26 Ocak, Beylerderesi’nin yıldönümüdür. O gün
yaşanılanlar, yeni kuşaklara aktarılmak zorundadır.
Zira, Beylerderesi bir tarihtir! Üç yiğit insanın;
İlker AKMAN, Hasan Basri TEMİZALP ve Yusuf Ziya
GÜNEŞ yoldaşların, fiziki yok oluş pahasına yarattıkları
Beylerderesi, bizim tarihimizdir!..
Che’nin, “devrim tarihi” belirlemesine atfen söyleyecek
olursak; “basit insanların samimi çabalarıyla”
oluşturulan bu tarihin, “Kızıldere’nin devamı”
olarak adlandırılması yerindedir! THKP-C’nin,
Kızıldere’de yarattığı gelenek, Beylerderesi’nde
sürdürülmüş ve Kızıldere’den-Beylerderesi’ne uzanan
pratik gerilla mücadelesiyle çizilen rota, eylem
birliği perspektifi olarak, THKP-C’nin ardıllarına
miras olarak bırakılmıştır...
Kızıldere’den-Beylerderesi’ne uzanan ve sokak
çatışmalarında, kırsal alanlarda, darağaçlarında,
barikat başlarında, grev çadırlarında, üniversitelerde,
zindan direnişlerinde ve enternasyonalist dayanışmada
yaratılan THKP-C’nin tarihi; engin zenginliğe
sahiptir. “İrade, eylem ve disiplin birliği” açısından
oldukça zengin derslerle dolu olan bu tarihimizde,
iki konunun altını çizmek istiyoruz. Savaşçı gelenek
ve devrimci çizgi.
Savaşçı Gelenek
“İnsanlık mücadelesi” açısından oldukça bereketli
topraklara sahip olan Anadolu coğrafyasında, Türkiye
Devrimci Hareketi’nin 50 yıllık birikiminin olumsuzluklarını
yadsıyarak ve olumluluklarını içselleştirerek
yükselen THKP-C, geleneksel soldan köklü bir kopuşla
mücadele alanına girdi. Geleneksel solun revizyonist/reformist
çemberini yırtarak mücadeleyi omuzlayan THKP-C,
Türkiye’deki marksist hareketin devamı olduğunun
bilinciyle, devrim bayrağını sürekli yükseltmeyi
amaç edinmiştir. Bu amaca ulaşmada, “inkârcı”
yaklaşımı dışlayan ve “devrimci eleştiri”yi ilke
edinen THKP-C’nin kurucusu ve önderimiz Mahir
Çayan yoldaşın;
“Bugün ve yarın için doğru olan politika, dünün
eleştirisinden çıkar. Biz, Türkiye’deki marksist
hareketin tarihine sonuna kadar saygılıyız. Ve
onun bir devamı olarak kendimizi görmekteyiz.”
(“Toplu Yazılar”, Özgürlük Yayınları, sf; 198)
sözleri, geçmiş birikimin tüm olumluluklarının
içselleştirildiğinin ve olumsuzluklarının yadsındığının
ifadesi olduğu açıktır. “Tarih bilinci”nin yalın
bir ifadesi olan bu durum; sadece devrimci etik
sorunu değil, aynı zamanda sınıflar savaşımının
bir zorunluluğudur!..
THKP-C’nin kuruluşunun öngünlerinde; 1965-70 dönemi
Türkiye’sindeki sınıflar mücadelesinin keskinleşmesine
bağlı olarak, 50 yıllık revizyonist/reformist
gelenek temsilcileri kendi kabuklarına çekilmiş
ve “genç militanlar”, devrim arenasında tek başlarına
kalmışlardı. Türkiye’yi sarsan bu devrimci kasırga
döneminde; işçi ve köylü hareketlerini yönlendirme
gayreti içinde olan ve DEV-GENÇ aracılığıyla sayısız
anti-emperyalist gençlik hareketlerine önderlik
eden devrimci sosyalist hareket, 30’dan fazla
şehit verdiği bu mücadele içerisinde çelikleşti.
