleyici kavramlarından ikisini
oluşturuyorlar. Emperyalizm çağının en kirlenmiş
kavramları olan ulus ve milliyetçilik kavramları,
politik alanda hiç bir dönem bu denli gerici bir
içerik ve rol yüklenmiş değildir. 20. yüzyılın
başından 1990’lara değin politik olarak gerici
rollerin yanısıra, devrimci ulusal kurtuluş mücadeleleri
bağlamında ilerici roller de yüklenmiş olan bu
kavramlar günümüzde neredeyse tümüyle gerici/faşizan
ya da emperyalizmin işbirlikçisi karakterde hareketlerin
demogojik söylemleri bağlamında gündemleşiyorlar.
1980 sonrasında kapitalist dünyada egemen siyasal
anlayış haline gelen yeni sağ politikaların temel
unsurlarından biri milliyetçilik olmuştur. Bu
süreçten itibaren gerici/faşizan karakterde bir
milliyetçi söylemin esas alınması ve bu temelde
geniş kitlelerin sisteme bağlanması tüm burjuva
politik aktörlerin en temel işlevlerinden biri
olmuştur. Reagan, Thatcher’le başlayan dalga tüm
emperyalist sisteme yayılmıştır.
1990’a kadar esas olarak anti-komünist temelde
işlev gören yeni-sağ politikalar ve onun en esaslı
bileşeni olan milliyetçilik, reel sosyalist ülkelerin
çöküşü ve sol hareketin zayıflaması ile birlikte,
oluşan kaotik dünya manzarasında iç bütünlüğü
gerici temelde sağlamlaştırma, diğer ülkelerle
girişilen rakabette iç desteği sağlamada, ezilen
halkların mücadelelerini ezmede şövenist eğilimi
canlı tutmada belirleyici rol oynamaya başlamıştır.
Burjuva siyaset alanında tüm partilerin ve diğer
politik aktörlerin söylemlerine milliyetçiliğin
değişik versiyonları egemen olmuştur.
Bu milliyetçi söylem emperyalist ülkelerde saldırgan
fetihçi, üstün güç politikaları olarak ifadesini
buluyor. Reel sosyalizm çökmeden önce aralarındaki
pazar mücadelelerini daha sessiz biçimde çözmeye
çalışan emperyalistler artık çok daha açık mücadelelere
girişiyorlar. Bu noktada, iç kamuoylarının desteğini
sağlamada en önemli argümanları milliyetçi politikalar
sağlıyor.
Yeni-sömürgelerde ise esas olarak ülke içinde
zayıflayan sol emek yanlısı dinamiklerin güçlenmesini
ve/veya başkaca bir muhalefet dinamiğinin oluşmasını
engellemeye, her türlü muhalefet dinamiğini sakatlamaya
ve sisteme bağlamaya dönük oldukça yüzeysel ve
kırılgan bir milliyetçilik/şövenizm dalgası olarak
biçimleniyor. Sadece bu değil, aynı zamanda ezilen
uluslara karşı düşmanca ve baskıcı, ırkçı, şovenist
politikalarla da ifadesini buluyor. Bu saldırgan
milliyetçi politikalar, emperyalist ülkeler karşısında
alçakça bir siniklik ve işbirlikçilik ile içiçe
geçmiş durumda.
Gerek emperyalist ülkelerde, gerekse yeni-sömürgelerde
milliyetçi söylemi esas alan partilerin güçlenmesi,
daha doğrusu aşırı sağcısından sosyal-demokratına
değin tüm burjuva politik partilerin milliyetçiliği
ve şovenizmi politik söyleminin esaslı bir parçası
getirmesi, daha ötesinde ırkçı, aşırı sağcı eğilimlerin
güçlenmesi, yükselen milliyetçilik eğiliminin
sonuçlarıdır. Bir yandan postmodern söylem temelinde
kimlik politikaları, ulus devletlerin giderek
ortadan kalktığı demogojisi, küçük parça sorunlar
etrafında yaratılan politik ve toplumsal parçalanma,
diğer yandan milliyetçilik ekseninde egemen sınıflar
etrafında sağlanan gerici-faşizan birlik; burjuva
siyasal alanın bir bütün oluşturan iki ana eğilimidir.
