Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

D. SENA

Geçtiğimiz ay, televizyonlarda tuhaf bir miting haberi izledik: Abide-i Hürriyet meydanında, doğrusu müthiş bir bileşim vardı: DSP’li yarımbuçuk Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel, gayrıresmi devlet tarikatı şeyhi Prof. Zekeriya Beyaz, son seçimlerde iktidarı “kılpayı kaçırmış” olan İşçi Partisi’nin Başkanı Doğu Perinçek, İstanbul Üniversitesi başgardiyanı Kemal Alemdaroğlu, Büyük Birlik Partisi Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, devrimcilikle hiçbir ilgileri kalmamış “68’liler Birliği” ve tarikattan bozma parti şefi Haydar Baş...
Herkes bir arada! Herkes Denktaş’la omuz omuza!
Çünkü Kıbrıs tehlikede! Çünkü Yavru-TC elden çıkmak üzere!
Kıbrıs’ın bir yere gittiği yok aslında. Daha doğrusu Kıbrıslılar bir yere gitmiyorlar da sadece onyıllardır ülkelerini işgal etmiş olan yabancı güçlerin birazcık gitmesini istiyorlar. Böylece AB vasayetine girecek olan Kıbrıs’ın daha mutlu olup olmayacağı ayrı bir tartışma konusu ama artık şu kesin görünüyor, insanlar bugünkü statükoyu istemiyorlar.

Kıbrıs: Yolgeçen Hanı
Kıbrıs’ın tarihi, durduğu yerle belirleniyor aslında biraz. Yüzyıllarca da bu stratejik konumunun etkisine bağlı bir tarih yaşıyor. Herkesin şöyle bir uğradığı, şöyle bir işgal edip bir zaman sefasını sürdüğü bir adacık: Akdeniz’e hakim, deniz yollarının düğüm noktası, vb...
Sonuçta ada Osmanlı’nın elinden çıktığında da karmaşık ilişkiler yaşar; kimse tek başına Yunanistan’a da bırakmaz Kıbrıs’ı, daha çok da İngilizler her zaman bir köşesini ellerinde tutmak isterler. Osmanlı’nın zamanında yaptığı iskanlarla çok-uluslu hale gelmiş olan ada, hiçbir zaman kendi haline bırakılmaz ve sürekli kışkırtmaların hedefi olur.
Ama Kıbrıs’ın yakın tarihi asıl 1950’lerde başlar. Yunanistan’ın faşist güçleri tarafından örgütlenen Grivas’ın EOKA örgütünün kuruluşu 1954 yılındadır örneğin. Daha sonra Yunan Albaylar Cuntası’na doğrudan bağlanacak olan EOKA, şovenist “Büyük Yunanistan” düşünün adadaki pratik ifadesidir ve kurulduğu andan itibaren Türk azınlığa karşı silahlı saldırılar planlamaya başlamıştır.
Bu arada, Türkiye’de de kontr-gerilla, yani o zamanki adıyla Seferberlik Tetkik Kurulu hazırlıklara başlamıştır. 1957’de STK başkanı olan Daniş Karabelen, Kore’den deneyimli Binbaşı İsmail Tansu ile işe girişir. Dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun da başından beri işin içindedirler ve Genel Kurmay 2. Başkanı orgeneral Salih Coşkun aracılığıyla süreci yönlendiririrler. Sonuçta Binbaşı Tansu ve Rauf Denktaş-Dr. Fazıl Küçük ikilisi, bir araya gelirler ve Türk Mukavemet Teşkilatı”nın (TMT) temelleri atılır.
1958’den itibaren oluşturulan beşer kişilik TMT hücrelerinin birim isimleri de çok ilginçtir: Çadır, Oba, Otağ, vb.. TMT liderlerine ise Bozkurt denilmektedir, ki zaten örgütün amblemi de şu bildiğimiz Ülkü Ocakları’nın uluyan kurt resmidir.
TMT teşkilat prensipleri de yine Ankara’da belirlenmiştir ama tüzük benzeri metinlerinde sürekli olarak (özellikle 3, 4 ve 5. maddelerinde) Türkiye’nin örgütü gayrı resmi olarak destekleyeceği, silah ve malzeme vereceği, ancak bunların asla yazılı hale getirilmeyeceği ve faaliyetlerin açığa çıkması durumunda da TC’nin örgütle ilişkisinin reddedileceği vurgulanmaktadır. Türkiye’ye turist gibi gelecek 25’er kişilik gruplar Ankara’da eğitilecek, sonuçta böylece 5-10 bin kişilik bir ordu oluşturulacaktır.
