Direniş
Çizgisindeki Bütün Siyasi Yapılara Öneri
|
Oligarşinin 19 Aralık 2000’de tarihi bir katliamla
en uç noktaya tırmandırdığı hücre saldırısına karşı
devrimci tutsakların direnişi sürüyor. Katliamdan bu
yana yaklaşık 8 ay geçti. Devrimci tutsakların ölüm
orucu direnişi ise ilk başlayanlar bakımından 10 aydır,
eyleme 10 Aralık’ta başlayanlar bakımından da 8 ayı
aşkın süredir devam ediyor.
Esas olarak "cezaevi operasyonu"ndan çok bir
"toplumsal dehşet yaratma projesi" olan ve
tutsakların da ötesinde bütün emekçi kitleleri etkilemeyi
hedefleyen 19 Aralık saldırısı, onlarca şehit verilmesine
rağmen devrimci tutsaklar açısından bir siyasal yenilgi
anlamına gelmemiştir. Katliam aygıtı, hiçbir hapishanede
hiçbir biçimde bir siyasi teslimiyet sonucu alamamıştır.
Devrimci irade hiçbir yerde, hiçbir biçimde kırılmamış,
sosyalist örgüt bilinci zaafa uğratılamamıştır. Türkiye
devrimci hareketi, en azından hapishanelerdeki kolu
bakımından olağanüstü bir direnç göstermiştir.
Direnişin (salt ölüm orucu biçiminin değil, genel direniş
tavrının) bütün olumsuz koşullara rağmen neredeyse bir
yıldır devam etmesi bile, tek başına bu bile, Türkiye
devrimci hareketinin nasıl sağlam bir damara sahip olduğunu
herkese göstermiştir. Bugün gelinen noktadan bakarak
sürecin şu ya da bu noktası üzerine, o noktalardaki
tartışmalar üzerine yüzlerce polemik yürütülebilirse
de, bu, genel olarak devrimci direnişin gerekliliği
ve bu gereğin devrimci tutsaklar tarafından yerine getirilmiş
olduğu gerçeğini hiçbir biçimde değiştirmez.
Bugün gelinen noktada;
A) Yaklaşık dört mevsimdir devam eden ölüm orucu eylemi
ve ondan çok önce başlamış olan hücre karşıtı direniş
bugün çok kritik bir noktaya ulaşmıştır. Burada kastettiğimiz
"kritik nokta" tıbbi bir deyim değildir; eylem,
kendi kaderi ve geleceği bakımından kritik bir aşamadadır.
B) Başlangıçta kimsenin hayal bile etmediği bir zaman
sürecine yayılan ölüm orucu eylemi, zaman içersinde
yakaladığı belli bir toplumsal desteği yavaş yavaş yitirmiş,
eylemi besleyen güçler gitgide zayıflamıştır. Daha doğrusu,
devrimcilerle çeşitli toplumsal kesimler arasındaki
ilişkinin zaten mevcut olan zayıflığı, bir süre sonra
kendisini daha açıkça ortaya koymuştur. Sürecin uzaması
sonucunda eylemin desteği olarak tasarımlanan toplumsal/demokratik
güçler kendi yaşamsal (ya da öyle olduğu varsayılan)
gündemlerine dönmüşler; daha doğrusu, cezaevlerine düğümlenen
gündem, hem konu bakımından hem de konunun arkasında
duran güçlerin inisiyatif ve etkinliği bakımından sürüklemeye
yetmemiştir. Böylece, aslında işin başından beri devrimciler
ve onların direnişiyle aralarındaki mesafeyi hep koruyan
bu güçler toplamı, giderek süreçten iyice uzaklaşmış,
aylar sonra gelinen aşamada bu güçler en iyimser yorumla
direnişle ilişkilerini bir tür "vazife"ye
dönüştürmüşlerdir. ½üphesiz bütün bu kesimler çeşitli
ölçütler uyarınca kategorilere ayrılarak süreçten kopuşlarının
nedenleri üzerinde durulabilir ama genel toplam açısından
gerçeklik budur.
