Doğada kimi canlılar vardır ki, üreme işlevlerini
tamamladıktan sonra can verirler. Türlerini devam
ettirmek üzerine yoğunlaşmış olan evrimsel gelişimleri,
onları bu noktaya getirmiştir. Sözkonusu canlı,
ölümünün ardından kendi türünde, kendi genleriyle
birçok yavrusunun dünyaya geleceğinin güveniyle
yaşama veda eder.
Elbette ki insan, biyolojik anlamda böylesi bir
canlı değildir. Ama sadece biyolojik anlamda.
Hepimizin de bildiği gibi, insanın varoluşu, bundan
çok daha ötede anlamları da barındırmaktadır.
Toplumsal bir varlık olarak insan, bu toplumsal
varoluşunun gelişim düzeylerine bağlı olarak tarihte
birçok defa örneği görüldüğü üzere biyolojik varoluşundan
sıyrılabilmiş, bir canlı türü olarak kendinden
beklenmeyen davranışlar ortaya koyabilmiştir.
Ölüm karşısındaki tutum, bunlardan en belirgin
olanıdır. Doğanın genleri aracılığıyla kendisine
yüklediği yaşama güdüsüne, toplumsal varoluşunun
beraberinde getirdiği bilinci ile karşı durup,
tam tersine davranabilen insan, doğa-insan çelişkisinin
bu aşamasında güdülerinin esiri olmaktan sıyrılabilmiştir.
Ona bu davranışı gerçekleştiren toplumsal bilinç
noktasının niteliği, sonrasında aynı bilinç noktasının
bir genetik kod gibi çoğalabilmesinin de önünü
açabilmiştir. Kızıldere’de Mahir’lerin tavrı,
bunun ülkemiz açısından tipik bir örneğidir.
Ne olursa olsun, herşeye rağmen yaşamayı en üstün
ilke olarak benimseyen büyük çoğunluk açısından
bu bir “kahramanlık” olarak algılanabilir. Oysa
dağlarda üzerlerine yağan mermilerin vızıltılarını
bir kuş cıvıltısı doğallığında karşılayanlar için
ölüm, Che’nin deyimiyle “pek de uzak olmayan bir
ihtimal”dir sadece... Ya da daha o dağlara çıkılmadan
çok önce kapatılmış bir hesap...
* * *
Serpil Polat’ın Sakarya Zindanında bedenini ateşe
vermesinin üzerinden dört yıl geçti. Ve bu dört
yıl boyunca Serpil binbir değişik biçimde yeniden
varoldu, doğdu, yaşadı ve yaşıyor... Gün geçtikçe
kökleri daha da derine inen bir ağaç gibi, her
geçen gün daha güzel kokan çiçekleri, her geçen
gün daha da lezzetli olan meyveleri ve her geçen
gün bir başka körpecik fidanda çiçeklenen aşılarıyla
büyüyor, büyüyor, büyüyor...
Hergün, yaşamın her alanında görebileceğimiz birçok
işçiden biriydi Serpil de. Tıpkı onlar gibi, tek
kaygısı yaşamaktı belki de. Ama o noktada kalmadı.
Hem kendi emeği ile, hem de kollektif bir emek
sürecinin sonunda bugünkü ölümsüzlüğüne ulaştı.
Doğadaki ve toplumdaki her süreç gibi diyalektik
bir gelişimdi bu. Toplam emek büyüdükçe, kollektif
de büyüyor; kollektifin bileşenleri de daha fazlasını
alabiliyordu. Ve sosyalizmin ilkesi gereği emeğiyle
öne geçen, daha da fazlasını alıyordu. Bireyin
gelişimi kollektifin gelişimi, kollektifin gelişimi
de bireyin gelişimi demekti. Ve Serpil, giderken
düşün dünyamıza şu notu da bıraktı: Aynı emeği,
ama sadece çalışma saati olarak değil, gözlerdeki
ışıltılı gülüş olarak da aynı emeği paylaşarak
büyütmeye hazır herkes için bu sınırsız yoldaşlaşma
duygusunun yolları açıktı. Bazen çakılan bir kibrit,
bazen çekilen bir tetik, bazen yazılan bir şiir,
bazen yapılan bir siyasal analiz, bazen sehpaya
indirilen bir tekme, bazen oluşturulan bir örgütlülük,
bazen çizilen bir afiş, söylenen bir şarkı...
Mücadelenin önümüze çıkaracağı hangi biçimde olursa
olsun bu toplumsallaşma düzeyinin, bu yoldaşlaşma
düzeyinin somutlanacağı güzergah, yüreğimizin
ve bilincimizin diyalektik sarmalında şekillenerek
kök salacak yeryüzüne. Ve Serpil’den aşıladığımız
dallarında en güzel meyvalarını, çiçeklerini sunacak
paylaşmanın erdeminde çoğalan her bir yüreğe...
Ve bir böceği bile coşkuyla sevebilen bu yüreğin
büyüttüğü o kollektif sevgi, bugün yüreğimizi
ısıtıyor hala. Gözlerindeki gülüşün içinde sarhoş
olabilme mutluluğunu yaşayabilmiş olmak ne güzel.
O kocaman emekçi avuçlarının sıcaklığı seni ölümsüzleştiren
alevlerden daha yakıcıydı sanki. Başarabiliyor
muyum bilemiyorum ama senden öğrendiğim gibi kucaklayarak
her yoldaşta büyütmeye çalışıyorum bu kollektif
sevgiyi...
|