TMT lideri Yarbay Rıza Vuruşkan, Yüzbaşı Mehmet Özden ve diğer kontra elemanlarının hepsi, İş Bankası aracılığıyla sahte isimler kullanarak bankanın müfettişleri olarak adaya gidip gelmektedirler, ki bu ayrıntı da İş Bankası’nın devletin kirli faaliyetlerindeki rolü açısından önemlidir. Emlak Bankası’nı batıran Bülent Şemiler’in babası Kemal Şemiler, Denktaş ve Fazıl Küçük, TMT’nin ilk üyeleridir. Ankara-Sincan yakınlarında kurulan bir askeri kampta 25’er kişilik gruplar eğitilir, 1958’den itibaren de adaya silahlar gönderilmeye başlanır. Daha sonra ise iç hesaplaşmalar ve cinayetler başlar. 1961’de Avukat Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet’in TMT tarafından öldürülmesi bunun ilk belirtileridir.
16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğünde resmen kurulduğunda, Cumhurbaşkanı Makarios, yardımcısı ise Dr. Fazıl Küçük’tür. Yani bir yanda karşılıklı çeteler kurulur, kontra grupların silahlanmasına hız verilirken, diğer yandan da tek bir cumhuriyet kurulmaktadır. Bu arada hiçbir zaman tartışılmayan tabu ise adada geniş bir alan işgal eden İngiliz üssüdür.
Bu arada ortak sendikalarda örgütlenen işçiler de TMT ve EOKA’nın hedefleri arasındadır. 1958’de bir çağrı yayınlayan TMT Türklerin bu sendikadan istifa etmesini ister ve istifa etmeyenlerin öldürüleceğini duyurur. Bu dönemde üç işçi peşpeşe öldürülür ve sonunda Türk-Sen adı altında bir sarı sendika kurulur.
1963’ten sonra ise artık olaylar çığırından çıkmıştır. EOKA’nın örgütlediği köy baskınları ile cinayetler ve TMT’nin buna karşılık gerçekleştirdiği saldırılar, olayları içinden çıkılmaz bir noktaya getirmiş, daha sonradan Yunanistan’da işbaşına gelen Albaylar cuntası ve Türkiye’deki 12 Mart cuntası iki koldan sorunu kangren haline getirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Ve nihayet, Grivas’ın ölümünden sonra EOKA liderliğine de oynayan CIA ajanı Nikos Sampson’un 1974’te adada düzenlediği darbe gündeme gelir. Bu durum, Türkiye’ye karşı müdahale bahanesi yaratmıştır ve müdahale yapılır.
1974’ten sonraki durumu ifade etmek için “işgal”den başka bir kelime bulmak mümkün değildir. Üstelik bu kez, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden götürülüp adaya yerleştirilen göçmenler de işin içindedir. Böylece Türk nüfusu yapay olarak artırılır ve nihayet baştan ölü doğmuş olan KKTC kurulur. O kadar ölü doğmuştur ki, kurulduğu andan bugüne dek tek bir devlet tarafından resmen tanınmamıştır.
Bundan sonra artık Kıbrıs’ın kuzeyi tam bir kontra-uyuşturucu-karapara merkezidir. Özellikle 80’li yıllardan sonra adanın kuzey kesimi, bir yandan mafyanın merkezi olurken diğer yandan faşist odaklar eliyle yürütülen uyuşturucu trafiğinin tam ortasındadır. Dönem boyunca PKK hakkında kontra haber üreten taşeron haber ajansları Kıbrıs’tadır örneğin; Abdullah Çatlı ve çetesinin devamlı mekanlarından biri Kuzey Kıbrıs’ın otelleridir. 90’lı yıllarda İsveç’te yaşayan gazeteci Gürhan Uçkan’ın açığa çıkarmış olduğu gibi Olof Palme’nin öldürülmesi olayından ötürü yargılanan eski İngiliz paralı askerleri de mekan olarak kendilerine Kuzey Kıbrıs’ı seçerler; hem de resmi yayın organı olan Bayrak Radyosu çevirmen karosunda!
Sonuçta Türkiye’deki kumarhaneler de Kuzey Kıbrıs topraklarına aktarıldığında, tam bir mafya cumhuriyeti noktasına varılır.
Bugün belki unutulmuş gibi görünüyor ama Susurluk’ta ortaya çıkan kontra organizasyonunun belkemiği de Kuzey Kıbrıs’tır. Özellikle kontra organizasyonun MOSSAD’la kurduğu ilişkiler ve suikast silahlarının geliş yeri son derece açık olarak Kuzey Kıbrıs’tır. Ünlü Susurluk Raporu’nun ilgili bölümünü aktarmak bu konuyu aydınlatmak için yeterlidir:
Şöyle deniyor raporda:
“Hibe, teçhizat ve Silahlar
“Bu konunun iki büyük özelliği vardır;
“1. Parası ödenerek alınan silah, mühimmat ve teçhizat,
“2. İsrail’le - Mossad’la - kurulan ilişkiler.
“Her iki konunun çözümü de Hospro firması sahibi Ertaç Tinar tarafından geliştirilmiştir. Hospro İsrail’den satınaldığı silahları hibe olarak Türkiye’ye sevketmiş ve Emniyet kayıtlarına hibe adı altında geçmiştir.