C) Bu durumun sorumlusu, elbette, nihai sonuç itibariyla
devrimciler dışındaki güçler değildir. Daha sürecin
en başında bile genel etkinlik düzeyi bakımından eksik
bir durumda olan devrimci güçler, zaman içersinde de
durumu toparlayarak güven verici bir manzara ve perspektif
ortaya koyamamışlar, kendi dışlarındaki kesimleri bir
yörünge etrafına toplayamamışlardır. Her şeyden önce
böylesi ölümcül bir hesaplaşma için kesinlikle gerekli
olan bütünsel ve merkezi yoğunlaşma sağlanamamış, eylemin
taleplerinin ve yönetiminin tek elde toplanması başarılamamıştır.
Bu süreç üzerine şüphesiz daha sonra bir çok tartışma
ve polemik yapılacaktır; ama bütün bunların ötesinde,
sağlanamayan bütünselliğin diğer toplumsal/demokratik
güçleri eylemin yörüngesinden uzaklaştırdığı, bazı durumlarda
da onlara "kaçış" için gerekçe sağladığı bir
realitedir. Aylar süren "taleplerin ortaklaştırılması"
çabalarının nihayet bir ölçüde sonuç vermiş olması ise
artık son derece gecikmiş bir durumdur ve pratikte de
gözlendiği gibi ortamı hareketlendirici bir etki sağlamaktan
uzaktır. Hatta öyle ki, her tutsak eyleminin klasik
eksenlerinden olan aileler cephesi bile zaman içersinde
ağır yaralar almış, bu kesim de, işin yükünü taşıyabilmeleri
için gerekli olan güven duygusundan giderek uzaklaşmıştır.
D) Öte yandan devrimci cephede böyle bir tıkanmanın
yaşandığı aylar boyunca, karşı-devrim cephesi boş durmamış,
uluslararası deneyimlerden de yararlanarak eyleme karşı
taktikler üretmeyi sürdürmüştür. Her şeyden önce ölüm
orucu eyleminin esas mantığını ve vurucu/zorlayıcı noktasını
çözümleyen düşman, bir süre sonra "ölüm" faktörünü
devreden çıkarmak için harekete geçmiş ve hastaneleri
ölümü bir ölçüde engelleyen ama seri şekilde sakatlanmış
insan üretilen modern mezbahalara dönüştürmüştür.
Daha sonraki "tahliye" politikası ise eylemin
belini kırmak için ortaya konulmuş, gerçekten de yavaş
yavaş neredeyse son ekipler dışındaki eylemcilerin tümünü
tasfiye edebilecek bir aşamaya vardırılmıştır. Öyle
ki, düşman, böylece kendi klasik paranoyasını bile aşarak
yalnızca sakatları değil eylemi halen sürdüren devrimcileri
bile tahliye etmeyi göze almıştır. Düşmanın bütün sorunu,
bu direnişi bir tür bozgunla sona erdirmek ve devrimcilerin
inisiyatifinin kırıldığı bir ortamda yerleşik bir düzen
oturtmaktır. Bu anlamda devlet mevcut devrimci tutuklularının
yenilgiye uğratılmasının da ötesinde, geleceğe yönelik
bir rejim kurmayı daha çok önemsemekte, bu uğurda mevcut
rehinelerinin bir bölümünden vazgeçmeyi bile göze almaktadır.
E) Bugün gelinen aşamada şüphesiz genel anlamda devrimci
tutsakların direnişi bütün imkân ve dinamiklerini yitirmiş
değildir; devrimci tutsaklar teslim alınamadıklarını
ve alınamayacaklarını onlarca can pahasına ortaya koymuşlardır;
üstelik düşman ortaya sürdüğü rüşvetler konusunda da
umduğu sonucu alabilmiş değildir. Süreç içinde ölüm
orucu eylemini bırakmış (ve hatta bu yüzden kendi çevresinden
itilmiş) insanların bile düşmanın rüşvet olarak açtığı
"ortak alanlar"a koşuşturmak yerine genel
iradeye uymayı tercih etmesi bu bakımdan son derece
çarpıcıdır. Ancak, yeterli gözlem gücüne sahip herkesin
teslim edeceği gibi, F Tipi’ne karşı direnişin ölüm
orucu biçimi, bugün zorlayıcı ve etkileyici gücünü yitirmiştir.
Dışardaki ve içerdeki devrimci güçlerin gerekli/gereksiz
polemiklerinin ve becerikliliklerinin/beceriksizliklerinin
ötesinde, eylemin kendisi bu imkânlarını büyük ölçüde
kaybetmiştir.
