Tek
Yol Devrimci Yenilenme
Tek Yol Devrim
S. Kızılırmak
|
21. yüzyıl kapitalist barbarlığın dizginsiz biçimde
insanlığı derin bir çözülme ve yıkıma uğrattığı, bu
durum karşısında devrimci sosyalizmin ve diğer emek
güçlerinin henüz güçlü bir devrimci karşılık üretemediği
karanlık bir tabloyu 20. yy.'dan devralarak başladı.
Bu karanlık tablo, kapitalist sistem ile dünya sosyalist
güçlerinin tarihsel çatışmasının 21 yy. başında ulaştığı
noktadır ve reel sosyalizmin 1990 başlarında çöküşüne
bağlı olarak emperyalist kapitalist sistemin dünya çapında
hegemonik güç haline gelişiyle karakterize olmuştur.
Bu bağlamda, 1990 tarihsel bir dönemeç noktasıdır, emperyalist-kapitalist
sistemin ve sosyalist hareketin gelişim seyrinde yeni
bir tarihsel dönemin kapısının aralanmasıdır. 1990'dan
itibaren, 1945'ten (kimi öğeleri itibariyle 1917'den)
bu yana hakim olan dünya tablosu net bir biçimde değişmiş,
dünya ve yaşadığımız topraklar büyük alt-üst oluşlarla
yeniden biçimlenmeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz, bu alt-üst
oluş tek başına reel sosyalizmin 1990 başlarındaki çarpıcı
çöküşüyle açıklanabilecek denli basit değildir. Arka
planı reel sosyalist ülkelerdeki (ve genel olarak sosyalist
hareketteki) gelişmeler kadar, emperyalist kapitalist
sistemde özellikle son otuz yıldaki yoğunlaşmış gelişmelere
ve değişime de yaslanmaktadır. İnsanlığın kaderini belirleyen
bu iki temel dinamik arasındaki yoğun etkileşim ve çatışma,
1990 başlarında reel sosyalist ülkelerin çöküşüyle birlikte
insanlığı yeni bir dünya tablosu ile karşı karşıya bırakmıştır.
Ortaya çıkan değişimin boyutları, etkileri ve sonuçları
muazzam ölçülerdedir.
Her yeni tarihsel dönemeç noktası, nesnel durumda olduğu
gibi, insan bilincinde de çoğunlukla oldukça büyük alt-üst
oluşlar ve kaosla karşılığını bulur. İnsanlığın yegane
kurtuluş umudu olan ve devasa bir toplumsal sistemi
yaratmış sosyalist hareketin büyük bir çöküş yaşaması
ile ortaya çıkan günümüzdeki yeni süreç, insan bilincinde
derin bir moral yıkıma yol açmıştır. Emperyalist kapitalist
sistemin tüm ideolojik aygıtları ile geliştirdiği yalan
ve yanılsamaya dayanan kapsamlı propagandaları emekçilerin
ve daha da ötesinde tüm insanlığın bilincinde sosyalizme,
bugününe ve geleceğine dönük felç edici dramatik sonuçlar
yaratmıştır. Oluşan nesnel ve düşünsel kaos ortamında,
ilerleme düşünce ve ütopyasından kopuş ve alaca karanlık
bir düşünce ve bilinç sefilliği ortaya çıkmıştır.
Bilimsel sosyalizmi referans alan güçler, diğer emek
güçleri ve sistem karşıtı muhalefet de bu alt-üst oluş,
savruluş ve çürüme tablosunun esas olarak dışında değildir.
Mevcut tablo her şeyden önce bu güçlerin çöküşünün ve
her yönlü etkisizleşmesinin ürünüdür. Etkisizleşme,
savruluş, çürüme ve kriz etkisini en yoğun biçimde bu
güçler arasında göstermektedir. Bu tabloyu tersine çevirebilecek,
hayatın her alanını kucaklayan devrimci bir çıkış tasarımı
ve pratiği geliştirilemediği ölçüde bu süreç devam etmektedir/edecektir.
Proletarya ve ezilen yığınlar giderek derinleşen bu
dramatik ve karanlık girdaba mahkum değildir. Kapitalist
sistem, bugünkü geçici üstünlüğünü üretici güçlerin
ve tüm insanlığın ilerlemesi için maddi ve moral olanaklar
yaratmasına değil, daha ileri toplumsal seçenek olan
sosyalizmin/komünizmin öznelerinin (sosyalist hareket),
emekçileri bu seçeneğe taşımada başarılı olamamalarına
borçludur.
Emperyalizm, kapitalist sistem açısından genel bunalım
demektir ve bu bunalım 1970’lerden bu yana süregelen
ağır ve yapısal krizle derinleşmiştir. Kapitalizmin
krizinin imdadına sosyalist hareketin yaşadığı derin
kriz ve bunun sonucu gelen çöküş yetişmiştir. Kapitalist
sistem bir devrimler dalgası ile parçalanmaktan geçici
olarak kurtulmuştur. Ancak bu durum onun kendi yapısal
özelliklerinden kaynaklanan krizini aşmasını sağlayamamıştır/sağlayamaz.
Tarihsel deneyim göstermiştir ki, her büyük kriz yarattığı
tüm yıkımlara karşın, büyük çözümlerin olanaklarını
da bağrında taşımıştır. Bugünkü insanlık krizi, diğer
tüm krizlerden çok daha fazla ve güçlü biçimde büyük
devrimci çözümlerin olanaklarını ve dinamiklerini bağrında
taşımaktadır.
Reel sosyalizmin çöküşünden bu yana geçen on yılı aşan
süreç, emperyalist-kapitalist sistemin maddi ve tarihsel
sınırlarına gelip dayandığını, 1990’lardan itibaren
başlayan yeni sürecin tüm elverişli koşullarına rağmen
bu durumu aşma dinamiklerine sahip olmadığını, ömrünü
uzatmak için üretici güçleri ve tüm insanlığı daha fazla
yıkıma sürüklemek ve çürütmekten başka seçeneği bulunmadığını
apaçık göstermiştir. Kapitalizmin yarattığı bu tablo
netleştikçe ve bilinçlerde yarattığı puslu hava yavaş
yavaş dağıldıkça, sosyalizmin sömürüsüz dünya ütopyasının
bilimsel temelleri, sosyalist hareketin yaşadığı krizin
tüm yıkıcılığına karşın, giderek daha açık biçimde görülmektedir.
Reel sosyalizmin çöküşü sadece onlarca yıllık sosyalist
emeği yıkıntılar arasında bırakmamıştır. Bunun yanı
sıra, sosyalizm adına yapılan kangrenleşmiş gerici uygulamalar,
sosyalist bilinci körelten dogmalar ve her türden kast
da yıkıntının altında kalmıştır. Dolayısıyla, sosyalizmin
yeni yükselişi bu ayak bağlarından da kurtulmuş olarak
gelişecektir.
Devrimci sosyalizmin yeniden ve daha ileri düzeyden
bütünsel bir çıkışının maddi imkanları güçlü biçimde
bulunmaktadır ve sistem bunun maddi imkanlarını her
gün daha fazla biçimde durmadan üretmektedir. Devrimci
sosyalizm, sahip olduğu tarihsel birikim ve düşünsel
temellerle yeni ve güçlü bir devrimci çıkışı gerçekleştirecek
özsel dinamiklere sahiptir.
Hareketimiz, bu süreci devrimci bir yenilenme süreci
olarak görmektedir. Ve bu sürecin düşünsel temel hareket
noktalarına sahiptir. Açarsak;
Yeni Bir Dönemin
Kapısı Aralanmıştır
1990’lara değin, sosyalist sistem ile kapitalist sistem
arasındaki çelişki ve çatışmanın ekseninde belirlenen
dünya çapındaki ilişki, yapı ve dengeler, sosyalist
sistemin çöküşü, sosyalist hareketin genel bir kriz
içine girişi ve gerileyişi ile birlikte kapsamlı bir
değişime uğramıştır. 1990’lı yıllar kapitalist sistem
ve sosyalist harekette ve bunların birbirleriyle olan
ilişkilerinde, 1945’ten beri kurulmuş olan toplumsal
modellerin, ilişkilerin, çelişkilerin, yapı ve dengelerin
bir bölümünün ortadan kalktığı, bir bölümünün ise hızla
yapısal bir değişim içine girdiği ve böylece yeni ilişki,
çelişki, yapı ve dengelerin oluştuğu yıllar olmuştur.
Bu bağlamda hem kapitalizm, hem de karşıtı, yani sosyalist
hareket bakımından yeni bir sürece girilmiştir.
Kapitalist sistem içi değişim süreci 1990 ile birlikte
başlayan yeni bir olgu değildir. Kapitalist sistemin
bugün vardığı noktayı kavrayabilmek için biraz daha
gerilere, 1970 başlarından itibaren yaşadığı yapısal
krize ve buna karşı geliştirdiği restorasyon programına
değin gitmek gerekir.
1990’larda başlayan yeni sürecin temelleri 1980’lerde
uygulamaya konan restorasyon programı ile atılmıştır
Kapitalist dünya ekonomisine 1945’lerden itibaren egemen
olan kapitalist sömürü modeli, 1970’lere gelindiğinde
derin bir krize girerek rolünü oynamaktan uzaklaşmıştır.
Sömürge sisteminin ulusal kurtuluş mücadeleleri ile
parçalanması, yeni devrimlerle sistemden kopuşun hızlanması,
işçi hareketinin büyüyen gücünün sömürü için giderek
daha elverişsiz koşullar yaratması, emperyalistler arasında
giderek büyüyen rekabet ve tekelci kapitalizmin bağrında
sürekli biçimde taşıdığı iktisadi kriz unsurları, 1970’lere
gelindiğinde olağanüstü düzeyde birikerek sermayenin
genişletilmiş üretimini önemli ölçüde daraltmış, kar
oranlarında ciddi bir düşüşe yol açmıştır. Kapitalist
sistemin o güne değin gelen egemenlik ilişkileri böylece
büyük ölçüde yaralanmış, sosyalist hareket ve ulusal
kurtuluş mücadeleleri karşısında uygulanan politikaların
da önemli ölçüde işlevsiz olduğu açığa çıkmıştır. 1945
sonrası başlayan emperyalizmin 3. Bunalım Dönemi’nin
ilk 25 yılında, savaş sonrası büyüme olanaklarının da
yardımıyla kendisini toparlayan ve gelişme sağlayan
kapitalist sistem, bu süreçte aynı zamanda yukarıda
ana hatlarıyla sıraladığımız kriz öğelerini de biriktirmiş
ve bu öğeler 1970 başlarında kesişerek/birleşerek derin
bir yapısal krize yolaçmıştır. Kapitalist sistemin efendileri,
başından itibaren sistemin yapısal krizi aşma dinamiklerine
sahip olmadığını, krizi geçici olarak da olsa aşmanın
ancak hem sistem içinde, hem de sistem karşıtı güçlerle
ilişkilerde büyük bir alt-üst oluşu (1945-70 arasında
olduğu gibi sistemi rahatlatacak dinamiklere sahip olan
bir alt-üst oluş) gerektirdiğini görmüşlerdir. Oysa,
bu imkan ve dinamikler tarihin o kesitinde mevcut değildi.
Bu nedenle krizi aşma değil, krizin yıkıcı etkilerinin
güçlü biçimde ortaya çıkmasını önleme ve krizi yönetme
hedefi öne çıkmıştır. Bu temelde, sistemin egemen gücü
ABD önderliğinde 1980 başlarında sistematik ve bütünsel
bir restorasyon programı devreye sokularak sistem içinde
ve başta sosyalist güçler olmak üzere tüm sistem karşıtı
dinamiklerle olan ilişkilerde büyük bir değişim süreci
başlatılmıştır.
Emperyalist-kapitalist restorasyon programı, sermayenin
genişletilmiş yeniden üretiminin önündeki bütün siyasal,
ekonomik, devletsel, vd. engellerin çok yönlü bütünsel
saldırılarla parçalanmasını, bütün toplumsal ve uluslararası
ilişkilerin bu temelde yeniden kurulmasını hedeflemekteydi.
Ekonomik alanda bunun anlamı, Keynesçi sömürü modeli
politikalarının terk edilerek finans sermayesinin, mal
ve hizmet üretiminin, dolaşımının ve pazarların tümüyle
serbestleştirilmesi, sömürü oranlarını hızla artıracak
yeni bir sömürü modelinin geliştirilmesi demekti. Geçmişin
liberal ekonomi politikalarından esinlenen bu politikalar
yeni (neo)-liberalizm olarak tanımlanmıştır. Neo-liberal
politikalar temelinde biçimlenen yeni sömürü modelinin
başlıca unsurlarını şöyle sıralayabiliriz;
Mali sermayenin uluslararası alanda serbestçe dolaşımının
sağlanması ve mali sermaye içinde para sermayenin öne
çıkması, kar oranlarının yükseltilmesinde para sermayenin
başlıca aktör haline gelmesi yeni sömürü modelinin en
temel unsurlarından biridir. Malların ve hizmetlerin
uluslararası alanda üretimi ve dolaşımının önündeki
tüm engellerin ortadan kaldırılması da bu yeni politikaların
bir başka önemli unsurudur. Tüm insan etkinliklerinin
(entelektüel alan ve diğer alanlar dahil) ve o güne
değin belli ölçülerde meta üretiminin dışında kalan
üretim alanlarının (kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi,
vb. yollardan) meta üretimine dahil edilmesi ve kapitalist
sömürü alanları haline getirilmesi yeni modelin esaslı
bir unsurudur. Kapitalist sanayinin yeni ve bu nedenle
daha yüksek kar oranlarına sahip üretim sektörleri (mikro-elektronik,
biyo-teknoloji, bilişim sektörleri) temelinde dünya
ölçüsünde yeniden yapılandırılması, bunların kapitalist
sanayinin hegemonik sektörleri haline getirilmesi bu
sürecin başka bir temel unsurudur. Ayrıca bir ürünün
üretilmesi sürecinin yaklaşık olarak tüm aşamalarının
tek bir büyük işletmede ve standart kitle üretimi ve
düzenli istihdam temelinde (fordist iş örgütlenmesi
ekseninde) üretilmesi modeli bu süreçte yerini yeni
üretim modellerine bırakmaya başlamıştır. Yeni teknolojilerin
ve yeni uluslararası işbölümünün de yardımıyla, üretim
sürecinin işletme içinde ve işletmeler arasında taşeronlaştırma
vb. yoluyla parçalanmasını, düzenli istihdam ve standart
çalışma koşullarının ortadan kaldırılmasını, işçi sınıfının
hem zihinsel, hem de fiziki olarak yoğun biçimde sömürülmesini
esas alan ve kazanılmış hakları yok eden bir çalışma
düzeni olan esnek üretim örgütlenmesi egemen hale getirilmiştir.
