Emperyalizm ve ezilenler cephesi, herbiri kendi
açılarından olmak üzere önümüzdeki aya çok kritik
gündemlerle giriyorlar. Her iki taraf açısından
da “sınav zamanı” diyebileceğimiz yoğun bir tarih
dilimi söz konusu.
Yeniden, kırılmalar zamanındayız...
1990’da reel sosyalizm çöküntüye uğradığında,
bu, tarihin gelişme çizgisinde büyük bir kırılmaydı.
Modern tarihte ilk kez bu kadar büyük bir geri
adıma tanık olunmuştu ve bu durum dünya manzarasını
emperyalizm ve ezilenler cephesi açısından kapsamlı
bir değişikliğe uğratmıştı. Körfez Savaşı bu bakımdan
sürecin tipik bir unsuruydu; bir güç, ABD, dünyadaki
yeni düzenin nasıl olması gerektiği üzerine hepimize
kapsamlı bir brifing vermiş oluyordu. Neoliberalizm
ve sınırsız-denetimsiz emperyalist hegemonya,
geleceğin temel taşları olacaktı.
Bu brifinge itirazı olanlar vardı elbette ve daha
birkaç yıla kalmadan bu itiraz sahipleri, Peru
ve Meksika üzerinden sürece müdahale ettiler.
EZLN isyanı ve MRTA’nın elçilik baskını, belki
henüz yaygın ve genel değil ama çok ciddi noktalardan
yapılmış kırma girişimleri olarak anlamlıydı.
Bu arada, “anti-kapitalist hareket” adı altında
giderek yaygınlaşan muhalefet biçimi ve çeşitli
yeni sömürge ülkelerdeki kitlesel patlamalar da
aynı kırma girişimlerinin diğer bileşenleri oldular.
Ama belki de tarihin tuhaf bir oyunudur; süreç
boyunca gerçekleşen en büyük kırılma nihai olarak
ezilenlerin duygularını ifade etse de son derece
gerici bir kaynak üzerinden, 11 Eylül saldırısıyla
geldi. Süreç içersinde daha çok tartışılacak yönleri
olsa da bu eylem, esas olarak ABD emperyalizminin
“asla dokunulamaz” havasını yerlebir etti. Her
zaman “dışarda” istediğini yapan ama buna karşılık
“içerde” kendi solunu da gerektiğinde vahşi biçimde
bastırarak belli bir denge sağlayan ABD emperyalizmi,
ilk kez bu kadar açık ve derin bir yara aldı.
Dış sömürünün yarattığı nisbi rahatlıklardan ve
daha önemlisi sürekli olarak “bir numara” olmanın
yarattığı psikolojik atmosferden yararlanarak
orta sınıfların orta zekasına dayanılarak sürdürülen
statüko, yerinden oynadı.
Gerçi daha sonra yoğun bir küresel saldırganlıkla,
yerle bir edilen Afgan rejiminin yıkıntıları üzerinden
ve ilan edilen “şer cepheleri”yle durum toparlanmaya
çalışıldı. Neredeyse bütünüyle askeri sektöre
devredilmiş bulunan emperyalist ekonomi, tam anlamıyla
savaş makinasının ritmine bağlandı ve Körfez Savaşı’yla
kapısı açılan ve Somali gibi örneklerde devam
ettirilen “sürekli saldırı ve gerginlik” politikası
başat hale getirildi.
Ama bu, elbette emperyalist kampın her bir üyesinin
kendi çıkarları uyarınca davranması gerçeğini
dışlamayan bir şeydi. Kapitalizmin yasaları belliydi.
Basit bir tekstil işletmecisinin bile herhangi
bir pazarı ya da kaynağı ancak “çok zorunluysa
ve başka çare yoksa” paylaşırken, makro düzeydeki
emperyalist patronların bu esas çizginin çok dışında
kalması beklenemezdi. Elbette bir tekstil patronu
ile emperyalist şirketler ve devletler bu kadar
düz biçimde birbirine eşitlenemezler ama genel
çizginin esasları da değişmez.