Bu noktada, yeni-sömürgelerde gerici milliyetçiliğin
nesnel zeminlerinin oldukça sınırlı olduğu söylenebilir.
Gerici milliyetçilik daha çok, devlet içindeki
diğer ulusların ve ulusal toplulukların hak arayışlarına
karşı şövenist ilkel saldırganlık olarak biçimleniyor.
Nispeten güçlü biçimde beslendiği yegane alan
burasıdır diyebiliriz.
Diğer yandan, neoliberal politikalar ekseninde
hayatı biçimlendiren oligarşilerin emperyalizmle
geliştirdikleri sinik kukla ilişkiler ve bunu
perdelemek için geliştirilen “ulus devletler küçülüyor,
karşılıklı bağımlılık gelişiyor” söylemi hayatın
gerçek ilişkilerine çarpıyor ve etki gücünü giderek
daha çok yitiriyor. Aslında gerici/faşizan milliyetçilik
ile emperyalist küreselci yaklaşım sistemin ideolojik
arka planını oluşturuyor ve birbirini tamamlıyor.
Tam da bu noktada, yeni-sömürgelerde gerici-faşizan
milliyetçi dalganın ve “ulus devletler yok oluyor,
küresel bağımlılık gelişiyor” demogojilerinin
yanısıra, güçlü bir anti-emperyalist nesnel zemin
de canlanıyor. Bu noktada, neoliberal politikalara
ilişkin demogojilerin gerçek yüzünün emekçilerin
günlük yaşamları içinde açığa çıkıyor oluşu belirleyici
önemdedir. Emekçilerin sosyal haklarının budanarak
devletin küçültülmesinin daha iyi sonuçlar yaratacağı,
emperyalist kurumların tüm yaşamı belirler hale
gelmesinin “karşılıklı bağımlılığı” artırdığı,
bunun daha güzel bir dünya yaratacağı demogojileri
son 20 yıllık kesitte artık inandırıcılıklarının
sınırlarına varmıştır.
Bu durumun geniş emekçi kitlelerin bilincinde,
içinde yaşadıkları devletin niteliğine ilişkin
ciddi dönüşümler yaratmaktadır.
“Bunun yanısıra, yeni-sömürge devletlerin emperyalist
devletlere ve uluslararası kurumların iradesine
kölece bağlılığı ve bunların hayatın her alanına
neredeyse detaylar düzeyinde doğrudan müdahalesi,
emekçiler nezdinde ulusal bağımsızlığın yitirildiğini,
mevcut devlet yapılarının kukla bir karakter kazandığını
açık biçimde ortaya koyuyor. 1945 sonrasında açık
işgal ve klasik sömürgecilik yerine, gizli işgal
ve yeni-sömürgecilik yolunu seçen emperyalist
devletler, yeni-sömürgelerin iç ilişkilerine doğrudan
müdahalelerini arttırdıkça yeniden işgalci olarak
görülüyorlar. Emekçiler ülkelerinin yeniden farklı
bir yoldan göstere göstere işgal edildiğini, kendi
devletlerinin ise bu işgalin koruyucu gücü, işbirlikçisi
olduğunu anlıyorlar. Bütün bu süreçlerin emekçiler
nezdinde bilince çıkması özel bir devrimci çalışma
yoluyla olmuyor. Günlük pratik yaşam bu durumu
oldukça çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.” (S. Barikat,
sayı 9, sf 18)
Evet, gerici milliyetçiliğin yanısıra, bir yandan
da, bir nesnel eğilim olarak anti-emperyalist
mücadele zeminleri gelişiyor. Bu anti-emperyalist
zemin günlük hayat ilişkilerinden doğuyor. Açılığın,
yoksulluğun, işsizliğin en temel kaynaklarından
biri olarak emperyalizm açık biçimde görülüyor.
