19
Aralık Katliamı ve Sonrası Üzerine Kenar Notları
Bir
Daha Asla!
P. Hançer
|
1- 19 Aralık Katliamı, bir “cezaevi
operasyonu” değil,
bir “toplumsal ibret” yaratma projesidir.
Yeni bin yılın ilk yılbaşını karşılayan vahşi katliamdan
bu güne dek bir yıldan fazla süre geçti. Gelecekte neler
olacağını henüz kestiremesek bile, sadece bu yazının
dizildiği sıradaki bilanço son derece ağır görünüyor.
Türkiye devrimci hareketi, en yiğit evlatlarını direniş
sürecinde yitirdi, yitirmeye de devam ediyor. Dünya
tarihinde bir başka örneği bulunmayan direniş her gün
yeni canlarımıza mal olarak sürüyor.
Şimdi, aradan bir yılı aşkın süre geçtikten sonra, elimizde
biriken tüm verilerle, katliamın tam bir SS kıtası titizliğiyle
hazırlandığını artık çok daha net olarak biliyoruz.
Başka herhangi bir işi bu kadar dakiklikle beceremeyen
ve mutlaka bir yerden sağa sola bilgi sızdıran devlet
aygıtı, doğrusu bu kez, teknik anlamda “temiz” davranmış,
gerekli hazırlıkları çok önceden ve “tam bir titizlik”le
yapmıştır.
Yani bu, kesinlikle “amacı aşan” bir durum ya da “hesap
dışı” bir sonuç filan değildir. Düpedüz bir katliam
tasarlanmış ve uygulanmıştır. Devrimcilerin bir saldırıya
tamamen hazırlıksız yakalanmayacakları, bir biçimde
direnecekleri bilinmektedir aslında. Yani çok açıkça
ölümler hesaplanmış, “her ne olursa olsun” bu işin yapılması
kararı alınmıştır.
Yalnızca Bayrampaşa’daki yakma olayı bile tek başına
bir çok şeyin kanıtıdır. Kesinlikle gözden kaçırılmaması
gereken konu, sayısı yüzlerle ifade edilebilecek kadar
çok devrimci tutuklunun tamamen tesadüfler sonucunda
sağ kalmış olmasıdır. Aradan geçen bir yılı aşkın süre
içinde kamuoyuna ulaşan tek tek öyküleri toparlayıp
bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan sonuç, tutsakların
çoğunun saniyelik rastlantılarla ölümden kurtulduğu,
bir bölümünün ise hayatını kendi vücudunun direncine
borçlu olduğudur. Gerçekten de bu saldırı, devrimci
iradeyle motive edilmiş insan gövdesinin ne ölçüde dayanıklı
olduğunun da çarpıcı bir kanıtı olmuştur.
Ama bütün bunların da ötesinde kaybı azaltan esas faktör,
şüphesiz cezaevindeki devrimcilerin kahramanca direnişi
olmuştur. Tuzu kuru “solcu”larımızın sağda solda mırıldandıklarının
tam tersine, içerdeki o kırık dökük araçlar, piknik
tüpleri ya da basit oklar, vb. saldırının hızını bir
nebze olsun kesmiş ve bir çok devrimcinin hayatının
kurtulmasını sağlamıştır. Bir gün, katliamın bütün panoraması
tam olarak belirdiğinde, “barikat kurulmasaydı” gibi
gevezeliklerin ne kadar boş olduğu ve başkalarını korumak
için kendilerini ölüme fırlatan genç kahramanların ne
kadar çok hayat kurtardığı da anlaşılacaktır. En azından
bütün bu yapılanların fiziksel anlamının ötesinde devrimci
moral ve direniş ruhu açısından büyük bir yarar sağladığı
inkâr edilemez.
Operasyonun mimarları da nasıl bir plan yaptıklarını
satır aralarında ağızlarından kaçırmışlardır zaten;
“bir yıldır yapılan plan” gibi laflar ya da “beklediğimizden
az ölü oldu” gibi itiraflar, her şeyi yeterince ortaya
koymuştur. Çok açık: Bir resterasyon sürecini tamamlama
noktasında olan oligarşik diktatörlük, bünyesinde ciddi
bir çatlaklık yaşamaksızın, sürecin önünü tıkayan olgulardan
birini ortadan kaldırma konusunda bir tercih yapmış
ve “tek darbede çözüm” yolunu seçmiştir. Oligarşiyi
oluşturan bütün kesimler tam bir ittifak halinde “bu
sorunun çözülmesi” kararını almışlar ve icracı kurumlara
açık çek vermişlerdir. Sonradan, “çözüm”(!) bildirileri
yayınlayan patron örgütleri ve artık oligarşi içinde
bir yer edinmiş olan medya tekelleri de dahil olmak
üzere düzenin bütün temel unsurları, bu açık çekin altını
imzalamışlardır.
Sosyalist Barikat okurlarının ve tüm devrimcilerin zaten
bildiği bu gerçekleri yazımızın girişinde tekrarlayarak
varmak istediğimiz nokta, elbette yalnızca vahşetin
boyutlarının ortaya konulması değildir. Bütün bu karmaşa
içersinde bizim özenle vurgulamak istediğimiz gerçek,
bu katliamın dar ve basit anlamıyla cezaevlerini hedeflemediği,
bu bakımdan aslında bir “cezaevi operasyonu” olmadığıdır.
Evet, oligarşi kalıcı bir infaz rejimi oturtarak bu
devrimci alanı etkisizleştirmek, bir direniş odağını
zayıflatmak istemiştir, istemektedir. Bu doğrudur. Toplumsal
düzlemde en küçük bir düzen karşıtı kıpırdanmayı bile
ezen devlet aygıtı, bu genel baskı atmosferinde gedikler
açan devrimci tutsak direnişini bir biçimde sona erdirmeye
kendini mecbur hissetmiştir. Ayrıca “en iyi devrimcinin
ölü devrimci olduğu” ilkesinden hareketle “mümkün olduğu
kadar” çok sayıda devrimci kadroyu katletmek de şüphesiz
bu operasyonun amaçlarından biridir. Oligarşi bundan
hiç vazgeçmemiştir ve vazgeçmeyecektir. Az çok yetişmiş
bir devrimci militanın gelecek için büyük tehlike olduğunu
bilen şiddet aygıtı, mümkün olan her durumda “kesin
çözüm” yolunu kullanmıştır, kullanmaya da devam etmektedir.
Onlar için bir devrimci kadronun katledilmesi “kişilerle
ilgili bir şey” değildir; asıl yok etmek istedikleri
tek tek insanların ve kollektiflerin birikimleri üzerinden
kuşaktan kuşağa taşınan devrimci deneyimdir.
Öte yandan, 19 Aralık’ta Ulucanlar’dan farklı olarak
“seçici olmayan” bir tarzın kullanılması da aldatıcı
olmamalıdır. Ölümleri için gerekli medyatik atmosfer
çoktandır hazırlandığı halde A ya da B kişisinin bu
seferlik “sağ” kalmış olması rastlantılarla açıklanamaz;
basının kilometrelerce uzakta tutulduğu koşullarda bu
insanların operasyon sonrasında da ortadan kaldırılmaları
pekala mümkündü. Ama bu kez yaptıkları daha değişik
bir taktik planın eseridir ve bu plan, medyanın kodlamasında
“örgüt şefi” diye tanımlanan devrimcilerin öldürülmesinden
çok, kitlesel bir kırımı hedeflemiştir. Böylece bir
“kör kurşun” kargaşası bilinçli olarak yaratılmıştır.
Devlete karşı gösterilen herhangi bir tepki, azgın ve
rastgele (gibi görünen) bir şiddetle karşılaşacak ve
bu vahşet herhangi bir “özel seçim” yapmaksızın herkesi
kapsayacaktır! Bu, tam da klasik anlamıyla bir kadro
pasifikasyonudur; üzerine basa basa vurgulanan mesaj
budur. Korkunç bir dezenformasyon kampanyasıyla sokaktaki
adamın üzerine püskürtülen bu mesajın asıl hedefiyse
devrimci kadro adayı olan sempatizan kitleleri ve bu
kategoriyi her gün yeniden üreten kent yoksulları, işçi
sınıfı katmanları, her zaman sempatizan deposu olmuş
olan etnik/dinsel kesimler, ailelerdir.
Yani esas olarak yapılan şey, bir toplumsal dehşet yaratma
işidir. Yoksa onlar, başından sonuna bu vahşeti planlayıp
uygulayanlar, “gençleri örgüt baskısından kurtarma”
yalanına kendileri hiç mi hiç inanmazlar; yine onlar
sosyalistlerin 150 yıllık parti/örgüt geleneklerinin
katliamlarla ya da hücrelerle yok edileceğine inanacak
kadar saf değillerdir. Bütün F Tipi zindanlarda daha
ilk günden devrimci iletişim ve karar alma mekanizmalarının
yeniden kurulduğunu en iyi bilenler yine onlardır. İşin
asıl patronları, bizi tanırlar, bizim hakkımızda düzenli
akan bilgilere sahiptirler ve dünyanın hiçbir ülkesinde
hiçbir gücün, Saygon dahil hiçbir mezbahada, hiçbir
tecrit yöntemiyle devrimci örgütlülüğün önünün kesemeyeceğini
tarihsel deneyimleriyle öğrenmişlerdir.
Bize bir vahşet sunulmuştur. Asıl yapılan şey budur.
Daha doğrusu bize değil, bizi besleyen ya da besleme
potansiyeli taşıyan kaynağa bir vahşet, bir “ibret vakası”
sunulmuştur. Burada önemli olan katliama uğrayan cezaevindeki
devrimcilerin ya da onların partilerinin hakiki anlamda
“kitlelerin öncüsü” olup olmamaları değildir; asıl önemli
olan, her devrimcinin ve her devrimci yapının böyle
bir potansiyel imkânı bünyesinde barındırması ve bu
potansiyelin, kabarması beklenen toplumsal hoşnutsuzlukla
buluşma ihtimalidir. Yapılan şey, devletin şiddet aygıtının
bütün “gerçekliğinin” ve zulüm imkânlarının, bilerek
ve isteyerek; gereğinden de abartılı bir şekilde sergilenmesidir.
Marksist terminolojide devrimci örgütlerin misyonu olarak
tanımlanan “devletin gerçek yüzünü gösterme” işi, bu
olayda bizzat devlet aygıtı tarafından üstlenilmiş,
büyük bir gaddarlık ortaya konularak “aykırı” güçlerin
hepsine birden “çizmenin boyu” hatırlatılmıştır.