Ve böylece, günümüzün kırılma noktasına gelindi.
Körfez Savaşı’nda ve Afganistan’ın işgalinde biraz
ıkına sıkına, biraz da baskı altında Pentagon’ın
emir komuta zincirine uyan Avrupalı emperyalistler,
işler gelip ABD’nin ikide birde “sefer görev emri”
çıkarması noktasına dayandığında birikmiş sıkıntıyı
ortaya koydular. Genelde yeni sömürgelerdeki kaynaklara
hakim olma kaygısıyla dış çeperlerde devam eden
emperyalistler arası küçük küçük hesaplaşmalar,
ilk kez sistemin merkezinde büyük bir yarılma
noktasına geldi. Almanya, Fransa ve başka bazı
büyük kapitalist ülkeler, ilk kez bu kadar açıkça
ABD’ye karşı muhalefetlerini ortaya koydular.
Gerçi, son on yıldır AB’nin yaptığı bir dizi atak
bunun habercisiydi ama ABD’ye doğrudan doğruya
“sen dünyanın tek hakimi değilsin” mesajı bu netlikte
hiç verilmemişti. Karşılıklı hakaretlere ve tehditlere
varan bugünkü manzara, gerçekten de son yarım
yüzyıl açısından ilginçtir, önemlidir.
Öte yandan, 11 Eylül’den bu yana sistematik biçimde
ipleri geren ve her fırsatta “gerekirse tek başıma...”
diye söze başlayarak ikide birde BM, vb. gibi
“sıkıcı” kurumları hor gören ABD, bugünkü sonucu
istememiş değildir. ABD, yaklaşık on yıldır saldırgan
bir tutumla süreci geliştirmekte ve sürekli olarak
reel sosyalizmin çöküşüyle açılan geniş sömürü
alanlarının “herkese ait olmadığının” altını çizerek
kendi inisiyatifini öne çıkarmaktadır. Bu anlamda
Pentagon da bugünkü sonucun eninde sonunda ortaya
çıkacağını bilmektedir.
Şimdi, varılan noktada, güncel sorunun bir biçimde
çözümlenmesi tabii ki mümkündür ve büyük bir ihtimalle
de ara formüller bulunacaktır. Ama bügünkü sorun
nasıl çözülürse çözülsün, işin çivisi de çıkmıştır.
Artık, moda deyimle emperyalistler arası ilişki
hiçbir zaman “eskisi gibi olmayacak”tır. Herkesi
birbirine yapıştıran Sovyet zamkı artık yoktur
ve sömürü alanları yeniden daralmıştır. Onları
yeniden paylaşmanın yolu mutlaka her zaman dünya
çapındaki paylaşım savaşları olmayabilir; belki
değişik yollar da bulunabilir; ama bu çatlak uzun
vadede derinleşecek ve daha şimdiden ABD basınının
bol bol örneklerini verdiği gibi şovenist kültürel
hakaretlerle gelişecektir.
Bugünkü durum açısından bakıldığında ise bütün
bunlara ve dünya çapında gelişen muazzam savaş
karşıtı harekete karşın ABD artık binmiş olduğu
savaş atından inme şansına sahip değildir. Çünkü
durum gerçekten de çok kritik bir noktaya gelip
dayanmıştır. Bu, ABD açısından geri dönülemez
bir noktadır. Uluslararası kurumlardan sonuç çıkaramaması,
denetçiler heyetinin tam istenilen sonucu verememesi,
Almanya-Fransa’nın tutumu ve bütün dünyada gelişen
protesto... Bunların hepsi çok ciddi engellerdir
ama öte yandan da ABD emperyalizmi çok kritik
bir noktaya gelmiştir. Irak operasyonunun yapılmaması
ya da belirsiz bir geleceğe ertelenmesi, sebepler
ne olursa olsun son on yılın “engellenemez ABD”
tabusunu yıkacaktır. Bu Pentagon açısından dehşet
vericidir. Çünkü, savaşın yapılamaması, her şeyden
önce, ezilenler cephesine büyük bir moral sağlayacaktır.