“Sol’daki pasifistlerin, revizyonistlerin ve devrim
hokkabazlarının” kendi köşelerine çekildiği bu
dönemde, “hayat, devrimci pratiğin içindeki işçi,
köylü, öğrenci militanları bir araya getirdi”
ve “proleter devrimci bir örgüt doğdu.”
İşte THKP-C, sınıflar mücadelesinin keskinleştiği
böylesi bir ortamda, o günlerin “genç militanları”
ve sözcüğün gerçek anlamıyla devrimci sosyalistlerce
1970 Aralık ayında kuruldu. İçinden çıkılan politik
ortamın izlerini taşımakla (“Kemalizm” konusundaki
yanılsama, bu izlerin ürünüdür) birlikte, pratik
faaliyetler nedeniyle tamamlanamayan çalışmaların
doğal bir sonucu olarak belirli eksiklikler taşıyan
(özellikle, “ulusal sorun”da) bir devrim programı
oluşturulmuştu. “İrade birliği” olarak adlandırılan
programatik görüşler; belirttiğimiz eksikliklere
rağmen, KESİNTİSİZ DEVRİM I-II-III’de ortaya konulmuş
ve o dönemde geleneksel soldan sürekli bir kopuş
sağlanarak; ilk kez, devrimci sosyalist bir çözümleme
gerçekleştirilmişti. Yine, Politikleşmiş Askeri
Savaş Stratejisi/PASS ile ifade edilen bir devrim
stratejisi ortaya konularak, “eylem birliği”nin
içeriği açıklanmıştı. Yanısıra, Parti ve Cephe
tüzükleri de ortaya konularak, “disiplin birliği”nin
açımlanmasına gidilmişti. Böylece, “irade birliği,
eylem birliği ve disiplin birliği” bileşkesiyle,
“maddi örgüt birliği”ni oluşturan THKP-C; devrim
ve sosyalizm hedefini herşeyin üzerinde tutan,
devrimci dayanışma ve enternasyonalizmi yaşam
biçimi olarak kavrayan anlayışıyla, Türkiye sınıflar
mücadelesine damgasını vuracaktı...
Kendi öz güçlerine güven, cesaret ve atılganlık
niteliğini kuşanarak Parti-Cephe’yi oluşturan
öncellerimiz; “karşı-devrim cephesinin bütün baskı,
şiddet ve cebrini göğüsleyerek” her alanda harekete
geçişi esas aldılar. Çünkü onlar biliyorlardı
ki; “Örgütü örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan,
programlar ve yaldızlı laflar değil, devrimci
eylemdir.” (M. Çayan, age, sf;356)
Sol lafazanların, “ceğiz-cağız”la onyıllardır
oyaladığı kitlelerde, DEV-GENÇ’in mücadelesiyle
yarattığı sempati, yerini silahlı propaganda temelinde
yürütülen devrimci savaşın kitleleri derinden
etkilemesine bırakıyordu. THKP-C’nin yürüttüğü
bu devrimci savaşa -ki, THKO’nun mücadelesinin
etkisi de gözardı edilemez-, Türkiye oligarşisinin,
iktidarını kaybetme korkusuyla verdiği yanıt;
siyasal zorun askeri biçimde maddeleştirilmesi
oldu.
THKP-C’nin yeni oluştuğu ve devletle açık savaş
yürüttüğü 1971 başlarında gündeme getirilen 12
Mart Cuntası’nın tüm azgınca saldırılarına rağmen,
onun emperyalizmin işbirlikçisi ve faşist niteliğini
açığa çıkartma mücadelesi; yenilen darbeler ve
verilen şehitler pahasına, aynı kararlılıkla sürdürüldü.
