Emperyalist
Haydutluk Yenilmeye Mahkumdur
Y. Zorlu
|
Emperyalist haydutluğun gemi azıya aldığı ve buna karşılık
dünyanın ezilenler cephesinin de ciddi toparlanma işaretleri
verdiği günlerde yaşıyoruz. Geçtiğimiz aylarda dönemin
tipik özelliklerini taşıyan bir dizi olgu, kendi iç
bağlantıları olan bir karmaşıklık içinde önümüze geldi
ve olaylar gelişmeye devam ediyor.
Her şey, 11 Eylül”de başlamış gibi görünüyor ya da “artık
hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemini durmadan
pompalayan medya tarafından öyle gösteriliyor. Gerçeğin
böyle olmadığı, emperyalizmin günümüzdeki hegemonya
tarzının köklerinin 90’lardan itibaren, hatta daha öncesinde
başladığını biliyoruz; ama yine de 11 Eylül önemsiz
bir tarih değil.
11 Eylül eylemiyle, reel sosyalizmin çöküşünün ardından
kendini, dokunulmaz ve karşı durulmaz ilan eden ABD,
kendi evinde tarihinin en ağır darbelerinden biri ile
karşı karşıya kaldı. Olayın ardından eylemi gerçekleştirenlere
ve niyetlerine ilişkin pek çok yorum ve spekülasyon
yapıldı/yapılıyor. Hiç kuşkusuz, eylemin kimin tarafından
yapıldığı, yapanların niyetleri ve tarzın bizim ölçütlerimize
uygunluğu/uygunsuzluğu önemsiz değildir, ancak eylemin
niteliği ve yarattığı sonuçlar bu tartışmaların çok
ötesindedir ve yapılacak değerlendirmelerde bu noktanın
dikkate alınması gereklidir. Vurulan ABD emperyalizminin
kalbidir, sinir sistemidir ve doğal olarak ortaya çıkardığı,
çıkaracağı sonuçlar da olağanüstü karmaşık ve çok yönlüdür.
Her politik eylem gibi, bu eylem de hayatın prizmasından
geçmektedir ve tek bir boyutuyla, tek bir fotoğraf karesi
olarak değil, pek çok görünümüyle karşımıza çıkacaktır,
çıkmaktadır. Dolayısıyla, olumlu ve olumsuz sonuçları
ve nitelikleri pek çok noktada içiçe geçmiş olan eylem,
bütünlüklü, soğukkanlı ve nesnel bir değerlendirmeyi
zorunlu kılmaktadır.
½üphesiz, tarih her zaman bizim tasarım ve arzularımıza
uygun gelişmez, dünya tarihinde bazen böyle tuhaf olaylar
vardır; arkasındaki güçlerin de ötesinde karmaşık, çok
yönlü sonuçlar yaratır. Gerçekten de tuhaftır; örneğin
bir yanıyla bakıldığında, devrimci güçlerle hiç ilgisi
olmadığı artık bilinen bu eylemle birlikte, sadece sistem
değil, onun ideolojik aygıtlarla, askeri ve teknolojik
gücüyle yarattığı her şeye kadir ve dokunulamaz olduğu
demogojisinden derin biçimde etkilenen ve devrimin güncelliğini
örtük ya da açık biçimde inkâr eden reformist sol düşünce
de darbe almıştır. ‹yi örgütlenmiş, iyi eğitilmiş ve
davasına bağlı insanlardan oluşan bir örgütlenmenin
en dokunulmaz denen gücü kendi evinde dahi darbeleyebileceği
açıkça görülmüştür.
½üphesiz bu eylemin savaş etiği açısından durduğu noktayı
işaretlemek zorunludur. Devrimci sosyalistler karşı-devrimci
politikalarla doğrudan ilgisi olmayan insanların ölmesi
yada zarar görmesini etik açıdan doğru ve meşru görmezler.
11 Eylül eylemini bu noktada değerlendirdiğimizde, ne
emperyalist basının masumiyet propagandalarına bir biçimde
eklemlenmek doğrudur, ne de eylemin vuruş gücünün, politik
mesajının, etkisinin büyüklüğünün cazibesine ve ABD
emperyalizmine karşı öfkemizin seline kapılarak devrimci
eylemin en önemli bileşenlerinden birinin onun devrimci
etiğe uygunluğu olduğunu gözden kaçırmak doğrudur. Bu
eylem çok sayıda masum insanın ölmesi ve zarar görmesi
noktasında asla kabullenemeyeceğimiz nitelikler taşımaktadır
ve bu boyutları eylemi sakatlamakta, onun meşruiyetini
zayıflatmaktadır.
Esasen eylemi gerçekleştiren ya gerçekleştirdiği iddia
edilen güçlerin niteliğine baktığımızda savaş etiğine
uygun bir tutum beklemek de çok gerçekçi de değildir.
Çünkü olay karmaşık ve çok yönlüdür.