Engelleme yalnızca onların gösterilerinden kaynaklanmasa
bile, bu durum pratikte savaş karşıtı cephenin
kazandığı bir zafer gibi görünecek, solun artık
çöküp gittiği, kamusal davranışların ve kitlesel
hareketlerin yararsızlığı üzerine bütün postmodern
ideolojik tabular da yara alacaktır. Bugün gerçekten
dünya çapında görülmemiş çapta bir savaş karşıtı
cephe oluşmuştur ve en sıradan gösterilerden son
derece önemli bir unsur olan “canlı kalkan”lara
dek gelenekler yaratılmalıdır. Özellikle sonuncusu,
yani “canlı kalkan” uygulaması, hiçbir biçimde
“tuzukuruların eğlencesi” gibi görülemez. Bugünkü
biçimi ne olursa olsun, bu eylem biçimi yarına
çok ciddi gelenekler taşımaktadır; elbette bu,
İspanya Uluslararası Tugayları ya da Che’nin Kongo
dönemi gibi savaşçı türden bir dayanışma değildir
ama emperyalizmin canı istediği yere, (şüphesiz
gelecekteki devrimci iktidarlara da) istediği
gibi saldırabilmesinin önünü kesecek ciddi bir
refleks biçimidir.
Bu bağlamda, ABD açısından sorun ciddidir ve savaşmaya
mecburdur. Irak operasyonu becerilemezse ya da
fiyaskoya dönüşürse, ardından planlanan başka
operasyonlar ve en önemlisi de eli kulağında olan
yeni sömürge devrimleri ya da ulusalcı hükümetlere
karşı eli bağlanacaktır. Böyle bir engelleyici
cephenin bir olayda başarı sağlaması, diğerleri
için “yol” olacaktır.
Çünkü bir yandan da (gözünü Avrupa’ya dikmiş olanlar
görmeyebilirler belki ama) ezilenler dünyası yavaş
yavaş moral biriktirmektedir. Arjantin’in bir
haftada iki-üç başkan eskiten ayaklanması ya da
Kolombiya’da Urribe hükümetin gerillayı ezme niyetlerinin
fiyaskoya dönüşmesi, Nepal’deki başarılar, Venezuela’da
Chavez karşıtı cephenin yorulup geri çekilmesi,
vb. hepsi, küçük küçük başarılar ve moral kaynaklarıdır.
En son Bolivya’da olanlar ise çok çarpıcıdır.
IMF dayatmasıyla vergileri yükseltilmesi bir günde
ezilenleri ve hatta polisleri bile başkanlık sarayının
kapısına yığmış, devlet başkanının ambulansla
kaçabildiği koşullarda vergi tasarısı geriye çekilmiştir.
Basit ve yerel görünebilir; ama bir neoliberal
politikanın halkın kitlesel hareketiyle geri bastırılması,
yalnızca o yerellik açısından değil uluslararası
bağlamda da moral kaynağı olmakta, küresel iletişim
araçları bu noktada geri tepen, ezilenleri canlandıran
bir silah haline gelmektedir.
Şimdi, belki hemen yarın değil ama artık pek uzak
olmayan gelecekte, yeni ve gerçek “kırılma”nın
işaretlerini vermektedir. Şimdilik küçük ve yerel
görünen bütün olgular birikmekte ve gerçek patlama
günlerine yaklaşılmaktadır.
Artık, “örnekler” zamanına yaklaşılmaktadır. Somut,
açık örnekler olarak devrimci iktidarlar ya da
güçlü vuruşlar zamanı gelmektedir. Hem kendilerini
hem de çevrelerini umutsuzluğa boğup erken konuşan
gevezelerin, tarih bilgisine sahip olmadan “devrimler
çağını” kapatmış(!) olan aklı evvellerin yüzünü
çok kızartacak bir yeni dalga, artık açık ipuçlarıyla
kendisini göstermektedir. Marksizmin “zayıf halka”
belirlemesinin keyfi bir teorik kurgu olup olmadığını
hep birlikte göreceğiz.
