Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

F. Hançer

Emperyalizm ve ezilenler cephesi, herbiri kendi açılarından olmak üzere önümüzdeki aya çok kritik gündemlerle giriyorlar. Her iki taraf açısından da “sınav zamanı” diyebileceğimiz yoğun bir tarih dilimi söz konusu.
Yeniden, kırılmalar zamanındayız...
1990’da reel sosyalizm çöküntüye uğradığında, bu, tarihin gelişme çizgisinde büyük bir kırılmaydı. Modern tarihte ilk kez bu kadar büyük bir geri adıma tanık olunmuştu ve bu durum dünya manzarasını emperyalizm ve ezilenler cephesi açısından kapsamlı bir değişikliğe uğratmıştı. Körfez Savaşı bu bakımdan sürecin tipik bir unsuruydu; bir güç, ABD, dünyadaki yeni düzenin nasıl olması gerektiği üzerine hepimize kapsamlı bir brifing vermiş oluyordu. Neoliberalizm ve sınırsız-denetimsiz emperyalist hegemonya, geleceğin temel taşları olacaktı.
Bu brifinge itirazı olanlar vardı elbette ve daha birkaç yıla kalmadan bu itiraz sahipleri, Peru ve Meksika üzerinden sürece müdahale ettiler. EZLN isyanı ve MRTA’nın elçilik baskını, belki henüz yaygın ve genel değil ama çok ciddi noktalardan yapılmış kırma girişimleri olarak anlamlıydı. Bu arada, “anti-kapitalist hareket” adı altında giderek yaygınlaşan muhalefet biçimi ve çeşitli yeni sömürge ülkelerdeki kitlesel patlamalar da aynı kırma girişimlerinin diğer bileşenleri oldular.
Ama belki de tarihin tuhaf bir oyunudur; süreç boyunca gerçekleşen en büyük kırılma nihai olarak ezilenlerin duygularını ifade etse de son derece gerici bir kaynak üzerinden, 11 Eylül saldırısıyla geldi. Süreç içersinde daha çok tartışılacak yönleri olsa da bu eylem, esas olarak ABD emperyalizminin “asla dokunulamaz” havasını yerlebir etti. Her zaman “dışarda” istediğini yapan ama buna karşılık “içerde” kendi solunu da gerektiğinde vahşi biçimde bastırarak belli bir denge sağlayan ABD emperyalizmi, ilk kez bu kadar açık ve derin bir yara aldı. Dış sömürünün yarattığı nisbi rahatlıklardan ve daha önemlisi sürekli olarak “bir numara” olmanın yarattığı psikolojik atmosferden yararlanarak orta sınıfların orta zekasına dayanılarak sürdürülen statüko, yerinden oynadı.
Gerçi daha sonra yoğun bir küresel saldırganlıkla, yerle bir edilen Afgan rejiminin yıkıntıları üzerinden ve ilan edilen “şer cepheleri”yle durum toparlanmaya çalışıldı. Neredeyse bütünüyle askeri sektöre devredilmiş bulunan emperyalist ekonomi, tam anlamıyla savaş makinasının ritmine bağlandı ve Körfez Savaşı’yla kapısı açılan ve Somali gibi örneklerde devam ettirilen “sürekli saldırı ve gerginlik” politikası başat hale getirildi.
Ama bu, elbette emperyalist kampın her bir üyesinin kendi çıkarları uyarınca davranması gerçeğini dışlamayan bir şeydi. Kapitalizmin yasaları belliydi. Basit bir tekstil işletmecisinin bile herhangi bir pazarı ya da kaynağı ancak “çok zorunluysa ve başka çare yoksa” paylaşırken, makro düzeydeki emperyalist patronların bu esas çizginin çok dışında kalması beklenemezdi. Elbette bir tekstil patronu ile emperyalist şirketler ve devletler bu kadar düz biçimde birbirine eşitlenemezler ama genel çizginin esasları da değişmez.