F) Çok ağır sonuçları olan bir gecikmeyle de olsa taleplerin
ortaklaşması, aynı anda güçlerin de ortaklaşması anlamına
gelmemiş, bu talepler harekete geçirici bir etki yaratmamıştır
Böyle bir durumda kilitlenen devrimci güçler, örneğin
düşmanın tahliye atağına yanıt verememişlerdir. Bu atağa
dışarda sürdürülen ölüm oruçlarıyla yanıt vermek ise
bizim açımızdan, hem çözücülük anlamında aynı güce sahip
değildir hem de politik olarak doğru değildir. Bu, şüphesiz
bir tavırdır, bütün süreci tek bir eylem biçimine kilitlemiş
olan mantık bakımından belli bir iç tutarlılığa da sahiptir.
Ama doğru olmayan da zaten bu mantığın kendisidir. Sözkonusu
arkadaşlar, kendi siyasi mantalitelerini doğru bulmayanlara
ne kadar ağır hakaretler yağdırırlarsa yağdırsınlar,
bizler bütün süreci tek bir eylem biçimine bağlayan
bir anlayışın doğru olmadığını düşünüyoruz, düşünmeye
de devam edeceğiz.
G) Bugün artık asıl sorun, bizim, mantığı çözülüp karşılığı
üretilmiş olan bir eylem çizgisi üzerinde yürürken yeni
taktikler üretmekte gösterdiğimiz eksikliktir.
Bu manzara karşısında tutsakların sahip olduğu kaygı
çok anlaşılabilir bir kaygıdır; sırtı duvara dayanmış
halde düşmanla boğuşan devrimci tutsak, doğal olarak
şu anda yürütmekte olduğu eylem tarzını tartışmayı tehlikeli
bulmakta, yapılacak bir manevraya düşmanın hangi saldırıyla
karşılık vereceğini kestirememekte ve sürdürülen direniş
biçimi dışındaki alternatifleri kafasında ölçüp biçse
de, işin o mecrası şimdilik herkese bir mayın tarlası
gibi görünmektedir. Daha açık bir ifadeyle ölüm orucu,
alanın darlığından ötürü tutunulması mümkün en uygun
mevzi olarak algılanmaktadır.
Böylece dışardaki manzara da belirlenmektedir; bu "tutunma
noktası"nda durularak yapılan eylem önerileri ve
eylemler, birbirine ve bir eksene bağlanmaksızın sürüp
giden (ve tabii ki gitgide cılızlaşan) eylemler olmuştur,
olmaktadır. Sonuçta eylemin neredeyse bütün yükü, tutsakların
üzerinde yoğunlaşmıştır. Ancak devletin daha önce değindiğimiz
taktiklerinden ötürü bu yük de olduğundan daha ağır
hale gelmektedir. Bu ise, devrimci hareketin en iyi
kadrolarının uğradığı zarar bir yana, sonuca ulaşma
bakımından da ciddi bir handikap yaratmaktadır.
Bize göre;
2001 Temmuzu itibarıyla, F Tipi’ne karşı direnişin ölüm
orucu biçimi, artık büyük ölçüde yıpranmıştır ve harekete
geçirmesi gereken dinamikler ve zorlayıcılık bakımından
sıkıntıya girmiştir. Düşmanın eyleme karşı ürettiği
taktikler ise sürecin bileşenleri tarafından karşılanamamakta,
böylece süreç gitgide daha fazla devrimci kadronun tasfiye
edildiği bir noktaya doğru sürüklenmektedir. Bu noktanın
düşman tarafından devrimci hareketin bir bütün olarak
tasfiye edilmesi biçiminde tasarlandığı açıktır. Eylemin
bir bozgunla/çözülmeyle bitmesi ihtimali düşman tarafından
hayal edilse de, bütün olumsuzluklara karşın devrimci
tutsaklar böyle bir ihtimali bertaraf edebileceklerini
şimdiye dek kanıtlamışlardır. Ancak zaten bugünkü asıl
sorun bu değildir; asıl sorun, eylemin kendisinin tıkanması
ve şu andaki koşullarda ortaya bir çözüm çıkarabilecek
imkâna sahip olmayışıdır.