Şüphesiz genel olarak sosyalist basında bütün bu olup
bitenlerin “IMF politikaları”yla ve sistemin genel amaçlarıyla
ilişkisi az çok ortaya konulmuştur; ama her şey bu kadar
kaba ve konjonktürel değildir. Yaşanan olgu, kitlelerin
politik tavrının pasifikasyona uğratılması ve sindirilmesine
dayanan suni-denge kavramıyla ve bu kavramın son yirmi
yıla damgasını vuran yeni mekanizmalar yoluyla yeni
bir biçimde inşası süreciyle birlikte kavranılabilir.
Elbette uygulamaya konulan ve durmadan yazılıp bozularak
tekrarlanan emperyalist politikaların gereği olarak
“istikrar” isteği bu dönemde öne çıkmakta ve bütün muhalefet
odaklarının zorbalık ya da “kırıntılar” yoluyla etkisizleştirilmesi
bir ihtiyaç olmaktadır; bu anlamda meselenin “konjonktürel”
bir yanı vardır. Ama gerçekte olan şey, yirmi yıllık
bir politik/iktisadi/sosyal/kültürel restorasyonun bir
ayağının örülmesidir ve cezaevleri üzerindeki terör
dalgası, bu genel sürecin en çarpıcı örneğidir. Her
fırsatta söylediğimiz gibi oligarşi, son derece yoğunlaştırılmış
bir karşı-devrimci şiddeti, herhangi bir gizleme-estetize
etme çabasına gerek olmaksızın belirli periyodlarla
ortaya koymakta, bu arada sopayı tutan elin bilinmesini
özellikle tercih etmekte ve böylece genel bir “acizlik”
duygusunu besleyerek sopanın “kitlelerin bilincine”
yerleşmesini hedeflemektedir.
Yani bir bakıma 19 Aralık operasyonu, sokaktaki terörün
birden ve büyük bir yoğunlaştırmayla tek bir noktaya,
hapishanelere yöneltilmesi, daha sonra bu vahşetin yeniden
ve artık bir “korku bilgisi” olarak sokaklara, kitlelerin
günlük yaşamına geri dönüşüdür. Daha önce Özgür Barikat’ın
4. sayısında “Şiddetin Konsantrasyonu” yazısında açmaya
çalışılan bu durum, ancak böyle bir bütünlüklü bakışla,
“katlanılabilir muhalefet miktarı” gibi başka kavramları
da yardıma çağırarak anlaşılabilir. Ancak böyle bir
yerden bakıldığında, oligarşinin 19 Aralık’ta basit
olarak “bugünkü devrimci kuşağın tasfiyesi” gibi (aslında
imkansız olan) bir işe soyunmadığını, daha geniş bir
perspektifle toplumsal muhalefetin birkaç kuşağını birden
sakatlayacak bir planın peşinde olduğunu kavrayabiliriz.
Kısaca özetlenirse, devrimcilerin kapalı-devre/kendine-yeterli
dünyasıyla, “ikinci dünya”, yani belediye otobüsleri
ve vapurlardaki sıradan insanların dünyası arasındaki
derin uçurum, bir kez daha ve bu kez çok şiddetli bir
darbeyle genişletilmiş, “başka bir alternatif” fikrine
yakın durmanın bile olağanüstü tehlike taşıdığı bütün
toplumsal katmanlara hatırlatılmıştır. Bu büyük gaddarlığın,
“halkın gözünü açacağını” ve “devletin gerçek yüzünü
anlamasına neden olacağını” (sanki halk bunu günlük
yaşantısından bilmiyormuş gibi!) zannedenler; eğer ötede
beride hâlâ vardıysalar, tamamen yanıldıklarını acı
bir şekilde anlamış olmalıdırlar! Gerçekte olan şey
ise şudur: Etkilerinin bir bölümünü daha sonraki yıllarda
da görmeye devam edeceğimiz bu “büyük gösteri”, herhangi
bir önderliğe sahip olmadığı için mecburen “kendi deneyimleriyle”
öğrenen kitleler üzerinde geriletici bir basınç oluşturmuş
ve zaten kendi hatalarının sonucunda zor günler yaşayan
devrimci hareketi yeni açmazlara sürüklemiştir. Gerçekten
yeni ve etkin bir yol bulunamadıkça, şu meşhur “evet,
böyle bir parti var” cümlesi gerçekten altı doldurularak
ifade edilmedikçe, bunun bir kısır döngü gibi devam
edeceği kesindir.
2- Cezaevindeki devrimciler yenilmemiştir,
yenilgi
tartışması anlamsızdır
Bütün bu olup bitenlerin (yalnızca katliamın değil,
bugüne dek süren genel direnişin de) devrimci hareket
bakımından bir yenilgi olup olmadığı tartışması ise
bu kadar dar bir çerçevede ele alınamayacak kadar derin
bir sorundur.
Her şeyden önce meseleye tarihten kopuk bir noktadan
ve salt fiziksel ölçütlerle bakılamaz. İşin başından
beri, mantıklı hiçbir devrimci, “devletin devrimcileri
hücrelere götüremeyeceğini” iddia etmedi. Bu, fiziksel
anlamda, tabii ki mümkündü. Ama cezaevindeki devrimciler
bakımından asıl mesele, “esir düşmek ama teslim olmamak”la
ilgiliydi ve operasyonun asıl amacı olan “iradesizleştirme”
meselenin mihenk taşıydı.
Katliam aygıtı, hiçbir hapishanede hiçbir biçimde bir
siyasi teslimiyet sonucu alamamıştır. Asıl mesele budur.
F Tipi projesi, esasen kendi dar amacı bakımından başarısızlığa
uğramıştır. Devrimci irade hiçbir yerde, hiçbir biçimde
kırılmamış, örgütlülük bilinci zaafa uğratılamamıştır.
Katliam ekipleri, özgün fiziki şartlara bağlı olarak
çeşitli hapishanelere çeşitli direnç noktalarını aşarak
girmiş ama hiçbir yerde hiçbir devrimciyi siyaseten
teslim alamamıştır.
Katliam sonrasında gidilen yer bakımından da oligarşi,
devrimciler üzerinde bir “başarı” elde edememiştir.
En sıkı tecrit koşullarına mahkûm edilen devrimciler,
hücrelerde “örgütlü” davranma geleneğinden vazgeçmemişler,
karar ve haberleşme mekanizmalarını yeniden oluşturmuşlar
ve SAG/ÖO eylemini daha üst bir boyuta sıçratmışlardır.
Böylece bizim kendi payımıza işin başından beri çok
içimize sindiremediğimiz ve salt ajitasyon olarak anlamlı
bulduğumuz “hücre ölümdür” sloganının gerçekten de pek
doğru olmadığı pratikte kanıtlanmıştır.
Devrimciler, nerede ve hangi cehennemin dibinde olurlarsa
olsunlar, a) örgütlü davranırlar; b) kendi sosyalist
ekonomik anlayışlarına göre yaşarlar; c) politik tartışma
ve gelişmelerini asla durdurmazlar. Devrimciler bakımından
mesele bu kadar basittir! Ve onlar, en kötü koşullarda
dahi bütün bunları yapıyorlar, en azından yapma iradesini
gösteriyorlarsa, orada yenilgi kavramından söz edilemez,
böyle bir tartışma da yapılamaz.
Ancak genel durum açısından sorun daha derindir.
Genel durum açısından meseleye bakıldığında, bu kavram
işe yaramaz. Çünkü Türkiye, bir anlamda, aslında yaklaşık
20 yıldır yenilgi süreci yaşamakta olan bir devrimci
harekete sahiptir. Emperyalist politikalarla şiddetin
içiçe kullanıldığı bir süreç boyunca Türkiye devrimci
hareketi adım adım gerilemiş, zaman zaman esen rüzgarlara
karşın bu “kalıcılaşmış yenilgi” halinden kurtulamamıştır.
Asla bir “kader” olmayan ama devrimci hareketin aymazlığı
koşullarında derinleşen bu süreç sonucunda Türkiye devrimci
hareketi, 2000’lerin başında artık ciddi bir tasfiye
noktasına dek gelip dayanmıştır. Fiziksel yok oluş anlamında
değil ama (ki böyle bir yok oluş bu topraklarda imkânsızdır)
“siyasal etkisizlik” ve “iddia krizi” anlamında gerçekleşen
bu marjinalite durumu, sonuçta devrimci güçleri “ülke
mozayiğinin bir rengi” olmak gibi dar bir noktaya kadar
itmiştir ya da en azından böyle bir süreç büyük ölçüde
işlemiştir. Bu, bizim 2000’lerdeki gerçeğimizdir; onu
yeni bir devrimci tasarım ve çıkış harekatıyla değiştirebiliriz,
değiştirmeliyiz de; ama yok saymakla bir yere varamayız.
Daha sonraki bölümlerde açmaya çalışacağımız bu durum,
zafer/yenilgi gibi kavramları anlamsızlaştıran esas
faktördür. Oligarşinin tcezaevindeki devrimcilere karşı
tarihin bu en büyük katliamını düzenleyebilmiş olması,
üstelik bunu kendi tarihinin en çapsız, en heterojen
politik kadrosuyla yapabilmesi ve bütün bu olanlar devrimci
güçler tarafından ciddi bir politik duruşla karşılanmış
olsa bile; bu karşı duruşun, olayın şiddetine ve politik
boyutuna denk düşmemesi, devrim cephesi bakımından herhalde
bir zafer sayılamaz. Ama bir özgün sürece bakarken “yenilgi”
gibi bir kavramı kullanabilmek için de “yeni” bir durumdan
söz ediyor olmak gereklidir. Oysa 19 Aralık sabahında
devrimci güçler için “yenilgi” hali “yeni” değildir;
zaten böyle bir katliama cesaret edilebilmesinin temelinde
de devlet güçlerinin kendi istihbari bilgileriyle yaptıkları
bu kestirim vardır. Ve maalesef bu kestirim, haklı çıkmıştır.
Devrimci hareketler, katliam sonrasında oligarşiye (genel
anlamda) politik bir yanıt verebilmek şöyle dursun,
kitlesel demokratik tepkiyi bile toparlayıp canlı tutmakta
çok zorlanmışlardır, zorlanmaktadırlar.
Zaten asıl mesele de tam buradadır; devrimci mücadelenin
tarihi elbette her zaman katliamların da tarihi olmuştur,
olacaktır. Özellikle cezaevindeki devrimcileri rehine
olarak gören oligarşi belki gelecekte 19 Aralık’tan
daha vahşi katliamlar da yapacaktır. Ama bütün bunlar
ancak siyasi manzaraya ve devrimci güçlerin o konjonktürdeki
konumlarına bağlı olarak değerlendirilebilir. Örnek
olsun diye söylenebilir, en yoğun kitlesel cezaevi katliamlarının
yaşandığı Latin Amerika ülkelerinin çoğunda, bu olup
bitenler, muhtemelen 19 Aralık’ın Türkiye’de yarattığı
etkiyi yaratmamaktadır; çünkü gerilerde bir yerde ülke
politikasının etkin gücü olarak yaygın gerilla ve kitle
kuvvetleri durmaktadır ve bu duruş bütün dengeleri derinden
etkilemektedir, vb...