Ve böylece, günümüzün kırılma noktasına gelindi. Körfez Savaşı’nda ve Afganistan’ın işgalinde biraz ıkına sıkına, biraz da baskı altında Pentagon’ın emir komuta zincirine uyan Avrupalı emperyalistler, işler gelip ABD’nin ikide birde “sefer görev emri” çıkarması noktasına dayandığında birikmiş sıkıntıyı ortaya koydular. Genelde yeni sömürgelerdeki kaynaklara hakim olma kaygısıyla dış çeperlerde devam eden emperyalistler arası küçük küçük hesaplaşmalar, ilk kez sistemin merkezinde büyük bir yarılma noktasına geldi. Almanya, Fransa ve başka bazı büyük kapitalist ülkeler, ilk kez bu kadar açıkça ABD’ye karşı muhalefetlerini ortaya koydular. Gerçi, son on yıldır AB’nin yaptığı bir dizi atak bunun habercisiydi ama ABD’ye doğrudan doğruya “sen dünyanın tek hakimi değilsin” mesajı bu netlikte hiç verilmemişti. Karşılıklı hakaretlere ve tehditlere varan bugünkü manzara, gerçekten de son yarım yüzyıl açısından ilginçtir, önemlidir.
Öte yandan, 11 Eylül’den bu yana sistematik biçimde ipleri geren ve her fırsatta “gerekirse tek başıma...” diye söze başlayarak ikide birde BM, vb. gibi “sıkıcı” kurumları hor gören ABD, bugünkü sonucu istememiş değildir. ABD, yaklaşık on yıldır saldırgan bir tutumla süreci geliştirmekte ve sürekli olarak reel sosyalizmin çöküşüyle açılan geniş sömürü alanlarının “herkese ait olmadığının” altını çizerek kendi inisiyatifini öne çıkarmaktadır. Bu anlamda Pentagon da bugünkü sonucun eninde sonunda ortaya çıkacağını bilmektedir.
Şimdi, varılan noktada, güncel sorunun bir biçimde çözümlenmesi tabii ki mümkündür ve büyük bir ihtimalle de ara formüller bulunacaktır. Ama bügünkü sorun nasıl çözülürse çözülsün, işin çivisi de çıkmıştır. Artık, moda deyimle emperyalistler arası ilişki hiçbir zaman “eskisi gibi olmayacak”tır. Herkesi birbirine yapıştıran Sovyet zamkı artık yoktur ve sömürü alanları yeniden daralmıştır. Onları yeniden paylaşmanın yolu mutlaka her zaman dünya çapındaki paylaşım savaşları olmayabilir; belki değişik yollar da bulunabilir; ama bu çatlak uzun vadede derinleşecek ve daha şimdiden ABD basınının bol bol örneklerini verdiği gibi şovenist kültürel hakaretlerle gelişecektir.