Bütün bu felaketlerin emperyalistlerin ve onların
işbirlikçilerinin ortak kararları sonucu ortaya
çıktığı açıkça gün yüzüne çıkıyor. Ülkedeki kapitalist
sistemin anlatıldığı gibi izole, ulusal bir sistem
olmadığı, işleyişinin de, yarattığı yıkımın da
dünya emperyalist kapitalist sistemine bağlı olduğu,
emperyalist kurumların işbirlikçileri yoluyla
hayatımızı biçimlendirdiği daha net biçimde açığa
çıkıyor. Tam da bu noktada, kapitalizme ve yarattığı
yıkıma yönelen tepki açıkca ve doğrudan emperyalizme
ve kurumlarına da yöneliyor. Yeni anti-emperyalist
zeminler sınıfsal tepkiler ile emperyalizme yönelik
tepkileri içiçe taşıyor. Her iki olguyu birleştiren
nitelik taşıyor. Bu bağlamda, geçmişde esas olarak
ulusal bağımsızlık eksenli olarak gelişen anti-emperyalist
mücadele, bu unsurun yanısıra anti-kapitalist
öğeleride içinde taşır hale gelmiştir. Bu eğilimin
büyümesi ve gerçek bir devrimci eylem kanalı haline
gelmesi tümüyle devrimci hareketin çabalarına
bağlıdır.
Ulus sorun ve milliyetçiliğin son on yıldaki en
önemli damarlarından birini ise oluşum süreçlerini
yukarıda kısaca ortaya koyduğumuz çok uluslu yeni-sömürgelerdeki
ezilen ulusların giderek yoğunlaşan ulusal mücadeleleri
oluşturmaktadır. Türkiye’de Kürt hareketi, Sri
Lanka’da Tamil Hareketi, Meksika’da Maya Hareketi,
Rusya’da Çeçenistan Hareketi, Birmanya’da Karen
Hareketi, Endonezya’da Aceh ve çok sayıda ulusal
topluluğun mücadeleleri, Hindistan, Pakistan,
Filipinler ve başta Ruanda, Brundi, Kongo, Nijerya,
Siera Leone, Uganda olmak üzere hemen hemen tüm
Afrika ülkelerindeki çeşitli ezilen ulusların
ve ulusal toplulukların patlayan mücadeleleri,
tüm çok uluslu yeni-sömürgeler dünyasını ezilen
ulusların ateşi ile yakmaya başlamıştır.
“(...) çok uluslu yeni-sömürge devletlerin kuruluş
aşamalarında bastırılan ulusal talepler de, ortaya
çıkan yeni tarihsel-toplumsal koşullarda her yerde
güçlü biçimde ifade ediliyor. (Çok uluslu yeni-sömürgelerin-y.n.)
Kuruluş aşamalarında genellikle uluslaşma sürecinin
henüz başlarında olan ve güçlü bir ulusal harekete
sahip olmayan ve emperyalist işgalden kurtuluşun
büyük umutlar yarattığı koşullarda ciddi bir varlık
göstermeyen ezilen ulusal topluluklar, artık her
ülkede siyasal olarak kendilerini ifade etme araçları
yaratıyorlar. Siyasal olarak daha da baskıcı,
demokratik mekanizmaları oldukça güdük ve esas
olarak göz boyamaya dönük, ekonomik alanda değişik
ulusal ve diğer toplumsal katmanlardan gelen kitleleri
sistem içinde bütünleştirecek zeminleri bulunmayan
(varolanları yok eden) çok uluslu yeni-sömürge
devletleri, bütün bu kesimleri bütünleştirecek
yapıdan uzak durumda bulunuyorlar. Toplumsal parçalanmayı
durdurmada zor yolu dışında ciddi bir kanal yaratamıyorlar.
Bu ise parçalanmanın daha da şiddetli biçimlerinin
gelişmesinin önünü açıyor.” (S. Barikat, sayı
9)
Bu durum, devrimci güçlerin önüne bugüne değin
karşı karşıya olduklarından tümüyle farklı yeni
bir ulusal hareketler kuşağı çıkarmıştır. 1990’lara
değin gelen ulus sorunlar ve ulusal kurtuluş mücadeleleri
kimi istisnalar dışında esas olarak büyük emperyalist
sömürgeci imparatorluklar ile sömürge halkları
arasındaki mücadeleler olarak biçimlenmiştir.