Öte yandan, 11 Eylül’de çöken yalnızca İkiz Kuleler
ve Pentagon değildir. Bu saldırıyla birlikte, elindeki
büyük askeri ve teknolojik güçle ezilen halkların biriken
öfkesini kontrol edip ezebileceğini sanan, halkını,
müttefiklerini ve insanlığın ezici bir çoğunluğunu buna
inandıran ABD emperyalizmi, ağır bir darbe almış, ABD’liler
dünyanın ve ülkelerinin kendileri içinde artık güvenli
olmadığını kesin biçimde görmüşlerdir.
Sadece bu da değil, sistemin başat gücü olarak sistemi
korumak ve denetim altında tutmak zorunda olan ve bunun
için devasa olanak ve mekanizmaları kullanan ABD’nin
11 Eylül saldırısını engelleyememesi onun süper güç
imajını da ciddi biçimde sarsmıştır.
11 Eylül eyleminin ardından yaşanan gelişmeler tarihin
akışının güçlü bir ivme kazandığını, hızlandığını gösteriyor.
Kapitalist sistem içi çelişkilerin siyasi, ekonomik,
askeri ve diğer her alanda yoğunlaşıp, keskinleştiği
ve derin bir kriz ve çatışmalı süreçlere doğru evrildiği
bir dönemde gündeme oturan eylem bütün bu öğelerin hızla
derinleşip, olgunlaşması için oldukça uygun bir zemin
yaratmıştır.
1990 başlarındaki tartışmasız ABD egemenliği tablosu
2000’li yıllara gelindiğinde başta Çin’in, AB’nin olmak
üzere (bunlara Rusya ve Japonya’yı da eklemek gerekiyor)
giderek güçlenen meydan okumalarıyla, ekonomi alanında
neoliberal politikaların tıkanması ve dünya çapında
derin bir durgunlukla, askeri alanda yeni tehditlerin
oluşması ve Rusya, Çin ve AB’nin yeniden güçlenmesiyle
artık parçalanmaktadır. ABD’nin buna yanıtı her alanda
durumu kendi lehine çevirecek tek yanlı ve çelişkileri
derinleştirecek askeri güç ve basıncı öne çıkaran gerilim
politikalarıyla hegemonyasını güçlendirmeye çalışmak
oldu. Bu politik hat ABD hegemonyası için güncel tehdidi
önemli ölçüde kontrol altına aldığını düşündüğü ezilenler
cephesinden değil, Çin, Rusya, AB gibi kendisine meydan
okuyan güçlerin ve kontrol altına alamadığı için haydut
devletler olarak nitelendirdiği Kore DHC, İran, Irak,
Küba gibi ülkelerin eylemlerinde görmekteydi.
Yeni Stratejiler...
Yeni Terör Dalgası
11 Eylül eylemi bu politik hatta yeni bir biçim verirken,
yeni politik stratejilerin geliştirilmesini de beraberinde
getirdi.
Her şeyden önce, ABD emperyalizminin hegemonyasını sağlamlaştırma
stratejisinin asli unsurlarından birini ve günümüzdeki
birincil öğesini sistem karşıtı muhalif güçlerin etkisizleştirilmesi
ve tasfiyesi oluşturuyor. 11 Eylül eyleminin daha ilk
anlarından itibaren ABD emperyalizmi bu eylemi "terörist
bir savaş harekatı" olarak nitelendirerek, "insanlığın
ortak düşmanı teröre" karşı süreklileştirilmiş
savaş kampanyası ile karşılık vereceğini ilan etti ve
bugün bu savaşı sürdürüyor.
Bizzat kendi uzmanları tarafından yapılan “ayaklanmalar
yüzyılı” tesbitine uygun olarak ABD, 11 Eylül sonrasında
daha önceki bütün deneyimlerine dayanarak halklara karşı
uzun vadeli bir “topyekün savaş” ilan etmiştir.
Bu saldırganlık, elbette ilk elde sistem karşıtı silahlı
hareketlere yönelecekti ve öyle de oldu. Bu hareketlere
dönük yoğun askeri operasyonlar, önder kadrolarına yönelik
suikastler, provakasyonlar, ağır hapis cezaları, faili
meçhul cinayetler vb. açıkça ve yoğun bir tarzda devreye
sokulmaya başlandı ve önümüzdeki süreçte bu politikanın
somut sonuçları görülecektir.
“Ya özgürlük ya güvenlik” sahte ikilemiyle hak ve özgürlüklerin
budanması, büyük biraderin günlük yaşam içindeki etkisi
ve nüfuzunun artması, denetim ve gözetim toplumu yaratma
yönünde yürütülen programların daha da dizginsiz hale
getirilmesi emperyalist saldırıların bir diğer temel
halkasıdır.
Sistem karşıtı dinamikleri sürekli üreten ezilenlerin
dünyasının çürütülmesi de, özellikle son 20 yıldır emperyalist
karşı-devrimci stratejilerin ana unsurlarından biri
durumundadır. Devletler eliyle emekçiler arasında fuhuşun,
alkolizmin, uyuşturucunun, boş inançların, dinci ve
ırkçı gericiliğin, faşist hareketlerin, lümpen yaşam
tarzının sistematik olarak yaygınlaştırılması bu çürütme
operasyonlarının başlıca asli unsurları durumundadır.