Yeni üretim örgütlenmesi yeni sömürü modelinin esaslı
unsurlarından biridir. Bu gelişmelere bağlı olarak,
emperyalist ülkelerde ikinci sınıf sanayi sektörleri
konumuna düşmüş sektörlerin yeni sömürgelere aktarılması,
daha çok borçlandırılmış bu ekonomilerin, mal ve hizmetlerin
serbestçe akışının sağlanması zemininde yeniden yapılandırılması
sağlanmış ve bu zeminde yeni bir uluslararası işbölümü
geliştirilmiştir. Yeni-sömürgelerde yaşanan bu süreç
yeni sömürü modelinin temel unsurlarından biri olmuştur.
Bu sömürü modeli ile, kendine yeni ve yüksek karlarla
değerlenme alanları arayan birikmiş devasa tekelci sermayeye
ekonominin her alanında çok büyük alanlar açılmış, yapısal
krizin yıkıcı etkileri hafifletilmeye, ekonomik açıdan
yönetilebilir hale getirilmeye çalışılmıştır.
Emperyalist-kapitalist sistemin restorasyon programının
siyasal boyutunu ise ABD emperyalizmi öncülüğünde geliştirilen
yeni sömürü modelinin uygulanmasını ve sosyalist hareketin
tasfiyesini hedefleyen saldırgan sağcı (yeni sağ olarak
tanımlanan ve faşizmin eşiği olarak sayılabilecek akım)
politikalar ve bunların uygulayıcıları oluşturmaktaydı.
Reagan, Thatcher, Kohl üçlüsünün temsil ettiği yeni
sağ akım neoliberal ekonomi politikalarının devreye
girişine paralel olarak ABD, İngiltere ve Almanya’da
iktidara getirildi. Fransa’daki ‘solcu’ iktidar kısa
sürede yeni sağ politikalara uyumlu hale getirildi.
Yeni sağ, devlet mekanizmasının Keynesci politikalar
ekseninde yapılanmış olan mekanizmalarını kısa sürede
tasfiye ederek neo liberal politikalara uygun olarak
yeniden yapılandırdı. Sosyal ve demokratik hakların
önemli ölçüde budanması, kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi
ve metalaştırılması, sendikalar ve demokratik kitle
örgütlerinin gücünü kırmaya dönük uygulamalar yeni sağ
politikanın esaslı unsurlarını oluşturmaktaydı.
Hiç kuşkusuz, bu politikaların en çok öne çıkan unsuru
yoğun bir anti-komünist saldırganlıktı. Bu dönem, emperyalist
saldırganlığın yoğunluğu nedeniyle yeni bir "soğuk
savaş" dönemi olarak da nitelendirilmiştir. Sömürge
ve yeni-sömürge ülkelerde gelişen ulusal ve halk kurtuluş
mücadelelerini tasfiye etmek için askeri faşist darbelerin
yanı sıra, devletlerin açık faşizm ile gizli faşizm
uygulamalarının iç içe geçtiği ve "düşük yoğunluklu
çatışma" / "düşük yoğunluklu demokrasi"
olarak da tanımlanan bir model ekseninde yapılandırılması
süreci başlatıldı. Bu temelde, dizginsiz bir faşist
terör ve demagojik bir demokrasi söylemi ile bilinçlerin
çarpıtılması bir arada devreye sokuldu.
Reel sosyalist sisteme karşı yoğun ve açık bir askeri
ve siyasal kampanya açıldı. Askeri alanda "yıldız
savaşları" projesi ve çok yönlü bir kuşatma ile
savaş tehditleri, askeri işgalin meşrulaştırılması vb
yollardan askeri basıncın artırılması ve zaten zor durumda
olan reel sosyalist ekonomilerin silahlanma yarışına
çekilerek daha da zayıflatılması askeri alandaki saldırganlığın
başlıca unsurları olarak öne çıktı. Reel sosyalist ülkelerin
iç işlerine açıktan müdahale, bu ülkelerde gerici politik
yapıların örgütlendirilmesi ve desteklenmesi, yoğun
bir anti-komünist propagandanın yürütülmesi, komünist
hareketlerin baskı altına alınması, “insan hakları”
ve “demokrasi” demogojisi, sosyalist sistem karşıtı
kampanyaların başlıca unsurları olarak devreye sokuldu.
Bu süreçte, hegemonya mücadelesi hızını kaybetmeden
sürmesine karşın, ortak düşmanları olan sosyalist hareket
karşısında birlik, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkilerin
belirleyici unsuru olmayı sürdürdü.
Emperyalist restorasyon programı, salt ekonomik ve siyasal/askeri
alanla sınırlı olmayan kültürel, sosyal, ideolojik vd.
alanları da kapsayan bütünlüklü bir yapı taşımaktaydı.
Yeni ekonomik ve siyasal modelin, kültürel ve entelektüel
alanda da yeni akımlar ve bunlara uygun günlük yaşam
ilişkileri ile tamamlanması hedefleniyordu. Bu noktada,
Postmodernizm, siyasal ve ekonomik alanda yaşamı parçalanan
ve daraltılan geniş kesimlere bunu benimsetmenin, akılcı
ve bilime bağlı düşünmeyi, toplumsallığı, insanlığın
bütünsel kurtuluşunu hedeflemeyi, vb. tüm büyük insani
değerleri yok saymanın, insanı kendi içine çökertmenin,
küçük düşünmenin, geleceksizleştirmenin düşünsel-kültürel
teorisi olarak kapitalist sistem tarafından insanlığın
üzerine püskürtüldü.
Kısaca, ekonomide neoliberalizm, siyasette yeni sağ,
kültürel-entelektüel alanda Postmodernizmden oluşan
üçlü, kapitalist sistemin 1945 sonrasında ortaya çıkan
ve 1980’lere değin gelen iç yapılanmasında ve karşıtlarıyla
ilişkilerinde kapsamlı bir değişim sürecini başlatan
kapitalist restorasyon sürecinin başlıca dinamikleri
olmuşlardır.
1990 çöküşü, emperyalist restorasyonla birleşerek
yeni bir tarihsel
sürecin kapısını aralayan ana dönemeçtir
Tam da bu noktada, 1990 başlarında reel sosyalizmin
çöküşü ve sosyalist hareketin genel gerilemesi, emperyalist-kapitalist
sistemin yaşadığı değişim ve yenilenme sürecinin önündeki
bütün engelleri kaldırmış ve süreç bu duruma uygun olarak
yeni boyutlar ve dinamikler kazanarak, hem sistem, hem
de sosyalist hareket açısından yeni bir dönemin kapısını
aralamıştır.
1990’daki çöküşle birlikte kapitalist sistem, 1917-90
yılları arasında kısmi bir kesintiye uğrayan dünya hegemonyasını
yeniden kurmuştur. Çöküş bütün dünya dengelerinin bozulması
(ve hatta siyasal coğrafyanın değişmesi) ve yeniden
kurulmasının zorunlu hale gelmesi anlamını taşıyordu.
Dünya hegemonyasının sağlanması ile girilen yeni süreç
kapitalist sistemin iç ilişkilerinde ve dengelerinde
önemli değişimleri de kaçınılmaz olarak beraberinde
getirmiştir/getirmektedir. Dünya çapında, reel sosyalist
sistem ve sosyalist harekete karşı yürütülen hegemonya
mücadelesi, kapitalist sistem içi hegemonya mücadelesine
dönüşmüştür. Hegemonya mücadelesi yürüten büyük aktörlerinin
birbirinden farklı gelecek tasarımları ve hedefleri
ve bunlara ulaşmak için bugünden başlattıkları uygulamalar,
sistemin oldukça değişken olgular zemininde yeniden
yapılanmasını beraberinde getirmektedir. Siyasal örgütlenmede,
emperyalist güçler arası ittifak ilişkilerinde, iç ekonomik
ilişkilerde, emperyalist ülkeler ile sömürge ve yeni-sömürgeler
arasındaki ilişkilerin biçimlenişinde ve bu ülkelerin
/ nüfuz alanlarının paylaşılmasında, uluslararası kurumların
rollerinin belirlenmesinde, askeri ilişkilerde, sistem
karşıtı güçlere yaklaşımda, kısacası hayatın her alanında
dünya kapitalist sistemi yeniden organize oluyor, kendini
kuruyor. Aynı zamanda sistemin taşıdığı ve halen sürmekte
olan kriz dinamikleri de apaçık görülebilir hale geliyor.
Burada, bir noktanın altını çizmek gerekiyor; restorasyon
programının ekonomik ve kültürel, entelektüel alandaki
politikaları ve bir kısım unsurları bağlamında siyasal
programları, 1990’larda ortaya çıkan siyasal tablo ve
genel duruma bağlı olarak yeni boyutlar kazanarak, derinleşerek
dönemi biçimlendiren esaslı unsurlar olmuşlardır. Bu
bağlamda, 1990’larda başlayan sürecin unsurları, kapitalizm
cephesinde 80’lerden itibaren mayalanmış, sürecin yapı
taşları parça parça oluşmuştur, oluşmaktadır. Bütün
bu olgulara bağlı olarak 1990’lı yılların başında kapısı
aralanan yeni dönem, o yıllardan bu yana süren geçiş
süreci boyunca biçimlenmeye, ana renklerini kazanmaya
başlamıştır.
Yeni süreç, ortaya derinleşen iç çelişkileri ve
çatışmalı bir
hegemonyayı çıkarmıştır
Emperyalist sistemin egemen gücü ve lideri olan ABD
emperyalizmi, çöküş sonrasında dünya çapında tek lider
ülke konumuna gelmiş ve ortaya çıkan tabloya en güçlü
ve derli toplu müdahaleyi geliştiren güç olmuştur. Reel
sosyalizmin çöküşünün ardından her alanda ortaya çıkan
boşluğu kendi konumunu sağlamlaştırmanın bir kaldıracına
dönüştürmeye dönük olarak siyasal alanda "Yeni
Dünya Düzeni", ekonomik alanda ise "Küreselleşme"
söylemi ile kendi programlarını devreye sokmuştur.
"Yeni Dünya Düzeni" söylemi reel sosyalizmin
çöküşüyle ortaya çıkan tablonun ABD emperyalizmi eliyle
ve onun hegemonyasını her alanda kuracak ve kurumsallaştıracak
biçimde inşasını ifade etmektedir. Bu politikalar, öncelikle,
ABD emperyalizminin reel sosyalist ülkelerde kapitalist
restorasyona öncülük ederek bu ülkeleri yağmalaması
ve kendine bağlanmasını, sistem içindeki tüm aykırı
güçlerin yoğun askeri baskı dahil olmak üzere her yoldan
hizaya getirilmesini içermektedir. Bunun yanı sıra,
yeni-sömürgelerin tümünün daha güçlü kontrolünü sağlayacak
yeni ilişki ve ittifak biçimlerinin geliştirilmesini,
reel sosyalizmin çöküşünün ardından ABD’nin koruyucu
şemsiyesine ihtiyacı kalmayan ve kendi hegemonya alanlarını
genişletmeyi hedefleyen/hedefleyecek olan rakip emperyalist
güçlerin kontrol altında tutulmasını, 1990 öncesinden
devralınan ve o süreçteki dengeleri gözeterek yapılanmış
olan uluslar arası kurumların ABD çıkarlarına uygun
olarak yeniden yapılandırılmasını ya da tasfiyesini
vb. unsurları içermektedir.
“Küreselleşme” söylemi neoliberal politikaların 1990’lardaki
ifadesidir. Kapitalist sistem, bu ekonomi politikaların
önündeki engellerin önemli ölçüde tasfiye olmasından
hareketle dünyanın her köşesinde bu politikaları derinleştirmeyi
ve yeniden örgütlemeyi hedeflemiştir. IMF ve Dünya Bankası
faaliyetlerini tüm dünyaya yayarken, GATT yeniden yapılandırılarak
DTÖ’ye dönüştürülmüş, MAİ ve MİGA gibi neoliberalizmi
kurumsallaştıran yeni anlaşma ve örgütlenmeler yaratılmıştır.
ABD emperyalizmi, 1980’lerde geliştirilen yeni sömürü
modelinin "küreselleşme" söylemi ekseninde,
yeni sürece uyarlanmasına öncülük etmiş ve ekonomik
dengelerin kendi lehine kurulmasını sağlamaya çalışarak,
sömürüden aslan payını almayı sürdürmeyi garantilemeye
çalışmıştır.