Irak savaşı ABD emperyalizmi için işte bu yüzden
bir ihtiyaçtır. Çözüm değildir ama ihtiyaçtır.
Çünkü, yapılmaması halinde emperyalist ekonomiyi
de ağır sıkıntılara sokacak krizleri tetikleyecektir.
Emperyalizmin tarihinde her zaman (Vietnam yenilgisinde
açıkça görüldüğü gibi) prestij krizleriyle ekonomik-politik
krizler birbirini izlemiştir; yalnızca mali hesap
kalemleri üzerine değil, yaratılmış bulunan üstünlük
duygusu ve psikolojik atmosfer üzerine de kurulmuş
bulunan dünya kapitalizminin dengeleri, böylesi
olaylarla sarsılmıştır. Ve tabii böylesi bir operasyonun
yapılamaması, durmadan büyütülmekte olan askeri
ekonominin de darbe alması anlamına gelecek, bu
durum da tetikleyici bir unsur olacaktır.
Dergimizin baskıya verildiği saatlerde BM’de yapılan
son görüşmeler aşağı yukarı bir noktaya varmış
ve ABD’nin istediği sonuç çıkmamıştı. Buna karşılık
ABD’nin gerekirse bütün uluslararası kurumları
tanımayabileceği tehditleri de havada uçuşuyordu.
Bu ise, yukarıda belirttiğimiz açmazın büyümesi
anlamına geliyordu.
Türkiye: Kölelik ve Utanç
İşin Türkiye cephesine gelindiğinde ise, artık
bulanık bir nokta kalmamıştır.
Marksizm leninizmin devlet üzerine tezlerinin
doğruluğu konusunda şüphesi olanlar hâlâ varsa
eğer, yapmaları gereken çok basittir: Bir ellerine
Lenin’in “Devlet ve Devrim” kitabını, öbür ellerine
herhangi bir günlük gazeteyi alıp satır satır
karşılaştırma yapabilirler. Görecekleri şey, gerçek
“devlet işleri”nin nasıl bir mekanizma tarafından
halledildiği ve “ulusun iradesi”ni temsil ettiği
iddia edilen kurumların ne kadar sefil durumda
olduklarıdır.
Ve yine eğer, yeni sömürgeci bağımlılığın nasıl
bir şey olduğu konusunda M. Çayan’ın 30 yıl önce
söylediklerini fazla teorik bulanlar varsa, onlar
da aynı şeyi yapabilirler: Herhangi bir akşam,
herhangi bir TV haberlerini izlemek! “Emperyalizmin
içsel olgu olması” ve “bizzat oligarşi içinde
yer alması” diye tanımlanan olgu, TC tarihi boyunca
hiçbir zaman bu kadar netlikle ortaya çıkmamıştır.
Bir ülke nüfusunun %90’ına yakın bölümünün hayır
dediği bir konuda sadece ve sadece emperyalizmin
dediğinin olması, bütün parlamenter kadroların
binbir türlü kıvırtkanlıkla bu iradenin önünde
tapınmaları, bu bağımlılık biçiminin en keskin
göstergesi olmuştur. Abdullah Gül’ün “insan devlet
kurumlarıyla tanışınca çok şey öğreniyor” dediği
budur işte. Tanışıp öğreniyorlar! Kendilerine
“ulusal sol” diyen şovenist güruhun bu savaşa
katılmanın siyasi yükünü AKP’ye fatura etmesi
bu bakımdan sahtekârca olacaktır. Çünkü Türkiye’de
bugün bütün kilit kurumlar ve en çok da “cumhuriyetin
teminatı” olan ordu emperyalizme hem mali hem
de siyasi olarak bağlıdır. Ve artık bilinmeyen
şey değil, işin başındanberi ABD’de yapılan yüzyüze
görüşmelerde, Genel Kurmay dahil her kurumu adeta
işgal eden ABD yetkilileriyle yapılan pazarlıklarda
yalnızca AKP değil, ordu dahil bütün kurumlar
emperyalist isteklere hevesle katılmışlardır.