Öte yandan "yeni ekipler" taktiği de eyleme
esasen bu imkânı sağlamamaktadır. Süphesiz bu taktik,
tutsaklar cephesindeki kararlılığı ifade etmek bakımından
yararlıdır; ama sorunun çözümü anlamında bir anahtar
değildir. Hoşumuza gitsin gitmesin, F Tipi Cezaevi gerçeği
artık Türkiye devrimci hareketinin gündemine uzun vadeli
bir olgu olarak yerleşmektedir ve bu gerçeklik, bakışımızı
da değiştirmek zorundadır. Her seferinde yeni ekiplerle
yürütülecek sonsuz limitli bir ölüm orucu ne mümkündür
ne de çözücüdür.
Üstelik bütün bunlar, Türkiye’nin en karmaşık döneminde
olup bitmekte, emperyalist sistem ve Türkiye hakim sınıfları
bir dizi plan ve programı uygulamaya çalışırken ve her
gün yeni devrimci imkânlar ortaya çıkarken neredeyse
iki yıla yakın bir süredir tüm varlığını cezaevlerine
kilitlemiş olan devrimci güçler bir başka politik tıkanıklık
da yaşamaktadırlar.
Bu koşullar altında, bazı siyasi eğilimlerin ne pahasına
olursa olsun bu kilitlenmeyi devam ettirmek istemeleri
anlaşılabilir bir durumdur. Bu eğilimler, bütün varlıklarını
tek bir eylem biçimine kilitleyerek, eninde sonunda
bu süreçten uzun vadeye yayılacak bir siyasi kazançla
çıkacaklarını düşünebilirler. Bu, neticede belki de
bir tür "dönem saptaması"dır, yani Türkiye
devrimci hareketinin bugün yaşadığı sıkışmanın ancak
böyle aşılabileceği düşünülebilir. Biz bu yaklaşıma
ve bu uğurda ödenen bedellere de saygı duyarız; ama
bize göre bu doğru değildir. Türkiye devrimci hareketinin
uzun süreci, tek bir düğümden ibaret değildir; bazı
hallerde devrimci süreç böylesi önemli düğüm noktaları
oluştursa da (ki bugün böyle bir düğüm noktasındayız)
bu, hiçbir zaman tek bir düğüm noktası değildir. Dolayısıyla,
bütün sürecin tek bir eylem biçimine ve (bilinen genel
zayıflıktan ötürü) devrimci hareketin tek bir alanına
yıkılması ve bütün bunlar yapılırken devrimci gelenek
sanki başka hiçbir eylem biçimine sahip değilmiş gibi
davranılması, bize göre doğru değildir. Çünkü düşman,
artık bu süreci bir siyasi ve fiziki tasfiye süreci
olarak algılamakta ve o da bu tek düğümlük olguya söz
konusu amacını gerçekleştirmek için yaklaşmaktadır.
Oysa devrimciler, F Tipi saldırısına karşı direniş tempolarını
bir an olsun düşürmeden, salt eylem biçiminde bir değişiklik
yaratarak sürece yayabilirler ve böylece düşmanın alanı
daraltan politikasına yanıt oluşturabilirler.
Somut önerimiz;
İ) Böylece varılan noktada hareketimiz, daha önce de
yer yer tartışmaya sokmak istediği bir öneriyi yeniden
siyasi gündeme getirmektedir.
F Tipi’ne karşı direnişin ölüm orucu biçiminin artık
dinamiklerini yitirdiği saptamasından hareket eden bu
öneri, yeni bir eylem programı oluşturmak koşulu ile
ölüm orucunun yekpare bir kararla sona erdirilmesini
ve uzun vadeye yayılan bir fiili direniş çizgisine geçilmesini
içermektedir. Bu değişiklik ve program çok açıkça ve
geniş kamuoyuna deklare edilmeli, asla düşmana demogoji
imkânı sağlayacak muğlak yollardan, aşamalı/tedrici
geçiş noktalarından gidilmemelidir.
Bu öneri başlıca iki noktadan oluşmaktadır;
1- Halen eylemi sürdürmekte olan siyasi yapılar derhal
bir araya gelmeli ve direniş sürecinin bundan sonraki
etabı için asla geri adım atılmayacak bir çizgi belirlemelidirler.