Cevahir yoldaşın şehit düşmesi ve Küpeli-Aktolga
“ihanetçi kliği”nin Parti’yi sağ çizgiye çekmeye
çalışmaları; THKP-C’nin, siyasi gerçekleri açıklama
mücadelesini temelleyen silahlı propaganda faaliyeti
yürütmesinin engeli olmadı. 29 Kasım 1971’de,
Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar eden Mahir ve
Ulaş yoldaşlar, öncelikle “ihanetçi kliği” Parti’den
uzaklaştırdı ve THKP-C, 12 Mart Cuntası’nın “bütün
baskı, şiddet ve cebrini göğüsleyerek” devrimci
savaşı kaldığı yerden devam ettirdi...
Ulaş yoldaşın şehit düştüğü bu devrimci savaş
süreci, Türkiye Devrimci Hareketi açısından bir
manifesto olarak değerlendirilmesi gereken Kızıldere’ye
kadar kesintisiz olarak sürdürüldü. Düşmanın ağır
silahlar da kullandığı yüksek ateş gücüne rağmen,
az sayıda ve çok sınırlı atış gücüne sahip silahlarıyla
son mermilerine kadar çatışıp şehit düşenlerin
Kızıldere’de yarattığı devrimci savaş ve direniş
manifestosu, geridekilere bırakılan önemli bir
miras ve gelenektir!..
THKP-C’nin, devrimci eylem çizgisinin bir uzantısı
olarak ele alınması gereken Kızıldere; siyasal
devamlılık için fiziki yok oluşun Türkiye’deki
ilk örneği ve Parti’mizin devrimci direniş manifestosudur!..
Evet, Kızıldere’de, kararlılıkla sürdürülen devrimci
savaşta, bir muharebe kaybedilmiş ve buna bağlı
olarak da, örgütsel dağınıklık yaşanmıştır. Ancak
unutulmamalıdır ki;
“Ve bazen ‘yenilgiler’, devrim tarihlerinde birçok
zaferden daha güçlü etkilerle kendi misyonunu
belirler. Çünkü, yaratılan stratejik direniş,
düşmanın hareket mevzilerinin, psikolojik üstünlüğünün
önüne dikilir. O gerilim ve denge anlarıdır ki,
sessizlik, teslim oluş veya direniş, belirleyici
sınıflar savaşı olgusu olarak süreci uzun erimli,
uzun soluklu ve çok yönlü olarak belirler. Sonuç,
maddi veriler açısından ne olursa olsun.” (“Şafak
Yargılanamaz-II”, sf;449)
Gelenek Devam Ediyor
THKP-C’nin kurulduğu ilk andan itibaren, oligarşiye
karşı başlattığı ve Kızıldere sonrasında kesintiye
uğramış olan devrimci savaş; uzun erimli sınıflar
mücadelesinin yeni dönemini de belirlemiştir.
Kızıldere’nin son olmadığı ve savaşçı geleneğin
devam ettirileceğini görmek için, üç yıllık bir
zaman dilimi yetmiştir. 1975’lerde, Hareketimizin
öncülerince yeniden başlatılan silahlı mücadele
ile sürdürülen savaşçı gelenek, Beylerderesi’yle
ivme kazanmıştır...
Devrimci sosyalist hareketin temel güçlerinin
Kızıldere’de imha edilmesinin yanısıra; kendince
önemli iç gereksinmelerini de karşılayan oligarşi,
1973 seçimlerine başvurdu. Böylece, açık faşizm
döneminin yoğunlaşmış baskı ve terör ortamının
bunalttığı kitlelerin patlama noktasına gelmesini
engellemek ve suni dengeyi sürdürebilmek için,
faşizmin “açık” icrasını dönüştürerek yeniden
“gizli” niteliğe bürünmesini sağlayıp, kurulu
düzenin devam etmesini amaçlamaktaydı.
1973 seçimleri sonrasında gündeme gelen CHP-MSP
koalisyon döneminin “göreli serbestlik” ortamı,
bir yandan sınırlı legal çalışma olanaklarının
doğmasına neden olurken; aynı zamanda “reformist-teslimiyetçi”
akımların güçlenmesine de zemin hazırlamıştı.