Hatta denebilir ki, işin siyasi faturasını ödeyecek
olan AKP, işin en zorda kalan kısmıdır.
Ayrıca bu, bir “ikna etme” çabası da değildir;
meseleyi böyle görmek Türkiye’yi yönetenlere fazladan
bir “ulusal kişilik” atfetmektir ki, bu gerçeklere
tamamen aykırıdır. Ekonomisinden siyasetine, kültürüne,
vb. dek emperyalizme bağımlı olan işbirlikçi oligarşik
blok, tam da kendisinden bekleneni yapmaktadır.
Ve esasen, bunu çoktandır yapmaktadır. Yani, meclise
gönderilen “tezkere”ler de açık bir sahtekârlıktır;
aylardır üslerde, limanlarda ve her yerde faaliyet
yürümekte, savaş makinası çalışmaktadır. “Tezkere”ler
kendi içeriği bakımından da sahtekârcadır; çünkü
sözgelimi bu kağıt parçalarında 30 bin ABD askerinden
ya da şu ve şu havaalanlarından söz edilmesinin
bir anlamı yoktur. Sıradan insanlar bakımından
üslere ne zaman kaç kişinin girip çıktığını bilmek,
saymak mümkün değildir; sıradan insan hangi askeri
havaalanına ne zaman hangi uçağın inip kalktığının
çetelesini de tutamaz. Yapılan şey, sadece “işlerin
yasal yollardan yürüdüğü” yalanına saf insanları
ikna etmektir ve politik düzenbazlıktır.
Öte yandan işin “mali zararını karşılama” adı
altında yürütülen görüşmelerin amacı ise durgunluktan
zarar görecek olan orta kesimleri kandırmaktan
başka bir şey değildir. Çünkü savaş ve savaşa
bağlı ekonomik krizler, sadece “ek kredi”yle çözülemeyecek
derinlikte sorunlar yaratacaktır. Bir yandan kriz
sıkıştırdığında, öte yanda IMF programı vardır
ve bu ikisinin presiyle ezilmeyecek bir hükümet
hiçbir yeni sömürgede henüz görülmemiştir. Daha
Aralık ayındaki ziyarette, IMF Türkiye Masası
Şefi Kahkonnen, açıkça IMF programı dışında AKP’nin
“gizli bir programı”nın olmasından kaygı duyduklarını,
böyle bir şeyi kabul edemeyeceklerini açıkça söylemişti.
Bu ise gayet açık ve anlaşılır bir mesajdı aslında;
Kahkonnen, AKP’nin %34’lük oranın arkasında bulunan
sermaye gruplarına ve orta sınıflara yönelik bir
plan yapmayı aklından bile geçirmemesini, bu kesimleri
tatmin etmek için yapılacak operasyonları kabul
etmeyecekleri söylüyordu.
Bu arada, öyle görünüyor ki, olan da AKP’nin %34’üne
olacaktır. İslamcı basının bütün korumacı tutumuna
karşın AKP hükümeti, bu günahın yükünü çekecek,
hem yandaşlarını tatmin edemediği hem de açıkça
Amerikancı tutum aldığı bir süreçte ağır şekilde
yıpranacaktır.
Tecrit ve Gerginlik
Kamuoyunun yoğun bir bir biçimde savaşa girilmesine
karşı olduğu koşullarda, İmralı’daki tecritin
başlatılması ve ısrarla sürdürülmesi de anlamlıdır.
Gerçekten İmralı’daki tecrit durumunun tam da
bu döneme rastgelmesi, son derece ilginçtir. Uzunca
bir süre Öcalan’ın yazışma ve görüşmelerine (ufak
tefek pürüzler dışında) ciddi bir kısıtlama getirilmemişken,
hatta bir biçimde kongre süreçlerine bile dolaylı
olarak katılması mümkün olabilmişken, neden bugün?
Örneğin bu, bir önceki üçlü koalisyonun ve onun
19 Aralık mimarı Adalet Bakanı’nın daha hümanist
ve daha liberal olduğu anlamına mı geliyor? Bu
bağlamda, tecritin konulması AKP’nin bir önceki
hükümet partilerinden daha faşist olduğunu mu
kanıtlıyor?