Bugünkü durum açısından bakıldığında ise bütün bunlara ve dünya çapında gelişen muazzam savaş karşıtı harekete karşın ABD artık binmiş olduğu savaş atından inme şansına sahip değildir. Çünkü durum gerçekten de çok kritik bir noktaya gelip dayanmıştır. Bu, ABD açısından geri dönülemez bir noktadır. Uluslararası kurumlardan sonuç çıkaramaması, denetçiler heyetinin tam istenilen sonucu verememesi, Almanya-Fransa’nın tutumu ve bütün dünyada gelişen protesto... Bunların hepsi çok ciddi engellerdir ama öte yandan da ABD emperyalizmi çok kritik bir noktaya gelmiştir. Irak operasyonunun yapılmaması ya da belirsiz bir geleceğe ertelenmesi, sebepler ne olursa olsun son on yılın “engellenemez ABD” tabusunu yıkacaktır. Bu Pentagon açısından dehşet vericidir. Çünkü, savaşın yapılamaması, her şeyden önce, ezilenler cephesine büyük bir moral sağlayacaktır. Engelleme yalnızca onların gösterilerinden kaynaklanmasa bile, bu durum pratikte savaş karşıtı cephenin kazandığı bir zafer gibi görünecek, solun artık çöküp gittiği, kamusal davranışların ve kitlesel hareketlerin yararsızlığı üzerine bütün postmodern ideolojik tabular da yara alacaktır. Bugün gerçekten dünya çapında görülmemiş çapta bir savaş karşıtı cephe oluşmuştur ve en sıradan gösterilerden son derece önemli bir unsur olan “canlı kalkan”lara dek gelenekler yaratılmalıdır. Özellikle sonuncusu, yani “canlı kalkan” uygulaması, hiçbir biçimde “tuzukuruların eğlencesi” gibi görülemez. Bugünkü biçimi ne olursa olsun, bu eylem biçimi yarına çok ciddi gelenekler taşımaktadır; elbette bu, İspanya Uluslararası Tugayları ya da Che’nin Kongo dönemi gibi savaşçı türden bir dayanışma değildir ama emperyalizmin canı istediği yere, (şüphesiz gelecekteki devrimci iktidarlara da) istediği gibi saldırabilmesinin önünü kesecek ciddi bir refleks biçimidir.
Bu bağlamda, ABD açısından sorun ciddidir ve savaşmaya mecburdur. Irak operasyonu becerilemezse ya da fiyaskoya dönüşürse, ardından planlanan başka operasyonlar ve en önemlisi de eli kulağında olan yeni sömürge devrimleri ya da ulusalcı hükümetlere karşı eli bağlanacaktır. Böyle bir engelleyici cephenin bir olayda başarı sağlaması, diğerleri için “yol” olacaktır.
Çünkü bir yandan da (gözünü Avrupa’ya dikmiş olanlar görmeyebilirler belki ama) ezilenler dünyası yavaş yavaş moral biriktirmektedir. Arjantin’in bir haftada iki-üç başkan eskiten ayaklanması ya da Kolombiya’da Urribe hükümetin gerillayı ezme niyetlerinin fiyaskoya dönüşmesi, Nepal’deki başarılar, Venezuela’da Chavez karşıtı cephenin yorulup geri çekilmesi, vb. hepsi, küçük küçük başarılar ve moral kaynaklarıdır. En son Bolivya’da olanlar ise çok çarpıcıdır. IMF dayatmasıyla vergileri yükseltilmesi bir günde ezilenleri ve hatta polisleri bile başkanlık sarayının kapısına yığmış, devlet başkanının ambulansla kaçabildiği koşullarda vergi tasarısı geriye çekilmiştir. Basit ve yerel görünebilir; ama bir neoliberal politikanın halkın kitlesel hareketiyle geri bastırılması, yalnızca o yerellik açısından değil uluslararası bağlamda da moral kaynağı olmakta, küresel iletişim araçları bu noktada geri tepen, ezilenleri canlandıran bir silah haline gelmektedir.
Şimdi, belki hemen yarın değil ama artık pek uzak olmayan gelecekte, yeni ve gerçek “kırılma”nın işaretlerini vermektedir. Şimdilik küçük ve yerel görünen bütün olgular birikmekte ve gerçek patlama günlerine yaklaşılmaktadır.
Artık, “örnekler” zamanına yaklaşılmaktadır. Somut, açık örnekler olarak devrimci iktidarlar ya da güçlü vuruşlar zamanı gelmektedir. Hem kendilerini hem de çevrelerini umutsuzluğa boğup erken konuşan gevezelerin, tarih bilgisine sahip olmadan “devrimler çağını” kapatmış(!) olan aklı evvellerin yüzünü çok kızartacak bir yeni dalga, artık açık ipuçlarıyla kendisini göstermektedir. Marksizmin “zayıf halka” belirlemesinin keyfi bir teorik kurgu olup olmadığını hep birlikte göreceğiz.