Ortak tartışmayla belirlenecek bu asgari çizgi, esas
olarak siyasi kimliğin korunması, örgüt kavramının zedelenmemesi
ve insan onurunun çiğnetilmemesi gibi üç temel nokta
üzerine inşa edilmeli ve ortak bir deklerasyonla dosta
düşmana açıkça ilan edilmelidir. Bu ilkesel zeminler
üzerinden belirlenecek bir "asla kabul edilmeyecek
uygulamalar" listesi devrimci tutsaklar bakımından
somut bir genelge halinde ortaya konulmalıdır. Örneğin
düşman tarafından rüşvet olarak sunulan "ortak
alanlar" gibi uygulamaların reddi, siyasi temsilciler
dışında hiçkimsenin çöp için bile düşmanla temas kurmaması,
tekil fiziki eziyetlere toplu fiziki tepki gösterilmesi,
vb... gibi unsurlar bu çizginin esaslı maddelerini oluşturmalıdır.
Zaman içersinde, düşmanın politikalarına göre bu asgari
hat yeni unsurlar kazansa da, asıl zemini asla gevşememeli
ve ayrıca bütün cezaevleri bakımından da tam bir uygulama
birliği sağlanmalıdır.
2- Bu asgari çizginin üzerinde bir fiili direniş programı
tartışılarak oluşturulmalı ve uygulamaya sokulmalıdır.
Cezaevi koşullarında uygulanabilir her türden eylem
biçimini kapsayabilecek olan bu program, bütün cezaevleri
bakımından tam bir merkezi karar mekanizmasına bağlanmalıdır.
Sonuç olarak;
Biz, bu önerinin içerdiği değişikliğin ve eylem çizgisinin
direnişin gidişatı bakımından hiçbir risk taşımadığını
söylemiyoruz. Süphesiz düşman kendi gerçekçi bakışıyla
bunun bir geri adım olmadığını bilecek ama yine de böyle
göstererek kullanmaya ve buradan bir atak fırsatı yaratmaya
çalışacaktır. Ancak bu sakınca, devrimci güçlerin açık
deklerasyonlarıyla ve disiplinli/homojen davranışlarıyla
aşılabilir. Devrimci tutsaklar cephesi bugüne dek ortaya
koyduğu performansla düşmanın hayallerini bir çok kez
yıkmıştır ve bundan sonra da böyle davranmaya yeteneklidir.
Doğru bir geçiş yapıldığında, düşman daha ilk günden
neyle karşı karşıya olduğunu, hangi adımları atamayacağını
anlayacaktır.
Biz tutsaklar cephesindeki kaygıları da anlıyoruz. Su
anda devam ettirilen eylem biçiminin yarattığı ruh birliğinin
zayıflayabileceği, yeni eylem çizgisinin ise F Tipi
koşullarında zayıf noktalar oluşturabileceği gibi kaygılar
son derece makul kaygılardır. Ama gerçekçi bir noktadan
bakan herkes, artık Türkiyeli devrimciler bakımından
"hücre" olgusunun uzun vadeli bir olgu olduğunu
bilmektedir. Kazanılmış hakların da çoğu kez kalıcı
olmadığını deneyimleriyle bilen devrimci tutsaklar,
bu kavganın asıl biçiminin her gün dişe diş yürütülecek
bir inatçı direniş olacağını, asıl buna hazırlanılması
gerektiğini artık derin bir sezgiyle kavramaktadırlar.
Hatta artık Türkiye’de devrimcilik yapan herkes için
"tutsaklık" ihtimali eski basit anlamını yitirmiş,
artık daha ilk günden içine girilecek ağır bir kapışmayı
da kapsar olmuştur. Yani, devrimci tutsaklar, şu andaki
eylem biçimi nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, bu yeni
direniş formunu yakalamak, saflarını ve insanlarının
siyasal donanımını bu mantıkla düzenlemek zorundadır.
Dolayısıyla, devrimci tutsaklar, bu kaygıları aşarak,
gerekli iç düzenlemeleri ve disiplinli programları tartışmalı,
direnişin önünü açacak kararları almakta tereddütlü
davranmamalıdırlar.
Türkiye devrimci hareketi, 19 Aralık ve sonrasında direniş
kapasitesini ortaya koymuş ve dosta düşmana kabul ettirmiştir;
bu çizginin devam ettirilmemesi için hiçbir neden yoktur.
Saygıyla...
Ağustos 2001
|