Şüphesiz böyle değil. Ayrıca Türkiye’de genel
olarak İmralı gibi önemli devlet işlerinin Tayyip
Erdoğan’a sorulması görülmüş duyulmuş şey değildir.
Daha ayağının tozuyla F Tipi sorununun kendisiyle
ilgili olmadığını itiraf eden bir Adalet Bakanı’nın
İmralı konusunda inisiyatifinin olması düşünülebilir
mi? Bırakalım Cemil Çiçek’i, bir önceki dönemin
bakanına da kimse İmralı’nın statüsü hakkında
fikrini sormuş değildir. Türkiye’deki işleyişin
böyle olduğunu her aklıbaşında insan bilir.
O zaman, gerçekten de, niye bugün?
Bu sorunun birçok yanıtı olabilir tabii. Ama herhalde
bunlar içinde en anlamlı olanı, oligarşinin gerginlik
ihtiyacına ilişkindir. Dergimiz baskıya girdiği
sıralarda11. haftasını dolduran tecritin basit
meteorolojik nedenlerden kaynaklanmadığı, açıkça
politik bir planın parçası olduğu son derece açıktır.
Burada Kürt çevrelerinin alışık olduğu “savaş
rantçıları-barış yanlıları” ikileminin de bir
anlamı yoktur; bu devletin en üst katlarında tasarlanan
bir olgudur.
Açıkçası, oligarşi, Kürt hareketini “germeyi”
planlamıştır. Söz konusu kararları alanlar, karşılarındaki
gücün ve halkın nasıl bir gerginlik ve tepki içersine
gireceğini bilecek kadar bu işten anlayan adamlardır.
Açıkça bir gerginlik istenmekte ve en çarpıcı
araç kullanılarak bizzat yaratılmaktadır. Çünkü
böyle bir gerginliğe ihtiyaç vardır. Her şeyden
önce, Irak operasyonu konusunda açıkça ABD safında
yer alan ve bu uşaklığı halka açıklamakta zorlanan
oligarşi, böylece kürt hareketini (kendi seçmediği
koşullarda) çatışmaya zorlamayı planlamıştır.
Makul miktarı aşmayan asker cenazeleri ve Kürt
kentlerindeki çatışma haberleriyle özellikle orta
sınıfları yeniden ürkütmek, bu savaşa girilmemesi
halinde “Güney”deki potansiyel tehlikenin yeniden
metropollere kadar uzanan bir dalga yaratabileceğini
kanıtlamak gereklidir. Bu savaşa girilmediğinde,
ABD’ye hizmet edilmediğinde, Irak’ta oluşacak
yeni manzara üzerinde etkili olunamayacağı, böylece
“bölücü terör”ün güçlenebileceği tezi, aylardır
oligarşinin asker-sivil bütün kesimlerinin ağzında
gevelenmektedir. “Ordu, savaşa ve dolayısıyla
Irak’a girmeli, arada KADEK’i de ezmelidir.” Oligarşinin
politik tezi budur ve gitgide gerginleştirilen
ortamdan bu tezi destekleyecek malzeme çıkacağı
düşünülmüştür.
Gerçekten de Kürt hareketi, sonuçta tecrit Öcalan’ın
sağlığı ve politik varlığı açısından artık kabul
edilemez bir noktaya geldiğinde, başka çözüm yolu
kalmadığnda, önce uyarılar yapmış, sonunda da
“savunma savaşı” ve “demokratik serhıldan” adını
verdiği politikaların kararını almıştır. Özellikle
dergimizin yayına girdiği tarihlerde, verilen
süreler bitmiş olacak ve muhtemelen oldukça yaygın
gösteriler ve belki bazı kırsal alanlarda çatışmalar
yaşanacaktır. Böylece Irak operasyonunda yer almanın
ne kadar gerekli olduğu da pratikte kanıtlanmış
olacaktır. İçişleri Bakanı’nın daha şimdiden “savaşla
birlikte bölgede OHAL’i aşan gelişmeler olabilir”
demesi, yakın gelecekle ilgili belli bir fikir
vermektedir.