Bu politikaların dünya çapında koordineli hale geleceği,
hızlanacağı ve toplumsal tabanının genişletileceği ve
emperyalist saldırganlığın doğrudan bir parçası haline
gelecek tarzda kapsamının genişleyeceği görülüyor.
Sistem karşıtı güçlere karşı yoğun ve süreklileştirilmiş
bir ideolojik, politik propaganda ve kültür yaratma
faaliyeti emperyalist saldırganlığın bir diğer stratejik
unsuru olarak öne çıkıyor. Medya, eğitim, kültür kurumları
"anti-terörist" söylemle donatılıyor, çalışmalarını
bu temelde yeniden düzenliyor. Bilgi ve bilinç kirliliği
yaygın ve kitlesel bir savaş aracı olarak ezilenlerin
üzerine püskürtülüyor.
Sistem karşıtı radikal dinamiklere karşı geliştirilen
topyekün savaşın bir diğer temel elemanı ise radikal
dinamiklerin önünü kesmek ve sınırlamak için "ılımlı
güçlerin" desteklenmesi politikasıdır. Bu politika
temelinde reformist eğilim ve yapıların devrimci ve
diğer radikal güçlere karşı açık ya da gizli biçimlerde
desteklenmesi, emperyalistlerin hegemonyasında keskin
kırılmalara yol açabilecek sorunların reformistlerle
işbirliği içinde aşağılık çözümlere mahkum edilmesi
hız kazanacak ve yaygınlaşacaktır.
“Terörist Ülkeler”
Kategorisine Savaş
ABD emperyalizminin saldırı stratejisinin temel unsurlardan
bir diğeri ise sistem karşıtı güçlere destek verdiğini
("teröre destek veren ülkeler" kapsamında)
iddia ettiği ve hegemonyası için risk oluşturduğunu
düşündüğü Irak, Kore DHC, Libya, Küba, Sudan gibi bağımsızlıkçı
eğilimleri olan ya da sosyalist karakter taşıyan ülkelerin
tecriti ve yönetimlerinin tasfiyesi ya da en azından
istikrarsızlaştırılmasıdır.
Afganistan’a yönelik saldırının sadece bir ilk adım
olduğu ise kısa sürede belli oldu. Üstelik, bu ülkelere
yönelik emperyalist saldırı planları sadece askeri saldırılarla
da sınırlı değildir. Irak üzerine yapılan saldırı planları,
bilinçli provokasyonlar, daha şimdiden başlamıştır ve
bu istikrarsızlık unsurunu “kesin biçimde” yok etmek
için bir dizi plan yapılmaktadır. Bu ülkelerde yapılmak
istenen sadece risk yaratan yönetimlerin yıkılması değil,
durum tam olarak kontrol altına alınıncaya değin bu
ülkelerin geçmişin sömürgeci manda rejimlerine benzer
bir tür manda rejimleri altında yönetilmesidir.
Nitekim, operasyon sonrasında Afganistan’da yaratılan
ve esasen bütün unsurları eski yöneticilerden, hırsız
generallerden ve gerici mollalardan oluşan hükümetin,
tek önemli özelliği tamamen kukla bir mantığa dayanmasıdır.
Nasıl Balkanlarda en az Miloseviç kadar savaş suçlarına
bulaşmış ırkçı bir “lider” salt daha az “pürüz” yaratacağı
düşüncesiyle demokrasi şampiyonu ilan edilmişse, Afganistan’da
da gericilik bakımından Taliban’a taş çıkartacak bir
kadro, aynı amaçla öne sürülmüştür. Irak’ta yıllardır
çalışması yapılan “Saddam muhalifleri” operasyonundan
da umulan böyle bir tablodur.
Emperyalistlerin bu politikası sadece yukarıda sayılan
ülkeler için değil, aynı zamanda yine emperyalistlerce
istikrarsızlaştırılmış, devlet aygıtları parçalanmış,
yağmalanan, halkları kıyıma uğratılan pek çok ülkede
de gerektiğinde uygulanacak denetim ve yönetme aracı
olarak düşünülüyor.
Bu politika temelinde yeni-sömürgecilik sisteminin takviye
edilerek sağlamlaştırılması hedefleniyor. Daha doğrusu,
bir dizi yeni-sömürge ülkenin “statü”sünün bir ölçüde
yükseltilerek bölgesel güçler konumuna getirilmesi,
başka bir kategorinin ise en dibe doğru itilmesi, bu
sağlamlaştırma operasyonunun esasını oluşturuyor.
Önümüzdeki dönem bu politikanın ve buna karşı direnişlerin
daha sık yaşanacağı bir dönem olacaktır.