Kısacası, Türkiye devrimci hareketinin (esas olarak
kendi basiretsizliğinden kaynaklanan) gerilemesi, hapishanelerdeki
çatışmayı elverişsiz bir zamanlamaya mahkûm etmiş ve
saldırıyı neredeyse tek başına göğüslemek zorunda kalan
cezaevindeki devrimcilerin, direnişi bu kadar ağır bir
bedel pahasına sürdürmesinin nedeni olmuştur.
Bu durum, “yengi-yenilgi” gibi basit kavramların açıklayamayacağı
kadar karmaşık bir durumdur ve şüphesiz çözümü de aynı
ölçüde zorlu olacaktır.
“Devrimcilerin cezaevlerine odaklanan bir politika yürüttükleri”
gibi -esasen doğru olan- eleştirileri “gevezelik” haline
getiren de aynı karmaşıklıktır.
Bu türden laflar gevezeliktir; çünkü sözkonusu eleştiri,
ancak son yirmi yılın bütünsel bir özeleştirisi ve devrimci
hareketin krizine ciddi bir çözüm planıyla birlikte
anlamlıdır. Yoksa “ağır sosyalist ağabey” havalarında
ukalalıklar edip “sınıf hareketine yönelme” edebiyatıyla
avunmak, olsa olsa bugünkü acı gerçeklikten ve onun
acil görevlerinden kaçış anlamına gelecektir ve gelmektedir.
“Elli kişilik basın açıklamaları”na küçümsemeyle bakıp
“esas olan sınıfla bütünleşmektir” türünden çok “zekice”(!)
laflar edenler, kendilerinin bu “bütünleşmeyi” niye
beceremediklerini bir türlü açıklayamadıkları gibi,
“sözkonusu durum gerçekleşene kadar cezaevindeki devrimcilerin
ne yapmaları gerektiği” konusunu da hep derin bir sessizlikle
geçiştirmişlerdir. Yoksa, devrimcilerin çok uzun bir
süredir kitlelerden ve onların sorunlarından koparak
“içe dönük” bir politik çizgi izlediği ve bunun “sürekli
yenilgi” halini daha da uzatan vahim bir etki yaptığı
doğrudur. Doğru olmayan şey, olaylara böyle bir derinlikten
değil de düpedüz düzen-içi bir noktadan baktığı halde,
bunu “sınıfı önemsemek” yalanıyla allayıp pullayan oportünizmin
sahtekâr tutumudur.
3- Ölüm orucunun zamanlamasıyla katliam
arasında doğrudan bir ilişki yoktur
Ölüm orucu eyleminin, devrimci yapıların bütünlüğü
bozularak üç yapı tarafından erken başlatılması konusuna
bakışımız da esasen yukarıda söylediklerimizden bağımsız
değildir.
Sürecin en başından itibaren tutumunu az çok netleştirmiş
olan PKK ve “hem ağlarım hem giderim” misali ortalarda
gezinenler dışta tutulursa, F Tipi sürecinin başından
beri devrimciler cephesinde net olan birlik hali, üç
politik örgütün ölüm orucu eylemini 20 Ekim’de erken
başlatmasıyla bozulmuştur. O ana dek şöyle ya da böyle
işlerliğini sürdüren hapishane örgütlülükleri bu üç
yapı tarafından alınan kararla bir çırpıda “geçersiz”
sayılmış, böylece zaten çok sağlıklı yürümeyen dışarıdaki
kampanya da zedelenmiştir. Aslında bu, o kadar sürpriz
olmamıştır; çünkü olup bitenler özellikle DHKP-C’nin
artık neredeyse gelenekselleşmiş olan tutumuna aykırı
değildir.
Şüphesiz bu karar ve sonuçları önümüzdeki süreçte daha
çok tartışılacaktır. Kendi payımıza biz, sürecin böyle
başlatılmasının birliği zedelediğini ve olgunlaşmamış
bir noktadan başlatılan parçalı eylemin direnişe ciddi
zararlar verdiğini düşünüyoruz. Süreç boyunca sık sık
alevlenen ve daha uzunca bir süre devam edecek gibi
görünen bu tartışmanın asıl önemli olan yönü ise, bize
göre bir kültür ve davranış tarzıyla ilgilidir ve asıl
üzerinde durulması gereken konu da bu dayatmacı tarzın
eleştirisidir. Bu kültür ve tarz, eylemin henüz devam
ettiği süreçte bile kendini bir dil ve tavır olarak
ortaya koymuş, bir politik eylem kararına “emir buyurulan
tarihte” katılmamak kendi “adalet” anlayışlarına uygun
biçimde neredeyse “vatana ihanet”le eşdeğer tutularak
birlikte davranış zemini zedelenmiştir. Her nasılsa
kendisini bir süreliğine denetleyebilmiş olan keskin
uçlu kalemler, daha sonra yeniden çalışmaya başlamıştır;
salt kendi örgütünü yönetmekle bir türlü yetinemeyen
ve herkesi yönetmeyi kendine “vazife” bellemiş bu mantık,
hiç şüphe yok ki önümüzdeki süreçte devrimci hareketin
yaralarını daha da derinleştirecektir. Bütün saygı sınırlarını
zorlayan yazılar ve açıklamalar ortalığı kaplamıştır;
hayatlarını ortaya koymuş olan devrimcileri aşağılamayı
kendi direniş çizgisi için -hiç gerekli olmayan- bir
artı puan sayan bu eğilimin gelecekte de boyutlanarak
devam edeceği neredeyse kesin gibidir; çünkü bu kültür
ve tarzın “yaptıkları yapacaklarının teminatıdır.”
Ancak bu konulardaki tartışmalar nasıl ve hangi temeller
üzerinden yürürse yürüsün, sorunu, doğrudan doğruya
katliamın oluşuyla ilişkilendirmek, mantıklı değildir.
19 Aralık katliamıyla ölüm orucu eylemi ya da onun zamanlaması
arasında genel bir nedensellik ilişkisi kurmak, siyasi
körlüktür. Devrimci hareketi “hesapsızlık”la suçlamayı
alışkanlık edinmiş bir çok liberal çevrede resmen ifade
edilmeksizin dillendirilen bu mantık, katliamın “ölüm
orucu eylemini sona erdirmek” amacıyla yapıldığı yolundaki
devlet açıklamasını fazla ciddiye almaktadır.
Oysa mesele gayet açıktır; hiçbirimiz neyin ne olduğunu
“biz bu işi bir yıldır planlıyorduk” lafını ağzından
kaçıran sabık İçişleri Bakanı Tantan’dan daha iyi bilecek
değiliz! Yani burada bir tercih vardır; daha önceki
bölümlerde belirttiğimiz gibi belirli bir toplumsal/iktisadi/siyasi
restorasyon planını yaklaşık onbeş-yirmi yıldır uygulayan
oligarşi, her şeye rağmen bir direniş odağı olarak varlığını
sürdüren cezaevleriyle ilgili bir tercih yapmış ve bütün
rezilliği göze alarak işe girişmiştir.
Ölüm orucunun erken başlamasının ve böylece parçalı
bir görüntü vermesinin katliamının zamanlamasını daha
öne çeken bir etkisi olmuş mudur sorusu, önemlidir.
Şüphesiz, bütün güçlerin tek bir cephe halinde davranması,
onların tercihlerini, en azından bu tercihin zamanlamasını
etkileyebilirdi. Bu bütünlük hali operasyonun da ötesinde
ÖO’nun genel zorlayıcılığı bakımından anlamlı olurdu.
Ayrıca 19 Aralık’a yaklaşırken meydana gelen gelişmeler
ve özellikle Adalet Bakanı’nın “erteleme” sözüyle ortaya
çıkan durum da şüphesiz daha uzun süre tartışılacaktır.
Bugünden, her şeyi yaşamış olduğumuz bir noktadan olaylara
baktığımızda, belki belli değerlendirme hatalarına düşmemiz
de mümkündür. Ama “olaylar kendi koşulları içinde değerlendirilmelidir”
biçimindeki (ilkesel olarak doğru olan) kural da aslında
biraz tartışmalıdır; çünkü bu kadar dar bir noktadan
bakıldığında da tarih bize yalnızca “olması gerekenlerin
olduğu” tartışılamaz bir süreç gibi görünür ve o zaman
geriye dönük hiçbir tartışma ve ders çıkarma imkânımız
kalmaz. Gerçekten, “erteleme” sözü ciddiye alınarak
eylem sona erdirilebilir miydi ve bu bir katliamı önleyebilir
miydi? Belki... yalnızca geçici olarak... Böyle bir
sözü sarfetmiş olan devletin “operasyon meşruiyeti”
yalnızca geçici olarak ortadan kalkabilirdi belki ama
bu sorunu bir biçimde “kesin çözüm”e kavuşturma istek
ve hazırlığı asla sona ermeyecekti. Çok büyük bir olasılıkla
bir süre sonra herhangi bir provokasyonla birlikte yeni
bahaneler üretip saldırı düzenlemekten geri durulmayacaktı.
Esasen burada asıl mesele şudur: Oligarşi, F tipi konusunda
karar verirken hapishanelere değil, dışarıya, devrimci-demokrat
güçlerin genel durumuna bakmıştır. Onların asıl problemi,
bu saldırıyı karşılayıp püskürtebilecek bir toplumsal
muhalefetin, bir devrimci hareketin Türkiye’de mevcut
olup olmadığıydı ki, bu konuda yaptıkları analiz, “operasyonun
mümkün olduğu” sonucunu vermişti. Dolayısıyla burada,
oligarşi açısından “ölüm orucunun durumu”nun ötesinde
daha derin bir çözümleme/yorumlama sözkonusudur ve bütün
bunları atlayıp katliamın ölüm orucuyla “kolaylaştığını”
düşünmek, sığ bir bakış olacaktır. Dahası, bu bakış,
devrimci hareketin asıl yarası olan “genel gerileme”
sorunundan kaçmak anlamına gelecektir.
Ayrıca, bir gerçeğin daha altını çizmek gerekiyor; devrimci
güçlerin tam bir birlik halinde davranması halinde bu
katliamın bir olasılık olmaktan çıkacağı varsayımı da
hiç sağlam değildir. Şüphesiz, bu tam birlik hali, dışardaki
yansımalarıyla çok anlamlı olurdu ve devletin tasarımlarını
ciddi biçimde etkilerdi; örneğin bu katliam tasarımlarını
lokal noktalara itebilirdi. Ama şu yakıcı gerçeği görmezden
gelemeyiz: Türkiye devrimci hareketinin toplamı da çok
yoğun bir güç ifade etmemektedir. Türkiye devrimci hareketi
uzun süredir bir gerileme dönemindedir ve 19 Aralık
sonrasında da somut biçimde görüldüğü gibi bu gerileme
artık çok ciddi bir noktaya ulaşmıştır. Tarihin en çapsız
burjuva siyasi kadroları gırtlaklarına kadar gömüldükleri
bir kriz deryasında, binlerce pisliğin içindeyken böyle
bir katliamı yapabiliyor ve sonuçlarına katlanabiliyorlarsa,
bu, karşılarındaki gücün, devrimcilerin toplam zayıflığından
başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Dolayısıyla, bu çok
derin gerçekten kaçarak 19 Aralık katliamının nedenleri
konusunda yalnızca “ölüm orucu” meselesine takılıp kalmak,
daha derindeki bu asıl sorunun çözümü konusunda da ciddi
bir zaafı içerecektir ve son derece sakıncalıdır.
Bu durumda sorulabilecek olan “madem durum bu kadar
elverişsizdi niye direniş başlatıldı” biçimindeki bir
soru ise, sıfır numara bir aptallıktan başka anlam taşımaz.
Bilgisizliktir, durumu kavramaktan uzaklıktır. Böyle
bir itiraz karşısında dönüp Marx’ın çok bilinen cümlelerini
tekrarlamak gerekir: “Eğer savaşıma ancak son derece
elverişli şartlarda girilmesi gerekseydi, tarih yapmak
elbette çok kolay olurdu...”
2000’in son aylarında devrimci hareketin ve onun cezaevlerindeki
bölümünün durumu aynen böyledir işte. Devrimci hareket,
son derece elverişsiz koşullarda yoğun bir basınçla
karşılaşmış, kendi seçmediği zeminlerde ve kendi seçmediği
bir zaman diliminde hasmıyla çatışmak zorunda kalmıştır.
Gerçek budur. Bunun “kötü bir taktik” olduğu üzerine
gevezelik etmenin anlamı yoktur; çünkü bunun berbat
bir şey olduğu gün gibi ortadadır. Aynı şekilde, eylemi
son derece “öngörülü bir zamanlama”yla “düşmanı kahredecek
bir noktada” başlattıklarını iddia edenler de aynı ölçüde
komik şeyler söylemiş olacaklardır; çünkü 2000 sonu
itibarıyla Türkiye devrimci hareketinin bu boyutta bir
çatışmaya hazır olduğunu söyleyebilmek için bizim bildiğimiz
maddi dünyanın ötesinde bir yerde, düşler diyarında
yaşamak gerekir.
Ama bütün bu tartışmalar, 2000 sonundan 2002’ye sarkan
asıl soruyu yine de ortadan kaldırmaz. Asıl soru, o
zaman ve şimdi, bu elverişsiz koşullarda köşeye sıkıştırılmak
istenen devrimci tutsakların “ne yapması gerektiği”dir;
bu, zehirli bir sorudur ve yanıtlanmadan geçilemez.
Süreç üzerine türlü-çeşitli yorumlar yapılabilir, ama
yukarıdaki soru yine de ortadan kalkmaz.
Cezaevlerindeki devrimcilerin ezici çoğunluğu, kendi
aralarındaki derin bölünmelere karşın, genel olarak
bu soruya doğru bir yanıt vermişlerdir. Daha ilk anda
30’a yakın devrimcinin kaybedilmesi şüphesiz çok ağır
bir bedeldir; ama bu sorunun başka bir yanıtı da yoktur.
Çünkü bu sorunun yanıtı “elverişli koşullar oluşana
ve güçlü bir kitle hareketi yaratılana dek hücrelere
gidip efendi efendi yatalım” değildir; böyle bir yanıt
devrimci hareketin kendi gırtlağını kesmesinden başka
anlam taşımazdı. Çünkü hayat böyledir. Hayatta bazı
şeylerin yapılması (“devrimci kimliğin korunması” gibi...)
“ahval ve şerait”e bağlı değildir; onu en zor koşullarda
bile olsa yaparsınız, yoksa kendi geleceğinizi ve var
olma hakkınızı yitirirsiniz. Yöntemi tartışırsınız,
bize göre de bu tartışılabilir; örneğin bugünden bakıldığında,
“fiili direnişlerle başlayıp bütünlüklü bir ÖO’na tırmandırılan”
bir eylem çizgisinin, yani devrimci tutsakların eski
ortak çizgisinin kesinlikle daha doğru olduğu ortaya
çıkmıştır. Aynı şekilde, direnişin sonraki sürecinde
ölüm orucunun tek eylem biçimi olarak algılanmaması
ve bu konuda kafa yorulması gerektiği yolundaki görüşlerimiz
de bellidir. Ama bu tartışma, biçimle ilgilidir ve direnişle,
direnme gereğinin özüyle ilgisi yoktur. Direniş hangi
yöntemi izlerse izlesin, cezaevlerindeki devrimcilerin,
kendilerini hücrelere tıkmak için gelen güçlere kapılarını
açmak ve bazıları gibi poşetlerini hazırlayıp sevk arabalarına
binmek durumunda değillerdi. Bu ise saldırı demekti,
katliam demekti.
Beğenelim beğenmeyelim, 2000 yılının Aralık ayının gerçeği
budur. Türkiye devrimci hareketi, yıllar ve yıllar süren
basiretsizliği sonucunda gelip dayandığı noktada, elverişsiz
bir savaşa zorlanmanın bedelini, bu genç insanların
kanıyla ödemiştir. Ve “savaş” tuzu-kuru solcularımızın
beklediği gibi; “iyi bir orakla iyi, kötü bir orakla
kötü biçilen bir buğday tarlası değildir” (Clausewitz).
Şimdi yapılacak olan şey ise, artık bu güncelliği ve
onunla ilgili tartışmaları da aşarak, daha derindeki
soruna yönelmek ve aynı şeyleri aynı biçimde bir daha
yaşamamanın nasıl mümkün olacağı sorusuyla ilgilenmektir.
Yoksa, ayrıntılar üzerinde takılır kalırsak, bu ağır
bedeli ödememize neden olan durumu ve onun önümüze çıkardığı
özeleştiri ihtiyacını atlamış oluruz.
4- Devrimciler katliam ve sonrasıyla
ilgili
olarak kendileriyle hesaplaşmalıdırlar
19 Aralık katliamının bir başka somut sonucu da, devrimci
hareketin, “demokratik güçler” diye tanımladığı o şekilsiz
yığınla kurmak istediği ilişkinin son derece problemli
olduğunun anlaşılmasıdır. “İnsanlık onuru” ya da “aydın
namusu” gibi zaman zaman çok kayganlaşan/belirsiz kavramlar
üzerinden kurulmak istenen bu ilişki, süreç boyunca
beklenen düzeyde sonuç vermemiş, hatta zaman zaman düpedüz
duyarsızlık noktasına kilitlenmiştir. Bu ise tepkilere
yol açmış, özellikle devrimci hareketlerin tabanında
ve katliam sürecinde büyük acılar çekmiş olan aileler
cephesinde bu kızgınlık zaman zaman açık bir nefret
düzeyine dek varmıştır.
Kanımızca, bu konuyla ilgili yaşadığımız sorunda her
şeyden önce, bizim kendi sınıfsal/politik çerçevemizden
uzaklaşarak ürettiğimiz “insanlık” gibi genel-geçer/belirsiz
kavramların payı vardır. Yani asıl problem, bizdedir.
Bizim baktığımız yerden görünen, bu kadar yoğun bir
vahşet karşısında okumuş yazmış insanların ayağa kalkıp
isyan etmesi gerektiğidir. Böylece onlar, okumuş/yazmışlıklarının
bedelini de içinden çıktıkları sınıfa/topluma karşı
ödemiş olacaklardır! Soruna böyle bir yerden baktığımız
için, kendi vicdanımızı ve korkunç öfkemizi herkeste
olması gereken bir şeymiş gibi onların üzerine giydirdiğimiz
için, çoğu devrimci sempatizana bu sessizlik anlaşılmaz
ve iğrenç gelmektedir.
Oysa meseleye daha başka bir yerden, Marx’ın durduğu
noktadan bakılırsa görülür ki aslında “insanlık” diye
ne idüğü belirsiz bir olgu yoktur. Marksist yöntem böyle
çok genel kategoriler üzerinden çalışmaz; o, meselelere
başka bir yerden bakar. Ve oradan, bakıldığında mesele
gayet basittir; dünyanın her yerinde ve her zaman diliminde,
devrimci hareket ve onun eylemi/iradesi vardır. O irade
ve eylem, politik hedefleri, programları, ilkeleri,
kitlelere yayılan meşruiyetiyle bütün toplumsal yapıyı
sarsar, zorlar, herkesi ve her şeyi dün durduğu ve durmaktan
hoşnut olduğu yerinden oynatır. Böylece kendi çevresinde
bir çekim alanı, bir tür “yörünge” yaratır. Ülkenin
politik hayatının hesapdışı tutulamaz bir parçası olan
ve düzenin krizini derinleştirerek kendi lehine bir
meşruluk yaratan devrimci hareket, bu arada kaçınılmaz
olarak o coğrafyadaki aydınların da önemlice bir bölümünü,
dünden farklı düşünmeye ve davranmaya zorlar. Burada
“insaniyet” ya da “onların bize üzülmesi” gibi belirsiz
kavramlar ve duygusal zeminlerden çok, çok daha sağlam
olan “meşruiyet” kavramı ortaya çıkar. Bu, bizim, şu
anda kendimize yüklediğimiz “tarihsel anlamda meşruiyet”
kavramından farklıdır; burada sözü edilen, “pratik meşruiyet”tir
ve bu durum toplumsal düzlemde hazır bir nesne olarak
kendiliğinden mevcut değildir. Yani siz herhangi bir
devrimci partiyi kurmak için ilk kez bir araya geldiğiniz
o ilk toplantınızda bile tarihin akışı bakımından meşru
bir yerdesinizdir; ama devrimci davanın kitleler gözünde
meşru ve doğru gözükmesi sorunu başka bir şeydir; bu,
ancak kurduğunuz organizasyonun çaba ve eylemine bağlı
bir sonuç olabilir.
Yani, genel olarak kitlelerle ama özel olarak da küçük
burjuvazinin çeşitli kategorileriyle kurulacak olan
ilişki mutlaka “güç” kavramı üzerinden yürür. Lenin’in
defalarca ifade ettiği ya da Rosa’nın “çoğunluktan taktiğe
değil, taktikten çoğunluğa gidilebilir” sözleriyle vurguladığı
bu gerçeği 2000’ler Türkiyesi’nde tersyüz edip kendimizi
“destek dilenir” duruma düşürmek devrimci tutumdan çok
uzaktır.