Irak savaşı ABD emperyalizmi için işte bu yüzden bir ihtiyaçtır. Çözüm değildir ama ihtiyaçtır. Çünkü, yapılmaması halinde emperyalist ekonomiyi de ağır sıkıntılara sokacak krizleri tetikleyecektir. Emperyalizmin tarihinde her zaman (Vietnam yenilgisinde açıkça görüldüğü gibi) prestij krizleriyle ekonomik-politik krizler birbirini izlemiştir; yalnızca mali hesap kalemleri üzerine değil, yaratılmış bulunan üstünlük duygusu ve psikolojik atmosfer üzerine de kurulmuş bulunan dünya kapitalizminin dengeleri, böylesi olaylarla sarsılmıştır. Ve tabii böylesi bir operasyonun yapılamaması, durmadan büyütülmekte olan askeri ekonominin de darbe alması anlamına gelecek, bu durum da tetikleyici bir unsur olacaktır.
Dergimizin baskıya verildiği saatlerde BM’de yapılan son görüşmeler aşağı yukarı bir noktaya varmış ve ABD’nin istediği sonuç çıkmamıştı. Buna karşılık ABD’nin gerekirse bütün uluslararası kurumları tanımayabileceği tehditleri de havada uçuşuyordu. Bu ise, yukarıda belirttiğimiz açmazın büyümesi anlamına geliyordu.

Türkiye: Kölelik ve Utanç
İşin Türkiye cephesine gelindiğinde ise, artık bulanık bir nokta kalmamıştır.
Marksizm leninizmin devlet üzerine tezlerinin doğruluğu konusunda şüphesi olanlar hâlâ varsa eğer, yapmaları gereken çok basittir: Bir ellerine Lenin’in “Devlet ve Devrim” kitabını, öbür ellerine herhangi bir günlük gazeteyi alıp satır satır karşılaştırma yapabilirler. Görecekleri şey, gerçek “devlet işleri”nin nasıl bir mekanizma tarafından halledildiği ve “ulusun iradesi”ni temsil ettiği iddia edilen kurumların ne kadar sefil durumda olduklarıdır.
Ve yine eğer, yeni sömürgeci bağımlılığın nasıl bir şey olduğu konusunda M. Çayan’ın 30 yıl önce söylediklerini fazla teorik bulanlar varsa, onlar da aynı şeyi yapabilirler: Herhangi bir akşam, herhangi bir TV haberlerini izlemek! “Emperyalizmin içsel olgu olması” ve “bizzat oligarşi içinde yer alması” diye tanımlanan olgu, TC tarihi boyunca hiçbir zaman bu kadar netlikle ortaya çıkmamıştır. Bir ülke nüfusunun %90’ına yakın bölümünün hayır dediği bir konuda sadece ve sadece emperyalizmin dediğinin olması, bütün parlamenter kadroların binbir türlü kıvırtkanlıkla bu iradenin önünde tapınmaları, bu bağımlılık biçiminin en keskin göstergesi olmuştur. Abdullah Gül’ün “insan devlet kurumlarıyla tanışınca çok şey öğreniyor” dediği budur işte. Tanışıp öğreniyorlar! Kendilerine “ulusal sol” diyen şovenist güruhun bu savaşa katılmanın siyasi yükünü AKP’ye fatura etmesi bu bakımdan sahtekârca olacaktır. Çünkü Türkiye’de bugün bütün kilit kurumlar ve en çok da “cumhuriyetin teminatı” olan ordu emperyalizme hem mali hem de siyasi olarak bağlıdır. Ve artık bilinmeyen şey değil, işin başındanberi ABD’de yapılan yüzyüze görüşmelerde, Genel Kurmay dahil her kurumu adeta işgal eden ABD yetkilileriyle yapılan pazarlıklarda yalnızca AKP değil, ordu dahil bütün kurumlar emperyalist isteklere hevesle katılmışlardır. Hatta denebilir ki, işin siyasi faturasını ödeyecek olan AKP, işin en zorda kalan kısmıdır.