Ezilen ulusların büyük emperyalist sömürgeci güçlere
karşı mücadelelerinde en büyük destekçileri ise
sosyalist hareket ve sosyalist ülkelerdir. 1980’lerde
boy vermeye başlayan, 1990’larda ise adeta patlayan
yeni kuşak ulusal hareketler ise her yönden farklı
özellikler taşıyor.
Her şeyden önce, bugün ezen ulus ve devlet konumunda
olan aktörlerin çoğu doğrudan emperyalist sömürgeciler
değil, tersine kendileri de emperyalizmin yeni-sömürgesi
konumunda olan ülkeler ve uluslardır. Öte yandan,
ezilen ulusun mücadelesine önderlik eden güçler
sosyalist hareketin ve devletlerin yaşadığı ağır
çözülme sürecine bağlı olarak çoğunlukla sosyalist
düşüncelere uzak, burjuva pragmatizminden derin
biçimde etkilenmiş, kimi durumlarda farklı emperyalist
güçlerin güdümüne girmiş, işbirlikçi nitelikleri
güçlü önderlikler. Gerek ezen ulusun devleti,
gerekse daha az ölçüde olmakla birlikte ezilen
ulusa önderlik eden güçler milliyetçi ve dinsel
motifler ekseninde en vahşi katliamlara imza atmaktan
çekinmiyorlar.
Dönemin ulusal sorun bakımından en önemli açmazı
da budur. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız yollardan
(devrimci sosyalist önderlikler dışında) gelişen
ve çoğu durumda yeni sömürgeciliğe evrilen “bağımsızlık”
süreçleri, emperyalist sistemin krizlerinin ritmine
bağlı olarak derin çöküntüler aşamasına geldiğinde
ve neoliberalizmin vahşi saldırısıyla karşılaştığında,
yani sonuç olarak “ekmek iyice küçüldüğünde”,
ulusal sorunların için için yanmakta olan fitili
de sonuna gelmiştir. Devrimci hareketin yükseliş
koşullarında belki de birçoğu toplumsal kurtuluş
davasıyla da birleşerek özgür çözümlere ulaşabilecek
olan ulusal sorunlar, birçok örnekte ezilenlerin
kendi sınıf kardeşlerine yönelttikleri acımasız
şiddet unsurlarını da içeren bir karmaşa içinde
ortaya dökülmektedir. Bu bir zihin bulanıklığı
yaratmaktadır; çünkü bu kez önümüze çıkan ulusal
hareketler, büyük bir çoğunluğu itibarıyla artık
marksizmden uzak önderliklere sahipti ve hatta
bazıları düpedüz gerici-ırkçı nitelikler taşımaktadır.
Çeçen önderliğinin şeriatçılığı ya da Hırvat milliyetçilerinin
bazı kesimlerinin son derece şaşırtıcı bir biçimde
Nazi simgelerini kullanmaları bunun en açık örnekleridir.
Bazı hallerde ise, örneğin Afrika’da zaten doğru
dürüst oturmamış olan ve eski sömürge sınırları
içinde hapsedilen ulusal kimlikler, eski kabileci
karanlığa dönüş yapmakta ve ortaya çıkan kaos
kendisini toplu mezarlar gerçeğiyle somutlamaktadır.
Ya da örneğin Hindistan gerçeğinde eski sömürgeci
metodun devamı ve aslında yüzlerce değişik topluluktan
oluşan toplumsal yapının özgür-sovyetik birliği
yerine katı üniter devletinin sürdürülmesi, son
derece acımasız hesaplaşmaları gündeme getiriyor.
Ve şüphesiz, asla unutulmamalı, bütün bunlar,
sosyalist alternatifin çoktüğü, emperyalist hegemonyanın
şimdilik rakipsiz gibi göründüğü, devrimci moral
ve eylemlilik kapasitesinin geriye çekildiği koşullarda,
yani toplumsal kurtuluşa yönelik büyük bir umutsuzluğun
egemen olduğu bir dünyada olmaktadır.
Üstelik, bütün bu olup bitenleri sadece “kışkırtma”
unsuruna bağlamak ve böylece politik çözüm olarak
da “üniter” yapıları savunmak da, çoğu kez şovenizme
yol açan bir yanılgıdır. Sonuçta, bir önceki dönemde
devrimci sosyalist temelde çözülememiş sorunlar
olarak bütün bu sorunlar, uygun bir ortam bulduklarında
açığa çıkmışlardır.
Bugünkü neoliberal bağımlılık biçiminin yarattığı
yanılsamalar postmodern parçalanma eğilimiyle
birleşerek ciddi bir çarpılma unsuru yaratmışsa
da, bu durum, söz konusu sorunların henüz çözülmemiş
ulusal sorunlar olarak varlıklarını sürdürdüğü
gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır.
Devrimci Sosyalist
Tutum ve Görevler
l Böylece, bir kez
daha varmış olduğumuz nokta, ulusal sorunların
özgür çözümü için yalnızca devrimci sosyalist
hareketlerin yetenekli oluğunun yeniden tescilidir.
Özellikle günümüz dünyasında, neoliberal bağımlılığın
özgün biçimi, ulusal kurtuluş ve bağımsızlıkla
sosyalizmi daha doğrudan bir biçimde birbirine
bağlamakta ve ara yolları çıkmaz haline dönüştürmektedir.
Yeni süreçte, sınırsız sömürü ağından yeni “kukla”lık
biçimlerine kadar emperyalist hegemonyanın aldığı
biçim, bütün bağımlı ülkelerdeki toplumsal direnişe
zorunlu olarak ulusal boyutlar eklemektedir. Tarımsal
alanda hangi ürünün ne kadar ekileceğinden hangi
madenin nerede ne kadar çıkarılabileceğine dek
bütün ayrıntıları denetleyen, ülkelerin temel
ekonomik-politik-askeri karar alma mekanizmalarını
hemen hemen doğrudan yöntemlerle kontrol eden
emperyalist hegemonya, bağımlı ülkelerin en ücra
köylerindeki insanları bile artık doğrudan ilgilendirir
olmuş ve gerçekten “bugünkünden daha iyi yaşam”
gibi son derece basit ve masum bir istek bile
ancak emperyalizmin ülkeden kovulmasıyla mümkün
olabilir hale gelmiştir. Böyle bir noktada, ulusal
kurtuluş ile toplumsal kurtuluş, yani sosyalizm
arasındaki zamansal mesafe neredeyse ortadan kalkmış,
kesintisiz geçiş bütün yeni sömürge ülkeler için
zorunlu hale gelmiştir. Bu durum, bir yandan devrimci
sosyalist perspektiften yoksun bir “bağımsızlıkçı-ulusal”
eğilimi tamamen boşa düşürürken diğer yandan da
devrimci saflardaki “öncelik-sonralık” tartışmalarını
önemli ölçüde törpülemiştir. Eski türden “milli
demokratik devrim” tezinden yaklaşık otuz yıl
önce M. Çayan’ın teorik atağıyla kopmuş bulunan
devrimci sosyalist hareket, bu durumun çok daha
fazla farkındadır. Sürecin bugün gelmiş olduğu
noktada, artık bilinmektedir ki, Türkiye’de ya
da herhangi bir yeni sömürge ülkede bir devrimci
iktidar, günümüzün kapsamlı kuşatma koşullarında
ayakta kalabilmek için, büyük bir hızla ülkenin
bütün kilit ekonomik sektörlerine el koymak, iktisadi-toplumsal
hayatı en azından sosyalizmin bazı ön uygulamalarına
göre düzenlemek zorundadır.
“Tam bağımsız ülke” kavramı, bu anlamda pratik
olarak toplumsal dönüşümlere bağlanmıştır.