Kısacası, devrimciler, dışlarındaki güçlerden, özellikle
de aydınlardan söz ederken, kendi performanslarıyla
yaratmaları gereken bir duyarlılığın önceden hazır olmasını
bekleyemezler.
Bütün bunlara rağmen, “insana özgü duygular” ya da “vicdan”
gibi kategorilerden söz edilemez mi? “Aklı başında”
bir insanın vahşi bir cinayet karşısında birazcık kıpırdanması
gerektiği düşünülemez mi? Elbette düşünülebilir. Ama
burada bile son yirmi yılın iktisadi/sosyal/ideolojik
formlarına ciddi şekilde ele almak ve biraz da “aynaya”,
yani kendi hatalarımıza bakmak gerekir. Yaşanan uzun
süreli deformasyon ve devrimci hareketin yitirdiği güven
pozisyonu bu ülkede çok şeyi yerinden oynatmıştır. Örneğin
birazcık ilgili herkes, bugün TMMOB’tan Tabib Odaları’na
ve Baro’lara dek bütün geleneksel “demokrat” kurumlardaki
görünürdeki “sol” etkinliğin bu meslek gruplarındaki
genel eğilime denk düşmediğini bilir. Bu kurumların
çoğunda “adet olduğu üzere” sol eğilimli yönetimler
vardır belki ama aslında üye yapısı böyle değildir.
Çünkü “aydınlar” dediğimiz genel kategorinin belkemiğini
oluşturan bu meslek grupları son yirmi yılda büyük bir
çürümenin içinden geçmişlerdir ve en önemlisi ülkenin
yeni ideolojik formları oligarşi tarafından oluşturulurken
ve devrimci hareket olup bitenlere müdahale edemezken,
bu kesimlere “demokrat” olmanın tehlikesiz kanalları
da açılmıştır. “Şeriat karşıtlığı”, fazla ileri gitmeyen
“çevrecilik” ya da eyleme dönüşmeyecek türden “düşünce
özgürlükçülüğü” gibi kısmen açık kanalların dışında
kalan bölge ise risk alanıdır. Böylece süreç içinde
yaratılan bir oto-kontrol mekanizması, 169. maddeden
yargılanma riski içeren “düşük kaliteli” aydın tipini
iyot gibi açığa çıkarıp hedef tahtasına yerleştirirken,
geriye kalan geniş kesimin vicdanlarına “susturucu”
takılabilmesini olanaklı hale getirmiştir.
Devrimci hareket, bütün bu olup bitenleri görmezlikten
gelerek boş umutlara ya da bu umutlarının boş çıkmasından
kaynaklanan öfke nöbetlerine kendini kaptıramaz; az
çok soğukkanlı bakıldığında mesele gayet açıktır çünkü;
artık kendiliğinden bir “uyanış” yoktur ve olmayacaktır.
Devrimci hareket, ülkenin kaderine el koymadıkça, kendi
dışındaki güçlerden pozitif bir çıkış bekleme hakkına
sahip değildir.
Sınıf cephesine geldiğimizde de durum az çok aynıdır.
Aralık-Şubat sürecinde, işçi sınıfı “hücreleri parçalamak”
için Edirne yollarına düşmüş ve fakat yolda “hain sendikacılar”
tarafından engellenmiş değildir. Sınıf, açıkçası bu
olayda tepkisiz kalmış ya da en azından kendi ekmeğinin
ufkundan sıyrılarak “varsayılan” düzeyde bir tepki üretmemiştir.
Esasen bunu söylemek bile saçmadır; çünkü dünyanın hiçbir
yerinde işçi sınıfı devrimci bir önderlik tarafından
politize edilerek harekete geçirilmedikçe böyle bir
tepki ya da eylem koymaz. Kaldı ki, sınıfın bugün en
kötü türden sol maskeli bürokratlaşmış sendikacıların
etkisi altında olması da devrimci hareketin güç ve irade
eksikliğinin doğrudan sonucudur. Tabii, özellikle EMEP
gibi bazıları sınıfın böyle akıllı uslu bir şekilde
“kendi işiyle” uğraşıyor olmasından pek memnun olabilirler;
cezaevleri kan gölüne dönmüşken onların “maceracı sol”u
umursamayıp “kendi ekmek davaları”nın dışına çıkmamalarını
kutsayabilirler; ama doğrusu bu, yapamadığımız bir şeyden
ötürü utanç değil sevinç duymamız anlamına gelir ki,
son derece yüz kızartıcıdır.
Oysa durum çok açıktır ve aynı açıklıkla ifade edilebilir;
perspektiflerini ve bakış açısını daraltarak yerelciliğe/nesnelciliğe
teslim olan Türkiye devrimci hareketi, işçi sınıfı ve
ezilen kesimlerle kendi arasındaki bağları zedelemiş,
yaklaşık yirmi yıldır adım adım uygulanan yeniden biçimlendirme/restorasyon
planına müdahale edememiş ve bunun sonucunda gelişen
yeni ideolojik hegemonyayı kıramamıştır. Ödenen, bunun
bedelidir. Kendi gündemiyle sürece müdahale edemeyen,
tepki üretici bir yerden yürüyen ve dolayısıyla “kendine”
eylem yaparak yürüyen sol, bunun cezasını “kendine eylem”
alanında da atıl kalarak ödemiştir.
Hiç şüphemiz yok, bugün bu krizden çıkış yolu tabii
ki bulunabilir, bulunacaktır; Türkiye devrimci hareketinin
birikimi de bunun için aslında yeterlidir; ancak çıkışın
yolu, krizin faturasını bizim geriliğimiz yüzünden o
koltukları işgal eden sarı sendikacılara kesmek değildir.
“Şu radikallerin defteri dürülse de güzel güzel sendikacılık
yapsak” diye mırıldanıp duran bu cürufun suçları elbette
sabittir; ama sendikaları da gerçekten sendika yapacak
bir dalgayı yaratmamış olmak, tarif edilmez bir başka
suçtur ve o suç başkalarının üzerine yıkılarak asla
hafifletilemez.
Sonuç olarak söylendiğinde, politika, “yakınma” kavramını
tanımaz ve taşımaz. “İcraat” makamında oturanlar, “şikayet”te
bulunma hakkına sahip değillerdir; onlar kendi işlerini
iyi yapmakla yükümlüdürler, kendi dışlarındaki güçlerin
tutumlarını tartışarak bir yere ulaşmaları da imkânsızdır.
5- Bugünkü durum bir günde oluşmamıştır
ve
kapsamlı bir çözümlemeyle anlaşılabilir
Bütün bu saptamalardan sonra varmak istediğimiz ve
varacağımız yer, işte tam da bu “köklü” değişiklik ve
“köklü” kavrayış meselesidir.
Son dönemin moda kavramlarından olan “tretman” sözcüğü
belki burada işimize yarayabilir. İlk bakışta salt hapishaneye
özgüymüş gibi görünen ve Osmanlıca’da “ıslah” sözcüğüyle
karşılanan “tretman” kavramı, “kurallara uygun davranış”ın
“cezalandırmama” yoluyla ödüllendirilmesini içeriyor.
Bunun politik jargondaki “sopa-havuç” diyalektiğine
denk düştüğü söylenebilir belki ama tam olarak değil;
“tretman”, daha çok “Pavlov” deneyine yakın bir kavram
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’nin son 20 yılı bakımından düşünüldüğünde, salt
cezaevlerine değil, aslında daha çok topluma ve sola
dayatılan bir “tretman”dan sözedebiliriz ve bu kavram
“tolerasyon/katlanılabilir muhalefet dozu” tanımlamalarıyla
bir ve aynı şey haline gelmiştir. 19 Aralık bir cezaevi
operasyonu değil, bir toplumsal dehşet yaratma projesidir
derken kastettiğimiz de budur. 1980’lerden beri devam
eden restorasyon ve solu etkisizleştirme süreci 2000’lerin
başında daha net olarak sonuçlarını vermiş, 60’lı yıllardaki
biçiminden daha değişik özellikler gösteren suni-denge,
büyük bir medya manipülasyonunun eşlik ettiği şiddet
dalgalarıyla yeni bir tarzda inşa edilmiştir.
Daha önce söylediklerimizin tekrarlanması pahasına da
olsa, biraz geriye dönüp 80’den bu yana geçen sürece
bir bakarsak, bugün olup bitenlerin ve “tretman” kavramının
derin kökleri olduğunu görürüz. 1945 sonrasında kurulan
yeni-sömürgeci gizli-işgal modelinin tıkanma noktasında
gündeme gelen 1980 darbesi, asıl olarak 83 sonrasında
başlatılan bir restorasyon sürecinin de başlangıcıdır.
Dünyadaki yeni emperyalist politikaların devamı olarak
başlatılan yeni ekonomik-sosyal politikalar, sosyal-Darvinizmin
kapılarını da ardına kadar açarak bunun üzerine inşa
edilen yeni ideolojik formlarla birlikte, artık 60’lardakine
benzemeyen bir yoldan giderek yeni dengeleme/yedekleme
yolları bulabilmiş ve devrimci güçlerin ezildiği koşullarda,
bunları kalıcılaştırmıştır. 90’lara doğru geldiğimizde
artık karşımızdaki geçici bir kandırma ya da basit demogoji
değil, oturmuş bir “yeni düzen”dir. Büyük ve kaygan
bir para kütlesinin düzensiz akışı, değişen üretim modelleri
üzerine kurulan bu siyasi/ekonomik düzen, “tümüyle kaybetmişler”
dışında bütün sosyal tabakaları etkileyen yeni bir illizyon
oluşturmuş, sonuçta, ne olursa olsun, yarattığı ideolojik
deformasyonla birlikte milyonlarca insanı yeniden ekonominin
“kenar”ında toplayıp yaşamlarını orada “bir biçimde”
idame ettirebilmelerini sağlamıştır. Üstelik zaman zaman
gelen krizler de (bizim tarafımızdan derinleştirilmediği
için) bu genel politikayı çöküntüye uğratmamıştır. Daha
doğrusu her “kriz”, yeni bir krizi üreterek gelişmiş,
böylece bir tür “yabancılaştırma” yoluyla birbirini
izleyen krizler girdabında görüntüsel bir “dinamizm”
atmosferi yaratılmıştır. Çünkü nihayetinde bu kaygan
ortam, sürekli krizin her yeni aşamasında klasik iktisadın
bilmediği yeni “ayakta durma” biçimleri de üretmiş,
en azından bunu başarabilen sınırlı sayıdaki “örnek”
üzerinden çürüme ideolojisinin yeni versiyonlarını ortaya
çıkarmıştır. Bu ise, “insanın düşüncesi onun maddi hayatının
yansısıdır” biçimindeki tezin kaba-kolaycı yorumlarının
ne kadar geçersiz olduğunu yeniden ve yeniden kanıtlarken,
yoksullukla devrim arasında dolaysız ilişki kuran boş
gevezelikleri açığa çıkarmış, “devrimci iradenin müdahil
olmadığı” süreçlerden yalnızca “çürüme” sonucunun çıkacağını
göstermiştir.