Yeni sürecin politik söyleminin ve ideolojik arka planının
örülmesi işine de, ABD emperyalizmi öncülük etmiştir.
"Kapitalizmin ebediliği, yenilmezliği", "tarihin
sonu", "ebedi barış", "demokrasi
ve refah döneminin başlaması", "sivil toplum"un
güçlendirilmesi, "yeni ekonomi" ve "küreselleşme"
temelinde tüm ekonomilerin güçlenmesi ve refahın tüm
dünyaya yayılması söylemleriyle derin bir bilinç bulanıklığı
ve yanılsama ortamı yaratmıştır. Reel sosyalizmin çöküşü
ve sosyalizmin prestijinin ciddi ölçüde zayıflaması
bu demagojilerin adeta sınırsız biçimde yayılmasını
mümkün kılmıştır.
ABD emperyalizmi bu politikalar zemininde dünyanın her
alanında devasa operasyonlar yürütmektedir. Reel sosyalist
ülkelerin ve yeni-sömürgelerin mali spekülasyon, kara
para akışı ve özelleştirmeler yoluyla yağmalanması ve
enkaza dönüştürülmesi (1995 Rusya krizi, 1998 Asya krizi,
Arjantin krizi, Türkiye krizi vb. ), sistem içi dengeleri
zorlayan ülkelerin siyasal ve ekonomik abluka yoluyla
tam teslimiyete zorlanması, ileri gidenlerin Irak, Somali,
Yugoslavya, Sudan ve son olarak Afganistan örneğinde
olduğu gibi askeri açıdan ezilmesi ve halklarının yıkıma
uğratılması işin bir bölümüdür. Yeni sömürgelerin yönetilmesinde
doğrudan askeri müdahaleleri daha yoğun olarak kullanmak
ve sık sık klasik sömürgeciliğin manda yönetimi tarzına
başvurmak (Afganistan’da, Somali’de, Kosova’da, Doğu
Timor’da vb), eski reel-sosyalist ülkelerin bir bölümünün
bağımlılaştırılması, diğer emperyalist ülkelerle daha
güçlü bağımlılık ilişkileri olan yeni-sömürgelerin iç
savaşlar, darbeler, bölgesel savaşlar yoluyla kendisine
bağlanması da artık yaygın bir uygulamadır (Afrika’da
son on yılda meydana gelen yönetim değişiklikleri, darbe,
iç savaş ve bölgesel savaşlar hemen hemen tümüyle ABD
ile Fransa arasındaki paylaşım mücadeleleri ile ilgilidir).
Genel hegemonyasını korumak ve genişletmek için, nispeten
gelişmiş ve bulundukları bölgelerde stratejik bir konumda
olan yeni-sömürgeleri bölge lideri ve jandarması olacak
haline getirmek ve ‘eksen ülkeler’ adı altında buna
uygun stratejik ilişkiler ve kurumlaşmalar yaratmak
dönemin başka bir politikasıdır. Ayrıca, stratejik hammadde
kaynaklarının bulunduğu alanların ve geçiş yollarının
kontrolü için bu alanların istikrarsızlaştırılması ve
her türlü araç kullanılarak denetim altına alınmaya
çalışılması (Gürcistan, Azerbaycan, Ermenistan, Çeçenistan,
Abhazya, ve Orta Asya cumhuriyetlerindeki iç kargaşalar
ve savaşlar, Afrika’daki savaşlar hep bu politikanın
ürünüdür), rakip emperyalist blokların gelişmesini göğüslemek
için Kuzey Amerika’da Meksika ve Kanada ile NAFTA temelinde
ekonomik entegrasyonun geliştirilmesi önemlidir. Siyasal
alanda kendisi gibi Anglo-Sakson kökenli olan güçlü
tarihsel ve kültürel bağlara sahip olduğu İngiltere,
Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada ile stratejik ilişkilerin
geliştirilmesi ve adı konulmamış yeni bir bloğun mayalandırılması
ve rakip ülke ve blokların kendi hegemonyasını zedelemeyecek
sınırlar içinde tutulma çabası, 11 Eylül eylemleri sonrasında
tüm uluslar arası ilişki ve dengelerin geliştirilmesinde
askeri unsurun ve dizginsiz bir terörün öne çıkarılması
ve tüm yerel / uluslararası aktörlerin buna boyun eğmesinin
açıkça istenmesi, vb. gelişmeler, 1990 sonrasında ABD’nin
yaratmaya çalıştığı dünya panoromasının ilk elde sıralanabilecek
başlıca unsurlarını oluşturmaktadır.
Öte yandan, 1945-90 sürecinde sosyalist hareketin sistemin
varlığını tehdit eden etkinliği nedeniyle birleşik hareket
eden ve uzlaşmaz çelişkilerini açık mücadeleler yoluyla
dışa vurmayan ve ABD’nin güvenlik şemsiyesinin etrafında
birleşen emperyalist aktörler, bu tehdidin ortadan kalkması
ile birlikte çeşitli ittifak ilişkileri zemininde ABD
ile yollarını ayırmaya ve hegemonya mücadelesini yavaş
yavaş geliştirmeye başlamışlardır.
Almanya ve Fransa ekseninde tüm Avrupa’yı kapsamayı
hedefleyen Avrupa Birliği (AB) bloğu, kapitalistleşen
Çin ve Rusya ekseninde mayalanan ½anghay beşlisi bloğu,
henüz rolünü belirginleştirmemiş olmakla birlikte Asya-Pasifik
bölgesinde hegemonyasını geliştiren büyük bir güç olarak
Japonya, ABD emperyalizminin karşısında dünya hegemonyasına
oynayan, en azından ABD’nin temel belirleyici güç olmaktan
çıkmasını, gücün ve dolayısıyla sömürü pastasının kendi
paylarının artması temelinde yeniden paylaşılmasını
isteyen başlıca aktörler konumundalar. Bu güçler, şu
anda dünya kapitalist sisteminin egemen gücü olabilecek
siyasal, ekonomik, askeri ve kültürel kapasiteye sahip
olmamakla birlikte, siyasal, askeri ve diğer alanlarda
giderek daha fazla aktifleşiyorlar. AB ordusunun kurulması,
Almanya’nın ve Japonya’nın ülkeleri dışına asker göndermeleri,
AB’nin Doğu Avrupa’yı nüfuz alanı olarak görmesi, Fransa’nın
özel çabasıyla AB’nin Akdeniz’de etkinliğini geliştirmeye
dönük kapsamlı programlar geliştirmesi, Ortadoğu’da
daha aktif roller üstlenme çabası ve bu alanda söz sahibi
olmak istemesi, yine AB’nin Güney Asya’da, Latin Amerika’da
kapsamlı işbirliği projeleri geliştirmesi, bunun için
bölgesel zirveler, konferanslar örgütlenmesi, Çin’in
Asya’da büyüyen gücü, yaygınlaşan bölgesel etkinliği,
Japonya’nın Asya-Pasifik bölgesinde askeri, siyasal
ve ekonomik aktifleşmesi vb gelişmeler; bu ülkelerin
dünya ve/veya bölgesel çapta hegemonya mücadelesine
hazırlandıklarının, deyim yerindeyse ısınma turlarına
başladıklarının göstergeleridir. Ancak kısa vadede,
mevcut güç ilişkilerinde sıçramalı bir değişim olanaklı
görünmüyor. Bu ülke ve blokların, hegemonya mücadelesinin
bu aşamasında güç biriktirmeyi hedefledikleri görülüyor.
Kısacası, emperyalist-kapitalist sistemde ABD emperyalizmi,
bugünkü tek başına hegemon ülke olma konumu kalıcı değildir.
Orta/uzun vadede egemenliğini sistemin diğer büyük aktörleri
ile paylaşmak zorunda kalacaktır. Önümüzdeki süreçte
emperyalistler arasındaki çelişkiler bu paylaşım sürecinin
çatışmaları ile biçimlenecektir.
Yeni sömürgeciliğin derinleştirilmesi ve yeni sömürge
ülkelerin
katmanlaştırılması dönemin karakteristik çizgisidir
Yeni-sömürgeler bu süreçte, küçük bir pazara ve stratejik
önemi olmayan bir coğrafyaya sahip ülkeler, hammadde
kaynakları açısından önem taşıyan ve orta büyüklükte
bir pazara ve sınırlı da olsa bir sanayiye sahip ülkeler
ve büyük pazarlara, orta gelişkinlikte bir sanayiye
sahip olan ve bölgelerinde stratejik önemi bulunan ülkeler
olarak katmanlaşmış, bütün hücrelerine değin teslim
alınmış ve yağmalanmışlardır. Emperyalizmin içselleşmesi
olgusu günümüzde en olgun görünümüne kavuşmuştur. Sömürge
tipi faşizm, "düşük yoğunluklu çatışma ve demokrasi"
çizgisi temelinde geliştirilen yeni yöntemlerle bu ülkelerin
devlet yapılanmalarına daha derinlikli biçimde egemen
kılınmıştır. Bu ülkelerde ekonomik ve siyasal yapıların
yaşadığı alt-üst oluş genel bir toplumsal parçalanma
durumu yaratmış, sürekli kriz hali sık sık tepe noktalarına
ulaşmaya başlamıştır. Öte yandan, çok uluslu yeni-sömürgelerde
kapitalizmin gelişmesine paralel olarak devrimci, demokratik
yollardan gerçekleşmeyen uluslaşma süreçleri dağılmaya,
ulusal başkaldırılar hızla yaygınlaşmaya (Pakistan,
Hindistan, Sri Lanka, Türkiye, İran, Arap ülkeleri,
Afrika ülkeleri vb alanlarda görülenler) başlamıştır.
Ezilen sınıflar, maddi ve manevi olarak yıkıma,
çürümeye uğratılmışlardır
Kültürel, sosyal ve her türden insan ilişkilerinde ise
on yılı aşkın sürecin bilançosu tek kelime ile yıkımdır.
1990 başlarında emperyalizmin temel söylemi olan "insan
hakları, demokrasi, yeni dünya düzeni ve yeni insan
ilişkileri" aldatmacası, kısa sürede tuz-buz olmuş,
vahşi kapitalizm uygulamaları ile insana dair ne varsa
un-ufak edilmeye başlanmıştır. Emperyalist-kapitalist
sistemin belirleyiciliğinde gelişen 1990’ların gerici
değişim ve yeniden biçimlenme süreci insanlığın bütün
varoluş biçimlerinde ifadesini derin bir krizle bulmuştur.
Sistemin yarattığı insan tipi ve ilişkileri, biçim ve
öze ilişkin nüanslardaki kimi farklılıklara karşın,
esas olarak insanlığın bugüne değin yarattığı ileri
insani değerlerden kopmuş, etik yoksunu, kimliksizleşmiş,
kişiliği parçalanmış, geleceksizleştirilmiş, bilim ve
aklı dışlayan savruluşların girdabındaki çürüyen, yozlaşmış
insan ve ilişkileridir.
İnsani yıkım sadece bir kültürel, ideolojik olgu olarak
ortaya çıkmamış, emperyalist politikaların yarattığı
büyük yoksulluk ve bunun yarattığı fiziki yıkımla birleşerek
emekçilerin dünyasını her yönden vurmuş ve enkaza dönüştürmüştür.
İşçi sınıfı ve tüm emekçi kesimler yeni sömürü modelinin
vahşi uygulamaları ile derin bir yoksulluğa itilmişlerdir.
Yoksulluk, sosyal hakların ve örgütlenme zeminlerinin
yok edilmesi ve çalışma koşullarının esnek üretim modeliyle
olağanüstü ölçülerde kötüleştirilmesi ile emekçiler
tüm kazanılmış haklarını kaybetme noktasına doğru sürüklenmektedirler.
Tüm kapitalist sistemde emekçilerin ulusal gelirden
aldıkları paylar büyük bir hızla düşmekte, tarihin en
eşitsiz gelir dağılımları gerçekleşmektedir. Büyük orandaki
kalıcı işsizlik oranları ile yüz milyonlarca emekçi
ölümün kıyısındaki sefil bir yaşama mahkum edilmektedir.
1990’ların başından bu yana gelen sürecin genel görünümü
en kaba hatlarıyla yukarıdaki tablo ile özetlenebilir.
Bu tablo, yeni ve oldukça çatışmalı bir dünya manzarasının
gelişmeye başladığını, genel olarak gerici öğelerin
damgasını taşıyan bu tablonun, aynı zamanda güçlü devrimci
nesnel dinamikleri, olanakları bağrında taşıdığını gösteriyor.
Değişen Dünyada
Yaşadığımız Coğrafya
Yaşadığımız coğrafya (Anadolu ve Mezopotamya) kapısı
aralanan yeni sürecin, sömürge ve yeni-sömürgelerde
yarattığı tablonun en karanlık ve yoğun yaşandığı alanlardan
biridir.
1980 başlarında emperyalist-kapitalist sistemin restorasyonuna
paralel olarak, Türkiye Oligarşisi tarafından devreye
sokulan 24 Ocak kararları ve 12 eylül cuntası ile yeni-sömürge
Türkiye kapitalist sistemi kapsamlı bir dönüşüm ve restorasyon
sürecine girmiştir.
Ekonomik alanda neoliberal politikaların uzantısı olarak,
emperyalist mali sermayenin tüm hareketleri serbestleştirilmesi,
özelleştirmeler, IMF eliyle dayatılan yapısal uyum programları,
emperyalistlere olan borçların ödenmesini sağlamak amacıyla
üretimin-sanayiinin ihracata dönük olarak organize edilmesi,
esnek üretim örgütlenmesi vb yoluyla tam bir yağma,
yolsuzluk ve talan ekonomisi yaratılmıştır.