Ve yine aynı biçimde, herhangi bir ülkede “bağımsızlığın”
korunması sorunu, aynı yoğun kuşatma koşullarında
salt ulusal tedbirlere ve fiziki önlemlere değil,
dünyanın başka köşelerindeki devrimci ve demokrat
güçlerin aktif enternasyonal dayanışmasına yaslanmak
zorundadır.
Dolayısıyla, anti emperyalizm, ulusal kurtuluş
ve toplumsal kurtuluşun böylece iç içe geçtiği
böylesi koşullarda, dünyanın çeşitli köşelerindeki
ulusal sorunların gerçekten özgürlükçü-eşitlikçi
bir çözümü de devrimci sosyalist önderliklerin
yaratılması ve güçlendirilmesi sorununa bağlanmıştır.
l Yani sonuç olarak,
bugün dünyanın çeşitli köşelerinde devam etmekte
olan ve bir çoğu dar milliyetçi-etnik temellerde
yürüyen ulusal çatışma biçimleri, ne enternasyonalizm
nasihatleri ne de yerelliğe aşık olan postmodernizmin
“hoşgörü” gösterileriyle çözüme kavuşacak değildir.
Bunun için yürünebilecek tek gerçek yol, ulusal
sorunla toplumsal kurtuluş mücadelesini birleştiren
devrimci sosyalist bir müdahaleden başkası olmayacaktır
ve bugünün en başta gelen görevi bu müdahalenin
yerel ve uluslararası ayaklarını örmek, ezilenlerin
güçlü vuruşlarıyla somut “çözüm örnekleri” olarak
devrimci iktidarları ve iktidar yolunda yürüyen
güçleri yaratmaktır.
l Bu bağlamda, dünya
devrimci hareketinin ortak dinamik ve iradesinin
ifadesi olarak yeni bir enternasyonal birliğin
hem devrimci sosyalist güçler bağlamında hem de
daha geniş kapsamlı bileşimlerle yeniden oluşturulması,
bu bileşimin bölgesel ayaklarının bugünden başlayarak
örülmesi, devrimci sosyalist güçlerin günümüzdeki
başlıca görevidir.
l Proletarya enternasyonalizmi
tarafından yüzyılın başında belirlenmiş olan “Bütün
Ülkelerin İşçileri ve Ezilen Halklar Birleşin”
sloganı, yeni süreçte geçerli ve günceldir. Bu,
proletarya devrimlerinin olduğu kadar “Ulusların
Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”nın da demokratik
bir ilke olarak güncelliği anlamına gelmektedir.
Devrimci sosyalistler, bağımsızlık ve ulusal kurtuluş
ile toplumsal kurtuluşun günümüzde birbirine sıkı
sıkı bağlanmış olduğunu bir an bile unutmaksızın,
bu perspektiften kopmaksızın Ulusların Kendi Kaderlerini
Tayin Hakkı’nı içtenlikle savunmakla yükümlüdürler.
“Günümüzde ulusal sorunların bittiği ve ulusların
kendi kaderlerini tayin hakkının geçersizleştiği”
yolundaki iddialar, sosyal gerçeklikten kopuk
anlayışların ürünüdür. Devrimci sosyalizmin programı,
somut, var olan gerçek sorunlar üzerine, bu sorunların
çözüm yolu olarak kuruludur ve esasen mevcut durumda
birer sorun yumağı olarak dünyayı kasıp kavurmakta
olan ulusal sorun ve çatışmaların devrimci sosyalist
yoldan çözüme bağlanması güncel ve yakıcı görevlerimiz
içersindedir.
l Öte yandan, neoliberal
bağımlılığın ulusal bağımsızlık ile toplumsal
kurtuluş mücadelesini tek bir süreçte birleştirdiği
belirlemesi net olmakla birlikte, devrimci sosyalistler,
demokratik bir ilke olarak ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkını savunurken, baskı altındaki ulusların
ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkı ile bu
ulusların önderliklerinin niteliği arasında doğrudan
bir ilişki kurmayacaklardır. Devrimci sosyalistler,
ulusal sorunun çözümü ve bağımsızlık konusunda
kendi teorik ve pratik duruşlarını korumakla birlikte,
baskı altındaki ulusların haklarının içtenlikli
savunucuları olarak kendi düşünceleriyle uyumlu
olmayan ulusal önderliklerin varlığı halinde de
ulusal hakları tartışma konusu yapmazlar. Kürt
ulusunun, Aceh’lilerin, Karen’lerin, Hindistan’daki,
Afrika’daki onlarca ezilen ulusun kendi kaderini
tayin hakkı gerici önderliklerden bağımsız olarak
bu ulusların demokratik haklarıdır. Gerici önderliklerden
yola çıkarak ya da bunların bağımsızlıklarına
kavuşsalar bile kısa sürede emperyalizme bağımlı
yeni-sömürgeler olacağı iddiası ile bu ulusların
gerici-faşist devletlerin baskısı altında yaşamalarına
gözyuman yaklaşımlar, ancak gerici statükoları
desteklemek anlamına gelir. Çözüme ulaşmamış sorunlar
ve ulusal baskı olgusu ortada dururken “sosyalist
ilkeler” adına mevcut kapitalist ya da gerici
devletlerin üniter birliklerinin savunucusu olmak,
ulusal önderliklerin ideolojik duruşlarını da
bu tavrın bahanesi olarak öne sürmek, devrimci
sosyalistlerin uzak duracağı bir tutumdur. Ulusal
sorunun en sağlıklı çözümünün toplumsal kurtuluşa
bağlı olarak özgür ve eşit birleşme olduğunu belirlemiş
olmak, bu çözüm yolu gerçekleşene kadar halkların
despotik diktatörler ya da zaten kendisi yeni
sömürge olan çok uluslu ülkelerin parmaklıkları
arasında tutulmasını onaylamak anlamına gelmez.
l Ezen ya da ezilen
ulustan olsun herhangi bir sosyalistin herhangi
bir biçimde milliyetçi olması, düşünülemez. Devrimci
sosyalistler, sosyalist ve enternasyonalist kimlikleri
ile köken olarak belirli bir ulusa ait olmaları
arasında hiçbir zaman kıyaslama yapmayacaklar
ve gerçek kimlikleri olan sosyalizmi her zaman
üstte tutacaklardır. Milliyetçilik, bize ait bir
olgu değildir ve hiç olmamıştır. Yani, devrimci
sosyalizm gerek yeni-sömürgelerde, gerekse emperyalist
ülkelerde burjuva siyasal alana damgasını vuran
gerici-faşizan milliyetçiliğin her türlüsüne karşı
mücadele etmekle yükümlüdür. Bu noktada, en sağlam
zeminlerden biri oluşmakta olan yeni anti-emperyalist
zeminlerdir.
Neoliberal politikalar temelinde artık çok açık
biçimde yeni-sömürgelerin toplumsal yaşamının
her bir alanına el atan emperyalist devletler
ve kurumlara karşı emekçilerin yükselen protestoları,
kapitalist sisteme karşı hoşnutsuzluklar ve mücadele
ile emperyalizme karşı mücadeleyi birleştiren
ilk haykırışlardır. Anti-emperyalizm ile toplumsal
kurtuluşun, ulusal bağımsızlık ile işçi sınıfı
ve tüm ezilenlerin demokratik ve sosyalist mücadelelerinin
birleştiği, içiçe geçtiği, birbirinden ayrı düşünülemez
hale geldiği bu zemin devrimci sosyalizmin boy
vereceği yeni ve büyük devrimci dinamikler taşıyan
en önemli alanlardan biridir. Bu zemin aynı zamanda
gerici-faşist milliyetçiliğin püskürtülmesinin
(MHP’nin tüm milliyetçi demogojileri IMF’ci, işbirlikçi
politikaları sonucu kısa sürede bu nedenle boşa
çıktı) en önemli araçlarını da sunmaktadır.