“Böylece sistem, ciğerlerindeki kansere rağmen dıştan
bakıldığında damarları şişkin, kanlı canlı bir organizma
gibi görünmekte ve bu ‘canlılık’ büyük rant sahiplerine
çıkar sağlarken, daha alt tabakalara ise yedekleyici
bir ‘illizyon’ biçiminde yansımaktadır.” (ÖB, 4. Sayı)
Kısaca özetlendiğinde, durum budur.
Reel sosyalizmin çöküşü de tam bunların üstüne gelmiş,
işçi sınıfı dahil bütün sosyal tabakaları derinden etkileyen
yeni bir durum, geçmişten farklı yedekleme ve pasifikasyon
biçimleri yaratmıştır. Çünkü bu “çöküş”, mevcut düzenin
“alternatifinin var olabileceği” fikrine ağır bir darbe
vurmuş, kamusal davranış ve örgütlülük geleneğini ciddi
biçimde zedelemiştir.
Kalıcılaşmış baskı koşullarında yaşanan bütün bu gelişmeler,
geniş ve verimli bir zemin yakalamış, sınıf atlama rüyası,
“alternatifsiz düzen” yanılsamayla birleşerek ağır bir
politik pasifikasyona yol açmıştır. Bütün eski “değer”leri
törpüleyerek yeni “yükselen değerler”i piyasaya süren
sistem, bu arada yeni bir ideolojik hegemonyayı da inşa
etmiş, 2000’lerin “deforme insanı”nın temellerini atmıştır.
“Altta kalanın canı çıksın!” deyimiyle ifade edilebilecek
bu ideolojik form, zamanla yerine oturmuş, sık sık zora
ve şiddete başvurmasının da varlığıyla, halkın “temsili
demokrasi”yle olan bağlarını zayıflatarak, merkeze büzüşmüş
olan burjuva politikasını hayatın tek kutbu haline getirmiş,
devrimci sonuçlara yol açmadığı için problem teşkil
etmeyen bir “çürüme” hali bütün ülkeye hakim kılınmıştır.
Sonuçta, her an her şeyi ezebilecek bir şiddet aygıtının
ağır baskısı altında kurulan çarpık siyasal sistem,
-onunla hesaplaşacak bir kuvvet mevcut olmadığı sürece!-
toplumsal düzenin tek bir tuğlasının bile yerinden oynamayacağı
fikrini pekiştirip bir saplantı haline getirmiş ve toplumsal
muhalefetten kopuşu bir “akıllı olma” biçimi haline
getirmiştir.
“Devlet kurumlarına olan güvenin tarih boyunca hiç olmadığı
kadar zayıfladığı bir dönem yaşandığı halde, ‘yönetilenlerin’
pekala ‘yönetilebildiği’ bir durum, böyle bir yoldan
yaratılabilmiştir: ‘Yönetenlere’ duyulan güvensizliği,
‘yönetilenlerin’ kendi kendilerine duydukları güvensizlikle
dengeleyerek...” (agy)
Bütün bunlar, devletin şiddet makinesinin olağanüstü
düzeyde büyütülüp organize edilmesiyle birlikte yürümüştür.
Şiddet aygıtı, konsantre edilmiş birimlerle muhalefetin
çeşitli güçleri üzerinde “gerektiği kadar güç” uygulayabilecek
bir yoğunlaşmaya sahip kılınmış, “tehlikeli” uçlar büyük
bir gaddarlıkla ezilirken halk kitlelerinde ise “her
köşede hazır ve nazır” bir şiddetin frenleyici etkisi
oluşturulmuştur. Böylece korku, daha pasifize edici
bir başka “insanlık hali” olan “sürekli kaygı” ya dönüşürken,
kitlelerde açık bir geri çekilme psikolojisi ortaya
çıkmıştır. Sık sık tekrarlanan uluslararası haydutluk
gösterileriyle de desteklenen bu “alternatifsiz zorbalık”,
sokaktaki insanı, “en garantili konum” olan “hareketsizlik”
noktasına sıkıştırmış, devrimci hareketin kitlelerle
ilişkisinde başka bir açmaz noktası yaratmıştır. Bütün
Ortadoğu coğrafyasını etkileyen Kürt geri çekilişiyle
de verimli bir ortam yakalayan oligarşi, böylece bugünkü
noktaya varmış, Türk siyasi tarihinin en çapsız kadroları
en geniş çaplı katliamları düzenleyebilir, en kapsamlı
uşaklık anlaşmalarını imzalayıp dayatabilir hale gelmiş
ve de böyle bir hareket alanına sahip olmuştur.
6- Köklü değişiklik, devrimci iradenin
kapsamlı
müdahalesini gerektirmektedir.
Şüphesiz bu siyasal durumun iktisadi/sosyal zeminleri
çok zayıftır; başındanberi zayıf olmuştur ve eğer uygulanabilmişse
bunu tamamen devrimci hareketin basiretsizliğine borçludur.
Esasen, “sistemin hiçbir zaman tam olarak oturmaması”
da bu işleyişin mantığının özünü oluşturmaktadır; çünkü
onun beslendiği asıl kaynak, yaşanan bu “sürekli kriz”
halidir. Zaten artık kapitalist dünyada hiçkimse “krizin
sona erdirilmesi”nden söz etmemektedir; bunun yerine
geçen kavram birlikte yaşamaya mahkûm oldukları “krizin
yönetilmesi”dir. Yeni iktisadi kuramın özü, ekonominin
sürekli olarak çöküşler ve “ayarlama”larla birlikte
yaşaması ve bu kargaşa içersinde sermayenin olağanüstü
düzeyde merkezileşmesidir. Türkiye’de olan da bundan
çok ayrı değildir. Akıllara sığmayacak miktarlardaki
borçlanmalar ve inanılmaz risk oranları üzerinden yürüyen
ekonomi, her sabah yeni bir kriz olasılığına uyanmakta,
bu güvensiz ortam ise yeni ve gözü kara hırsızlara vurulan
“operasyon”(!) darbeleriyle birlikte her geçen gün tekellerin
dünyasını daha da sadeleştirmektedir. Geçtiğimiz yirmi
yıl boyunca eski feodal güç odaklarının burnunu yeterince
sürtmüş olan tekelci burjuvazi, bu kez de oligarşik
yönetim içindeki yeni bir sadeleştirme işlemini hayata
geçirmektedir.
Yani burada, sistemin bir türlü yerine oturmaması, bir
kusur değil tam tersine gerekliliktir; bu güvensiz durum
ekonomik anlamda bir “Darvinizm”i işlerlikte tutmakta,
bir yandan ortam ayıklanırken öte yandan “sürekli kriz/sürekli
hareket” gibi hiçbir iktisat kitabında yazmayan tuhaf
bir ekonomik canlılık biçimi korunmaktadır. Bu durumu
anlayabilmenin tek yolu, işin içine bizim pozisyonumuzun
da katılmasıdır ki zaten her şeyin püf noktası da odur.
Çünkü bütün bu karışıklık, sistem karşıtı güçlerin zayıflığını
veri alarak hükmünü sürdürmekte, devrimci müdahalenin
yokluğuyla var olabilmektedir.
Elbette bu olup bitenler ezilen sınıflar cephesinde
olağanüstü bir yoksullaşma anlamına gelmektedir. Ama
bu durumun alt tabakalarda kendiliğinden bir devrimcileşme
hali yarattığı, yaratacağı da söylenemez. Ne kadar artarsa
artsın, genel yoksullaşma, kendiliğinden bir devrimcileşme
yaratmayacaktır, dünyanın hiçbir yerinde de yaratmaz;
çünkü her şeyden önce çöküntü, devrimci bir müdaheleyle
derinleştirilmemişse eğer, bir süre sonra sistem, kendi
onarım mekanizmalarını yaratmakta, daha doğrusu yeni
bir çöküntüyle kendini aşmaktadır. Böylece çöküntüler
çöküntüleri izler ve her şey bir karmaşaya boğulurken
her yeni dönemin alt tabakalara umut veren yeni geçim/yükselme
kapıları belirmekte, mevcut rezilliği alternatifsiz
bir durum olarak kabullenmiş bulunan sokaktaki insan,
“yeni durumda ne yapabileceği”, “vaziyeti nasıl kurtarabileceği”
üzerine kafa patlatmaya başlamaktadır. Bu, düz bakıldığında
kolay anlaşılır bir şey değildir; “umutsuzluk” ve “alternatifsizlik”
faktörlerini hesaba katmadan yapılacak salt-iktisadi
bir çözümleme, bizi bir adım bile ilerletmeyecektir.
Dolayısıyla, devrimci bir müdahalenin olmadığı koşullarda,
iktisadi krizlerin büyük patlamalara yol açacağını,
bu patlamaların da devrimci harekete ivme sağlayacağını
düşünmek, yakın gelecek bakımından hiç gerçekçi görünmemektedir.
Yaklaşık 30 yıldır bütün politikalarını ve umutlarını
“krizin yoğunlaşacağı bir anı kollayarak o ana kadar
hazırlanmış bulunan örgütlü güçleriyle ayaklanıvermek”
biçiminde oluşturan geleneksel sol anlayış, her seferinde
hüsrana uğramıştır ve uğrayacaktır. “Genel grev ve genel
direniş” çağrılarıyla “hazırlanacak olan” örgütlü güç,
her seferinde ezilecek ve “Kışlık sarayın kuşatılması”
projesi her seferinde başka bir bahara ertelenecektir;
çünkü bu projenin kendisi yanlıştır, daha da vahimi
imkânsızdır.
Tarihin en kötü hükümeti tarafından “yönetilen” Türkiye’de
tabii ki krizlerin toplumsal çalkantılara yol açması
düşünülebilir, bu çalkantıların devrimci güçleri beslemesi
de teorik olarak mümkün görünmektedir. Ama yeniden söylüyoruz,
durum yalnızca “teorik olarak” böyledir. Kendi yapmamız
gereken işi “hayatın akışından” beklemenin saçmalığı
bir yana, bu beklenti bir başka gerçeği de unutmak anlamına
gelmektedir: Kriz ya da herhangi bir TİS dönemi, toplumsal
çalkantılara yol açsa bile, ki açmaktadır, bu çalkantı
içindeki emekçi kitleler, devrimci örgütlere karşı da
bir güven problemi yaşamaktadırlar ve onları kendi eylemlerine
büyük bir arzuyla çağırmamaktadırlar. Yani bu tepkilerin
de kendi içinde ve kendi dar amaçları çerçevesiyle sınırlı
olarak yaşanıp boğulması olasılığı şu andaki en güçlü
olasılıktır; çünkü asıl mesele her ne türden bir “kriz”
yaşanıyor olursa olsun, bizim bu olup bitenlerin neresinde
durduğumuzdur.