Kızıldere sonrasında geride kalan Parti-Cephe’li
unsurlar/sempatizanlar ve “silahlı mücadele” savunucuları,
moral yitimi içerisinde şaşkın ve edilgen bir
konumda beklemekteydiler. Özellikle cezaevlerindeki
Parti-Cephe’li kadroların; dışarıdakilere gönderdikleri;
“bekleyin, acele etmeyin” komutları ve yurtdışındaki
“kalıntılar”ın, devrimci potansiyelin verili koşullarını
değerlendiremeyişleriyle örtüşen basiretsizlik
ve yeteneksizlikleri, böylesi bir ortamın doğmasına
neden olmuştu.
Bu kargaşa ve beklenti sürecinde, saflar da netleşmekteydi.
Parti-Cephe ardılları arasında “mirasyedi”ci çizgi
ve mücadeleyi kaldığı yerden devam ettirme anlayışında
kendini gösteren bir ayrışma yaşanmıştı. Devrimci
potansiyeli değerlendirmek isteyen “arayış çizgisi”,
ne yazık ki çeşitli gruplardan/çevrelerden oluşmaktaydı.
Kızıldere geleneğini sürdürebilmek ve THKP-C’nin
geride kalan samimi unsurlarını/sempatizanlarını
toparlayarak mücadeleyi sürdürmek amacıyla yola
çıkan İstanbul, İzmir ve Ankara merkezli girişimler
bulunuyordu.
Hareketimiz tarafından İstanbul merkezli olarak
1975 yılında ABD ve NATO hedeflerine yönelik politik-askeri
eylemleri ile Kızıldere sonrasında yeniden başlatılan
“silahlı mücadele”, diğer girişimlerin de harekete
geçmesini hazırlayacak koşulları oluşturmuştu.
Artık sis dağılmış, buz kırılmış ve “yürüyüş”
başlamıştı...
Kendilerini,”Türkiye Devriminin Acil Sorunları”
(TDAS) broşürüyle ifade eden Ankara merkezli başlangıç
yapan bir başka devrimci yapının başını, THKP-C’nin
Ankara kadrosunda yer alan Koray Doğan’la (8 Mart
1972’de Ankara’da, kontr-gerilla tarafından vurularak
katledildi) örgütsel ilişki içerisinde bulunan
İlker Akman çekmekteydi. Yine o süreçte “Mevcut
Durum ve Devrimci Taktiğimiz” broşürünü yazarak,
günceldeki taktik politikasını ortaya koyan İlker
Akman, TDAS broşürünü kaleme alanların da içerisindeydi.
TDAS broşürü etrafında bir arada bulunan bu grup,
esas olarak Ankara’da AYÖD ve TMMOB içerisinde
faaliyet göstermekteydi. 1975 yazında, TDAS çevresi
“Yurtdışı grubu” ile birleşti. Sağlam temellere
dayanmayan bu birleşme kısa bir süre sonra ayrışma
ile sonuçlandı.
Öncü Savaşı’nın hazırlıklarının tamamlandığı tespitini
yapan İlker Akman; Sivas, Malatya, Elbistan/Maraş’ta,
MHP ve ordu güçlerine yönelik askeri eylemlerin
planlandığı “taktik politika”yı da belirleyerek,
buzun kırıldığı yoldan yürüme kararlılığını göstermişti.
Hasan Basri Temizalp (III. THKO Davası’ndan yargılanmış
ve cezaevinden çıktıktan sonra, İlker Akman tarafından
bu çevreye kazandırılmıştı) ve Yusuf Ziya Güneş
ile birlikte bölgeye geçen İlker Akman; yerel
kadroların da katılacağı bir dizi askeri eylemleri
organize edecekti. Sivas’ta MHP binasının bombalanması
sonrasında Malatya’ya geçen üç kişilik grubun
“yürüyüş”ü, il merkezinde karşılaştıkları devlet
güçleriyle çatışarak -bu çatışmada, bir polis
ve bir bekçi ölmüştür- çekildikleri Beylerderesi’nde
(Malatya’ya oldukça yakın dağlık alan) noktalandı...