Ayrıca bu, bir “ikna etme” çabası da değildir; meseleyi böyle görmek Türkiye’yi yönetenlere fazladan bir “ulusal kişilik” atfetmektir ki, bu gerçeklere tamamen aykırıdır. Ekonomisinden siyasetine, kültürüne, vb. dek emperyalizme bağımlı olan işbirlikçi oligarşik blok, tam da kendisinden bekleneni yapmaktadır. Ve esasen, bunu çoktandır yapmaktadır. Yani, meclise gönderilen “tezkere”ler de açık bir sahtekârlıktır; aylardır üslerde, limanlarda ve her yerde faaliyet yürümekte, savaş makinası çalışmaktadır. “Tezkere”ler kendi içeriği bakımından da sahtekârcadır; çünkü sözgelimi bu kağıt parçalarında 30 bin ABD askerinden ya da şu ve şu havaalanlarından söz edilmesinin bir anlamı yoktur. Sıradan insanlar bakımından üslere ne zaman kaç kişinin girip çıktığını bilmek, saymak mümkün değildir; sıradan insan hangi askeri havaalanına ne zaman hangi uçağın inip kalktığının çetelesini de tutamaz. Yapılan şey, sadece “işlerin yasal yollardan yürüdüğü” yalanına saf insanları ikna etmektir ve politik düzenbazlıktır.
Öte yandan işin “mali zararını karşılama” adı altında yürütülen görüşmelerin amacı ise durgunluktan zarar görecek olan orta kesimleri kandırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü savaş ve savaşa bağlı ekonomik krizler, sadece “ek kredi”yle çözülemeyecek derinlikte sorunlar yaratacaktır. Bir yandan kriz sıkıştırdığında, öte yanda IMF programı vardır ve bu ikisinin presiyle ezilmeyecek bir hükümet hiçbir yeni sömürgede henüz görülmemiştir. Daha Aralık ayındaki ziyarette, IMF Türkiye Masası Şefi Kahkonnen, açıkça IMF programı dışında AKP’nin “gizli bir programı”nın olmasından kaygı duyduklarını, böyle bir şeyi kabul edemeyeceklerini açıkça söylemişti. Bu ise gayet açık ve anlaşılır bir mesajdı aslında; Kahkonnen, AKP’nin %34’lük oranın arkasında bulunan sermaye gruplarına ve orta sınıflara yönelik bir plan yapmayı aklından bile geçirmemesini, bu kesimleri tatmin etmek için yapılacak operasyonları kabul etmeyecekleri söylüyordu.
Bu arada, öyle görünüyor ki, olan da AKP’nin %34’üne olacaktır. İslamcı basının bütün korumacı tutumuna karşın AKP hükümeti, bu günahın yükünü çekecek, hem yandaşlarını tatmin edemediği hem de açıkça Amerikancı tutum aldığı bir süreçte ağır şekilde yıpranacaktır.

Tecrit ve Gerginlik
Kamuoyunun yoğun bir bir biçimde savaşa girilmesine karşı olduğu koşullarda, İmralı’daki tecritin başlatılması ve ısrarla sürdürülmesi de anlamlıdır.
Gerçekten İmralı’daki tecrit durumunun tam da bu döneme rastgelmesi, son derece ilginçtir. Uzunca bir süre Öcalan’ın yazışma ve görüşmelerine (ufak tefek pürüzler dışında) ciddi bir kısıtlama getirilmemişken, hatta bir biçimde kongre süreçlerine bile dolaylı olarak katılması mümkün olabilmişken, neden bugün? Örneğin bu, bir önceki üçlü koalisyonun ve onun 19 Aralık mimarı Adalet Bakanı’nın daha hümanist ve daha liberal olduğu anlamına mı geliyor? Bu bağlamda, tecritin konulması AKP’nin bir önceki hükümet partilerinden daha faşist olduğunu mu kanıtlıyor?