Bu gelişmeler, sınıflar kombinezonunda da önemli değişimler
yaratmıştır. Oligarşi içi dengelerde tekelci kapitalistler
(özellikle hem banka ve hem de sanayi sermayesine birlikte
sahip olanlar) kesin bir üstünlük sağlamıştır. Kapitalizmin
gelişim seyri, 1960 ve 1970’lerdeki işçileşme dalgasının
ardından, 1980’lerde de, tarımdaki büyük yıkıma paralel
olarak, çok daha ağır sancılarla yüklü yeni bir kentleşme
ve işçileşme dalgası yaratmıştır. Hem bu dalga, hem
de kamu emekçilerinin işçileşmesi sürecine bağlı olarak,
işçi sınıfı sayıca daha da büyümüştür. Artık nüfusun
büyük bir çoğunluğunun yaşadığı kentler, işçilerin,
işsizlerin, kent yoksullarının biriktiği, devasa büyüklükteki
yoksul emekçi semtleriyle, sefaletin ve sefahatin en
keskin biçimde görünümleriyle büyük çatışmaların dinamiklerini
biriktiren başlıca odaklardan biridir.
IMF’nin dayattığı tarım politikaları sonucu, devletin
tarım desteklerini kaldırmasına ve tarımsal üretimin
emperyalist tekellerin istemlerine göre düzenlenmesine
paralel olarak yoksul, küçük ve orta köylülük ağır bir
yıkıma uğramıştır, tasfiye edilmektedir. Önümüzdeki,
beş yıllık kesitte, 4 milyon, 15-20 yıllık kesitte ise
yaklaşık 16 milyon emekçi köylünün topraklarını kaybederek
kentlere göç ederek, kent yoksulları saflarına katılacağı
hesap edilmektedir. Küçük ve orta burjuvazi de bu süreçde,
kimi öğelerin tasfiyesi ve kimi yeni öğelerin çıkışı
ile iç başkalaşma yaşamıştır. Geleneksel küçük ve orta
burjuva katmanları oluşturan küçük ve orta büyüklükteki
tüccarlar, hizmet kesimleri, kimi özellikleri itibariyle
bu kesimler içinde değerlendirilen bir kısım devlet
memurları vb. kesimler, emperyalist tekellerin bunların
iş alanlarına girişleriyle, ücretlerin düşürülmesiyle
vb. yollardan hızla tasfiye edilmekte ya da bu özelliklerini
yitirmektedir. Bu kesimler hem nesnel konumları itibariyle,
hem de emperyalizme karşı konumlanış anlamında işçi
sınıfına yaklaşmaktadırlar. Buna karşın, KOBİ’lerde,
sanayi bölgelerinde tümüyle emperyalist-kapitalizmin
taşeronlaştırma politikalarının ürünü olan, daha çok
yarı-mamul ürünler üreten işletme sahiplerinden ve tekellerde,
bunların acentelerinde, temsilciliklerinde yönetici
konumlarda bulunan çıkarları emperyalizmle tümüyle birleşmiş
yeni bir küçük ve orta burjuva tabaka gelişmektedir.
Sosyal ve kültürel yaşam ise, azgın bir faşist terör,
korku ve bunları tamamlayan her türden insani değerden
yoksun, kamusallığı tümüyle ret eden bir bireycilik
ve postmodern anlayışın egemen kılınmasıyla olağanüstü
ölçülerde tahrip edilmiştir.
Siyasal alanda, açık faşist terörün yoğun kullanımı
ile aldatıcı bir demokrasi oyunun iç içe geçtiği, askeri
gücün MGK vb. kurumlar aracılığıyla tüm temel karar
ve uygulamalarda belirleyici hale geldiği, politik partilerin
bu kararları meşrulaştırma aracına dönüştükleri, devrimci
hareketin ve her türden toplumsal muhalefetin kesin
biçimde ezilmesini esas alan sömürge tipi faşizmin yeni
bir açılımı olan siyasal düzenek yaratılmıştır.
Emperyalizm ve Oligarşi bu ilişkiler düzeneğini “kriz
yönetme” adını verdiği ve toplumsal yaşamın her alanında
sınırsız ve kesin egemenliği esas alan, dizginsiz bir
saldırganlığa ve faşist teröre dayanan ve taktik esnekliğe
sahip bir yönetme tarzı ile yönlendirmekte ve denetlemektedir.
1990'lar sonrası bu tablonun olgunlaştığı dönem olmuştur.
Reel sosyalist sistemin çöküşünün ardından yeni açılım
ve gelişme olanakları arayan Oligarşi, kimi maceraların
ve aldatıcı projelerin ardından, ABD emperyalizminin
kendisine biçtiği rollerin peşinde emir eri olarak yürümektedir.
Sahip olduğu jeo-stratejik konum, büyük pazarı ve orta
gelişkinlikteki ekonomik altyapısı ile Türkiye, ABD
emperyalizminin Ortadoğu'daki stratejik bölgesel müttefiki
(eksen ülke) olarak konumlandırılmış ve Ortadoğu’dan
başlayıp Balkanlara, Kafkaslara ve Orta Asya'ya değin
uzanan coğrafyada emperyalizmin aktif koruyucularından
biri haline getirilmiştir.
Ancak tüm bu düzenleme ve uygulamalar, yine bu düzenleme
ve uygulamaların yarattığı kaçınılmaz yıkım duvarına
çarpıyor. İç dinamikleri zayıf, çarpık ve bağımlı yeni-sömürge
biçimleniş, krizlerin aşılmasını değil, daha büyük krizlerin
ortaya çıkışına neden olacak tarzda esnetilmesini, hafifletilmesini
esas almaktadır. Bu nedenle, olağanüstü ölçüde derinleşen
yoksulluk ve sefalet, üst üste binen ekonomik kriz ve
yıkımlar, insani çürüme, siyasal alandaki sürekli istikrarsızlık
kronikleşmiş, toplumsal olgu ve süreçler haline gelmişlerdir.
Toplumsal ilişkiler sürekli olarak krizle karakterize
olmaktadır. Sistem sık aralıklarla nükseden kronikleşmiş
krizler (milli krizin sık aralıklarla derinleşip olgunlaşması)
içinde ayakta kalmaya çalışıyor. Krizleri sistemin ayakta
kalmasını sağlayacak ölçüde yönetmeyi beceriyor; faşist
terörle iç içe geçmiş biçimde tüm ideolojik, politik,
sosyal, kültürel yönlendirme ve denetleme araçlarını
kullanarak, sömürü programlarını uyguluyor, toplumsal
ilişkileri çürütmeyi başarıyor ve ayakta kalıyor. Fakat
bu noktada attığı her adım, yeni ve daha derin krizlerin
zeminini de yaratıyor. Krizi yönetmede kullanılan her
araç, paradoksal biçimde yeni ve daha büyük krizlerin
mayalandığı bataklıklar haline geliyor. Gelişen her
kriz aynı zamanda büyük devrimci nesnel olanakların
ortaya çıkışı anlamına geliyor.
Derin toplumsal krizlerle sarsılan Anadolu ve Mezopotamya
toprakları, yıkıcı-yaratıcı nesnel devrimci dinamikleri
sürekli biçimde biriktiriyorlar, büyük devrimlerin toprakları
önümüzde duruyorlar.
Yeni Süreç Yeni ve Büyük
Devrimci İmkanlarla Gelişiyor
Günümüzde ortada oldukça karanlık bir dünya tablosu
bulunmasına karşın, yeni dönem, içinde devrimci gelişmenin
bir önceki döneminden daha güçlü ve büyük kanallarını
/ olanaklarını taşıyor. Hem emperyalist-kapitalist sistemin
dinamiklerini seksen yıl öncesine göre daha çok tüketmiş
olması anlamında, hem de sosyalizm ve devrimin ne denli
büyük bir zorunluluk olduğunun giderek daha çok açığa
çıkması anlamında ve ayrıca onu daha ileri düzeylerde
üretmenin deney ve birikimine daha önceki dönemlerle
kıyaslanamayacak kadar fazla sahip olmamız anlamında,
emperyalist sistemin yeni devrim dalgalarıyla parçalanmasına
her zamankinden daha yakınız.
1990 sonrası süreç bu gerçekliğin oldukça güçlü verileri
ile doludur.
Kriz yapısaldır ve çözümünü
ancak devrimlerde bulacaktır
Reel sosyalizmin çöküşü ile birlikte emperyalist sisteme
entegre edilen bu ülkelerin büyük pazarları ve yeni
sömürü modeli kapitalist sistemin yapısal krizine çare
olamamıştır. Yeni sömürü modelinin asli unsurlarından
biri olan mali sermayenin sınırsız ve serbest dolaşımı,
esas olarak para-sermayenin borçlandırma ve diğer yollardan
büyük vurgunlar gerçekleştirmesini sağlamıştır. Fakat
sermayenin kendisini üretici alanlarda kalıcı ve sağlam
biçimlerde büyütmesi mümkün olmamış, dünya kapitalist
ekonomisi gerileme ve durgunluk burgacından kurtulamamış,
mali sermayenin vurgun operasyonları sık sık konjonktürel
krizlerle ağır yaralar alır hale gelmiştir. Krizler
arasındaki zaman aralıkları daralmakta, her kriz yeni
ve büyük vurgunların kaynağı olmakta, böylece yeni ve
daha büyük krizler tetiklenmektedir. Yapısal genel kriz
ve bunun uzantısı olarak gelişen konjonktürel krizler,
yarattıkları ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel tahribatlarla
sistemin üzerine oturduğu toplumsal zeminleri tahrip
etmekte, çelişkileri derinleştirmekte ve büyütmektedir.
Yeni sömürgeciliğin derinleştirilmesi yeni devrimci
dinamiklere zemin hazırlamıştır
Öte yandan, ‘eksen ülke’, ‘bölgesel stratejik müttefikler’
vb. gibi politikalar zemininde geliştirilen bölgesel
hegemonya sistemleri ve bu sistem içersinden yer alan
az çok benzeşik ülkeler de kapitalist sistemin çelişkilerini
en yoğun biçimde yaşayan, sık sık krizlerle sarsılan
ülkeler olmuşlardır. Bölgesel hegemonya sistemleri,
bir yandan emperyalistlerin birbirinden farklı özelliklerle
ayrılan yeni-sömürge bölgelerini denetleme olanaklarını
artırıp, her bir bölgedeki yeni-sömürgelerin kaderlerini
birbirlerini daha sıkı biçimde bağlarken, bir yandan
da birleşik, bölgesel çapta devrimlerin gelişmesinin
de olanaklarını da güçlü biçimde yaratmaktadır.
Diğer yandan, sömürge ve yeni-sömürge ülkelerin kendi
aralarında katmanlaşması ve her katmandaki ülkelerin
aralarında sıkı bir ekonomik bağlantının oluşması da,
bu ülkelerin dünya kapitalist ekonomisindeki gelişmelerden
kendiliğinden benzer biçimlerde etkilenmelerini, kaderlerinin
birbirlerine daha çok bağlanmasını beraberinde getirmiştir.
Bu ülkelerin birinde gerçekleşen büyük bir kriz diğerlerinde
de birikmiş kriz öğelerini tetiklemekte ve bir ülkenin
krizi bir anda içinde bulunduğu katmandaki bütün ülkeleri
vurmakta (Rusya ve Asya kaplanları krizleri aynı katmandaki
hemen hemen tüm ülkeleri vurdu) ve yıkıma sürüklemektedir.
Bu durum, dünya kapitalist sisteminin üzerinde bulunduğu
dengelerin ne denli zayıf olduğunu gösterdiği gibi,
herhangi bir yeni-sömürgede gelişen krizin ve devrimci
patlamaların aynı katmanda bulunan diğer ülkelerde de
kriz ve devrimci patlama olanaklarını yarattığını, yani
devrimci gelişmeyi hızlandıracak yeni ve önemli bir
dinamiğin ortaya çıktığını gösteriyor.
Ulusal kurtuluşçuluğun yeni dalgası artık kaçınılmaz
biçimde
devrimci sosyalist öze dayanacaktır.
Çok uluslu sömürge toprakların bir bölümünde, 1945 sonrası
gerçekleşen devrimci olmayan uluslaşma ve devletleşme
süreçleri, ortaya çıkan devletlerin yeni-sömürgeleşmesi
ve bu devletlere egemen olan ulusların diğerlerini ulusal
baskı altına alması ile kaçınılmaz biçimde başarısızlığa
uğramaktadır. Bu ülkelerdeki yağma ekonomileri ve patlayan
krizlerle birlikte gelişen toplumsal parçalanma, ağırlaşan
ulusal baskıların ve krizlerin yükünü daha yoğun biçimde
hissetmeye başlayan ezilen uluslar ve ulusal azınlıkların
(Hindistan’da, Pakistan’da, Afrika’da, Latin Amerika’da
gelişen ulusal hareketler) taleplerini yükseltmelerini
ve ulusal ayaklanmaları beraberinde getirmiştir. Devrimci
bir yükselişin olmadığı bugünkü koşullarda, çoğunlukla
çözümü emperyalizmden bekleyen gerici milliyetçi önderlikler
altında gelişen bu ulusal çelişkilerin ve bu çelişkiler
temelindeki haklı taleplerin emperyalist sistem tarafından
çözülmesi olanaklı değildir. Bu ulusal hareketler, mevcut
önderliklerinin nitelikleri nedeniyle genellikle yanlış
biçimde, mikro milliyetçilik olarak tanımlanan gerici
milliyetçi kışkırtmalarla, bölgesel ve dinsel hareketlerle
aynı kefeye konulup değerlendirilmektedir. Bu çelişkilerin
çözüm platformu devrimci sosyalist ulusal kurtuluşçuluktur.