26 Ocak 1976’da, Beylerderesi’nde bir dağ evinde
kuşatılan bu üç yiğit militan devlet güçlerinin
saldırılarına karşı, sadece tabancalarıyla -Malatya’daki
çatışmada, ellerindeki makinalı tabancayı bırakmak
zorunda kalmışlardı- karşılık veriyordu. Yüzlerce
polisin silahlı ve makinalı tabancalı saldırısının
yanısıra, helikopterden atılan bombalar, direnme
geleneğini kuşanan Üç’lerin tabanca mermileriyle
karşılık buluyordu. Düşmanın yüksek ateş gücü,
bir kez daha sınırlı atış gücüne sahip silahları
susturmuştu. Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya
Güneş’in katledildiği bu yoğun saldırıda yaralanan
İlker Akman, operasyonu yöneten dönemin İçişleri
Bakanı Ferit Kubat ve yerel mülk-i erkan içerisinde
yer alan Abdülkadir Aksu’nun (şimdiki İçişleri
Bakanı) emriyle kurşuna dizildi.
Bir kez daha, siyasal devamlılık için fiziki yokoluş
göze alınmış ve Kızıldere’de yaratılan savaşçı
gelenek, Beylerderesi’nde sürdürülmüştü. Çünkü
Üç’ler biliyorlardı ki; “Geçmişin mirasçısı, geçmişteki
kararlı ve uzlaşmaz mücadelelerin mirasçısı olmak
isteyen kimse, bugün doğru devrimci çizgide proletaryanın
devrimci bayrağını yükseklerde tutmak zorundadır.”
(Mahir Çayan, age, sf;198)
Devrimci Çizgi
Bilindiği üzere THKP-C, devrim stratejisini, Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisi (PASS) olarak belirlemişti.
Ülkenin içinde bulunduğu koşullar gereği, şehirlerde
başlatılıp kırlarda devam ettirilecek olan ve
son sözün şehirlerde söyleneceği bu strateji;
Silahlı Propaganda’nın temel alındığı Öncü Savaşı’yla
kitleleri örgütlemeyi esas alır ve kır-şehir diyalektik
bütünselliği gözetilerek (“Birleşik Devrimci Savaş”
esprisi) yürütülür. İşte, Kızıldere’de ifadesini
bulacağımız bu stratejik gerilla hattının doğuşu,
böylesi bir anlayışın ürünüdür.
71 eylemlerinden Kızıldere’ye, 1975’de yeniden
başlatılan savaşa, Beylerderesine, Haziranlara
ve günümüze akan süreç bu stratejik rotanın ürünüdür.
Beylerderesi, Kızıldere sonrasındaki yenilgi atmosferine
Devrimci Sosyalist Hareketin vurduğu darbenin
ardından gelişen en önemli direniş eylemlerinden
biridir. Kızıldere sonrasında savaşı sürdürme
iradesinin, kararlığının güçlü biçimde ortaya
konulduğu önemli kilometre taşlarındandır.
Kızıldere’den Beylerderesi’ne, Haziranlara uzanan
direnişlerde şehitlerimizin bedenleriyle yarattığı
savaşçı gelenek ve devrimci çizgi, “engin zenginliğe”
sahip devrim ve sosyalizm mücadelesinde yolumuzu
aydınlatmaya devam ediyor, edecek! Engels’in dediği
gibi;“Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz, ama
her şeyden önce belirli öncüllerle birlikte ve
çok belirli koşullar içinde.” (“Felsefe İncelemeleri”,
Marx-Engels, Sol Yay. sf;52)
Öyleyse yolumuz, Kızıldere’den-Beylerderesi’ne,
Haziran’dan-Şubat’a; çatışmalarda, darağaçlarında
ve tutuşturulan bedenlerle, Şafakları kızıllaştırarak
devrim yolunda düşenlerin yoludur!..
|