l Özellikle Türkiye
bağlamında açık biçimde şovenizme varan milliyetçi
solculuk biçimleri devrimci sosyalizmin en çok
savaşması gereken eğilimdir. Neoliberal saldırının
çokuluslu olmasından hareketle artık “enternasyonalizmin
bittiği” ve “devrimciliğin ancak milliyetçilik
yolundan kendini ifade edebileceği” yolundaki
şovenist ahmaklık, sonuçta yeni sömürge ülkenin
“ulusal”(!) oligarşisine yaptığı yardakçılık ve
kışkırttığı ırkçı eğilimler nedeniyle kesin biçimde
reddedilmelidir.
l Buna karşın devrimci
sosyalizm, günümüzde çeşitli ülkelerde somut örnekleri
görülen ve kendilerini “ulusalcı” olarak tanımlayan
yönetimler sorununu tek tek olgular üzerinden
dikkatle ele alacaktır. ABD emperyalizmini bir
biçimde rahatsız eden, ancak tutarlılığı ve kalıcılığı
tartışmalı görünen Chavez ve Lula gibi aykırı
örnekler, muhtemelen yakın gelecekte de farklı
biçimlerde tekrarlanacaklardır. Devrimci sosyalistler,
bu örneklere kendi bakış açılarını koruyarak yaklaşacak,
kendi ülkesinin petrolünü, tahılını neoliberalizme
karşı savunmak için harekete geçen halkçı demokratik
yönetimleri gerektiğinde emperyalist saldırganlık
ve darbe girişimleri karşısında savunmayı da görev
sayacaklardır. Bu bağlamda Fidel’in zekice bir
espriyle G-77’ler adı altında bir araya getirmek
istediği bu tür güçlerin çeşitli biçimlerde oluşturabilecekleri
uluslararası birlikleri de dikkatle izlemek ve
tutarlı anti emperyalist tutumlar aldıkları her
noktada desteklemek, demokratik görevlerimiz arasında
yer alacaktır.
l Aynı şekilde “küreselleşme
karşıtı” olarak bilinen uluslararası muhalefet
hareketine, savaş karşıtı girişimlere büyük değer
biçen devrimci sosyalist hareket, bu hareketin
gelecekte devrimci iktidarları ve iktidara yürüyen
güçleri de savunan bir enternasyonalist dayanışma
platformu haline getirilmesi için çaba sarfedecektir.
1936 İspanya’sındaki “uluslararası tugaylar” geleneğinden
Bolivya ve Kongo’ya uzanan zincirin Filistin ve
Irak’ta “canlı kalkan” uygulamasına dönüşmüş biçimleri,
mutlaka önce bölgesel, sonra da uluslararası dayanışma-ortak
savaş yürütme biçimlerine ulaşması, daha doğrusu,
İspanya-Bolivya-Kongo tarzının yeniden hakim kılınması
yine devrimci sosyalistlerin güncel görevleri
olacaktır. Ancak devrimci sosyalizm, böyle bir
kalkış noktasından hareket ederek ulusal çaptaki
devrimlerin güncelliğini reddeden bir anlayışa
da prim vermeyecektir.
l Ve yine devrimci
sosyalist hareket, baskı altındaki ulusların özgürlüğü
sorununu AB taşeronlarının düzen-içi “çokkültürlülük-mozaik”
söylemlerine de kurban etmeyecek, ezilen halkların
toplumsal kurtuluşu da içeren devrimci çözüm yollarından
yana olacaktır.
l Ve nihayet, devrimci
sosyalist hareket, bugün yürümekte olduğu yol
boyunca, bugüne ait yüzlerce sorunla boğuşur ve
çözmeye çalışırken, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz
ve sınırsız bir komünist dünya hedefini asla unutmayacak,
bu konudaki teorik ve pratik saflığının bozulmasına
asla izin vermeyecektir. Lenin’in dediği gibi
“ulusları emmeyen ama onların en demokratik ve
sosyalist yanlarını kapsayarak kendisini zenginleştiren”
bir enternasyonal anlayıştan ayrılmayacaktır.
Devrimci sosyalizmin güncel ve ertelenemez görevleri
bunlardır. Bu anlamda yolumuz açıktır, sağa sola
savrulmadan yürümenin imkânları sınırsızdır.
|