Bu bağlamda, 1900-1990 yılları arasında büyük emperyalist
sömürge imparatorluklarına karşı gelişen ulusal kurtuluş
mücadelelerinden birçok farklılıklar taşıyan bu ulusal
çelişki ve talepler, elbette emperyalizmi ve yeni-sömürge
sistemini pek çok noktadan parçalanmaya sürükleyecek
önemli dinamiklerden biridir; ama artık günümüzün emperyalist
hegemonya koşullarında, her ciddi “bağımsızlık” talebinin
sosyalist bir öz taşımaksızın var olamayacağı da açıktır.
Bu öze sahip olmayan ya da bu özden zamanla uzaklaşan
ulusal hareketlerin gitgide ya başarısızlığa ya da teslimiyete
yönelmesi son derece öğreticidir.
Çöken reel sosyalist ülkelerin önemli bir bölümü dünya
kapitalist sistemine yeni-sömürgeler olarak eklemlenmişlerdir.
Bu ülkelerin halkları sürecin başında yaşadıkları dramatik
yanılsamanın ardından, ülkelerinde gelişen vahşi kapitalizmin
yarattığı büyük yoksullaşma ve toplumsal yıkım karşısında
büyük bir travma yaşıyorlar. Reel sosyalizmin yozlaşmış,
çürümüş koşullarında bile sahip oldukları haklar ve
olanaklar ve bu olanakların giderek yok edilişi, bu
halkların kapitalist sistemle olan bağlarının güçlenmesini
engelliyor, çelişkilerini derinleştiriyor. Devrimci
sosyalist seçenek için koşullar bu ülkelerde daha da
güçleniyor ve olgunlaşıyor.
Emperyalist yıkımın korkunç boyutu, tüm ara seçenekleri
ortadan kaldırmış, devrim ve sosyalizmi tek alternatif
olarak ortaya çıkarmıştır.
Kar güdüsüyle gözü dönmüş biçimde doğal kaynaklara yönelen,
doğayı sadece hammadde kaynağı yani meta olarak gören
kapitalist sistemin efendilerini doğayı hızla tahrip
ederek, insanlığın varoluş zeminlerini yok etmesi, bu
durumun somut ve yakıcı bir olgu haline gelmesi, ekolojik
sorunları sistem karşıtı güçlü bir direniş ve mücadele
dinamiği haline getiriyor. Bu sorunlar sisteme karşı,
tüm ülkelerde güçlü bir mücadele alanı olarak devrimci
gelişmeyi ivmelendirici güçlü bir nesnel potansiyel
taşıyor.
Bütün bu olgulara bağlı olarak, başta sömürge ve yeni-sömürge
halkları olmak üzere, tüm emekçiler, sistemin yıkım
ve tahribatını yaşamın her alanında en yoğun biçimde
yaşıyorlar. Yoksullaşma, son yirmi yılda, hatta son
on yılda birkaç misli artmıştır. Ücretlerin alım gücünün
sürekli düşüşü, işsizlik, sosyal güvencelerden yoksunluk,
yoksulluktan kaynaklanan hastalıkların yeniden büyük
bir hızla yaygınlaşması, ahlaki yozlaşmanın ve kapitalist
barbar bireyciliğin yarattığı atomizasyon ve yalnızlaşmanın
büyümesi, kültürel ve sosyal daralma, yaşamına egemen
olamama ve yönsüzlük, sevgisizlik ortamı, ulusal ve
ırkçı baskıların artması ve buna karşı mücadelelerin
teslimiyete ve çözümsüzlüğe sürüklenmesi, cinsel baskı,
yaşamın her alanına egemen olan baskı, tahakküm ve mülkiyet
ilişkileri ezilenleri boğuyor, derin bir mutsuzluğa
sürüklüyor. Bütün insani değerlerden kopuşun yarattığı
bu derin ekonomik, sosyal, kültürel, moral yıkım ve
parçalanmaya karşı büyük bir öfke birikiyor, arayış
gelişiyor. Bu insanlık tablosu sömürge ve yeni-sömürgelerde
olanca yıkıcılığı ile yaşanmakla birlikte, emperyalist-kapitalist
ülkelerdeki emekçilerin yaşam koşulları da birçok yönüyle
aynı öğelerle giderek daha fazla sakatlanmaktadır.
Kısacası, emperyalist-kapitalizmin dünya sistemi ileriye
doğru atılım yapma imkanları bulunmadığı için esas olarak
işçi sınıfının ve geniş ezilen halk kesimlerinin yaşamının
derin bir yıkımı ve çürütülmesi üzerinden, yani bataklık
üzerinden inşa edilmiştir. Sistem ayakta kalabilmek
için çaresizlik içinde kendi toplumsal temellerini çürüterek
ve çelişkileri büyüterek yürümektedir. Bu süreç, sistemin
sömürü ve denetleme olanaklarını büyüttüğü gibi, sistem
karşıtı derin ve büyük bir öfkeyi, potansiyeli de geliştirmektedir.
Sürecin bu iki karşıt dinamiği arasındaki gerilim olağanüstü
boyutlardadır. Geniş emekçi kitlelerinin sistem içinde
kendi geleceklerini kurma ve geliştirme umutları büyük
bir hızla zayıflamakta ve tükenmektedir. Tam da bu nedenle,
sistemin devrimci bir çıkış karşısındaki direnç noktaları
her zaman olduğundan çok daha zayıf durumdadır. Devrimci
bir çıkışın ne pahasına olursa olsun engellenmesi ve
devrimci güçlerin mevcut tıkanma, çözülme ve tasfiye
durumunun devam etmesi sistemin hızla çöküşünün engellenmesinin
tek yolu durumundadır. Dönemin devrimci dinamikleri
üzerinden bütünlüklü bir devrimci çıkış sistemin hızla
çöküş sürecine girmesi ile eş anlamlıdır. Bu nedenle,
emperyalist-kapitalist sistem hem en güçlü, hem de en
güçsüz olduğu bir dönemi yaşıyor. Güçlüdür, çünkü çürüttüğü
toplumsal ilişkileri denetleyip, yönlendirebiliyor ve
bunun karşısında devrimci sosyalist hareket hala güçlü
bir devrimci çıkış yaratamamıştır. Güçsüzdür, çünkü
sistemin derin bir yıkıma uğrattığı proletarya ve ezilen
yığınlarda biriken ve kendine yol arayan muazzam bir
öfke ve arayış vardır ve bu öfke ve arayış, devrimci
bir çıkışla buluştuğunda ortaya çıkacak devrimci deprem
sistemin bataklık üzerinde inşa ettiği 'güçlü' egemenlik
aygıtını hızla paramparça edecek dinamiklere sahiptir.
Devrim ve Sosyalizmden
Başka Kurtuluş Yolu Yoktur
İnsanlık kurtuluş için güçlü bir arayışa yeniden yönelmektedir.
Hiç kuşkusuz, bu arayışlar egemen sistemin yarattığı
bilinç bulanıklığı ve parçalanmış bilinç yapısı nedeniyle
ağırlıklı olarak ya geleneksel yollara (dinsel, etnik,
fantastik yapı ve anlayışlara), ya da küçük ve sistem
içi çözümlere yönelmektedir. Ancak sosyalist ütopya
da giderek emekçilerin saflarında güçlenmekte, yeniden
ezilenlerin bilincinde, arayışlarında temel çıkış noktalarından
biri haline gelmektedir.
On yılı biraz aşan kısa süreç göstermiştir ki, bilimsel
sosyalizm insanlığa evrensel kurtuluş yolu gösteren
ve bilimsel temellere dayanan tek kurtuluş yoludur.
Bilimsel sosyalizm dışındaki, evrensel ya da yerel kurtuluş
yolu olma iddiasındaki hiçbir düşüncenin, dinin vb.
dünya nimetlerini akılcı ve bilimsel temelde insanlığın
hizmetine sunmaya dönük, dayanışma ve kardeşlik temelinde,
eşitsizlikleri ve her türden sömürüyü ortadan kaldıracak
açılımlara ve pratiğe sahip olmadığı görülmüştür. Ezilen
insanlık bu gerçeği kendi öz pratiği ile bir kez daha
görüyor ve yavaş yavaş yüzünü sosyalizme doğru dönüyor.
Bu sürecin sıçramalı gelişmesi ve güçlü bir sosyalist
dalgaya dönüşmesi, tümüyle devrimci sosyalistlerin çabalarına,
bütünlüklü bir devrimci çıkış geliştirmelerine bağlıdır.
Tam da bu noktada, 70 yıllık reel sosyalizm deneyiminin
ardından nasıl bir sosyalizm sorusu yaşamsal bir soru
olarak öne çıkmaktadır. Geleceklerine dair somut yanıtlar
isteyen ve sosyalizm pratiklerine ilişkin pek çok olumsuz
anı ve önyargı ile bilinçleri çarpıtılmış emekçilerin
bu sorusuna, genel geçer yanıtlar vererek sosyalist
ütopyanın yeniden güçlü biçimde gündemleşmesi ve yaygınlaşması
sağlanamaz. Devrimci sosyalistler, sosyalist toplumsal
gelişmeyi ekonomik ve siyasal alanlarla sınırlı olarak
ele almayan, kültürel, sosyal ve moral gelişmeyle birlikte
kavrayan, bu unsurları sosyalist toplumsal ilerlemenin
asli unsurları olarak gören, sosyalist toplumun bütün
bileşenlerini toplumsal gelişme üzerinde söz ve yetki
sahibi haline getiren, bu bağlamda katılımcılığı toplumsal
gelişmenin motor gücü olarak gören ve bunun mekanizmalarını
yaratan bir perspektife sahiptirler. Yine devrimci sosyalistler,
enternasyonalizmi dayanışmacılıktan öte, dünya devrimcileri
ve ezilenleri ile birlikte her alanda, her cephede ortak
savaşım ve her şeyi paylaşma olarak ele alan özgürlükçü
ve eşitlikçi bir sosyalizm perspektifini esas alarak
yürüyecektir. Bu noktada, sosyalist hareketin geçmiş
pratiğinin ve yeni sürecin nesnel zeminlerinin-çelişkilerinin
devrimci eleştirel çözümlenmesi temelinde, sosyalist
toplum projemizin köşe taşlarının oturtulması devrimci
sosyalistlerin öncelikli teorik/politik görevlerinden
biridir. Her devrimci iktidarın artık daha zorlu kuşatma
koşullarında yaşayacağı şimdiden belliyse eğer, sosyalistlerin
bugünkü “yıkım” projelerini yarına ilişkin “yapım” projeleriyle
birlikte düşünmeleri ve yarını, bugünkü yürüyüşleri
sırasında inşa etmeye başlamaları zorunludur.
Ayrıca, hiçbir liberal demogojiye kapılmadan açıkça
ifade etmemiz gerekiyor; sosyalizmin ve demokratik halk
iktidarlarının kuruluşu, kapitalist iktidar aygıtlarının
ve toplumsal sistemin tamamen parçalanması ile mümkündür.
“Tek yol devrim” sloganında ifade edilen şey, bir niyet
değil, gerçekliğin ta kendisidir. Yaşadığımız çağın
tek gerçek ve bütünsel ilerici-değiştirici gücü devrimlerdir.
Tepeden tırnağa silahlanmış, baskı aygıtlarıyla donanmış
olan kapitalist devletler ve sistem ancak devrimler
ve devrimci zor yoluyla parçalanabilir. Devrimci zorun
daha güçlü ve etkin kullanımı tarihsel bir zorunluluktur.
Burjuva ideologlarının iğrenç ve ikiyüzlü barış ve lanetli
‘terör’ demagojileri, devrimlerin ve devrimci zorun
yaratıcı rolünü karartamaz.
Günümüzde demokratik ve sosyalist devrimlerin ve sosyalizmin
daha ileri düzeyden gerçekleştirilmesi mücadelesi, hem
yeni-sömürgelerde, hem de emperyalist-kapitalist ülkelerde
güncel bir sorun olarak halkların önündedir. Bütün kayganlığına
ve değişken unsurlarına rağmen, uluslararası sermaye,
asli fonksiyonlarını yine de yeni-sömürgeler üzerinden
yürütmekte, derinleştirip geliştirdiği sömürü yöntemlerine
dayanarak bu havzalar üzerine kurduğu dengelerle kendisini
yeniden üretebilmektedir. İçindeki merkezkaç kuvvetlere
rağmen kapitalist sistem, nimetlerin ve külfetlerin
paylaşılması bakımından bugün bir piramit düzenini sürdürmekte
ve krizlerin yükünün piramidin tepesindeki emperyalist
merkezlerden "daha aşağılara", yani sömürge
ve yeni-sömürgelere aktarılması yöntemi esas olarak
değişmemektedir. Dolayısıyla, bu durum bir yandan yeni-sömürgelerdeki
"sürekli kriz" durumunun devamını sağlarken,
öte yandan da bu alandaki her devrimin metropoldeki
denge bozucu etkisini artırmaktadır. Bu noktada, sürecin
bütün değişkenliğine rağmen yapılabilecek önemli bir
saptama, geçmişteki "dünyanın kırları" belirlemesinin,
gezegenimizin devrim havzasını yine yeni-sömürge ülkelerin
oluşturduğudur. Emperyalist ülkelerde yükselen kapitalizm
karşıtı hareket ve eski reel sosyalist ülkelerdeki kıpırdanmalar
ciddi bir anlam ifade etmekle birlikte, sistemin zayıf
halkası bugün hâlâ yeni-sömürgelerdir. Esasen emperyalist
ülkelerdeki sınıf hareketinin gelişmesi de, büyük ölçüde
hâlâ bu alanın daralmasına, yani "soluk boruları"nın
kesilmesine bağlıdır. Yeni-sömürgeler büyük devrimlerin,
devrimci savaşların öngünlerinde bulunmaktadırlar.