Tabii ki Kürt hareketinin kararlarını özel olarak
tartışmak niyetinde değiliz; zaten pratik açıdan
bakıldığında başka bir yol da kalmamış gibi görünüyor.
Ama her şeyin dramatik bir noktada olduğu da kesindir.
Kürt hareketi, son yıllarda içine girmiş olduğu
sürecin ve karşılıksız beklentilerinin bedelini,
karşı tarafın belirleyici olduğu bir karmaşaya
girerek ödemektedir. Ne Öcalan ne de herhangi
bir politik tutuklunun herhangi bir biçimde tecrit
altına alınması ve tabii bu arada özellikle 104
devrimcinin ölümene yol açan F Tipi tecriti de
kuşkusuz kabul edilemez. Ama bugün gelinen noktada,
inisiyatifin oligarşi tarafında olduğu ve sürecin
onun tarafından zorlandığı da kesindir. Öcalan
üzerindeki tecritin yoğunlaştığı ve oligarşinin
Güney planlarının netleştiği aşamaya kadar savaş
konusunda ciddi bir hareketlilik göstermeyen,
ancak bundan sonra ABD karşıtı tutum almaya başlayan
Kürt hareketi, böylece bir çıkış arama noktasına
itilmiştir.
Güncel Görevler Tarihsel
Görevlerle Birleştirilmelidir
Bugün gelinen nokta, gerçekten de hem emperyalist
sistemin iç ilişkileri hem Türkiye oligarşisinin
attığı adımlar hem de devrimci güçler açısından
kritiktir.
ABD emperyalizmi, on yıldır inşa edilen sistemdeki
çatlağı “her şeye ve herkese rağmen” bir savaşla
aşmaya zorunlu görünmektedir. Dünyadaki geniş
çaplı savaş karşıtı atmosfer ile birlikte düşünüldüğünde
bu karar önümüzdeki ay içersinde çok ciddi gelişmeleri
ortaya çıkaracaktır.
Devrimci sosyalistler ise önlerinde bulunan çok
yönlü güncel görevlerle uzun vadeli hedeflerini
belli bir oranda harmanlamak durumundadırlar.
Bir yandan ezilenler cephesinin dünyadaki güçlü
vuruşlarının bir parçası olmak, bunun politik-ideolojik-örgütsel
donanımını sağlamak, bütün hazırlıkları bu perspektifle
yapmak, ertelenemez, günlük olaylara kurban edilemez
görevler olarak önümüzdedir.
Diğer yanda ise 2003 kışının zorlu güncel görevleri
vardır. Bölgedeki emperyalist savaş karşısında
tutum almak, güçlerimizin bulunduğu her alanda
sadece savaş karşıtı etkinliğe katılmakla kalmaksızın
inisiyatif geliştirmek, halkın umutlarını sömürerek
iktidara gelenlerin amerikancı yüzünü teşhir etmek
için her olanağı değerlendirmek, bugün devrimci
sosyalistlerin en önemli görevidir. Ve aslında
bu görevler, esas hedeflerimizle uyumlu hale getirilebilir.
Dönemsel kampanya ve çalışmalar sırasında ulaşılan
her kesimle ilişkileri süreklileştirmek, bu vesileyle
kurulan her ilişkiyi kalıcı devrimci ilişkiler
haline getirmek ve bütün bu süreçlerden örgütlenmeler
ve örgütsel deneyimler çıkarmak bu uyumun temel
taşlarıdır. Bu tür büyük bunalım ve kaynaşma zamanları,
örgütsel yapılar için olduğu kadar tek tek devrimciler
için de en yoğun eğitim zamanlarıdır. Güncel ile
uzun vadeli hedefleri birleştiren bu eğitim ve
deneyim birikimi ise, geleceğimizin ve devrimci
programımızın gerçek garantisi olacaktır.
|