7- Nesnelci siyasetin aşılması ve
bütünsel-merkezi tarza dönüş asıl sorunumuzdur
Tam bu noktada, 2002’nin başında, artık vardığımız yer
ya da 19 Aralık katliamının sonuçlarının bize gösterdiği
gerçek, kendimizle yüzleşmekten ve bir devrimci yenilenme
yolu bulmaktan artık daha fazla kaçınamayacağımızdır.
Bütün bu olup bitenler, dışsal faktörler ne olursa olsun
esas olarak devrimci hareketin aymazlığı koşullarında
olup bitmiş ve esas imkânlarını devrimci iradenin basiretsizliğinden
almıştır. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan sürecin olumsuzluklarının
hiçbirini reddetmiyoruz; ama biz kendimizden, kendi
yapmadıklarımızdan/yapamadıklarımızdan söz ediyoruz
ve bu noktada bahanelerin arkasına sığınamayız. Hareketimizin
düşüncesinin ruhu anlamına gelen “bütünlüklü-merkezi
müdahale” fikrini uzun süredir terkederek lokalizme/kendiliğindenciliğe
teslim olmuş olan (silahlı ve silahsız) devrimci güçler,
son yirmi yıldır gözlerinin önünde olup bitenleri anlamak
ve müdahale etmek konusunda sınıfta kalmışlar ve parçalar
üzerinden yürüyen umutsuz bir sürecin, nesnelci/kendiliğindenci
bir politikanın parçaları olmuşlardır. Burada mesele
basit anlamda silahlı mücadele ya da başka biçimler
sorunundan çok daha derindir; asıl sorun devrimci güçlerin
süreci kavramakta ve ona bütünlüklü bir anlayışla müdahale
etmekte gösterdikleri basiretsizliktir. THKP-C tarzı/ideolojisi
diye tarif edilen durum, onun lafızlarını, bazı konulardaki
-hâlâ geçerli olan- tanımlarını çoktan aşmış, esas olarak
onun devrimci mücadeleye bakışını, bütünlüklü ve merkezi
müdahale anlayışını ve en önemlisi de bağımsız iradesini
anlatır olmuştur. Bir bütün olarak Türkiye devrimci
hareketinin içine saplandığı nesnelcilik/lokalizm çamuru
ise bunun tam tersidir ve bu anlamda ucu Ne Yapmalı’ya
dek giden çok eski bir tartışmanın taraflarından birine,
Raboçaya Dyelo’ya denk düşmektedir. Bazen büyük bir
saflık -ya da kurnazlıkla!- salt ekonomizm ve sendikalizmle
sınırlanan kendiliğindencilik, gerçekte bundan daha
geniş kapsamlı bir ideolojik tutumdur ve esas olarak
“dayatılan sürecin arkasından sürüklenme” halini ifade
eder; ki bunun pratikteki görünümü, “yerelcilik”le “tepkici”liğin
garip bir karışımıdır.
Bugün azıcık samimi hiçbir devrimcinin reddedemeyeceği
gerçek, bundan ibarettir. Tabii ki başlangıçta bu gerçek
kendisini çok çarpıcı biçimlerde göstermemiş ve devrimci
hareket uzun süre aldatıcı görüntülerle oyalanmıştır.
Zaman zaman görülen sınırlı kitleselleşme imkânları,
Kürt hareketinin getirdiği dışsal canlılık biçimleri,
gerçeğin üstünü örtmüş ama bir yandan da derinden derine
işleyen süreç kendi hükmünü sürdürmüştür. Ve nihayet,
2000’e gelindiğinde devrimci güçler politik etkinlik
anlamında fiilen bir “varlık-yokluk” noktasına dayanmışlardır.
Cezaevindeki devrimcilere uygulanmak istenen izolasyon,
aslında onlardan çok önce devrimci güçlere uygulanmış
ve işin doğrusu, toplumsal deformasyonla azgın şiddeti
birleştiren oligarşi bu amacında hatırı sayılır ölçüde
başarıya ulaşmıştır. “Tolere edilebilir” ve “kontrol
edilebilir” bir noktaya dek geriletilerek marjinalize
edilen devrimci güçler sürecin etkisiz unsurları haline
getirilmiş ve “gündem yapıcı” noktadan “gündemin arkasından
sürüklenen” bir noktaya savrulmaları sağlanmıştır. Bu
manzaranın en karakteristik unsuru ise, olguların bizim
dışımızda, bizim müdahale edemediğimiz bir seyir içinde
gerçekleşmeleridir.
8- Devrimci hareketin bugünkü kuşağının
yıpranışı geçici önlemlerle giderilemez
Bütün bu olup bitenlerin (özellikle 19 Aralık’la başlayan
sürecin) Türkiye devrimci hareketi bakımından özgül
sonucu ise, bugünkü sempatizan kuşağının korkunç bir
acıyla ve acizlik duygusuyla ezilmesi, ağır yaralar
almasıdır. Tarihte hiçbir devrimci kuşak, yoldaşlarını
katleden aygıt karşısında bu kadar derin bir çaresizlik
içine düşmemiş, M. Çayan’ın sözünü ettiği şu “vurduğu
yerden ses getiren örgüt” ihtiyacı bu kadar yoğun bir
biçimde kendisini ortaya koymamıştır. Kendi parçası
olduğu devrimci hareket dahil solun bütününün süreç
karşısındaki etkisizliği hiçbir devrimci sempatizan
kuşağını bu ölçüde bunaltmamıştır. İlk anlarda olayların
sıcaklığıyla üzeri örtülen bu sıkıntı, giderek daha
zehirli filizler verecektir.
Oligarşinin katliamla yaratmak istediği toplumsal dehşet
duygusunun yalnızca kitleler üzerinde etki yapacağını,
bunun aynı kaynaktan beslenerek gelen devrimci sempatizan
kuşakları etkilemeyeceğini varsaymak, ciddi bir “saflık”
ve ahmaklıktır. Asıl problem buradadır; 20 Aralık sabahında
ve sonrasında hangi siyasi akımdan olursa olsun hiçbir
devrimci, sergilenen vahşetten ötürü “korku” duygusuna
kapılmamış, tam tersine bu hayasızca saldırı karşısında
büyük bir isyan duygusuna boğulmuştur. Bugünkü sorun
ise “korku” değil, saldırıya ciddi bir yanıt verilememiş
olmasından kaynaklanan “güven” sorunudur. Eğer giderilemezse,
kalıcı olacak olan da budur ve tehlikelidir.
Yoksa oligarşi, yapısı gereği kanlı bir kurumdur ve
bu ülkedeki devrimciler ölümün yaptıkları işin “sermayesi”
olduğunu bilirler; örneğin 70’ler boyunca her gün beş-on
devrimcinin cenazesini kaldıran insanlar, bir “güven”
problemi yaşamamışlardır; çünkü onlar ertesi gün “bir
şeyler yapılacağını” bilmekteydiler. Oysa 19 Aralık
vahşetiyle karşılaşan bugünkü devrimci kuşak, aynı yürek
ferahlığına sahip olamamıştır. Çünkü hayat, böylece
bir çırpıda devrimci hareketin (dergi manşetlerinde
görünmeyen) gerçek manzarasını da ortaya çıkarmış, özellikle
genç insanlarda derin bir kaygıya yol açmıştır.
Hatırlanacaktır, bu insanlar asla yılgın ya da ürkek
olmadıklarını 19 Aralık katliamından sonraki ilk günlerde
Taksim gösterilerinde ortaya koymuşlardır, hatta savaşmak
için geldikleri gösterilerden sakin sakin ayrılmak onları
rahatsız bile etmiştir; yani kitle hareketinde daha
sonra ortaya çıkan gerileme yalnızca bu faktörle ya
da “yorgunluk” gibi şeylerle açıklanamaz. Bu, polis
önlemlerinin filan da ötesinde tamamen bir atmosfer
sorunudur ve zaten kaygı verici olan da bu atmosferin
zehirli havasıdır. Yoksa insanlar, (hepimizin bildiği
şeydir) eğer bir güven atmosferinde yaşıyorlarsa hiçbir
biçimde korku duymaksızın başlarına gelecekleri bile
bile sokağa çıkarlar; çünkü onların duyduğu asıl kaygı
üzerlerindeki şiddetten değil, “yaptıklarının anlamı”
konusundaki güvensizliklerinden ve şüphelerinden kaynaklanır.
Bu insanlarla saldırıya karşı cezaevlerindeki devrimcilerin
gösterdiği kahramanlık üzerinden de ilişki kuramayız;
bu, kurban olarak seçilenin “postunu kolay kaptırmaması”
anlamında çok önemli ve gelenek yaratıcı bir tavırdır.
Ama bugün devrimci olmak isteyen insanla “nasıl şereflice
öldüğümüz” üzerinden değil, güç üzerinden ilişki kurabiliriz.
Çünkü o, çok saygı duyduğu ağabeylerinin nasıl öldüğü
ve kendisinin de öyle bir durumda nasıl onurlu davranması
gerektiği üzerine bir bilgiyle yetinmeyecek, bizden
daha fazlasını, düşmanı nasıl yenmeyi düşündüğümüzü
soracak, bu zeminden bir güven arayacaktır.
Kısacası, önümüzdeki olgu karmaşıktır ve yalnızca devrimci
hareketin kitlelerle ilişkisi bakımından değil, onun
kendi insan malzemesi bakımından da ciddi riskleri barındırmaktadır.
Asıl problem, biz çözmedikçe orada durup duracaktır.
Ülke tarihinin en büyük vahşetini yaşayan bugünkü kuşak
ve gelecek kuşaklar, şu andaki direniş nasıl biterse
bitsin, olup bitenleri tamamen unutamayacak ve her zaman
kafasında sorularla dolaşacaktır.
Bu devrimci kuşak, aslında yaşadığı sıkıntıları bir
arayışa dönüştürme kapasitesine de sahiptir. Ancak hemen
not düşülmeli; onların yaşadığı derin acı, artık mevcut
karşı-devrimci terörün öbür uçtan azıcık dengelenmesi
yoluyla da tamamen giderilemez. Çünkü sorun bu değildir.
“Yanıt” derken kastettiğimiz de bu değildir.
Asıl sorun daha derinde bir yerdedir ve aklı başında
her devrimci artık bunu sezmektedir. Bugünün asli sorunu,
devrimci gücün, hayatın ihmal edilemez, gözardı edilemez
bir parçası kılınmasıdır. Bu ise, deyim yerindeyse “aspirin”le
çözülemeyecek ölçüde köklü bir sorundur ve teorik-ideolojik-politik
bir müdahaleyle, bir devrimci yenilenmeyle üstesinden
gelinebilecektir. “Katliamın hesabını sormak” bu perspektif
içinde yalnızca bir ayrıntıdır; asıl önemli olan ise,
bu ülkeyi kimsenin babasının keyfine göre işler yapamayacağı
bir noktaya taşımak, bunun için devrimci iradenin gücünü
ve eylemini diğer kefeye koymaktır. “Devletin yüzünü
açığa çıkarmak” da aynı biçimde bilinen anlamını yitirmiştir;
bugünün ve geleceğin derdi artık tamamen yüzsüz hale
gelmiş olan oligarşik diktatörlüğün “yenilebileceğini”
göstermek ve kitlelerle aramızdaki zedelenmiş bağları
yeni bir yoldan onarmaktır.
“Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz” sloganının gerçek ve
son derece acı verici anlamı da işte budur. Yanlış bir
yoldan yürüyerek kan kaybeden ve kendisini zayıflatan
devrimci hareket, bunun “bedel”ini ödemiştir. Çok daha
açık ve anlaşılır biçimde söyleyelim: Bu bedeli, başka
herhangi bir yerde değil, hapishanelerde ödemiştir.
Bunları söylemek ağırdır, acı vericidir ama mutlaka
söylenmelidir: Son yirmi yıldaki günahları ve basiretsizlikleri
sonucunda dibe vurma noktasına gelip dayanan devrimci
hareket, bu durumun bedelini kendi çocuklarının kanıyla
ödemiştir. Bu anlamda 19 Aralık ve sonrası ne kadar
kahramanlık destanıysa o kadar da trajedidir.
Dolayısıyla, karşı tarafa “ödetilecek” olan “bedel”
de artık fiziki bir anlam taşımamaktadır; devrimci hareket
kendisini onardığında, “evet böyle bir parti var!” diye
ayağa fırlayıp sürece damgasını vurduğunda ancak o zaman
gerçek bir “bedel” den söz edebiliriz.
Bugün Türkiye’de hiçbir siyasi yapı ne genel olarak
solun durumundan ne de kendi performansından hoşnut
olduğunu (siyasi iddiasıyla çelişmeksizin) söyleyemez.
19 Aralık, bu anlamda, iddiaları boşa düşüren yanıyla
büyük bir sarsıntı yaratmıştır.
Aynı şekilde, bugün Türkiye’de yönetsel konumdaki hiçbir
devrimci, akşamları yatağına huzur içersinde uzanamaz,
“ben işimi iyi yaptım” diyerek olup bitenleri “savaşın
doğal seyri”ymiş gibi gösteremez. Bunlar tamamen uyduruk
laf yığınlarından ibaret kalır ve kimse tarafından da
ciddiye alınmaz.
Üstelik cezaevindeki devrimcilerin insanüstü direnişi
de ekstra puanlarla bu açığı kapatmaz. Devrimciler,
siyasal olarak yenilmemişlerdir ve yenilmeyeceklerine
olan güvenimiz tamdır. Ama genel devrimci mücadele süreci
içinde “hapishanede devrimci kimliğin korunması” sorunu,
esasında bir devrimci hareketin “görevler” listesinin
(rastgele bir laf edersek) yedinci-sekizinci sırasındadır.
Listedeki asli görevler konusunda sınıfta kalınmışsa,
alt sıralardaki görevlerin yerine getirilmesiyle övünmemiz
de çok anlamlı olmaz.
Türkiye devrimci hareketi artık (devrim davasının öznesi
ve öncüsü olmak anlamında) “devrimci olmak”la (ahlaki
bir konumu korumak anlamında) “devrimciliği sürdürmek”
arasındaki temel farkı yeniden tartışmak ve bu hesaplaşmayı
yapmak zorundadır. Ancak böyle bir hesaplaşma, ortaya
yeni bir kimliği çıkaracaktır ve derdimizin devası da
o kimliktedir.
9- Türkiye devrimci hareketi içinde
bulunduğu
krizi aşabilecek potansiyele sahiptir
Değerlendirmemizin başındanberi çizdiğimiz tablo, asla
karamsar değildir. Evet, rahatsız edicidir, sıkıntılıdır
ama karamsar değildir.
Türkiye devrimci hareketi, bugün bir kriz içindedir
ve bu kriz 19 Aralık tarihiyle doğrudan bağlantılı değildir;
katliam bu konuda olsa olsa bir ayna görevi görmüştür.
Sözkonusu olan daha derin ve köklü bir olgudur; dolayısıyla
çözüm yolu da derinlikli bir çözümlemenin sonucu olacaktır.
“Devrimci yenilenme”den kastımız işte budur. Artık Türkiye’nin
hiçbir “idare-i maslahatçılık” biçimiyle kaybedecek
zamanı yoktur. Artık Türkiye’nin sonsuz ve sınırsız
bir sabrı yoktur, “devam ettirilen konumlar” anlamındaki
“devrimcilik” ve “örgütlülük” biçimlerine de ihtiyacı
yoktur.
Aslında, içinde bizim de yer aldığımız Türkiye devrimci
hareketi, bugünkü durumu aşabilecek kapasite ve birikime
de sahiptir. Krizi aşmanın yolu ise, “Amerika’yı yeniden
keşfetmek” filan değildir. Belki bazılarına paradoks
gibi görünecek ama yapılması gereken şey, yönümüzü geleceğe
çevirirken önce durup geçmişe, 70’lerin başındaki o
genç adamın, Mahir Çayan’ın “ne yapmak istediği” sorusuna
bakmak, işe oradan başlamaktır. Orada gizlenen yanıt
ise, hiç de sanıldığı gibi “eskimiş” değildir. Çünkü
o yanıt, yazılıp çizilmiş olanlarda, kavramlarda ya
da “o güzel atlara binip gitmiş olan”ların kahramanca
anılarında değildir.
Ne kahramanlık ne cesaret! M. Çayan ve THKP-C deneyimi,
bütün bunlardan da önce, bir müdahale ve siyaset biçimidir.
Ayrıntıların hepsi atlandığında bile geriye kalan asıl
unsur, bir “çıta yüksekliği”dir. Onun siyasal belgelerinin
hiçbirinde şu yüz kızartıcı “karınca sabrı”na ya da
“yerelci” edebiyata rastlanmaz. Akşam haberlerini sabah
sol jargonla yorumlayan sosyalist makaletörlerin “kitleleri
bilinçlendirme” çizgisi bu siyasal metinlerin en çok
alaya aldığı şeydir. Çünkü o, bir ufuk çizgisidir; belli
bir yükseklikten aşağıya düşmeyi asla kabul etmeyen
bir siyaset yapma biçiminin ifadesidir. Kızıldere, herhangi
bir devrimcinin hayatını kurtarmak için değil, işte
bu yüzden, bu ufkun sahipleri bu çıtadan aşağıya düşmeyi
akıllarından bile geçirmedikleri için var olmuştur.
Kendi başına düşünüldüğünde Ünye, Anadolumuzun şirin
bir ilçesinden başka bir şey değildir; oraya giden irade,
oraya gitmeye ikna olmamış olsaydı eğer, daha azına
da razı filan olmazdı.
Bu, “büyük dava” denilen şeydir; ne bizim daha sonradan
alışıp kanıksadığımız “cezalandırma”lara benzer ne de
bankalara verilen küçük rahatsızlıklara... Bu, “büyük
dava”dır ve kullanılan araçlarla değil arkasındaki “bütüncü
perspektif”le ölçülür; büyük bir iddianın stratejik
rotası, orada, oraya gitme iradesinde kendini ortaya
koymuştur.
Mevcut gündem maddelerinin gerekirse hepsini elinin
tersiyle iterek kendini dayatan ve oligarşiyi herhangi
bir biçimde herhangi bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya
zorlayan bu “oyunbozanlık” biçimi, “intikam” ya da “hesap
sorma” gibi duyguların çok ötesinde, ülke siyasetine
kapsamlı/bütünlüklü bir müdahaledir.
Bu, Ne Yapmalı’da döne döne söylenen şeyin yeniden yorumlanışıdır.
“Orel ilindeki vatandaş kendisini ilgilendirmeyen genel
sorunları niye okusun canım” diye gevezelik eden çokbilmişleri
azarlayarak ısrarla merkezi İskra planını dayatan Lenin’in
derdi budur; bütün Rusya’da bütün Rusya’yı etkileyecek
bir müdahale biçimi. Bu, özene bezene anlattığı “Pissarev’in
rüyası”ndan başka bir şey değildir. Bütüncü perspektif
ve devrimci yenilenme... Yalnızca bir taktik sorun olarak
değil, postmodernizmle marksizmin derin hesaplaşması
anlamında bir ideolojik sorun olarak da bugünün Leninizmini
belirleyen mihenk taşı budur.
Bugün cezaevlerinde devam eden ölümcül hesaplaşma şöyle
ya da böyle bir sonuca varacaktır. Ama devrimci hareketin
esas yarası kanamaktadır ve doğru bir yerden müdahale
edilmediğinde de kanamaya devam edecektir. Bugünün sorunu
yaranın pansumanı olabilir; ama yarının sorunu kesinlikle
neşterden başka bir araçla çözülemez.
Kaldırım taşları orada durup durmaktadır; onları yerinden
söküp kullanabilecek yüzbinlerce insan da bu ülke sınırları
içinde ikamet eylemektedir.
Bu kadar malzemeden “helva” yapmak isteyenler ise artık
ne taklit ne de tekrarla yetinebilirler. 2000’lerin
ufkundan dönüp doğru yere, “doğruyu kaybettiğimiz yere”
baktığımızda, devrimci bir yenilenmeyle yeni bir yola
koyulmak mümkündür, doğrudur ve yapayalnız kalsak bile
boynumuzun borcudur. “Bu yoldan gidilmediğinde...” diye
M. Çayan’ın üslubuyla devam edelim ve artık bitirelim,
“bu yoldan gidilmediğinde”, mevcut durumun korunabileceğini
düşünenler, çok yanılırlar, fena halde yanılırlar.
Çünkü tarih, şakacı değildir evet; ama alaycıdır; zehirli
bir alayı vardır onun.
Şimdi, bu yazıyı bitirirken, gönül rahatlığıyla ve cezaevlerindeki
yoldaşlarımızın kahramanlıklarından duyduğumuz gururla
bağırabiliriz:
Yaşasın 19 Aralık Direnişimiz!
Ama mutlaka eklemeliyiz, eklemek zorundayız: Bir daha
asla!
Yeniden katledilebiliriz, yeniden ateş ve duman içinde
boğulabiliriz; çünkü “ayrılık da sevdaya dahil”dir;
çünkü “ölüm de yaşama dahil”dir.
Ama böyle değil! Böylesini bir daha asla yaşamayacağız!
Bir daha asla!
|