Yeni Dünyanın
Kurucusu İşçi Sınıfıdır
Öte yandan, insanlığı yeni bir geleceğe, komünizme
taşıyacak bir devrimci mücadele sürecinde işçi sınıfının
sonuna kadar gidebilecek tek güç olduğu konusundaki
Ekim dersi de geçerliliğini hala korumaya devam etmektedir.
Tarihin, kendi günlük hayatları içinde kaotik amaçlar
peşinde koşan tek tek bireyler ve onların günlük hayat
içinde parçalanmış, film karelerine bölünmüş hareketleri
tarafından değil, üretim süreci içinde toplu duran,
istikrarlı topluluklar halinde hareket edebilen güçler,
yani toplumsal sınıflar tarafından yapılacağı kesindir.
İşçi sınıfının konumu ve tarihsel rolüne ilişkin burjuva
ideologların geliştirdiği teoriler esas olarak devrim
ve sosyalizm karşıtı saldırı kampanyasının parçalarıdırlar.
Emekçilerin atomize edilmesi, barbar bireycilik çukuruna
çekilmesinin arka planını oluşturmayı hedefliyorlar.
İşçi sınıfı, burjuva palavracıların tüm demagojilerine
rağmen büyümekte, üretim içindeki belirleyici rolünü
korumaktadır. Yeni sömürü modeli ekseninde geliştirilen
programlar, başta yeni-sömürgeler olmak üzere tüm dünya
çapında yeni bir işçileşme dalgası yaratmıştır. Bunun
sonucu olarak, işçi sınıfı sayısal olarak muazzam ölçülerde
büyümüş, emekçiler dünyasında nesnel olarak en büyük
güç haline gelmiştir. İç bileşiminde ortaya çıkan kimi
değişimler ve yeni öğeler, bu gelişmelerin ürünüdürler.
Bu öğeler onun nesnel devrimci rolü ve yeteneklerinde
bir zaafiyet işareti değil, tersine büyümesinin ve nesnel
olarak gücünün artmasının işaretleridirler. Bu bağlamda,
üretim içindeki rolü, örgütlenme yeteneği ve tüm ezilenleri
kendi ekseninde saflaştırabilme gücüyle, ezilenler dünyasının
sonuna değin devrimci tek sınıfı hala işçi sınıfıdır.
Bu bağlamda, tarihin "yapılışı" eylemi, sınıflı
toplumun yarattığı bütün sorunların çözüm dinamiklerine
sahip olan gücün; işçi sınıfının sırtındadır.
Mevcut Sol Bugünkü Yapısıyla
Yeni Sürecin Dinamiği Olamaz
21. yy tablosunun daha güncel, ancak yukarıda belirtilen
diğer iki unsuru kadar önemli bir diğer unsuru ise son
on yılı aşkın süredir bu tabloyu bozacak, proletaryanın,
ezilenlerin ve böylece tüm insanlığın yeniden ayağa
kalkışını, yükselişini sağlayacak yeni bir devrim hareketinin,
yeni devrimci çıkışların bütün nesnel koşulların varlığına
karşın yaratılamaması, devrimci kolektiflerin bu doğrultuda
güçlü bir devrimci yenilenme rotasına girememesidir.
Bu durum insanlığın çürütülmesi sürecinin derinleştirilmesini
kolaylaştırdığı gibi, kapitalizmin seçeneksizliği demagojisini
güçlendirerek mevcut tablonun değiştirilmesi çabalarını
daha da güçleştiren bir toplumsal, siyasal, kültürel,
sosyal iklim yaratmaktadır.
Bu bağlamda, emperyalist-kapitalist sistemin restorasyon
programına karşı ve emek hareketi ile sosyalizmin sorunlarına
ilişkin bütünlüklü devrimci proje ve çıkışlar üretemeyen
devrimci ve sol güçlerde insanlığın mevcut çözülme ve
düşüş durumunun bir parçası haline gelmişlerdir. Gelinen
noktada, bilimsel sosyalizmi referans aldığını iddia
eden sol ve devrimci hareketlerin önemli bir bölümünün,
ya sol liberalizm yada aşırı bir dogmatizmle sakatlandıkları,
ülke ve dünya gerçekliği karşısında devrimci bir rol
oynamaktan uzaklaşarak hayatın öznelerinden biri olma
konumunu kaybettikleri ve siyasal olarak marjinal bir
konuma düştükleri apaçık görülebiliyor. Hayatın dışına
düşen sol ve devrimci hareketler bu durumu tersine çevirecek
dinamizmden de esas olarak uzaktır. Legal sol partilerde
yoğunlaşan liberal sol eğilim dünyadaki değişim tablosunu
şu ya da bu düzeyde görmekle birlikte bunun karşısındaki
konumlanışı, politik söylemlerindeki tüm farklılıklara
karşın sistem içidir, devrimci değişim çizgisinden,
devrimin örgütlendirilmesini güncel bir mesele olarak
ele almaktan uzaktır. Dogmatik sol ise çoğu durumda
mevcut düşüşü anlamak ve sorgulamaktan dahi uzaktır.
Bütünlüklü bir sorgulama, yenilenme ve atılım yaklaşımından
uzak, bugünkü düşüşü konjonktürel nedenlere ve kimi
parça sorunlara (örgütsel, kadrosal, siyasal vb.) bağlama,
çözümü de bu noktalarda arama anlayışı egemen durumdadır.
Bu durum, hem liberal sol eğilimlerin, hem de dogmatik
sol hareketlerin hayat karşısında her yönlü çözülmesini,
kapalı devre içe dönük politika yapar hale gelmesini,
cemaatleşme eğiliminin gelişmesini, iç ilişkilerde ve
dışındaki dünya ile ilişkilerde dejenerasyonu, sistemin
toplumsal ilişkilerde yarattığı çürüme ve etik bozulma
eğilimlerinin hareketlerin iç yaşamlarına ve politika
yapış tarzlarına da güçlü biçimde sızmasını, mülkiyetçi
bir örgüt anlayışını ve dışa bakışı beraberinde getirmiştir.
Sahip olunan birikim ve bulunulan pratik noktadan hareketle
değerlendirildiğinde, mevcut dünya tablosunu anlama
ve devrimci tarzda müdahale etmenin olanaklarını ve
eylemini yaratmanın özünü oluşturduğu devrimci yenilenme
eğilimi ise henüz oldukça zayıftır. Zayıftır, ancak
gelecek devrimci yenilenmeyi gerçekleştirecek olanlarındır.
Yeni Bir Devrimci Dalga
ve Çıkış İçin Devrimci
Yenilenme Zorunludur
Yeni durumlar, olgular ve süreçlere devrimci müdahale
geride kalan süreçlerin yaklaşımlarıyla, eski araç ve
biçimlerle olamaz, yeni açıklamalar, yeni müdahale biçimleri,
araç ve yöntemleri gerektirir, mevcut duruştan ileriye
sıçramayı zorunlu kılar. Hayatın diyalektiği budur.
Elbette ki, geçmişin birikimleri bu noktada yol açıcıdır,
aydınlatıcıdır. Bu birikimlerin temel bileşenleri yeni
süreçlerde de temel unsurlar olmayı sürdürürken, geride
bırakılan sürecin ya da daha önceki süreçlerin bir çok
teorik ve pratik öğesi yeni süreçlerin açıklanmasında
ve müdahalede bir çok durumda işlevsel olmuş ve yeni
düzeyin bir parçası haline gelmişlerdir. Fakat asıl
olan, bu birikimleri devrimci eleştiri zemininde özümseyerek
yeni süreç ve durumlar karşısında yeni düzeyi yaratmaktır.
Bu noktada, bugün yakalamamız gereken ana halka, emperyalist-kapitalist
sistem ve sosyalist harekette muazzam değişimlerle karakterize
olan 1990 sonrası yeni süreci, tarihsel birikimimizin
ışığında bütün arka planı ile birlikte çözümlemek, dönemin
ortaya çıkardığı ideolojik-politik ve diğer tüm sorunlara,
devrimin güncelliğini ve devrimci pratik müdahaleyi
esas alan bir yaklaşımla, hayatın bütün alanlarını kucaklayan
bütünlüklü teorik/politik ve pratik yanıtlar üretmektir.
İçeriğinden de görüldüğü üzere, bu süreç devrimci yenilenme
sürecidir. Emekçi insanlığın önündeki tek yol devrimci
yenilenmedir.
Devrimci Sosyalist yenilenme, bu perspektiften hareketle
esas olarak üç temel hareket noktası üzerinden yükselecektir.
Birincisi, devrimci sosyalist hareketin ve diğer tüm
emek güçlerinin mevcut olan bütün mevzilerinin korunmasıdır.
Bunlardaki gerileme ve tasfiye durumunu durdurmak, sosyalizmin
yeni dönemin ve yenilenme sürecinde yaşamsal bir role
sahiptir. İkincisi, geçmiş, bugün ve gelecek bağlantısını,
insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki ilişkilerin
bütün alan ve boyutlarında devrimci sosyalist temelde
yeniden kuracak bir ideolojik atılım sürecinin başlatılmasıdır.
Üçüncüsü, bilimsel sosyalist hareketi politik, örgütsel
ve pratik vd. alanlarda, geride kalan dönemin olanak
ve birikimlerini arkalayarak ve yeni dönemin ortaya
çıkardığı yeni olgu, çelişki ve dinamikleri dikkate
alarak, sürece denk düşen ileri düzeye sıçratmak, yani
yeniden inşa etmektir.
Birbirleriyle iç içe geçmiş olan bu üç çalışma, sosyalizmin
yeni ve büyük hamlesinin yolunu düzleyecek maddi ve
entelektüel temellerini oluşturacaktır. Bu çalışmaların
içeriğinden ve sürece ilişkin tespitlerden de anlaşılacağı
üzere; devrimci yenilenme perspektifimiz, sosyalist
hareketin sorunlarını güncel, konjonktürel, yada parça
sorunlar görme ve bunların çözümünü esas alma yaklaşımından,
yani onarım ve kimi eksiklikleri tamamlama operasyonu
olarak görme tutumundan tümüyle ayrılmaktadır. Bu bağlamda,
devrimci yenilenme salt ulusal ölçekte düşünülebilecek
bir süreçte değildir. Sosyalist hareketin yaşadığı tıkanma
ve tasfiye durumu salt bize veya bölgeye de özgü değildir,
uluslar arası ölçektedir. Devrimci yenilenme de, sosyalist
hareketin evrensel sorunlarına, kendimize özgü sorunlarla
birlikte bütünlüklü devrimci yanıtlar oluşturma süreci
olarak gelişecektir. Devrimci yenilenme bütün bu özellikleriyle
devrimci sosyalist hareketin yeni bir döneminin başlatılması,
yeni ve daha ileri bir düzeye sıçrayarak, yeniden kurulması
anlamını taşımaktadır.
Devrimci yenilenme, ideolojik
sıçrama-yenilenme ve sosyalist
aydınlanmadır
Her yeni süreç kaçınılmaz biçimde, tüm tarihsel-toplumsal
dinamikler ve taraflar için yeni süreci açıklayan, kendi
tarihsel çıkarları doğrultusunda dönüştürmelerini olanaklı
kılacak programları içeren yeni bir kavramsal çerçeveyi,
ideolojik düzeyi zorunlu kılar.
İdeolojik sıçrama ve yenilenme süreci, yeni süreci açıklayan
ve sosyalizm doğrultusunda dönüştürülmesinde yol gösterecek
olan kavramsal çerçevenin, modellerin bir bütün olarak
bilimsel sosyalist ideolojik zeminin yeni ve daha ileri
bir düzeyden kurulması-yaratılması süreci olacaktır.
İdeolojik yenilenme sürecimizin ana halkaları ilk elde
esas olarak birbirleriyle bağlantılı dört ana bileşenden
oluşacaktır.
Birinci bileşen, bilimsel sosyalist hareketin geride
kalan yüz elli yıllık birikiminin bütünsel olarak eleştirel
çözümlemesidir. İkinci bileşen, devrimci sosyalist düşüncenin
bilimle bağlarının yeniden güçlü biçimde kurulmasıdır.
Bilimden kopmama, onunla iç içe gelişme, onu felsefede
ve diğer bilinç biçimlerinde daha ileri bir düzeyden
yeniden üretme ve onu sınıfla buluşturma bilimsel sosyalizmin
her dönemindeki temel vurguları olmuştur. Ancak ML cephesinde
özellikle son 60 yılı aşkın kesitte bilimdeki gelişmeleri
insanlığın düşünsel ve pratik seyri bağlamında çözümleyen,
buna paralel olarak diyalektik materyalizmi yeniden
ileri bir düzeyden üreten çözümlemeler yok denecek ölçüdedir.
Bu anlamda, bilimden kopulmuş, bilim ile sınıf arasında
köprü olma misyonundan uzaklaşılmıştır. İşte, ideolojik
yenilenme süreci bir yanıyla bilimle yeniden buluşma,
onunla sınıf arasında köprü olma misyonunu yeniden üstlenme
süreci olacaktır. Üçüncü bileşeni, emperyalist-kapitalist
dünya sisteminin, temel bileşenleri 1970’lerden itibaren
biçimlenen 1990’larda reel sosyalist ülkelerin çöküşüyle
birlikte yeni boyutlar kazanan yeni evresinin kapsamlı
bir çözümlemesini, devrimci eleştirisini yapmak oluşturuyor.
Dördüncü bileşeni ise, yukarıdaki üç bileşenin verileri
zemininde, onlarla iç içe, devrimci mücadelenin bütün
temel sorunlarının açıklığa kavuşturulması ve sosyalist
toplumun ütopyasının (toplumsal projesinin) yeniden
anlamlandırılması oluşturacaktır.
Ekseni bu dört bileşen oluşturmakla birlikte, içeriği
ve niteliği daha dar ve sınırlı olan, daha özgül bir
yapıya sahip olan beşinci bir bileşen olarak her ülkenin
devrimcisinin (özgülde Anadolu ve Mezopotamyalı devrimcilerin)
ülkesini ve ülke devriminin sorunlarını yukarıdaki dört
temel bileşenle iç içe yeniden bir çözümlemeye tabii
tutmasını ifade edebiliriz.
İçeriği ve kapsamı böylesine geniş ve derin olan ideolojik
yenilenme sürecimizin yeni bir Bilimsel Sosyalist Aydınlanma
süreci olarak gelişeceğini daha şimdiden söyleyebiliriz.
Bu bağlamda, ideolojik yenilenme-aydınlanma sürecinde
kalkış noktamız halen ideolojik birliğimizin temeli
olan ideolojik-teorik, politik ve taktik temel belirlemelerimiz
olacaktır. Öte yandan, yukarıda ifade edilen dört ana
bileşen üzerinde gelişecek ideolojik yenilenme sürecinin
gelişim seyri içinde bugünkü birikimimizin, duruşumuzun
her bir öğesi devrimci eleştiri ve çözümlemenin süzgecinden
geçecek, yeniden biçimlenecek, yeni bir düzeye sıçrayacak
ya da kimi öğeleri ayıklanacaktır. Bu bağlamda, bir
değişim ve olumlu bir kopuş da yaşanacaktır. Bu nedenledir
ki mevcut ideolojik duruş ile ideolojik yenilenme-aydınlanma
süreci arasındaki ilişkiyi en özlü biçimde iki kavramla,
süreklilik ve olumlu kopuş kavramlarıyla ifade edebiliriz.
Öte yandan, hem ideolojik yenilenme sürecimizin derinleşmesinde
sağlayacağı kolaylıklar ve olanaklar, hem de sürecin
pratik mücadeleyle bağlantılı olarak geliştirilebilmesi,
bu bağın güçlü biçimde kurulabilmesi için çalışmaların
ilk elde iki biçim altında somutlaştırılması zorunludur.
Bu faaliyetimizin ilk somutlaşmış sonuçları, ulaştığımız
temel sonuçların bütünlüklü ve özlü bir anlatımı olacak
yeni bir manifesto ve bunun üzerinden yükselen bir program
olarak ifadesini bulacaktır. Yaratacağımız manifestomuz
ve programımız proletaryanın ve tüm ezilenlerin yeni
sürecin devimci sosyalist yol kılavuzları ve bayrakları
olacaktır.
Devrimci yenilenme yaşamın
merkezine devrimi yerleştirecek
devrimci pratik müdahaledir
Devrim ve devrimin örgütlendirilmesinin bütünlüklü bir
tarzda gerçekleştirilmesi güncel ve ertelenemez bir
görev durumundadır. Devrimin örgütlendirilmesi ideolojik,
politik, örgütsel, pratik boyutlarıyla bir bütünlük
oluşturur. Bu görevlerden hiçbiri bir diğerinin önüne
konulamaz. Ancak devrimci çalışmanın ekseni olan unsur
yaşama devrimci pratik müdahaledir. Günümüzde egemen
olan, iktidar perspektifinden yoksun, politik mesajları
esas olarak eylemi gerçekleştirenlerin iç ihtiyaçlarına
dönük olan, devrimci eylem etiğini çoğu durumda yaralayan,
protestocu, nihilist özellikler taşıyan ‘devrimci’ eylem
ve müdahale tarzının dar ve geriletici sınırları aşılmak
zorundadır. Görevimiz, emekçileri toplumsal yaşamın
her alanına ilişkin devrimci mesajlarla yüz yüze getiren,
eğiten, onlara güçlerini kavratan, devrimci bir çözüm
gücünün varlığına ve onun ekseninde birleşmek gerektiğine
işaret eden bir devrimci müdahale tarzını yaratmaktır.
Devrimci müdahale genel geçer politik söylemler üzerinden
değil, somut toplumsal çelişkileri genel politik hedeflerimizle
buluşturacak devrimci eylem üzerinden geliştirilebilir.
Emekçilerin emperyalizmle, oligarşiyle, faşizmle ve
sömürgecilikle olan çelişkilerinin tüm görünümleri,
devrimci müdahalenin üzerinde inşa edileceği alanlardır.
Ücretlerin düşürülmesi, işsizlik, tarımda bir çok alanda
desteklerin kaldırılması ya da düşük destekleme fiyatları,
küçük esnafın satışlarının düşüşü ve iflaslar, açlık,
emperyalist ülke ve kurumların (IMF, Dünya Bankası vb)
dayatmaları, ezilen halklara yapılan zulüm, anti-demokratik
uygulamalar, ulusal (Mezopotamya halkının yaşadığı ağır
sömürgeci baskı, küçük ulusal toplulukların hak yoksunlukları
ve bu durumun yaşadığımız coğrafyanın bütününde yarattığı
tüm ağır sonuçlar), cinsel, dinsel-mezhepsel baskılar,
ekolojik yıkım, paralı ve anti-demokratik eğitim, fuhuş,
uyuşturucu kullanımı, mafyalaşma-çeteleşme, lümpen kültürün
yaygınlaşması temeldeki kültürel ve etik yozlaşma vb.
gibi yoksullaşma, yozlaşma ve baskı unsurları, bu çelişkilerin
belli başlı görünümleri olarak önümüzde durmaktadır.
Emekçilerin yaşamını karartan bu olgular ve bunların
kaynakları, devrimci politikanın üzerinde yürüyeceği
ana taktik eksenlerdir. Öte yandan, sık aralıklarla
yaşanan krizler ve emperyalizmin içselliğinin en olgun
biçimlerine ulaşmış oluşu, emperyalizmin oligarşi ve
devlet içinde en güçlü konumları doğrudan işgal etmesi,
sistem politikalarının doğrudan devlet zoru yardımıyla
uygulanıyor oluşu, emekçilerin emperyalist güçlerin
saldırıları ile, oligarşinin ve devletin saldırılarını
bir bütünün parçaları olarak görmelerini sağlıyor. Artık
emperyalizme karşı mücadele salt siyasal bağımsızlık
sorunu olmaktan çıkmıştır. Emperyalizme karşı mücadele
sorunu, işçisiyle, köylüsüyle, memuruyla, küçük esnafıyla
tüm emekçiler tarafından doğrudan ekmeğini koruma sorunu
olarak görülüyor, emekçi protestolarında apaçık dile
getiriliyor. Bu bağlamda, emperyalizme, oligarşiye,
faşizme ve sömürgeciliğe karşı mücadeleyi birbiriyle
bağlarını doğru kurarak bütünsellik içinde ve doğru
mücadele araç ve yöntemleri temelinde geliştirmek görevi
ile karşı karşıyayız.
Bu bağlamda, devrimin pratik faaliyet düzeyinde örgütlenmesinde,
geçmişten bu güne akan, başta evrim-devrim aşamalarının
iç içeliği, PASS, politik-askeri liderliğin birliği
üzerinden yaratılan devrimci savaşçı örgütlenme vb.
teorik-politik çözümlemelerimiz ve tarihsel deneyimimiz
ışık tutucu niteliktedir.
Siyasi gerçekleri, emekçilere kavratacak ve emeğin gücünü
açığa çıkaracak bir içerikle, PASS temelindeki politik-askeri
mücadele zemininde de açıklamak, yaşamın içinde güçlü
bir hegemonya alanı yaratmak ve emekçileri devrimci
mücadeleye kazanarak ilerlemek, sistemin hegemonya alanı
adım adım parçalamak; işte devrimci müdahalenin anlamı
budur. Politik-askeri mücadele toplumsal çelişkilerin
her bir unsuru üzerinden, proletarya ve tüm emekçilere
devrimci mesajları sarsıcı-kavratıcı tarzda ulaştıracak,
oligarşinin egemenlik sistemini vurduğu her noktadan
darbeleyecek-kıracak vuruşlarla, bunu faaliyet yürütülen
her alan ve bölgede tamamlayacak, bu alanlarda devrimin
gücünü ve egemenliğini somutlaştırıp, parça parça kuracak
yerel-alansal vuruşların bir bileşimi olacaktır. Politik-askeri
mücadele siyasal-moral atmosferi belirleyen gerici baskı
havasını dağıtır. Emekçilere öncüyü işaret eder, yol
açar, gerici güçleri tasfiye eder, ama en önemlisi,
devrimci hegemonyanın yaratılması için siyasal, psikolojik
zemini yaratır. PASS politik-askeri eylemi eksen alır,
ancak salt bu değildir. PASS devrimin büyüme, gerici
hegemonyayı kırarak hayatı devrimci temelde değiştirme
ve devrimci hegemonyayı inşa etme stratejisidir. Emperyalizm
ve oligarşinin egemenlik aygıtı salt baskı güçlerinden
oluşmaz, hayatın bütün alanlarına egemendir. Devrimci
öncü bu egemenliği hayatın her alanında parçalamak ve
yerine devrimci çizginin ve yaşamın egemenliğini kurmak
zorundadır. Bu ise yaşamın bütün alanlarını kucaklayan
bir mücadele geliştirmekle mümkündür. Bunun için, legal
ve başkaca yollardan politik, sosyal, kültürel, mesleki,
ekolojik vd. alanlarda güçlü bir devrimci mücadele geliştirilmesi
zorunludur. Bütün bu mücadeleler PASS’ın bileşenleridir.
Bu bağlamda, PASS hayatın bütün alanlarına müdahaleyi,
ama politik-askeri mücadele ekseninde müdahaleyi öngörür.
İşte, devrimci yenilenme sürecimizin merkezi unsuru,
emekçileri devrimci eylemle yüz yüze getirecek, sarsacak,
değiştirecek, devrimi toplumsal yaşamın merkezine yerleştirecek,
emekçileri yaşamın öznesi haline getirecek, PASS temelinde
gelişecek her cephesi hazırlanmış, planlanmış, örgütlenmiş
ve devrimci bir atılım olarak gelişecek devrimci pratiktir.
Elbette, tüm sorunlarda olduğu gibi, bütün bu noktalarda
da tutuculuktan uzak durmayı esas alacağız. Gelişen
yeni sürecin açığa çıkaracağı yeni pratik müdahale yol
ve araçlarını, örgütsel biçimlerini vb., hızla geçmişten
bugüne akan teorik-politik çözümlemelerimizle harmanlayabilmeliyiz.
Bu noktada,1990 sonrasının ilk deneyimleri adım adım
billurlaşmaktadır. Meksika’da EZLN’nin gerçekleştirdiği
büyük çıkış, Peru’da MRTA gerillalarının 1996’da gerçekleştirdiği
Japon büyükelçiliği eylemi, gerici güçler tarafından
gerçekleştirilen ve karşı-devrimci güçler dışında kalan
insanlara da zarar vermesine karşın, biçimi ve yarattığı
politik sonuçlar itibariyle güçlü bir sarsıcı etkiye
sahip olan 11 Eylül eylemi bu noktada önemli ipuçları
taşımaktadır. Bu eylemler kapitalizm dışında bir alternatifin
artık mümkün olmadığı, olsa da "terörizm"
kavramıyla lanetlenerek mutlaka fiziksel olarak boğulacağı
yanılsamasını, postmodernizmde kaynağını bulan ideolojik-medyatik
bir kampanyayla, ama daha çok doğrudan şiddet gösterileriyle
inşa edilmekte olan emperyalizmin yenilmezliği efsanesini,
deyim yerindeyse bir tür "global suni-denge"
yaratma çabasını, sadece ulusal değil, uluslararası
ölçekte yaralamışlarıdır.
Öte yandan, dünya çapında gelişen ve küreselleşme karşıtı
hareket olarak tanımlanan eylemlilikler de, yeni sürecin
açığa çıkardığı sistem karşıtı hareketler olarak, kitle
mücadelesinin yeni bir biçiminin geliştiğini göstermektedir.
Benzer biçimde, esnek üretim zemininde üretim süreçlerinin
parçalanarak uluslararasılaşması süreci ile doğrudan
bağlantılı olan ve henüz çok küçük örneklerini görebildiğimiz
dayanışma eylemlerinin ötesine geçen uluslararası grevler
ve yeni sendikal hareketler de yeni sürecin mücadele/müdahale
biçimleri olarak tarih sahnesindeki yerlerini alıyorlar.
Bütün bu yeni deneyimler, yeni sürecin devrimci müdahale
tarzını yaratmada önemli ve yol gösterici olgular olarak
önümüzde durmaktadır. Devrimci müdahale pratiğimiz bu
deneyimlerle beslenerek biçimlenecek ve gelişecektir.
Devrimci yenilenme yeni bir ahlak
ve kültürün yaratılmasıdır
Devrimci yenilenme, yalnızca teorik çözümler ve pratik
politik müdahale değildir, bütünlüklüdür. Bu, yeni bir
ahlakın (zaman içersinde yoğun bir biçimde törpülenmiş
olan devrimci ahlakın şurasından burasından tutularak
onarılması değil) tarihsel birikimimizin ışığında yeniden
inşasıdır, arınma ve temizlik alanı yaratma işidir.
Bu, genital organlara ya da islamdan aşırılmış dinsel
dogmalara değil, düpedüz ve açıkça mülkiyete duyulan
tiksintiye dayanan, bir ahlakın yaratılması ve dolayısıyla
"halkımızın gelenekleri" gibi yarı-feodal
saçmalıkların reddidir.
Devrimci etik ve kültürel yenilenme, aynı zamanda, alt
kimliklere, cemaat kimliklerine duyulan postmodern hevesin
külliyen reddi ve dinsel düşünceye karşı mesafenin yeniden
netleştirilmesidir. Halkın yakıcı ve somut sorunları
üzerine inşa edeceğimiz yeni dil ve pratik tüm emekçileri
devrimci mücadele etrafında saflaştırmanın yegane yoldur.
Mevcut sol hareketin etik ve kültürel dokusu, dilinin-polemiklerinin
seviyesizliğinden, gayri-ahlaki gelir sağlama yollarına,
insanlarının gösterdiği basitliklerden, pragmatik ilkesizliklere
kadar bir dizi etken tarafından ciddi bir ölçülerde
bozulmaya uğramıştır. Kapalı devre yaşayan sol bu durumun
ve toplumsal konumunun farkında da değildir. Sol yapılar
kendi kimliklerine, duruşlarına, güçlerine-güçsüzlüklerine,
zaaflarına vb. ilişkin kriterleri, kendi dışındaki solun
duruşu ve zaafları üzerinden kurmakta, bu noktadan meşruluk
ve haklılık zeminleri aramaktadır. Bu nedenle de, ister
yazılı basında ifade edilsin, ister edilmesin, kendi
dışlarında yaratılan olumlu değerlere kapalıdırlar;
sürekli olumsuzlayıcı bir söyleme sahiptirler. Bu tutum
adeta meşrulaşma ve varlık koşulu haline gelmiştir.
Devrimci sosyalizm, bu tutumun tüm izlerinden kesin
biçimde arınmayı, duruşunu ve kimliğini mücadele içinde
yarattığı değerlerden ve toplumsal yaşam içindeki devrimci
müdahale gücü üzerinden kurmayı, sol ve emek güçlerinin
yarattığı her türlü olumlu değeri sahiplenmeyi, devrimci
ahlak ve kültürünün temel bileşenlerinden biri haline
getirmeye kararlıdır.
Öte yandan, kim ne derse desin, sonuçta devrimci örgüt
bir "seçkinler" topluluğudur ve öyle olmalıdır.
Burada kerameti kendinden menkul bir "seçkinlik"ten
değil, "imrenilecek insanlar grubu" olmaktan,
yani "elit" sözcüğünün insani kaliteyi öne
çıkaran olumlu anlamından söz ediyoruz. Kimsenin reddemeyeceği
gerçek, Türkiye devrimci hareketinin son yirmi yılda
bu bakımdan yoğun bir yıpranmaya uğradığı, "temiz"
bir noktadan geriye doğru kaydığıdır. Her fırsatta kitlelerin
nasıl çürütüldüğü, "düşürüldüğü" ve "eski
güzel günlerin" geleneklerinden koparıldığından
bahseden ve dolayısıyla bu toplumsal zeminden gelen
kendi sempatizanlarına da disipliner bir kuşkuyla bakan
devrimci örgütler, bizzat kendileri bu bakımlardan çeşitli
zaaflarla sakatlanmışlardır. Devrimciliğin ve devrimci
örgüt üyeliğinin adeta "ulvi" bir şey olarak
görüldüğü bir dönem, süreç içinde her bakımdan törpülenmiştir.
Köreltilmiş bulunan saygınlık, bugün artık basit yollarla
değil hayata bütünlüklü bir devrimci müdahale yolundan
aşılacaktır.
Kısacası, emekçilerin yaşamına egemen kılınan yozlaşma
unsurların her türden devrimci müdahale aracıyla, en
başta da devrimci bir kültürel-etik hegemonya alanın
oluşturulması yoluyla parçalanması, devrimci yenilenme
sürecimizin olmazsa olmaz parçasıdır. Bu noktada, sosyalizm
bugünden yaşanacak yarınımızdır belirlemesi temel şiarımız
olacaktır. Dayanışmayı, paylaşmayı, eşitlik, ve kardeşliği,
özgürleşmeyi esas alan bir yaşam kültürünü emekçilere
taşımak, bunun kurumlarını her alanda yaratıcı biçimlerde
yaratmak, yeni bir devrimci kültür ve etiğin yaratılması
sürecinde atılması gereken kimi öncelikli adımları oluşturuyorlar.
Devrimci yenilenme yeni bir
örgütsel düzeyin yaratılmasıdır
Devrimci savaşımın asli öznesi devrimci militanlar ve
onların kolektif iradesinin billurlaşmış ifadesi olan
devrimci örgüt/parti ve öncülük yaptığı emekçi kitlelerdir.
Devrimci parti devrimci yenilenmenin hem öznesi, hem
de konusu durumundadır. Devrimci müdahale dinamiklerini
yitirdiği ölçüde, her yönüyle sakatlanmış olan parti-örgüt
pratiklerinin egemen hale geldiği günümüz koşullarında,
örgüt-parti sorunu yeniden devrimci temelleri üzerine
oturtulmak zorundadır.
Katılımcılığa kapalı, bürokratik işleyişin, şef kültürünün,
cemaatleşme eğiliminin egemen olduğu ve bunun tarihsel
kaynaklardan beslendiği örgüt anlayışının aşılarak,
ML parti ilkelerinin tarihsel deneyimin ışığında yeni
süreç ve olanaklara uygun olarak yeni bir düzeyinin
yaratılması, devrimci yenilenme sürecinin olmazsa olmaz
unsurlarından biridir.
Bu noktada ana halkayı, politik-askeri mücadelenin gereklerine
uygun olarak pratik mücadelede en sıkı merkeziyetçiliği
esas alan, düşünsel üretkenlik sürecinde ise devrimci
militanların ve kimi durumlar açısından emekçi kitlelerin
en geniş katılımını esas alan bir örgütsel modelin inşası
oluşturmaktadır. Partinin iradesinin oluşum süreçlerine
katılımı kongre/konferans süreçleri ile sınırlamayan,
özellikle düşünsel üretimde sürekli katılımı (deyim
yerindeyse sürekli bir kongreleşmeyi) esas alan ve bunun
araçlarını yaratan bir örgütsel işleyiş gereklidir.
Kolektif akıl, ancak sürekli bir katılım zemininde yaratıcı
ve dönüştürücü biçimde yaratılabilir. Yeni bir devrimci
parti düzeyinin yaratılmasına ilişkin diğer tüm sorunlar
bu zeminde çözümünü bulacaktır.
Bu, aynı zamanda, devrimci militanın özne konumuna gelmesinin,
memur yada mürid militan tipinin aşılmasının yegane
yoludur. Devrimci militan devrimci hareketin özüdür,
en değerli varlığıdır. Bu tespite uygun bir devrimci
yaşamın ve faaliyetin örgütlendirilmesi bir hareketin
niteliğini belirleyen bir olgudur. Devrimci militan
ancak devrimci katılımcılık zemininde düşünsel açıdan
tüketici, pratik çalışma açısından ise sıradan bir uygulayıcı
konumunu aşabilir, öğrenen, öğreten, yaratan ve en ileri
biçimlerde uygulayan özne konumuna ulaşabilir. Sadece
bu da yetmez; devrimci militan, bulunduğu alanda bildik
devrimci çalışmaları yürüten biri olmakla yetinemez,
devrimci örgüt de böyle bir militan üzerinden örgütsel
varlık sürdüremez. Devrimci militan bulunduğu alanda
devrimci faaliyeti bütünlüklü olarak kurabilecek, yürütebilecek
ve yaratıcı yollardan geliştirebilecek insandır. Devrimci
sosyalizm, devrimci yenilenme sürecinin böylesi niteliklere
sahip militanlar üzerinden gelişebileceğinin bilincindedir
ve kendi insan yapısını bu niteliklerle donatma kararlılığındadır.
Devrimci yenilenme yeni bir
enternasyonal mücadele ve
örgütlenme düzeyidir
Proletarya ve diğer tüm ezilenlerin kurtuluşunun esas
olarak yerel değil, enternasyonal bir sorun olduğu ve
yerel düzeylerde olduğu ölçüde enternasyonal düzeyde
de mücadele ve örgütlenmeyi gerektirdiği tüm sosyalist
güçler için açıktır.
Bu böyle olmasına karşın, sosyalist hareket kimi dönemsel
ya da tekil başarılara karşın, güçlü devrimci gelişmelere
öncülük edebilmiş bir enternasyonal mücadele ve örgütlenme
düzeyini yaratamamıştır.
Yeni devrimci enternasyonal düzey ve onun ürünü olacak
devrimci teorik-pratik çizgi, sosyalist kültür ve tarz,
bir ya da birkaç KP'nin birikimini esas alan eski enternasyonal
tarzından ciddi kopuşu gerçekleştirecek ve emperyalist-kapitalist,
sömürge, yeni-sömürge ve sosyalist tüm ülkelerin bugüne
değin yaratılmış tüm ilerici birikimlerinin ve devrimci
güçlerinin eşitlik temelindeki ilişkileri üzerine oturan
katkı ve katılımlarının, sınıfsız bir dünya yaratma
potasında harmanlamasının ürünü olacaktır.
Bu tarz bir enternasyonal ilişkiler düzeyinin geçmiş
deneyimlerin ışığında yaratılmasının olanakları her
zamankinden daha fazla bulunmaktadır. Yeni dönemin devrimi
ve enternasyonal ilişkiler alanında en temel zorunluluk
ve dinamiklerinden biri de, bölgesel devrim hareketlerinin
ve bölgesel devrimci enternasyonallerin yaratılması
olacaktır.
Sosyalist hareketin uluslararası toparlanışını başlıca
üç çerçeve üzerinden gerçekleştirmek mümkündür. Bugünden
filizlerini gördüğümüz genel anti-kapitalist, anti-emperyalist
blok bunlardan biridir. Dar kalıplardan uzak, çok esnek
ilkeler ve hedefler üzerinden hareket edebilecek böyle
bir uluslararası koordinasyon, bu toparlanmanın unsurlarından
birincisidir. Sosyalist güçlerin toparlanmasının ikinci
unsuru ise bölge çapında devrimci hareketleri toparlayıp
deneyimleri birleştiren bölgesel devrimci birliklerdir.
Bölgesel devrimler ve bunların örgütleri 1960’lar sonrası
açısından düşünüldüğünde bir olanağa işaret ederken,
bugün bir zorunluluk olarak önümüzde durmaktadır. Bölgemiz
Ortadoğu özgülünde Ortadoğu Devrimci Çemberi saptamamız
hala ışık tutucu niteliktedir.
Ve nihayet üçüncüsü, uluslararası devrimci sosyalistlerin
enternasyonalidir, ki böyle bir yapı yeni dönemin çözümlenişi
üzerinden bütün devrimci sosyalist potansiyelleri içinde
barındırmalıdır. Her enternasyonalin yeni bir dönemin
yeni devrimci akımını temsil ettiği düşünülürse, bu
bütünsel birliğin de mümkün olan en geniş güçler toplamını
kapsamakla birlikte, bir ideolojik birliğin ifadesi
olması kaçınılmazdır.
Kimse düş gücünü kısırlaştırmasın; yaşlı dünyamız daha
pek çok "Uluslararası Tugay" görecek daha
pek çok "Arjantinli" Bolivya'larda, Kongo
ormanlarında savaşacaktır. Ve o zaman, bugün bize salt
teorik gibi görünen görevlerin nasıl ete kemiğe büründüğüne
de tanık olacağız.
Devrimci Yenilemeyi Başaracağız
Devrimci yenilenme, yaşadığımız çöküş-yenilgi koşullarında
yürütülecektir.
Yenilgi dönemlerinin bütün olumsuz özelliklerinin en
kötü biçimleriyle yüz yüzeyiz. İstikrarsızlık, kaçış,
ideolojik keşmekeş, umutsuzluk, örgütlü davranma bilinç
ve pratiğinin zayıflığı vb çürüme ve zaafiyet öğeleri
had safhada bulunuyor. Bu nedenledir ki, devrimci yenilenme
güçlerin ileriye doğru attıkları-atacakları her adım
tarihin yapılışında derin izler bırakacak adımlar olacaktır.
Devrimci sosyalist hareketin tarihinin en bunalımlı
döneminde, en az olanakla, en ileri düzeyi yaratma mücadelesini
yürütmek zorundayız. Koşullar ne olursa olsun, karanlığı
yaracak devrim fırtınasını yaratma görevi önümüzde durmaktadır,
görev bizimdir, tereddütsüz sahipleniyoruz. Olanaklar
hazır olmayabilir, ama biz hazırız. Hedef ve görevlerimiz
mevcut bütün ölçüleri aşan tarzda düşüncede ve eylemde
büyük bir enerjiyi gerektiriyor. Türkiye devrimci hareketinin
bir döneminin perdesi kapanmıştır, kapanmaktadır. Yeni
dönem ise ancak ona hazır olanlar için bir anlam ifade
edecektir.
Görevlerimize yaratıcı bir bilinç ve kesin bir kararlılıkla
sarılarak hep birlikte kazanacağız. 21. yüzyılı devrimci
kurtuluş yüzyılı yapacak devrim hareketini yaratacağız.
Devrimci yenilenmeyle, devrimci savaşla biz kazanacağız.
|