“Şirketin sahibi veya ortağı olarak görünen Ertaç Tinar, Geyve doğumlu bir Türk vatandaşıdır. Kendisi bilahare KKTC tabiiyetine girmiştir. “(...) Adıgeçen, daha sonra KKTC’nin Cenevre Fahri Konsolosluğu’na talip olduğunda referans olarak Adalet Bakanı Sn. Mehmet Ağar’ı göstermiştir. (...) Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin 23.2.1994 tarihinde `çok acele’ kaydıyla bazı malzemelere ihtiyaç duyduğunu belirtmiş, (...) Hospro firmasından alımı için Genel Müdür Mehmet Ağar 27.2.1994 tarihinde onay vermiştir. İlgili Daire yetkilileri Hospro’yu ve Ertaç Tinar’ı tanımadıklarını isimlerin `makam’dan verildiğini söylemişlerdir. (...) Karar Mart 1994’te Genel Müdür Mehmet Ağar tarafından onaylanmış firma İsrail menşeili teçhizatı temin etmiş, Merkez Bankası 18.06.1994’te ithalat bedeli olan 1.009.000 doları toplam 32.5 milyar TL. karşılığı olarak transfer etmiştir. Bu satınalmanın bu kadar süratle yürümesi takdire şayansa da aynı hız diğer konularda görülememektedir.
“Yine (...) 28.2.1994’te bu defa 1.211.214 dolarlık bir başka alıma konu olmuştur. Bir diğer alım ise 203 bin dolarlıktır.
“(...) Burada dikkati çeken temel husus, Hospro firmasının aniden devreye girişidir. Bir tabela şirketinin Türk Emniyet Teşkilatına milyarlarca liralık silah ve teçhizatı hibe etmesi de ilgi çekicidir. (...) Ödemelerin, Ertaç Tinar’ın devreye girmesinin, İsrail’e yapılan ziyaretlerin esas amacı, Mossad ilişkisi ve Abdullah Öcalan’a karşı yapılacak operasyondur. Hatta hibe malzemelerin gerekçesinin de Öcalan karşılığı yapılan ve yapılacak ödemelerin kamufle edilmesi amacına dönük olduğu ifade edilmektedir. Ancak bu noktada da bir açıklık vardır. Ödemeler Ertaç Tinar’a yapılmakta, hizmet İsrail’den beklenmektedir...”
Daha fazlasına gerek yok... İşte Perinçek’lerin Yazıcıoğlu’larıyla bir araya gelerek savundukları Kuzey Kıbrıs’ın gerçek hikayesi böyledir. Kontra faaliyet, cinayet aletleri transferi, kirli MOSSAD ilişkileri...
Bazılarının neden Kıbrıs diye dövündükleri, işgalden kurtulmuş, halkların kardeşçe yaşadığı bir Kıbrıs’ın niye ürküntü yarattığı anlaşılıyor. Ayrıca rant kapılarının kapanma ihtimalinden duyulan rahatsızlık da anlaşılabilir bir durumdur.
Ama artık diğer cepheyi de anlıyoruz.
Neoliberalizm koşullarında “bütün renkler hızla kirleniyor.” Ve “ulusal solcu”luk iddiasında olanlar bırakın solculuğu, bir parçacık “ulusal” bile olamıyorlar. Bir gün Pentagon konseptine uyup caddelerde “kahrolsun İran” diye bağırıyorlar, ertesi gün “bölücülere karşı” cephe kuruyorlar, bir başka gün toprağını savunan Bergamalılara ajanlık çamuru atıyorlar, vb... Ve nihayetinde en çok varabildikleri yer, faşist katillerin, kontra çetelerin yanı olabiliyor.
Devrimci sosyalizm, ta 70’li yıllardan beri hep aynı şeyi, ısrarla söyledi ve söylemeye devam ediyor: Kıbrıs, Kıbrıs halklarınındır ve Avrupalılar dahil bütün işgalci güçler, derhal adayı terk etmeli, bütün inisiyatif Kıbrıs’ın halklarına bırakılmalıdır. Başka hiçbir çözüm kabul edilemez.
Sosyal şoven cephe ise artık bizi hiç şaşırtmıyor. Abide-i Hürriyet’te toplanan 800 imzalı, ama ancak bin kişilik koro, kendi içinde son derece tutarlıdır. Bütün kontraların bir araya gelip bir kontra üssünü savunmaları artık herkese normal görünüyor.
Ama slogan sanki biraz anormal gibi: Kıbrıs’ı Veren Türkiye’yi Verir! Kıbrıs’ı işgal ettiğinin açık bir itirafını da içeren bu sloganın sahiplerine şunu sormak lazım: Kıbrıs, ya da Türkiye nasıl oluyor da “verilebilecek” birşey oluyor? Ancak bir işgalci için “almanın” bir anlamı olduğu kadar, “vermenin” de bir anlamı vardır elbette. Ama bu toprakların gerçek sahibi olan emekçi halklar elbet birgün kendilerine sorulmadan “verilenleri” almasını bilecektir.


 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul