Güncel
Şehitlerimiz
Barikat
Kültür
Tarih
Kitaplar
Dizi Yazılar
Görüşler
Linkler
Ana Sayfa
 
Arşiv
Makale Dizini


 

 

K. ARİF KARADENİZ

22 Ocak 2003 günü, dünya kamuoyuna bir açıklama yapan Fransa ve Almanya, günümüz dünyasında daha etkin olmak için, güçbirliğine gittiklerini ilan ettiler. Yayınlanan ortak deklarasyonda da ifade edildiği gibi; ileriye dönük olarak, “her konuda ortak davranma”yı öngören bu güçbirliği, başta emperyalist sistem olmak üzere, yerkürenin değişik bölgelerinde farklı tepkiler aldı.
Yapılan zirvede, iki ülkenin dış politikaya ilişkin ilk açıklaması; Irak’a yönelik askeri müdahale seçeneğine karşı çıkmalarıydı. Diğer emperyalist güçlerin yanı sıra, özellikle de Irak’a müdahale etmek için hazırlıklarını olanca hızıyla sürdüren ABD ve bağlaşığı İngiltere, elbette bu açıklamadan ve güçbirliğinden fazlaca rahatsız oldular. Zira, “yeni etki ve nüfuz alanları”na sahip olma mücadelesinde, karşılarına eskisinden daha güçlü bir emperyalist parça çıkıyordu.
Daha sonrasında bir planla, Birleşmiş Milletler’e Irak’a müdahale edilmesi yerine silah denetçileri sayısının artırılması ve Birleşmiş Milletler güçlerinin gönderilmesi yönünde bir öneri getirmeye hazırlanan bu güçbirliği, ABD’nin başını çektiği emperyalist odağın şimşeklerini üzerine çekerken, aralarındaki çelişkiye yeni ve belirgin bir motif daha eklenmiş oluyordu. Nato’daki, olası savaş durumunda Türkiye’nin Nato tarafından savunulmasına dair tartışmalarda sözkonusu güçbirliği taraflarının ABD politikalarının tersine tavır geliştirmesini de aynı politikaların uzantısı olarak değerlendirebilmemiz mümkün. Böylece Nato aracılığıyla, kendi çıkarları için yapacağı savaşın ekonomik yükünü başkalarına da yıkmaya çalışan ABD’nin planları bozulmuş oluyordu.

Çok Parçalı Emperyalist Sistem
Yıllardır uygulanan revizyonist politikalara bağlı olarak, 1990’lı yılların başında “çözülüş” sürecine giren reel sosyalist ülkeler sistem, iki kutuplu dünyanın tek kutuplu hale gelmesini de beraberinde getirdi. Emperyalist sistemin tek belirleyen olduğu bu tek kutuplu dünyada, emperyalistler arası ilişkilerde “çok parçalı”lık kendini göstermekteydi. “Çözülüş” öncesi genellikle ortak hareket eden emperyalist sistemde, karşısında “alternatif güç”ün kalmayışı ve “potansiyel güçler”deki gerileyiş nedeniyle, “parçalar”ın karşıtlığı öne çıktı. Yani, ulusal/halk kurtuluş mücadelelerindeki gerileme ve sosyalist kimlikli Küba ile Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin nicelik durumu, alternatif güçlerin oldukça geri bir durumda olmasıyla örtüşmekteydi. Yine, emperyalist metropollerdeki işçi sınıfının mücadelesi ekonomik öze indirgenmiş ve zamanla en alt düzeye inerek, potansiyel güçlerdeki gerileyiş gerçekleşmişti. Böylece emperyalist sistemde, pazar alanlarına sahip olma isteği öne çıktı. Zira, “komünizm heyulası”na karşı ortak hareket etme zorunluluğunu içeren “siyasi entegrasyon”u sürdürmenin bir önemi kalmadı...
Bilindiği üzere, revizyonist politikalar izleyen “reel” sosyalist sistemin çözülüşü ve Varşova Paktı’nın dağılmasına bağlı olarak, SSCB ve “Doğu Bloku” ülkelerinde iç çatışmalar ve etnik ayrılıklar yaşandı. Bunun doğal sonucu olarak, ortaya irili ufaklı bir çok devlet ve devletçik çıktı. Bağımsız (!) olarak adlandırılan ve öncelikle Rusya’nın denetiminde olan bu devletler; Kafkasya, Orta Asya, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da bulunuyordu. Böylece, bu “yeni etki ve nüfuz alanları”na sahip olmak isteyen emperyalist ülkelerin ilişkilerinde “çatışma eğilimi” mayalanmaya başladı.
Zira, emperyalizmin karakteristik özelliği olan yayılmacılık, gelinen aşamada daha belirgin olarak öne çıkmış ve emperyalist parçaların “karşıtlık”larının “çatışma”lara dönüşmesi kaçınılmaz olmuştu. Hemen belirtelim ki, emperyalist sistemdeki bu “çok parçalı”lık durumu, ulusal/halk kurtuluş mücadelelerinin bastırılması için, emperyalistlerin bütünsel hareket etmelerinin önünde engel değildi. Mezopotamya, Kolombiya, Nepal, Filipinler, Peru, Meksika vb. ülkelerde yürütülen ulusal/halk kurtuluş mücadeleleri karşısında emperyalistlerin “blok tavır” alışları buna örnektir. Yine, emperyalizmin denetiminden çıkan devlet yönetimleri de, emperyalist ülkelerin askeri müdahaleleriyle yola getirilmeye çalışıldı.
Tek kutuplu, ancak çok parçalı oluşum sergileyen bu emperyalist sistemde; kendi denetimlerindeki pazar alanlarını korumak ve ileri hamlelerde bulunarak “yeni etki ve nüfuz alanları” oluşturmak isteyen emperyalist ülkeler, bir yandan kendi aralarındaki ekonomik entegrasyonu (“sermayenin temerküzü”) devam ettirirken, diğer yandan da “karşıtlık ve çatışma” halinin görece ağır bastığı bir ilişkilenme içerisindeydiler. Böylece emperyalist parçalar, kendi aralarında ve bölge ülkelerini de kapsayan değişik biçimlerdeki ilişki ve ittifak politikaları geliştirerek, farklı niteliklerdeki “güç odakları” oluşturmaya başladılar.
Tek “küresel güç” olan ABD, jeo-politik alanda önemli isimlerden olan İngiliz coğrafyacı Sir Marold Macinder’in yüzyıl önce söylediği; ”Avrasya’ya hakim olan dünyaya hakim olur” düşüncesine uygun olarak geliştirdiği “Avrasya Stratejisi”yle, küresel hegemonik güç olmak ve bunu kalıcı kılmak için harekete geçti. Tüm çıkarlarını ABD ile örtüştüren İngiltere ve ayrıca Kanada’nın, ABD emperyalizminin tüm politikalarını destekler biçimde kendi yönlerini belirlemesiyle birlikte, ABD omurgalı emperyalist bir güç odağı oluştu.
Böylesi bir biçimleniş doğrultusunda hareket eden ABD, Kuzey Amerika’da Meksika ve Kanada ile birlikte NAFTA adı altında ekonomik entegrasyonu sağla-yan bir birlik oluşturdu. Avrupa’nın “jeo-stratejik oyuncular”ı Fransa ve Almanya’nın omurgasını oluşturduğu ve birçok Avrupa ülkesini de kapsayan Avrupa Birliği emperyalistleri de, ayrı bir güç odağı oluşturdular.
Bu iki emperyalist odağın, yeni-sömürge ülkelerle farklı bağlaşık ilişkiler geliştirdiği biliniyor. Rusya ve Çin ise, ayrı emperyalist güçler olarak, farklı bağlaşık ilişkiler geliştirdiler. Ekonomik olarak güçlü, ancak askeri ve siyasi olarak güçsüz Japonya ile; ekonomik, askeri ve siyasi olarak güçsüz Hindistan ise, bu güçsüzlükleriyle örtüşük bir ilişki geliştirerek, farklı politik gelişmeler karşısında farklı emperyalist güç odağını destekler konumda bulunuyorlardı.
Özellikle Körfez Savaşı sonrasında, dünyanın fotoğraf karesi netleşmeye başlayınca, farklı niteliklerdeki bu güç odakları, yeni görüntüye uygun hareket etmeye yönelik ilişkiler geliştirmeye başladılar. Elbette amaç; “yeni etki ve nüfuz alanları”na sahip olmayı koşullayan emperyalist yayılmacılık politikalarında başatlık kazanmaktı...
Körfez Savaşı’dan, 11 Eylül’e kadar geçen sürede emperyalist güç odakları; Somali, Bosna, Kosova, Yugoslavya, Arnavutluk, Endonezya vb. ülkelere yönelik saldırı ve işgal politikaları geliştirdiler. Yine Ruanda, Sudan, Tanzanya, Irak vb. ülkeler bu emperyalist güç odaklarının askeri saldırılarına maruz kaldılar. Bu ülkeler üzerinde gerçekleşen askeri saldırı ve işgaller, özünde emperyalist güçlerin kendi çıkar çatışmalarının yansısından başka bir şey değildi. Bölgesel nitelikteki bu emperyalist savaş ve saldırılar sonucunda, güç dengelerinde değişiklikler oldu ve böylece, değişik niteliklerdeki emperyalist şekillenişler gündeme geldi.

Güç Odakları Biçimleniyor
11 Eylül’de, “İkiz Kuleler” olarak bilinen “Dünya Ticaret Merkezi” ve Pentagon’a yönelik eylemler , ABD’nin “dünya imparatoru” olma yolunda gerekli adımları atmasında gerekçe olmuştur.
Emperyalizmin jandarması ve “tek küresel güç” ABD’nin, kendi ülke sınırları içerisinde böylesi bir eyleme maruz kalmasıyla yenilmez, sarsılmaz güç imajı zedelenmiştir. Böylece büyük bir yara almış bulunan ABD; tüm bu olumsuzlukları bertaraf etmek ve “Avrasya Stratejisi”ne uygun olarak hareket etmekte gecikmemiştir. Bir yandan bu eylemi gerekçe göstererek, tam bir barbarlık içerisinde geri-bıraktırılmış ülkelerin halklarına yönelik saldırlar gerçekleştirirken; diğer yandan da, öteki emperyalist güç odakları üzerinde üstünlük sağlamayı amaçlamıştır.
“Terör yuvası” ve “terörist/serseri devlet” olarak değerlendirdiği Afganistan’ı hizaya getirme gerekçesiyle, hem Orta Asya’ya yerleşerek “enerji koridorları”nı ele geçirecek ve hem de diğer emperyalist güç odakları karşısında ileri hamleler gerçekleştirmiş olacaktır. Bu şekilde, emperyalist güç odaklarının, ABD’nin yayılmacılığı temelleyen politikalarından uzaklaşmasının önüne set çekilecektir...
Kosova’ya asker göndererek, II. Paylaşım Savaşı’ndan sonra ilk kez “saldırgan” konum sergileyen Almanya; 11 Eylül’ü gerekçe göstererek, Anayasası’na “sınırdışına asker gönderme” maddesini ekleyerek, yayılmacılık politikalarını iç yasalarıyla paralel kılmış ve askeri olarak güçlenmesinin önünü açmıştır. 11 Eylül’le birlikte, meydanı tek başına ABD’ye bırakmak istemeyen Fransa da, askeri olarak güçlenmesini sürdürmüş ve Avrupa emperyalizminin güçlü bir odak olması için çaba sarfetmiştir. Avrupa Güvenlik Savunması Politikası (AGSP), bu iki gücün ortak çabalarının bir ürünüdür. AGSP doğrultusunda, kendi Avrupa Ordusu’nu kuran Fransa ve Almanya omurgalı Avrupa emperyalizmi, artık ABD politikalarının serbestçe yaşam bulmasının önünde engel olmaktadır. Özellikle, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Orta Doğu’daki ABD politkaları, bu güç odağının karşı duruşuyla, direnişiyle karşılaşmaktadır.
Rusya, ekonomik krizini atlattıktan sonra, kendi “arka bahçesi”yle daha yakında ilgilenmiş ve 5 milyar dolar civarı seyreden savunma bütçesini 25-30 milyar dolara yükseltmesinin yanısıra, özellikle kendi bölgesinde daha etkin bir politka izlemeye başlamıştır. Asya’nın büyüyen gücü Çin’in, bölgede yaygınlaşan gücü ile dış politikada daha da aktifleşmesi; ABD’li stratejistlerin; “2025 yılında Çin, ABD’nin en önemli rakibi olacaktır!” tespitini yapmalarına neden olmuştur. ABD’nin isteksizliğine rağmen, Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olan Çin’in SPGSMH’nın, 2025 yılında ABD’nin SPGSMH’nı geçeceği, ekonomist uzmanlarca ifade ediliyor. Böylesi bir gelişim kaydeden Rusya ve Çin’in ekseninde bulunduğu ve Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan’ın da içerisinde yer aldığı “Şanghay Beşlisi” (ki, Özbekistan’ın bu güce katılmasıyla birlikte, altı ortaklı “Şahghay Bloku”na dönüştürülmüştür), ABD’nin Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’daki politikalarının önünde engel olmaya başlamıştır.
Yine, Rusya’nın, Avrupa emperyalistleriyle ikili ilişkileri (Fransa ve Almanya’nın, Rusya’nın NATO’ya üye olmasını sağlamak için ABD’ye yüklendikleri biliniyor), özellikle ABD’nin “Avrasya Stratejisi” politikalarına geçit vermeyen ilişkilere dönüşmüştür. Bu iki emperyalist güç odağı, ABD’nin Birleşmiş Milletler’den istediği kararları çıkarmasının da engeli olmuş ve ABD, 1990’lı yıllar boyunca yükseliş trendinde devam eden “egemenlik” politikalarını bu nedenle yaşama geçirememiştir.
Yine, 11 Eylül sonrası “sınırdışına asker gönderme” maddesini Anayasası’na alan Japonya, II. Paylaşım Savaşı sonrasında ilk kez sınırdışına asker göndererek, “paylaşımda ben de varım” diyerek, yayılmacı emellerini açıkça ortaya koy-muştur. Hindistan ise; bazen ABD ve bazen de “Şanghay Bloku”na eklemlenen değişik politik yönelimler içerisine girmiştir...
Farklı niteliklerdeki bu emperyalist güç odaklarının, “yeni etki ve nüfuz alanları”nı paylaşmayı içeren karşıt duruşları, kendi aralarındaki çatışmaların boyutlanmasını getirmiş ve bunun daha da boyutlanacağının göstergesi olmuştur. ABD’nin ekonomik, askeri ve siyasi gücünü ortaya koymasının yanısıra; tehdit, şantaj ve rüşvet politikalarını da güncelleştirerek, Avrupa Birliği, Rusya ve Çin gibi emperyalist güç odaklarının ABD politikalarının karşısındaki duruşlarını engelleme çabaları, yeni dönemde hız kazanmıştır.
ABD politikaları karşısındaki negatif duruşları etkisiz kılmak isteyen ABD omurgalı emperyalist güç odağı; Çin’in Sincan Özerk Bölgesi ve Tibet’teki “ayrılıkçı güçler” (ki, Çeçen güçlerinin, Moskova’daki tiyatro baskını sonrasında, Rusya’nın ABD’ye çağrı yaparak; “Çeçenler’i terörist güçlere dahil etmesi” isteminin, ABD yöneticilerince yanıtsız bırakılması, bu politikanın sonucudur) gerektiğinde kışkırtılmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da, kendi “iç sorunlar”ına dalan Çin ve Rusya’nın; Kafkaslar, Orta Asya ve Asya’daki “yayılmacı” politikalarında durağanlık ve gerileyiş yaşanacaktır. Keza, Almanya ve Fransa da, kendi “arka bahçe”leri olan Doğu Avrupa’daki “sınır çatışmaları” ve “etnik çatışmalar” ile uğraştırılacaktır. ABD’nin, “Kosova’daki askeri güçlerimi çekerim” tehdidi, bu politikanın doğal bir sonucudur. Yine Fransa, Afrika kıtası ile uğraştırılarak, ABD karşıtı politikalarında zayıflaması amaçlanmıştır. Son zamanlarda Afrika’ya gözünü diken ABD’nin, gerici bazı devlet yönetimleriyle ilişkiler geliştirerek ve silah, enerji tekellerini harekete geçirerek, bu kıtada “egemenlik” kurmaya çalışması, hem küresel yayılmacılık politikalarının bir uzantısı ve hem de, Fransa’nın bu bölgeyle uğraştırılmak istenmesinin bir ürünüdür.

“Fransalmanya” mı?..
Değişik niteliklerdeki bu emperyalist güç odakları; “yeni etki ve nüfuz alanları”nı sahiplenmek için, küresel düzeyde herekete geçmişlerdir. Yeni geliştirdiği, “Önce sen vur!” stratejisiyle “dünya imparatoru” olmak isteyen ABD’nin gözünü diktiği Körfez; paylaşım alanının mihenk taşı olma özelliğini sergiliyor. 11 Eylül gerekçe gösterilerek Kafkaslar ve Orta Asya’ya yerleşmiş bulunan ABD, Ortadoğu’ya yeni askeri güç yığınağı yapmaktadır. Bağlaşığı İngiltere ile birlikte, bu askeri yığınağını sürekli olarak artıran ABD, “Avrasya Stratejisi”ni yaşamsal kılmak için, Körfez’i ele geçirmek zorundadır. Çünkü Körfez, Avrasya’nın kalbidir. Bu nedenledir ki; günümüz dünyasında emperyalist rekabetin ana eksenini Körfez oluşturmaktadır. Oldukça zengin enerji kaynakları ve su havzalarıyla “enerji koridoru”na sahip olması bir yana, coğrafi özellikleri ve stratejik konumu ile Körfez, emperyalist güç odaklarının iştahını kabartmaktadır. Bu jeo-politik konumda bulunan Körfez bölgesini denetimine alan emperyalist güç, aynı zamanda petrol ve görece doğalgaz gibi enerji kaynaklarına da hakim olacaktır. Özellikle Avrupa ve Japonya’nın sanayisinin buralardaki enerji kaynaklarına bağımlı olduğu düşünüldüğünde, bölge üzerindeki hakimiyet nedeni kolayca anlaşılmaktadır. Yine, Rusya ve Çin’in bölge ülkeleriyle ekonomik ve askeri işbirlikleri, Körfez’in ABD’ye bırakılmayacak kadar önemli olduğunu göstermektedir.
Böylesi bir konuma sahip Körfez bölgesini ABD’ye bırakmak istemeyen emperyaist güç odakları, Irak’a yönelik ABD saldırganlığını durdurmak için, Birleşmiş Milletler ve NATO nezdinde girişimlerde bulunmalarının yanısıra; kendi aralarında ve bölge ülkelerini da kapsayan değişik niteliklerde ilişkiler geliştirmişlerdir. İşte, Fransa ve Almanya’nın “güçbirliği”; genel anlamda “yeni etki ve nüfuz alanları”ndan pay almayı amaçlayan yayılmacılık politikalarını içermekle birlikte, özel olarak da, her iki ülkenin Körfez’e ilişkin politikalarının bir sonucu olarak değerlendirilmelidir...
22 Ocak’ta, bir deklarasyonla kamuoyuna açıklanan Fransa-Almanya güçbirliği, sadece ABD’nin Körfez politikalarına karşı duruşu amaçlamamaktadır. Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi; bu güçbirliği aynı zamanda, Kafkasya, Orta Asya, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da ortaya çıkan “yeni etki ve nüfuz alanlarından daha fazla pay almak ve Afrika’da da yayılmacı emellerini adım adım gerçekleştiren ABD’nin, bu kıtadaki ilerleyişini durdurarak, buraları kendi yeni-sömürgeleri haline getirmeyi hedeflemektedir. Yaptıkları güçbirliği ile, diğer Avrupalı emperyalist ülkleri de kendi eksenlerinde bir araya getirerek, pazar paylaşımından daha fazla pay almayı koşullamışlardır. Kamuoyunda; “Fransa-Almanya Evliliği” diye açıklanan yeni ortaklığın arka planında yatan budur...
Yapılan güçbirliğinin ayrıntılarına indiğimizde, karşımıza oldukça kapsamlı bir proje çıkmaktadır. Ekonomik, siyasi ve askeri işbirliğinin derinleştirildiği bu ortaklıkta, ileriye dönük olarak yapılan planların adeta “birleşme”yi hedeflediği açıkça görülüyor. Diğer avantajları bir yana, 141 milyon toplam nüfusa sahip Fransa ve Almanya’nın, 377 milyon nüfuslu Avrupa Birliği’ne oranının %40 olduğu ve yine toplam yüzölçümlerinin AB’ye oranlarının %28 olduğu düşünüldüğünde, bu iki ülkenin AB içerisinde ne kadar etkin bir konumda olacağı açıktır! Elbette sorun, sadece nüfus ve sahip olunan toprak parçası değil; AB’nin motoru olabilecek niteliklerinin bileşkesidir.
Toplam 3,6 trilyon Euro’luk GSMH’ları ile, 8,5 trilyon Euro’luk AB toplamına oranı %40 olan bu ülkeler; kişi başına düşen ulusal gelir düzeyiyle de AB ortalaması üzerinde yer almaktadır. Almanya’da 24 bin Euro, Fransa’da ise 24.800 Euro olan kişi başına düşen ulusal gelir düzeyi, 20.700 Euro olan AB ortalamasından daha yüksektir. “Ekonomide daha sıkı işbirliği yapılması”nın karar altına alındığı bu güçbirliğinde, ortak ekonomilerinin daha da büyüyeceği göz önüne alındığında, bu iki ülkenin, “AB’nin ekonomik motoru” olarak değerlendirilmesi kaçınılmazdır.
Fransa’nın 40 milyar Euro’luk ve Almanya’nın 26 milyar Euro’luk savunma bütçelerinin ve asker sayılarının toplamı; bu iki ülkeyi, AB üyesi diğer ülkeler nezdinde, “güçlü bir savunma ve güçlü bir ordu”ya sahip kıldığı biliniyor. Zaten, yeni oluşturulan Avrupa Ordusu’nun omurgasını da, esas olarak bu iki ülke oluşturmaktadır. Özcesi, savunmaya ayırdıkları yüksek bütçeler ve tam donanımlı askeri bütçeleri (güçlü kara kuvvetleri ve amfibik birlikleri, uçak filoları, konvansiyonel silah üstünlükleri, uçak gemileri ve nükleer bombaları) ile Fransa ve Almanya, AB’nin jandarması olarak tanımlanmaktadır. Bu iki ülkenin, “savunmada daha sıkı işbirliği yapılması”nı içeren anlaşma ile ortaya koydukları gerçek odur ki; bu iki ülkenin askeri güçleri daha da büyüyecektir!
87 üye ile Fransa ve 99 üye ile Almanya’nın birleşik üye sayısı, toplam 626 üyelik Avrupa Parlamentosu’nun %30’una tekabül etmektedir. Uluslararası politikalarda, genellikle örtüşük davranan Fransa ve Almanya’nın ortak siyasi duruşları; diğer AB üyesi emperyalist ülkelerin birçoğunun da peşlerinden sürüklenmesine neden olmaktadır ve olacaktır. “Uluslararası örgütlerde, tek kişinin temsili” ve “BM Güvenlik Konseyi’ne ortak temsilci atanması” içerikli yeni kararları, “dış politikada ortak tavır izlenmesi” ile tamamlanmış olunca, bu güçbirliğinin, AB’yi güçlü bir emperyalist odak yapmasının da önünü açacaktır. Zira, Fransa ve Almanya’nın böylesi bir “siyasi birlikteliği”nden etkilenen diğer AB üyesi ülkeler, bu birleşik gücün etrafında kümeleneceklerdir...
Başbakanlık ve diğer bakanlıklar nezdinde karşılıklı atamaları içeren bu güçbirliği ile Fransa ve Almanya, ortak hükümet toplantıları ve ortak parlamento toplantıları yapabileceklerdir. Yine, her iki ülke vatandaşlarının genel seçimlerde karşılıklı aday olabilme ve karşılıklı oy kullanması, ayrıca “çifte vatandaşlık” hakkının sağlanması, oldukça önemli gelişmelerdir. Hemen belirtelim ki; kapsamlı projenin bu bölümü, her iki ülke vatandaşlarını, birlikte hareket etmeye hazırlamayı içermektedir. Bir çoğu ileriye dönük olan anlaşma maddeleri yaşamsal kılındığında, iki ülkenin “siyasi birliktelik”lerinin önünde pek de engel kalmayacaktır. Zira o zaman, kamuoyunda ifade edilen “Fransalmanya” projesi gerçekleştirilmiş olacaktır! Bugünden, böylesi bir birikteliğin; “toprak, dil, ekonomi, kültür ve bayrak” bütünselliğine dönüşeceğini beklemek, boş bir hayaldir. Birleşmenin özü; “çok uluslu tek devlet” bile olmayacaktır! Bu birleşme, iki ülkenin ortaklığıdır ve bu da ancak “güçbirliği” olarak tanımlanabilir...
Fransa ve Almanya güçbirliği, “Irak’ta savaşa karşı oldukları”nı açıklayarak, uluslararası arenada ilk adımlarını atmışlardır. İngiltere Başbakanı T. Blair’in, Şubat’ın ilk haftasında görüştüğü Fransa Cumhurbaşkanı J. Chirac’tan ilgi görmeyişi, bu güçbirliğine atfedilen önemin göstergesidir.
Her ne kadar bugün, ABD’nin Irak’a yönelik saldırgan politikasını destekleyen İtalya ve İspanya, AB içinde çatlak yaratmış olsalar da; Fransa-Almanya güçbirliği, diğer AB üyesi ülkeleri kendi etrafında kümeleyebilecek potansiyele sahiptir. Çünkü bu güçbirliği; AB’nin, “ekonomik, askeri ve siyasi motoru”dur!.. Fransa ve Almanya güçbirliği de, ABD ve diğer emperyalist güç odakları da, dünya emekçi halklarının can düşmanıdır!
Anti-emperyalist mücadelenin öncelendiği günümüz dünyasında; yeni-sömürgelerdeki oligarşik yapılara, faşist yönetimlere ve her türden gericiliğe karşı mücadele, bunların arkalarında hangi emperyalist odağın olduğuna bakılmaksızın yükseltilecektir.
Bölgemizde mayalanan savaş, aynı zamanda Ortadoğu Devrimci Hareketi’nin güçlenmesinin de zeminidir. Örneğimiz, iki kıtada savaşan Che’dir. Öyleyse, devrimci sosyalistlerin ertelenemez görevi, anti-emperyalist mücadeleyi yerkürenin her yanına yaymaktır!..

Güç Birliğinin İçerdikleri
* Fransız Başbakana Alman ve Alman Başbakana Fransız danışman atanacak.
* Altı ayda bir ortak hükümet toplantıları düzenlenecek.
* Bir ülkenin bakanı, diğer ülkenin bakanlar kurulu toplantısına katılabilecek.
* Her iki hükümette, ikili işbirliğini koordine edecek bir genel sekreter bulunacak. Yardımcısı diğer ülkeden olacak.
* Her iki ülkedeki bakanlıklarda, karşılıklı olarak birer yetkili bulundurulacak.
* Savunma ve ekonomide daha sıkı işbirliği yapılacak.
* Dış politikada ortak tavır izlenecek. İleriye dönük olarak, BM Güvenlik Konseyi’ne ortak temsilci atanacak.
* Uluslararası örgütlerde (olimpiyat, spor organizasyonları vb) her iki ülkeyi, tek bir kişi temsil edecek.
* İleriye dönük olarak, Alman ve Fransızlar birbirlerinin ülkelerinde genel seçimlerde oy verebilecek ve aday olabilecekler.
* İki ülkenin sivil ve aile yasaları arasında uyum sağlanacak.
* İleriye dönük olarak; iki ülke vatandaşlarına çifte yurttaşlık hakkı tanınacak ve ortak pasaport verilecek.
* İki ülke, uluslararası spor müsabakalarına ortak yarışmacılarla katılacak.
* 22 Ocak, her iki ülkede “Fransa-Almanya Günü” olarak kutlanacak.

Nüfus
Almanya;82 milyon Fransa;59 milyon
AB;377 milyon.
İki ülke toplamının AB’ye oranı;%40
GSMH (Euro)
Almanya;2.1 trilyon Fransa;1.5 trilyon
AB;8.5 trilyon
İki ülke toplamının AB’ye oranı;%40
Kişi Başına Düşen Ulusal Gelir (Euro)
Almanya;24 bin Fransa;24.800
AB (ortalama);20.700
2003 Savunma Bütçesi (Euro)
Almanya;26 milyar (yaklaşık)Fransa;40 milyar
Avrupa Parlamentosu’ndaki Vekil Sayısı
Almanya;99 Fransa;87
AP;626
İki ülke toplamının AP’na oranı;%30
İşsizlik (%);
Almanya;8.9 Fransa;8.5 AB;7.7
Yüzölçümü (km2)
Almanya;357 bin Fransa;550 bin
AB;3.154 bin
İki ülke toplamının AB’ye oranı; %28

 
 

 

 

 

 

sbarikat07@gmail.com
Devrimci Sosyalist Barikat / Aylık Sosyalist Dergi
Yönetim Yeri: Nurtepe Mah. Cemre Sk. No: 2 Kağıthane-İstanbul