Şüphesiz böyle değil. Ayrıca Türkiye’de genel olarak İmralı gibi önemli devlet işlerinin Tayyip Erdoğan’a sorulması görülmüş duyulmuş şey değildir. Daha ayağının tozuyla F Tipi sorununun kendisiyle ilgili olmadığını itiraf eden bir Adalet Bakanı’nın İmralı konusunda inisiyatifinin olması düşünülebilir mi? Bırakalım Cemil Çiçek’i, bir önceki dönemin bakanına da kimse İmralı’nın statüsü hakkında fikrini sormuş değildir. Türkiye’deki işleyişin böyle olduğunu her aklıbaşında insan bilir.
O zaman, gerçekten de, niye bugün?
Bu sorunun birçok yanıtı olabilir tabii. Ama herhalde bunlar içinde en anlamlı olanı, oligarşinin gerginlik ihtiyacına ilişkindir. Dergimiz baskıya girdiği sıralarda11. haftasını dolduran tecritin basit meteorolojik nedenlerden kaynaklanmadığı, açıkça politik bir planın parçası olduğu son derece açıktır. Burada Kürt çevrelerinin alışık olduğu “savaş rantçıları-barış yanlıları” ikileminin de bir anlamı yoktur; bu devletin en üst katlarında tasarlanan bir olgudur.
Açıkçası, oligarşi, Kürt hareketini “germeyi” planlamıştır. Söz konusu kararları alanlar, karşılarındaki gücün ve halkın nasıl bir gerginlik ve tepki içersine gireceğini bilecek kadar bu işten anlayan adamlardır. Açıkça bir gerginlik istenmekte ve en çarpıcı araç kullanılarak bizzat yaratılmaktadır. Çünkü böyle bir gerginliğe ihtiyaç vardır. Her şeyden önce, Irak operasyonu konusunda açıkça ABD safında yer alan ve bu uşaklığı halka açıklamakta zorlanan oligarşi, böylece kürt hareketini (kendi seçmediği koşullarda) çatışmaya zorlamayı planlamıştır. Makul miktarı aşmayan asker cenazeleri ve Kürt kentlerindeki çatışma haberleriyle özellikle orta sınıfları yeniden ürkütmek, bu savaşa girilmemesi halinde “Güney”deki potansiyel tehlikenin yeniden metropollere kadar uzanan bir dalga yaratabileceğini kanıtlamak gereklidir. Bu savaşa girilmediğinde, ABD’ye hizmet edilmediğinde, Irak’ta oluşacak yeni manzara üzerinde etkili olunamayacağı, böylece “bölücü terör”ün güçlenebileceği tezi, aylardır oligarşinin asker-sivil bütün kesimlerinin ağzında gevelenmektedir. “Ordu, savaşa ve dolayısıyla Irak’a girmeli, arada KADEK’i de ezmelidir.” Oligarşinin politik tezi budur ve gitgide gerginleştirilen ortamdan bu tezi destekleyecek malzeme çıkacağı düşünülmüştür.
Gerçekten de Kürt hareketi, sonuçta tecrit Öcalan’ın sağlığı ve politik varlığı açısından artık kabul edilemez bir noktaya geldiğinde, başka çözüm yolu kalmadığnda, önce uyarılar yapmış, sonunda da “savunma savaşı” ve “demokratik serhıldan” adını verdiği politikaların kararını almıştır. Özellikle dergimizin yayına girdiği tarihlerde, verilen süreler bitmiş olacak ve muhtemelen oldukça yaygın gösteriler ve belki bazı kırsal alanlarda çatışmalar yaşanacaktır. Böylece Irak operasyonunda yer almanın ne kadar gerekli olduğu da pratikte kanıtlanmış olacaktır. İçişleri Bakanı’nın daha şimdiden “savaşla birlikte bölgede OHAL’i aşan gelişmeler olabilir” demesi, yakın gelecekle ilgili belli bir fikir vermektedir.