ABD’nin hegemonyasını sağlamlaştırmak için giriştiği
topyekün saldırı stratejisinin en önemli unsurlarından
birini ise, hegemonyasına karşı Çin ve yeniden toparlanma
sürecine giren Rusya bağlamında en güçlü meydan okumaların
geliştiği Asya’da nüfuzunu yaymak, Afganistan savaşı
nedeniyle bölgede geliştirdiği ilişki ve olanakları
kalıcı mevzilere dönüştürmek oluşturuyor. Böylece, bu
yüzyılda dünya hegemonyası için büyük önem taşıyan Orta
Asya’nın stratejik enerji kaynakları ve nakil yolları
üzerinde denetim kurmada sağlam bir zemin yaratmak ve
Çin ve Rusya’nın ilerleyişini durdurmak hedefleniyor.
“Aile”yi Toparlamak...
ABD’nin 11 Eylül sonrası stratejisinin bir diğer temel
unsurunu ise 11 Eylül saldırılarını, "ortak düşman
uluslararası terör" söylemi ile diğer emperyalist
güçleri ve sistem içi unsurları kendi yanında saflaştırmanın
ve böylece kendi dünya hegemonyasını güçlü biçimde onarmanın,
merkezkaç unsurları hizaya çekmenin aracı haline getirmek
oluşturuyor. Hiç kuşkusuz ki, ortak düşman söylemi oluşan
tehdit karşısında ABD’nin öncülüğü noktasında ilk anda
ciddi bir uzlaşma ve ittifak ilişkileri zemini yaratmıştır.
Ancak ABD’nin bu ittifak ilişkisini dünyayı istediği
gibi biçimlendirmek için, diğer güçlerin ise dünya politikasındaki
etkinliklerini artırmak için kullanacakları açıktır.
“Ortak düşman terör” söyleminin de esasen tamamen demogojik
bir söylem olduğunu en iyi emperyalist güçlerin kendileri
bilmektedirler. Emperyalistler arası ilişkilerde bugün
ana eğilim çatışmaların şiddetlenmesidir. Pazar alanları
için çatışmada el atılan alanlardaki iç çatışmalar ve
savaşlardaki tarafların değişik emperyalist güçlerce
desteklenmesi olağan durumlardandır. Bu nedenle ortak
düşman terör söylemi oldukça zayıf ve kırılmaya açıktır
ve kurulacak ittifakların uzun vadeli ve sağlam olacağı
söylenemez.
ABD emperyalizmi kendisini ciddi biçimde yaralayan 11
Eylül eylemini bu strateji üzerinden aşmayı, daha da
ötesinde hegemonyasını kısa ve orta vadede sağlamlaştırmada
bir araç haline getirmeyi hedefliyor. Elbette ki, ABD
bu saldırıdan güçlenerek çıkmaya çalışacaktır. Ancak
bunun olanakları her zamankinden daha azdır. 1990 başlarındaki
tartışmasız ABD egemenliği artık yerini dünya egemenliğine
oynayan, en azından bunu ABD ile paylaşmaya hazırlanan
güçlerin varolduğu bir dünya tablosuna bırakmıştır.
Demokratik hak ve özgürlüklerin budanmasına dönük çabalar,
McCarthy’ciliğin bu kez ‘teröre karşı savaş’ demogojisi
ile hortlatılması, ‘soğuk savaş’ yöntemlerinin devreye
sokulması, vb. saldırılar emperyalizme kimi geçici avantajlar
sağlayabilir, ancak sistemin yaşadığı, derinleşen iç
çelişkileri ve sistem karşıtı dinamiklerin önünü orta
ve uzun vadede kesemez. Reel sosyalizmin çöküşünün ardından
dünya çapında oluşan olağanüstü karşı-devrimci atmosferin
etkisinin 10 yıl gibi kısa bir sürede dağılmaya yüz
tutması, bugün "teröre karşı mücadele" gibi
çok daha zayıf bir demogojik eksene yaslanan saldırı
politikalarının ne kadar zaman ve ne denli etkili olabileceği
noktasında bir fikir verebilir.
İkinci Perde: Filistin
Yeni dönemin saldırganlığının bir başka somut ifadesi
11 Eylül’den çok önce gelmişti.
28 Eylül 2000’de, Lübnan Kasabı Ariel ½aron, kontr-gerilla
çetesiyle birlikte Harem-ül ½erif’i “ziyaret” ettiğinde
bunun bilinçli bir provokasyon olduğunu bütün dünya
biliyordu. Filistin toprakları bu provokasyondan önce
de Oslo Anlaşması’nın yarattığı hayal kırıklığıyla kaynayıp
duruyordu ama bu kez yapılan uzun vadeli bir planın
parçasıydı.
Ariel ½aron rastgele bir ziyaretçi değildi. Ziyaret
de sıradan değildi. Filistin halkının, çocuklarını katletmiş
olan bu yaratığa nasıl tepki göstereceği önceden biliniyordu.
Ayrıca ½aron, yeni bir Filistin bölgesini işgal ederek
“yerleşim alanı” yapmak isteyen Siyonist grupların temsilcisi
olarak bölgeye geliyordu ve bu yeni bir işgalin başlangıcı
anlamını taşıyordu.
Yanıt gecikmedi; Filistin halkı, yeni bir İntifada ile
ayağa kalktı. Daha ilk iki günün bilançosu 6 ölüydü.
Henüz bir ay bile geçmeden ölü sayısı 200’ü aşmıştı.
Doğrudan emperyalist kampın kontrolünde hareket eden
½aron, planın ilk adımlarını atmıştı. Filistin her zaman
emperyalizmin dişlerini gıcırdatarak baktığı ülkelerden
biriydi; çünkü Filistin sonuç olarak aslında Ortadoğu
demekti. Kürt dinamiğinin kendi içine çökerek şimdilik
büyük bir risk olmaktan çıkmasıyla birlikte Filistin’in
barındırdığı devrimci potansiyelin ezilmesi problemi
daha çok öne çıkmıştı artık. Bush tarafından ilan edilen
“şer cephesi”nin çökertilmesi planı, dünyanın neresinde
bir “aykırı” kıpırdanma varsa onun “terörist” sayılarak
yok edilmesine dayanıyordu. Hem fiziksel anlamıyla hem
de politik mecaz anlamıyla geçerli olan slogan şuydu
artık: “Hareket eden her şeyi vurun!”
Oslo’da başlatılan “barış süreci” de böylece askıya
alınmıştı artık. Esasen Filistin halkının birliğini
bozmayı ve “aykırı” grupları Özerk Filistin Yönetimi
adı altında kurulan Arafat hükümetine, onun polis gücüne
ezdirmeyi planlayan bu emperyalist dayatma barışı, Arafat’ın
verdiği bütün tavizlere rağmen çökmüştü. Çünkü siyonist
provokasyonlar karşısında kendini savunmak isteyen Filistin
halkının duyguları ile Filistin örgütlerinin üyelerini/yöneticilerini
bile “terör örgütü üyesi” sayarak tutuklamaya kalkışan
Arafat yönetimi arasındaki gerilim öldürücüydü. Hatta
İsrail tarafından sürekli olarak dayatılan “tutuklama
siparişleri” karşısında bizzat Arafat’ın liderlik ettiği
El-Fetih üyeleri ve Özerk yönetimin polisleri bile çok
karmaşık duygular içinde kalmaktaydılar. Bağımsızlığını
ve özgürlüğünü isteyen bir halkla işgalcilerin durmadan
artan dayatmaları arasında sıkışmak, Arafat yönetiminin
kaderiydi ve bu kargaşanın ömrü uzun değildi.
Tam da beklendiği gibi oldu. Geçmiştekinden farklı olarak
bu kez çatışmalarda kendisi de ciddi kayıplar vermeye
başlayan İsrail, geçtiğimiz ay, yine tamamen ABD’nin
onayı ile Filistin tarihinin en büyük işgal harekâtlarından
birine başladı. Doğrudan Arafat’ın karargahını ve Özerk
Yönetim’i de hedef alan saldırı, kısa sürede büyük bir
katliama dönüştü. Bugün hâlâ devam eden bu büyük operasyon,
binlerce Filistinli’nin canına mal oldu. Binlerce tutuklu,
binlerce ölü ve can pahasına yürütülen direniş savaşı
bütün dünyanın gündemine girdi. Çekirge sürüleri gibi
Filistin kentlerine üşüşen katliam timleri, bazıları
dozerlerle tamamen yıkılan mülteci kampları ve artık
gizlenemez hale gelen büyük bir kıyım... Tam da FHKC
Genel Sekreteri Saadat’ın bu sayımızda yayınlanan röportajında
dediği gibi, Arafat önderliğinin “İntifada’yı salt taktik
bir olgu olarak” gördüğü bir dönem böylece kapanmıştı.
İntifada ve direniş artık hayatın kendisiydi. ABD Dışişleri
Bakanı Powel’ın bu kadar basınç altındaki Arafat’ı tam
bir teslimiyete zorladığı “abluka görüşmeleri’nin sonucu
ne olursa olsun, artık sokakların kabul etmediği hiçbir
çözüm hayatta karşılığını bulamayacaktır; bu kadar yoğun
bir kan banyosunun ardından Filistin halkının talep
düzeyi de yükselmiş bulunmaktadır çünkü.
Sonuçta, karargahında kuşatıldığı halde, geçmişteki
bütün “uzlaşmacı” tutumlarına rağmen bir politik öndere
yakışan tavrı koyabilen Arafat, işgal karşısında bütün
güçlerini birleştirme kararı alan Filistin örgütleri
ve sokaklarda bütün güçleriyle işgalcilere karşı direnen
Filistin savaşçıları...
Dergimizin baskıya verildiği günlerde Filistin’in manzarası
buydu.Ve tabii bu manzaraya bütün dünyada yoğunlaşan
anti-emperyalist gösterileri de eklemek gerekiyor.*
Türkiye: İsrail’in Kader Ortağı
Bütün bunlar olup biterken, Türkiye oligarşisinin tutumu
ise tam da beklendiği gibiydi. Yarım ağız kınamalar,
önce sivri bir “soykırım” lafı edip sonra özür dilemeler
ve bütün bunlar olup biterken aynen devam ettirilen
ikili askeri-ekonomik anlaşmalar...
Oysa, artık sokaktaki insanın bile bildiği gibi, Türkiye,
zaten bu savaşın tarafıydı.
Türkiye oligarşisi, yeni emperyalist hegemonya düzeninin
bir parçası, ABD’nin en sadık müttefiki olarak İsrail
ile birlikte Ortadoğu halklarının başbelasıdır. Nerede
emperyalist bir operasyon varsa oraya mutlaka burnunu
sokan ve kendisinden pek talep edilmediği hallerde bile
operasyona katılmak için adeta yalvaran Türkiye oligarşisi,
halkların özgürlük ateşi karşısında İsrail ve ABD ile
bir bütündür. Geçen yıl yapılan askeri araçların ihalelerini
Amerikan ve İsrail kökenli silah şirketlerinin kazanması
hiç rastlantı değildir. ABD gözetiminde yapılan sayısı
belirsiz İsrail-Türkiye askeri antlaşmaları da boşuna
değildir.
Türkiye oligarşisi, İsrail ile “terör ortağı”dır. Ülkemizde
yapılan bütün pis işlerin, faili meçhullerin, kontra
faaliyetlerinin arkasında İsrail ve MOSSAD’ın olduğu
artık Susurluk silahları dosyasıyla da sabittir. Geçmiş
yıllarda biraz üstü kapalı ve utana sıkıla kurulan İsrail
ilişkileri, 90’lar sonrasında adeta ayağa dökülmüş,
içteki “irticaya ve teröre karşı mücadele” konseptiyle
dıştaki işbirlikçilik ilişkileri bir araya geldiğinde,
oligarşinin temsilcileri her bakımdan rahatlamışlardır.
Esasen yoğun bir siyonizm işbirlikçiliği gösteren medya
tekelleri de aynı planın parçasıdır. Örneğin Sincan’daki
islami “Kudüs Gecesi” üzerine koparılan yaygaradan sonra
oluşan hava, çok açıkça “irticaya karşı mücadele” kılıfı
altında İsrail yardakçılığıdır. Son derece kasıtlı olarak
Ortadoğu coğrafyasını yalnızca karanlık bir takım dinci
örgütlerden ibaret gösteren, bölgenin demokratik-devrimci
güçlerini sürekli yok sayan bir propaganda kampanyası
sonucu, giderek sıradan insanların da beyninde bir imaj
oluşturulmuştur. Bu imaj, Taliban-Hizbullah-Hamas çerçevesinde
tanımlanan “karanlık” bir atmosfer ile bizim coğrafyamızdaki
savaşın acılarını birbirine bağlayan ve bunun karşısına
da “meşru müdafaa” konumundaki İsrail’i koyan tasarlanmış
bir planın parçasıdır. Bu plan, esasen 11 Eylül sonrasındaki
emperyalist demogojiye de tıpatıp uygundur. Böylece
Filistin davasının kendisine doğrudan dokunmadan dolaylı
olarak onu yıpratan bir yol izlenmiştir. Sonradan ½aron
katliamları iyice tırmandığında bile aslında bu genel
tablo değişmemiş, bölgede olup bitenler Ortadoğu’nun
“genel” acıları çerçevesine sokulmaya çalışılmıştır.
Sonuçta, bugünkü kanlı tablo yaratılacak başka yapay
gündemlerin etkisiyle belleklerde biraz zayıfladığında,
geride kalacak olan Türkiye oligarşisinin İsrail’le
düzenli kurduğu ilişkiler olacaktır. Roller böyle belirlenmiştir
çünkü ve bu durum, birkaç ihaleyle filan sınırlı değildir.
Kolombiya: Pastrana
Neden Sımardı?
Yine raslantı olmamalı, “şer cephesi”ne karşı başlatılan
savaşın belli bir aşamasında, dünyanın bir başka köşesinde,
Kolombiya’da “barış görüşmeleri”nin askıya alınması
ve ordunun genel harekâtı gündeme geldi. Ülkenin üçte
birine yakın bir bölümünün FARC ve ELN gerilla örgütleri
tarafından kontrol edilmesini uzun süredir içine sindiremeyen
ABD’nin talimatıyla harekete geçen Kolombiya ordusu,
bu yılın başlarında gerilla bölgesine girdi. Gerillanın
“başkenti” sayılan San Vicente dahil büütün alana yayılan
ordu ve sivil-faşist katliam çeteleri, temizliğe başladılar.
Beklendiği gibi gerillanın buna karşı tepkisi, sayıları
19 bin savaşçıyı bulan güçlerini dağlara çekmek ve uzun
süreli bir mücadeleye hazırlanma taktiğine yönelmek
oldu. Ama her şey bu kadar da basit değildi. Ordu, yedeğinde
paramiliter katil sürüleriyle birlikte bölgeye girmişti
ve bu, uzun yıllardır devam eden gerilla egemenliğinde
yerel düzeyde yönetsel organizasyonlarda örgütlenmiş
olan halk kitleleri açısından kan banyosu anlamına geliyordu.
½u ana dek, uluslararası kamuoyuna Kolombiya üzerine
doyurucu bilgiler yansımış değildir. Ama geçmiş deneyimler,
bu konuda herhalde öğreticidir.
Yapılmak istenen şey, emperyalist hegemonya açısından
ciddi bir sıkıntı kaynağı olan Kolombiya gerillasının
ezilmesi ya da en azından politik teslimiyete zorlanmasıdır.
Venezuela: Tutmayan Hesap
Kolombiya ya da başka bir yerde olup bitenlerin asıl
anlamı olayların tekil yanında değil, genel emperyalist
stratejiye uygunluğunda yatıyor.
Venezuela’daki darbe soytarılığı da bu bakımdan kendi
yerel çapını aşan bir tarihsel öneme sahiptir. Darbenin
başarıya ulaşmamış olması esasen çok önemli değildir;
asıl önemli olan bu olayın emperyalist hegemonya stratejisi
içindeki tipik yeridir.
Chavez hakkında uzun uzun yorumlar yapmak, ideolojik
pozisonunu tanımlamak için uğraşmak gerekmiyor. Asıl
önemli olan bu değil çünkü. Asıl önemli olan, emperyalistleri
adıyla bile ürküten Bolivar imgesi ve Chavez’in petrol
şirketleri başta olmak üzere bir çok sektörde aldığı
devletleştirme kararlarıdır. Asıl önemli olan Chavez’in
emperyalist çetenin baskılarına boyun eğmeyi reddetmesi
ve Küba’yla, Irak’la “uygun olmayan” ilişkiler kurmasıdr.
Bu kadarı bile ABD için yetmiştir. Çarklar hemen dönmeye
başlamış, yavaş yavaş orta sınıflar sokaklara dökülürken,
albaylardan da “bu işin sonu kötü” gibilerden açıklamalar
basına yansımıştır. Gerisi ise CIA operasyonlarının
tarzını bilenler için sürpriz sayılmaz. Darbe, parlamentonun
feshi, Venezuela TÜSİAD’ının başkanı sağcı bir “işadamı”nın
koltuğa oturması ve tabii ki ilk iş olarak bütün halkçı
yasaların iptali, özellikle petrol şirketleriyle ilgili
bütün düzenlemelerin geri alınması...
Olayların seyrinde sürpriz sayılabilecek tek şey ise
ertesi gün olanlardı. Latin Amerika’da az rastlanan
bir biçimde, ordunun bir bölümünün halkın desteğini
gördükten sonra saf değiştirmesi ve Chavez’in yeniden
başkanlık sarayına dönüşü gerçekleşti.
Bütün bunlar henüz çok sıcak gelişmelerdir; Chavez’in
bu geri dönüş için tavizler verip vermediği ve ABD emperyalizmi
tarafından daha ne kadar rahat bırakılacağı bilinmiyor.
Ancak olup bitenlerin gösterdiği asıl olgu, yaşadığımız
tarihsel çağda sosyalist olmasa bile emperyalizmi azıcık
rahatsız eden bir “aykırı” örneğin nasıl ezilmek istendiğidir.
Kuşkusuz Venezuela halkı kendi geleceğine sahip çıkacaktır;
zaten darbe sırasında da bunun örneklerini vermiştir.
Ama bütün bunlara rağmen, Chavez örneği, günümüz dünyasında
sosyalizme yönelmeksizin ayakta durmaya çalışan geleneksel
“ulusçuluk” biçimlerinin ne kadar şansı olduğunu da
bize gösterecektir.
Gelecek Ezilen Halklarındır
Bütün gelişmelerin gösterdiği temel olgu, emperyalist
hegemonya stratejisi ile ezilen dünya halklarının arasındaki
başat çelişkinin giderek şiddetlendiği ve sürecin çarpıcı
gelişmelere gebe olduğudur. Özellikle 90’lardan sonra
oluşturulan “tam ve tartışılmaz” egemenlik imajı bir
ucundan çatlamıştır ve bir süre sonra bu çatlağın büyüyeceği
kesindir. Daha on oniki yıl önce reel sosyalizmin çöküntüsü
üzerinde tepinirken herkese “iyimserlik” pompalayan
ve sokaktaki insanları da “kutlama”lara davet eden kapitalist
sistem ideologları, durumun yavaş yavaş değişmekte olduğunu
bizden daha iyi farketmektedirler.
Metropollerdeki büyük anti-kapitalist gösteriler dalgası
şimdilik biraz geriye düşmüş ve rutinleşmiş gibi görünse
de sistemin işleyişinden canı yanan kitlelerin durmadan
yeni patlama biçimleri üreteceği kesindir. Ama asıl
büyük gelişme, yeni Vietnam’lara dönüşme potansiyeli
taşıyan geniş yangın alanlarıyla metropollerdeki hareketin
giderek ilişkilenmesi ve genel bir hareketlenmenin oluşmasıdır.
Latin Amerika artık durulmayacaktır. Ordular dağ eteklerinde
ve kent varoşlarında operasyon üzerine operasyon yapsa
da Che’nin mirası artık emperyalizmi rahat bırakmayacaktır.
Ortadoğu artık durulmayacaktır. Sonuçta, elbette İsrail,
Arafat’ı öldürmek niyetinde değildir ve belki bir süre
sonra şu an işgal ettiği toprakların bir bölümünden
azıcık çekilecektir. Hem uluslararası baskılar hem de
belli bir iç yorgunluk sonucunda böyle bir olasılığın
ortaya çıkması ve sonra yeniden Arafat’la bir uzlaşma
yolu aranması mümkündür. Ama artık Filistin’deki bütün
taşlar yerinden oynamıştır. İnisiyatif yeniden sokaklara
geçmiştir ve halk sözünü sokaklarda söylemektedir.
Bu durumun uzun vadede Ortadoğu Devrimci Çemberi bakımından
bazı sıçramalar yaratıp yaratmaması ise bölgedeki bütün
devrimci güçlerin kendilerini yenileyerek sürece müdahale
etmelerine bağlı görünmektedir. Bölgedeki bütün kargaşa,
gerçekten de artık devrimci güçlerin inisiyatifinin
artmasına uygun bir ortam yaratmıştır.
Uzakdoğu, eski sosyalist ülke toprakları, Afrika’nın
geniş direniş potansiyelleri, hepsi, ciddi devrimci
odaklar yaratmaya adaydır. Yüzeysel bir bakışla bize
her zaman günlük-küçük gelişmelermiş gibi görünen bugünün
olayları, hayatın diyalektiğe uygun bir biçimde büyük
sıçramalara dönüşmeye adaydır. Yeni çağın kapitalist
işleyişi de esas bu bakımdan zaaflıdır; son derece kaotik
ve dengesiz gelişen bu işleyiş, önceden hesaplanamaz
patlamaları mümkün kılmakta ve olayların hızını kontrol
edilemez bir noktaya ulaştırabilmektedir.
Türkiye ve Mezopotamya ise biriken yoğun ve keskin çelişki
öğeleriyle kırılan fay hatlarının orta yerindedir ve
işlenmeyi bekleyen olağanüstü bir berekete sahip devrim
toprağı durumundadır. 11 Eylül olayı ve ABD’nin Afganistan’a
saldırısı ezilenlerin ABD ve sistem karşıtı duygu ve
düşüncelerini daha da derinleştirmiştir. Filistin ve
başka örnekler ise bu çerçeveyi daha da genişletiyor.
İslamcı hareket içinde giderek gelişen anti-Amerikancı
güçler olmasına karşın, anti-emperyalist karakterleri
bununla sınırlıdır ve bulanıktır. Bu güçler, aynı zamanda
anti-sosyalist gerici bir karaktere sahiptir.
Bu özellikleriyle ezilenlerin sistem karşıtı mücadelelerini
ortaklaştırıp, önderlik edemezler. Ezilenler cephesindeki
potansiyelleri harekete geçirebilecek, ortaklaştırıp,
önderlik edebilecek yegane güç devrimci sosyalizmdir.
Tam da bu noktada, devrimci sosyalist öznenin önündeki
stratejik görevlere asgari düzeyde de olsa bütünlüklü
olarak müdahale etmesi, bu müdahalenin koşullarının
yaratılması için hızlı ve yoğun bir faaliyet hiçbir
gerekçe ile ertelenemez durumdadır. Sürece bu bilinçle
yöneliyoruz ve bu bilinçle kazanacağız.
———————————————————
* Bu manzara içinde üzerinden atlanıp geçilmemesi gereken
olaylardan biri ise çoğu Avrupa’lı 500’e yakın “barış
yanlısı”nın işgalin gerçekleştiği saatlerde Ramallah’ta
bulunmasıydı. Bazıları sonradan Arafat’ın karargahına
da girerek orada yaşayan bu insanların diğer bir bölümü
de Filistinlilerin evlerine yerleşmişlerdi. Bugün için
basit ve önemsiz görünebilir, ama dünya sosyalist hareketi
bu deneyimi aklının bir köşesine yazmalıdır. “Tek tek
ülkelerde devrimlerin yaşamasının imkânsızlığı” üzerine
yılgın tezler üretip “küresel muhaliflik” gevezelikleri
yapanlar, tek tek ülkelerdeki devrimci iktidarların
nasıl korunabileceği konusunda düşünseler hiç fena olmaz.
Onları bilemeyiz ama devrimciler, “bölgesel devrimci
çemberler” teziyle birlikte bu olguyu ve bu olgunun
gelecekte doğrudan “silahlı uluslararası birlikler”
biçimine dönüşmüş biçimlerini hayal edebilirler; bu
boş bir hayal değildir.
|