Tabii ki Kürt hareketinin kararlarını özel olarak tartışmak niyetinde değiliz; zaten pratik açıdan bakıldığında başka bir yol da kalmamış gibi görünüyor. Ama her şeyin dramatik bir noktada olduğu da kesindir. Kürt hareketi, son yıllarda içine girmiş olduğu sürecin ve karşılıksız beklentilerinin bedelini, karşı tarafın belirleyici olduğu bir karmaşaya girerek ödemektedir. Ne Öcalan ne de herhangi bir politik tutuklunun herhangi bir biçimde tecrit altına alınması ve tabii bu arada özellikle 104 devrimcinin ölümene yol açan F Tipi tecriti de kuşkusuz kabul edilemez. Ama bugün gelinen noktada, inisiyatifin oligarşi tarafında olduğu ve sürecin onun tarafından zorlandığı da kesindir. Öcalan üzerindeki tecritin yoğunlaştığı ve oligarşinin Güney planlarının netleştiği aşamaya kadar savaş konusunda ciddi bir hareketlilik göstermeyen, ancak bundan sonra ABD karşıtı tutum almaya başlayan Kürt hareketi, böylece bir çıkış arama noktasına itilmiştir.

Güncel Görevler Tarihsel
Görevlerle Birleştirilmelidir

Bugün gelinen nokta, gerçekten de hem emperyalist sistemin iç ilişkileri hem Türkiye oligarşisinin attığı adımlar hem de devrimci güçler açısından kritiktir.
ABD emperyalizmi, on yıldır inşa edilen sistemdeki çatlağı “her şeye ve herkese rağmen” bir savaşla aşmaya zorunlu görünmektedir. Dünyadaki geniş çaplı savaş karşıtı atmosfer ile birlikte düşünüldüğünde bu karar önümüzdeki ay içersinde çok ciddi gelişmeleri ortaya çıkaracaktır.
Devrimci sosyalistler ise önlerinde bulunan çok yönlü güncel görevlerle uzun vadeli hedeflerini belli bir oranda harmanlamak durumundadırlar. Bir yandan ezilenler cephesinin dünyadaki güçlü vuruşlarının bir parçası olmak, bunun politik-ideolojik-örgütsel donanımını sağlamak, bütün hazırlıkları bu perspektifle yapmak, ertelenemez, günlük olaylara kurban edilemez görevler olarak önümüzdedir.
Diğer yanda ise 2003 kışının zorlu güncel görevleri vardır. Bölgedeki emperyalist savaş karşısında tutum almak, güçlerimizin bulunduğu her alanda sadece savaş karşıtı etkinliğe katılmakla kalmaksızın inisiyatif geliştirmek, halkın umutlarını sömürerek iktidara gelenlerin amerikancı yüzünü teşhir etmek için her olanağı değerlendirmek, bugün devrimci sosyalistlerin en önemli görevidir. Ve aslında bu görevler, esas hedeflerimizle uyumlu hale getirilebilir. Dönemsel kampanya ve çalışmalar sırasında ulaşılan her kesimle ilişkileri süreklileştirmek, bu vesileyle kurulan her ilişkiyi kalıcı devrimci ilişkiler haline getirmek ve bütün bu süreçlerden örgütlenmeler ve örgütsel deneyimler çıkarmak bu uyumun temel taşlarıdır. Bu tür büyük bunalım ve kaynaşma zamanları, örgütsel yapılar için olduğu kadar tek tek devrimciler için de en yoğun eğitim zamanlarıdır. Güncel ile uzun vadeli hedefleri birleştiren bu eğitim ve deneyim birikimi ise, geleceğimizin ve devrimci programımızın gerçek garantisi olacaktır.


 

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul