Kendine Dönmek...
Son dönemde ciddi bir politik kırılmaya uğrayan ve yaklaşık
yirmi yıldır devam eden bir gerileme sürecinin en sıkıntılı
günlerini yaşayan Türkiye devrimci hareketi, bu süreçte
fiziki ve siyasi gücü bakımından olduğu kadar, kendisini
kitlelere ifade ediş biçimi, dili açısından da önemli
bir çarpılmayla ya da bir yetersizlikle karşı karşıya
kaldı. Daha doğrusu, devrimci hareketin içinde boğulduğu
kapalı devre yaşantı, bir yandan kitlelerin frekansını
yakalamakta yetersiz kalan, onlara hitap etmeyen bir
dili öne çıkarırken, diğer yandan da onu kitlelere güven
vermekten giderek uzaklaştıran bir başka dil unsurunu,
“yakınıcı” bir söylemi yarattı.
Hemen farkedileceği gibi burada sözünü ettiğimiz sorun,
devrimci hareketin genel olarak “kitlelerden kopukluk”
olarak tanımlanan şu eski problemiyle ilgili değildir.
Daha doğrusu, tam olarak bundan söz etmiyoruz. Çünkü
nihayetinde devrimci hareketin genel olarak kitlelerle
temasının azlığı-çokluğu ve onları örgütleyip yönlendirmekte
gösterdiği yetersizlikler, bir açıdan bakıldığında çok
özgün ve şaşırtıcı bir durum değildir. Dünyanın her
köşesinde ve her zaman sosyalistler, sosyalist partiler,
politik yaşantılarının bir bölümünü, örgütlemeyi amaçladıkları
ezilen sınıflardan uzakta geçirirler; daha doğrusu onların
kendi politik yönelim ve programlarını oluşturup harekete
geçtikleri moment ile, bu programların yaşamla ve kitlelerle
buluştuğu süreç arasında belli bir mesafe vardır. Her
şey adım adım olur, çoğu kez zikzaklar ve iniş-çıkışlar
yaşanır, hatta uluslararası gelişmeler de süreci etkiler.
Ve bazen, yakalanmış çok iyi bir tempo, ulusal ve uluslararası
objektif durumun yanısıra türlü hatalar yüzünden de
kaybedilebilir. Tersi bir durum, tabii ki mutluluk verici
olurdu ama politik yaşam da zaten böyle hızlıca bir
gelişmenin değil, sabırlı-uzun vadeli bir çalışmanın
üzerine kuruludur.
Ama biz burada başka bir şeyden; genel anlamda “kitlelerden
kopukluk”tan değil, “devrimci hareketin kitlelerden
vazgeçerek kendine dönmesi” olarak ifade edilebilecek
bir durumdan söz ediyoruz.
Bu söylemin biraz abartılı olduğunun elbette farkındayız;
şüphesiz her aklı başında sosyalist “kitlelerden uzaklaşmak”
gibi bir niyete sahip değildir, şüphesiz herkes şu ya
da bu yoldan kalabalıklara ulaşmaya çalışmakta, çabalarının
eksenine bunu koymaktadır. Ama sosyalist basında ve
politik platformda yapılacak kısa bir gezinti, son derece
çarpıcı başka bir durumun yaşandığını da kolayca kanıtlayacaktır.
Son yıllarda siyaset yapma biçimi ve dili bakımından
ciddi bir sakatlanmaya ve daralmaya uğrayan devrimci
hareket, bir tür karadelik gibi kendi içine doğru çökmüş,
artık daha çok “kendine ait” sayılabilecek sorunlar
üzerinden kitlelere seslenmeye başlamış ve onun yaşadığı
kaotik ortamdan uzaklaşmıştır. Daha doğrusu, ezilen
kitlelerle devrimci hareket arasında zaten var olan
mesafe daha fazla açılmıştır. Zaman zaman satır aralarında
ya da dost sohbetlerinde bu uzaklaşmanın “halkın duyarsızlığından
şikayet” gibi vahim bir noktaya tırmanması ise oldukça
ilginç bir ruh halini yansıtmaktadır. Ezilen kitlelerin
tutumundan yakınmaya hiç hakkı olmayan insanların, yani
devrimcilerin, örneğin ölüm orucu vesilesiyle çevresine
hoşnutsuz mırıltılar saçması artık sık rastlanan bir
şey olmaya başlamıştır. Resmi söylem itibarıyla elbette
herkes belli bir “özne” pozisyonundan konuşmaktadır
ama iş gerçek yaşantıdaki gerçek insanlar arasındaki
gerçek sohbetlere geldiğinde, ölüm orucuyla ilgili yürütülen
yanlış politik çizgi, kendi kusurunun telafisini kitlelerin
pasifliğinde bulmaktadır. “Yüreğinde birazcık insanlık
sevgisi taşımak” gibi son derece kaygan/belirsiz kavramlar
devrimci terminolojiye gitgide daha çok dahil edilmekte,
oradan da insanların, giderek insan topluluklarının,
yani kitlelerin “anlayışsızlığı” noktasına dek varılmaktadır.
Bir yerde tutsak ailelerine “siz sahip çıkıp gerekeni
yapmadığınız için biz ölüyoruz” gibi serzenişlerde bulunulurken,
bir başka yerde demokratik örgütlere yönelik olarak
“ölü toprağı” eleştirisi yapılmakta, sonuçta bütün dil,
fedakâr devrimcilerin yalnızlığı üzerine kurulmaktadır.
Bu arada, daha sonra bir başka yazımızda bu konuya özel
olarak değineceğiz ama şimdilik bir notla yetinelim:
Aslında “kahramanlar” ve “kahramanların gerekliliği”
yolundaki söylemler de bu sözünü ettiğimiz “kitlelerden
şikayet” eğiliminin bir sonucudur; kitlelerin “devrimcilere
ait sorunlar”a karşı gösterdiği apaçık duyarsızlık,
daha doğrusu o sorunların esasen “kendilerine ait sorunlar”
olduğunu kavrayamamaları hali, önce hoşnutsuzluğa, daha
sonra da “kahramanların gerekliliği” düşüncesine yol
açmaktadır. Esasen “kahramanların gerekmediği” ama “olumsuz
politik ortam” koşullarında böylesi bir durumun doğduğu
söylemi artık sosyalist basında yazılı olarak da ifade
edilir olmuştur.
Sonuçta olan şey ise, dergi manşetlerindeki atmosfer
ile yoksulların çorak ve ufuksuz dünyası arasındaki
(geçmişten beri hep var olan) açının giderek büyümesi
ve neredeyse artık bir uçurum haline gelmesidir. Özellikle
bazı uç örneklerde sanki yarın akşamüstü devrim olacakmış
gibi bir hava yayan sol dergi söylemi, mahalle kahvesindeki
ve belediye otobüsündeki basit insanların dünyasıyla
çatışmakta ve bu arada okur ya da sempatizan diye tanımladığımız
kesimin ruh halinde ciddi travmalar oluşmaktadır. Öteden
beri devrimci kamuoyunda alaylı imalara konu olan bu
söylemin, artık sözkonusu imaları daha çok hak ettiğini
biliyoruz. Devrimcilerin sanki bu dünyada yaşamıyorlarmış
gibi görünmelerine neden olan bu durum, gerçekte üzücüdür.
Çünkü derginin uç söyleminin devrimci sempatizana sağladığı
geçici iyimserliğin etkisi, daha sokağa attığı ilk adımda
dağılıp gitmekte, ne bizim sorunlarımızla ne de kendi
öz sorunlarıyla bir parçacık ilgili olmayan milyonlarca
insanın kalabalığı, onun devrimci ruhunda onulması zor
yaralar açmaktadır. Çıplak gerçeği ortaya koyarak devrimci
insandan bu olumsuz koşulları değiştirmek için yeni
bir performans talep etmek yerine arkaplanı olmayan
bir iyimserliği pompalamayı alışkanlık haline getirmiş
olan bu tarz, sonuçta yarardan çok zarar getirmektedir.
Daha temkinli olan diğer örneklerde ise bu söylem, kitlelere
yönelik “yap-et” çağrılarına (ya da emirlerine!) dönüşmekte,
insanlar sık sık “duyarlılığa davet edilmekte ve nihayet
(potansiyel dergi okuru olduğu varsayılan) ezilen insanlara
sık sık, üstü kapalı olarak “yahu sen ne biçim insansın,
niye bu kadar ölüm karşısında bir şey yapmıyorsun, ayağa
kalk da biraz adam ol!” türünden laflar edilmektedir.
Mizah dünyasında “yurdum insanı” olarak tanımlanan ortalama
TC yurttaşı, belirli bir güç ve güven ilişkisi üzerinden
değil, bugünün dünyasında ekmek uğruna kolayca terkedilebilir
unsurlar olan “onur”, “insanlık” gibi kavramlar üzerinden
devrimci pratiğe çağrılmaktadır.
Yani örneğin, ölüm orucuyla ilgili bir panelde, kendisini
esasen devrimci olarak tanımlayan bazı dinleyiciler,
konuyla ilgisi neticede insan hakları düzeyinde olan
bir hekime “bu halkın duyarsızlığını ne yapacağız, n’olacak
bu memleketin hali” mealinde sorular sorabilmektedirler.
Ya da daha iyi örneklerde, devrimcilerin ölüm orucu
politikasını eleştiren bir ailenin “bu halk için değer
mi?” söylemi, saygıyla karışık bir pasiflikle yanıtlanmakta,
bu kaosun bizim hatalarımızla ilgili nedenlerinden kaçınmak
için, yerine göre aydınlardan, sendikacılardan, “bilinçsiz
kitlelerden”, vb. şikayet etmek tercih edilebilmektedir.
Baskının “Teşhiri”
ya da Propagandası
‹şin en çarpıcı yanı ise, çoğu kez aşırı keskin bir
noktadan yürüyen bu söylemlerin, bir yandan da “insan
hakçı” ve “yakınıcı” bir başka damarla buluşup sakatlanmasıdır.
“Demokratik haklar” ve “insanlık” gibi kaygan zeminler
üzerinden yürüyen ve bunların otomatik olarak ezilen
sınıfları da çok ilgilendirdiğini varsayan bu dil, devrimci
ve muhalif güçlere yönelik baskıyı devrimci mücadelenin
olağan sonuçlarından biri olarak görmekten giderek uzaklaşmakta
ve bu zulmü “protesto” etmeyi, bu protestonun sağladığı
çerçeve üstünden demokratik hakları “genişletmeyi” önüne
hedef olarak koymaktadır.
Böylece ortaya çıkan sonuç ise “devlet terörünün teşhiri”ne
yönelik çabanın giderek devrimcileri “hep kaybeden ve
zulme uğrayan insanlar” pozisyonuna düşürmesidir. Çünkü
belli bir noktadan sonra “devlet terörünün teşhiri”,
egemen medyanın da görsel katkısıyla, bu terörün “propagandasına”
dönüşmekte, dolayısıyla kitlelerde güven değil korku
ve kaygı uyandıran bir etki yaratmaktadır. Yani, polis
baskısı ve dayağının TV haber görüntülerine dönüşmüş
hali, esasında artık “devletin yüzünü açığa çıkarıcı”
bir rol oynamamakta, daha çok onun “mutlak hegemonyasını”
bize anlatmaktadır. Dolayısıyla, uğradığımız baskıyı
halka anlatmayı, böylece buradan bir tepki üreterek
kitleselleşmeyi hedefleyen tarz da büyük ölçüde bu değirmene
su taşımaktadır. Çünkü, muhalif olmanın, özellikle de
belli bir çizgiyi aşmanın risklerini açıkça ortaya koyan
baskı görüntüleri ve devrimcilerin bu yöndeki söylemleri,
basın açıklamaları, protestoları, vb. sıradan insanı
“evinde oturmanın daha güvenli olduğu” düşüncesine ikna
etmektedir. Zaten uzun süredir esasında kendiliğindenci-tepkici
ve “muhalif” bir hat üzerinden politika yapan ve kendi
gündemiyle sürece müdahale etmek yerine düzen kanallarından
akıp gelen spekülatif “gündem” maddelerine protestolarıyla
“dahil olan” devrimci hareket, böylece kendi damarını
kurutmakta ve giderek kendi özgüvenini de törpülemektedir.
Çünkü artık sözü edilen şey, “gerçekleştirilmiş” eylemler
değil, bu eylemleri ezen devletin vahşiliğidir. Kitlelerin
bizden en çok duymak istediği şey, bu baskının “nasıl
alt edileceği” iken, bizim onlara söylediğimiz şey,
baskının nasıl yoğun olduğu(1) ve aslında bütün bu olup
bitenlerin “sınıfsal kökeni”dir, ki bu haliyle yaptığımızın
adı “siyasi gerçeklerin açıklanması” değil, bu ülkede
çocukların bile bal gibi bildiği devlet tavrının bizim
terminolojimizle yeniden ifade edilmesidir.
Kısacası, yapılan şey, şimdilik ve mecburen “muhalefette
olmak”la, kendini “muhalif kimlik” aracılığıyla tanımlamak
arasındaki farkın (postmodern modaya uyularak) ortadan
kaldırılması ve doğal olarak dilin de oradan, “baskıdan
yakınan” bir noktadan kurulmasıdır. Daha doğrusu, bugün
elverişsizmiş gibi görünen koşullarda “iktidar hedefi”nin
ve “devrimin güncelliği” fikrinin resmen ifade edilmeksizin
çok uzun bir vadenin sonuna doğru itilmesi, günümüzün
hedeflerini “kitleselleşmek için demokratik ortamı genişletmek”
biçiminde oluşturmakta, böylece klasik Leninist söylemde
evrim dönemi pozisyonu olarak tanımlanan “siyasi yelpazenin
en solunda durmak” hali, edilgen ve salt protestocu
bir “müzmin muhalif” konumuna denk düşmektedir. Tek
tek insanlar için anlamlı olan “muhalif kimlik” kavramı,
devrimci örgütler bakımından bir gerileme dili oluşturmaktadır.
İnsana Geldiğimizde...
Ve nihayet bu dil, devrimci mücadelenin kendi insan
malzemesini de yanlış bir kültürel yapıyla donatmaktadır
ki, bütün sürecin en olumsuz ögesi de budur.
Tarih bilinci önemlidir. Tarihsel bellek, devrimci hareketin
geleceğini aydınlatır. Örneğin özellikle 60’lı (ve daha
sonra 70’li yıllarda) devrimci insanların işkenceli
sorguların ardından doktorlara koşup raporlar alarak
basın açıklamaları yapmamaları, belli bir anlama denk
düşer. Bu, devrimcilerin anılan dönemde “insan hakları”
kavramından (ya da yurttaşın temel hukuki haklarından!)
habersizliğiyle filan açıklanamaz. Gerçi, evet, sözü
edilen süreçte, en azından 1980’deki ağır darbeyle güçten
düşünceye kadar devrimci hareketler, böylesi kavramlara
yabancı bir noktada durmuşlardır; ayrıca uluslararası
düzlemde de sınıfsal kimliklerin yerine “yurttaş” tanımlamasını
öne çıkaran eğilimler bugünkü gibi yaygın değildir,
ama sorun herhalde salt kavramsal bir sorun olarak düşünülemez.
Belki abartıyor olabiliriz ama söz konusu tavrın asıl
nedeni kavramların ötesinde bir yerdedir ve asıl mesele
şudur: O dönem itibarıyla insanlar, kendilerini büyük
bir davanın militanı olarak görmekte ve işkenceyi, zulmü
de yaptıkları işin "sermayesi" olarak algılamaktadırlar.
Ortalıkta CMUK yasası yoktur; sorguda avukat istemek
ise dayak menüsüne ekstra bir çeşidin eklenmesi anlamına
gelmektedir. 80’li yıllarda başlayan “Avrupalı heyetler”
furyası da henüz ufukta görünmemektedir. Sorguya giren
hiçkimse için “acil eylem çağrısı” yapılmamakta, yargılamalar
ise “ecnebi”lerin karışmadığı, “bizbize” salonlarda
icra edilmektedir. Gerçi, anti-faşist sürüklenmenin
karmaşası insanların devrimcileşme sürecini bir ölçüde
sakatlamakta ve iktidar perspektifinde bazı kaymaları
beraberinde getirmektedir ama en azından “eli silah
tutan” devrimci güçlerin militan ve sempatizan kitlesi
içindeki yaygın ruh hali, bu dönemde daha pervasız,
daha kendine-güvenlidir.
1980, bu açıdan da bir kırılma noktası sayılabilir.
Gücün kırılması, tabii ki hemen ve doğrudan doğruya
dilin de kırılması anlamına gelmemiştir; ama özellikle
90’lardan sonra, devrimci hareketin yaşadığı gerileme
süreci, giderek dili sakatlamış, dünyadaki genel eğilimlerin
ideolojik etkisiyle birlikte, devrimci kesimdeki “kendine
güven” unsuru zayıflamıştır. 70’li yıllarda sivil faşist
çeteyle yürütülen savaşın yarattığı atmosfer içinde
ve özellikle taşrada, devlet terörünün ve işkencenin
CHP’li yöneticiler aracılığıyla bir parça “hafifletilmesi”
girişimleri, 80’li yıllardan sonra biraz “Avrupalı dostlar”a,
biraz da “demokrat kamuoyu” ve “insan hakları hareketi”ne
doğru kaymıştır. 80’li yıllarda kurulan İHD, bu bakımdan
önemli bir adım olmuş, yoğun baskı koşullarında özellikle
tutsak yakınlarının terörü önleme aracı olarak iş görmüştür.
Ama her şey de bu kadar basit ve masum değildir. Bir
süre sonra devrimci hareketin güç kaybı, onun ruh haline
de yansımış, giderek bu “baskıyı geriletme” çabası,
kendi iktidar yolunda yürüyen devrimci hareketin önünü
açan bir yan sorun olmaktan çıkarak hayatın içinde önemli
bir yer tutmaya başlamıştır. Devrimcilerin ve siyasetlerin
insan hakları alanına fazlaca yığıldıkları bu dönemin
ideolojik etkileri ise 90’lı yıllarda daha zayıf bir
dil ve daha zayıf devrimci insan tipini doğurmuştur.
Yaşanan kırılmanın sonucunda yavaş yavaş bir mağdur/kurban
dili gelişmeye başlamış, bütün yukarıda anlatmaya çalıştığımız
sorunlarla birlikte bu dil, direnç kırıcı bir rol oynamaya
başlamıştır.
Bu söylediklerimizden bu tür kurumların ve alanların
önemini reddettiğimiz sonucu çıkarılmasın; devrimci
mücadele kendi seyri içinde karmaşık ve çok renkli bir
tablo üzerinden yürür; yani siz yürüttüğünüz mücadele
içersinde baskı ve eziyete uğrarsınız, bunu teşhir ederek
baskı aygıtının durumunu gözler önüne serersiniz. Hatta
bunun için kendi bünyenizde de belli bir çalışma yürütür
ve demokratik kurumlar yaratırsınız. Ama nasıl devrimci
olmakla “demokrat” olmak arasında çok kesin bir fark
varsa, salt “baskıyı teşhir etme” kavramıyla baskıya
rağmen yürüme, baskı koşullarında atılımlar yapma perspektifi
arasında da bir açı vardır. Bu, “yakınma” ile devrimci
meydan okuyuculuk arasındaki farktır. Yoksa devrimci
hareket, Vedat Türkali’nin röportajlarında sık sık düştüğü
duruma düşer. İzleyenler hemen hatırlayacaktır; TKP
tarihiyle ilgili her soruya "üzerimizde çok baskı
vardı, hiç soluk alamadık ki" diye yanıt veren
Türkali, bu arada bir KP’nin dikensiz gül bahçesi mi
beklediği sorusunu her zaman atlar. Yani siz bir Komünist
Parti kurmuşsanız, üstelik paranoya içindeki bir ülkede
yaşıyorsanız, baskı denilen şey gelir sizin üstünüze
yüklenir; bundan yakınabilirsiniz ama asıl işiniz ve
eğer komünistseniz asıl marifetiniz, o koşullarda da
yürümenin yolunu bulmaktır, bundan mızmızlanıp durmak
değil.
Devrimci hareket, son derece açık ve berrak bir biçimde
önüne bir iktidar sorunu koyar ve bugünkü gücü, içinde
bulunduğu aşama ne olursa olsun, taktiğe ilişkin söylem
ve tavırları ne olursa olsun, stratejik anlamda kullandığı
dünyaya meydan okuyan dili değiştirmez; o bir yürüyüşün
dilidir, yapılan işin bedellerini bilen, onlara direnmeyi
“fedakârlık” olarak değil, yürütülen mücadelenin doğal
bir parçası, bir yaşam tarzı olarak gören bir dildir.
Devrimci hareket kendi insanlarını da böyle bir dil
ve anlayışla donatır, donatmak zorundadır. Aksi halde,
(her şeyi açık konuşmakta yarar var) ortaya çıkacak
olan devrimci insan tipi de, demokratik alana yönelik
devlet terörünün “normal” biçimlerine fazlasıyla alışmış,
şiddetin asıl azgınlaştığı politik düzeye ise çok dayanıklı
olmayan bir tip olacaktır. Gözaltının bilinen biçimlerini
iyi tanıyan ama operasyon sorgusunun farklı tarzını
karşılayamayan, kalabalık içinde kendini iyi hissederken
yeni cezaevi hücrelerinde yalnızlığı kaldırmakta zorlanan
tip, yanlış bir dilin eseri olacaktır ve olmaktadır.
Çubuğu Bükmek...
Gerçekten de burada çubuğu diğer yana doğru sertçe bükmek
gerekiyor.
Öncelikle kabul etmek gerekiyor ki, bu artık yalnızca
bir dil meselesi değil, genel olarak devrimci hareketin
tıkanıklığıyla ilgili bir sorundur. Devrimci hareket,
dünyanın içine girmiş bulunduğu yeni tarihsel çağın
ilişki ve çelişkilerini çözümlemek ve oradan gelerek
bu topraklarda yeni ve evrensel ölçekte anlam ifade
edecek olan bir devrimci yenilenme yaratmak zorundadır.
Bu, aynı zamanda kendiliğindenciliğin açık-gizli bütün
formlarının esaslı biçimde terki ve yeni bir devrimci
atılımın inşası anlamına gelecektir. Ancak böylece kendisini
yeniden inşa eden ve ideolojik, politik, örgütsel, bütün
alanlarda sürece bütünlüklü bir müdahalede bulunan devrimci
hareket, gerileme noktasından atılım aşamasına geçebilir
ve bütün ezilenlerin güvenini sağlayabilir. Üstelik
bu, 2000’li yılların gerçek manzarası içinde salt mekanik
bir müdahalenin ötesinde, aynı zamanda etik ve kültürel
bir çıkışı da içermelidir.
Dil sorunu bunun bir parçasıdır ve bu bağlamda düşünülebilir.
Birinci olarak, devrimci hareket, artık gözünü kendi
dar çerçevesinden ayırıp, kitlelere, onların somut,
gerçek hayatlarına dönmek, o gerçek hayat üzerinden
bir devrimci dil inşa etmek durumundadır. Yazının başındanberi
“bize ait sorunlar” diye tanımladığımız sorunların,
yani cezaevleri, işkence, baskı yasaları, vb. gibi şeylerin,
salt “devrimcilere ait sorunlar” olup olmadığı tartışması
elbette son derece anlamsızdır; tabii ki bütün bu sorunlar,
genel olarak ezilen halkın tümünün yaşamsal sorunlarıdır.
Bunu tartışmak bile gerekmiyor; ama asıl mesele onların
şu somut anda, yaşadıkları çürütücü kaos içinde, hangi
yakıcı sorunlardan hareketle devrimci saflara çekilebileceği
sorunudur. Bugün, yaşadığımız bu anda, bu sorunlar,
ezilen ve yoksul insanların gündeminde yakıcı bir yer
tutmamaktadır ve biz bu gerçeği dışlayan bir yerden
yürüyemeyiz.
Bu somut saptamadan hareketle varılacak olan yer, işçi
kuyrukçuluğunu ve ekonomizmi göklere çıkaran, ezilen
insanların dar dünyalarına teslim olan bir anlayış değildir.
Sözgelimi devrimci tutsaklar korkunç bir kıyıma uğratılır
ve hücrelere tıkılırken, olup bitenleri “küçük burjuva
devrimcilerinin taşkınlıkları” olarak görüp “ekmek davası”
peşinde daralan sıradan insana övgü düzmek, üstelik
bu arada her türden sarı sendikacı eğilime kucak açmak
düpedüz yakıcı bir sorundan kaçış anlamına gelmektedir
ve bu “kitlelerden kopmamak” adı altında yutturulamaz.
Devrimci hareketin, buradan çıkaracağı sonuç, hayata
bütünlüklü bir müdahalenin gerekliliğidir ve bu bütünlüklü
tarzın merkezinde de ezilen sınıfların somut yakıcı
ihtiyaçları, onların asli sorunları yer almalıdır. Bu,
sıradan, günlük ihtiyaçlara teslim olan değil, politik
gündemin düzeyini yükselten, ezilen insanların ufkunu
genişletip zenginleştiren bir tarz olmak zorundadır.
‹kinci olarak, bu dil, kitlelerin düzene ve düzen kurumlarına
olan güvensizliğinin, onların devrimcilere (ve elbette
asıl kendi kendilerine) güvensizliği yoluyla dengelendiğini,
böylece hoşnutsuz ama yeni bir alternatife de inanıp
meyletmeyen bir felçli insan kategorisinin yaratıldığını
dikkate almak zorundadır. Dolayısıyla, devrimci hareket,
örgütsel istikrarından kültürel tutarlılığına, politik
programlarından eylemlerinin hedeflerine dek her konuda,
kitleler gözünde bir güven yaratmalı ama bunu en çok
da dili bakımından sağlamalıdır. Sürekli önü kesilen,
baskıyla geriye itilen bir güç olma noktasından artık
küçük küçük de olsa “muharebeler kazanan” bir pozisyona
geçmek devrimci hareket için nasıl yakıcı bir ihtiyaçsa,
dil bakımından da “yakınıcı” bir tarzın terkedilmesi
ve yıkıcılıkla kuruculuğu bünyesinde birleştiren bir
başka dilin inşası o ölçüde zorunluluktur. Kendi sorunlarına
ve kendisine yapılan eza/cefaya kilitlenmiş, durmadan
onu şikayet eden, böylece devletin (kitlelerce zaten
bilinen) baskıcı yüzünü teşhir ettiğini zanneden bu
dil değişmeli ve kendine güvenli, meydan okuyucu yeni
bir dil ortaya çıkmalıdır. ½üphesiz bu, yazımızın başlarında
örneklediğimiz “keskin dergi manşetçiliği” tarzı değildir;
sözünü ettiğimiz şey, arka planı dolu, güven verici
devrimci pratiğe yaslanan bir tarzdır ve bu anlamda
siyaset yapma biçimiyle sıkı sıkı bağlıdır.
Ve nihayet, üçüncüsü, bu devrimci yenilenme atılımı,
dönemin ihtiyaç duyduğu yeni devrimci kadro tipini de
ortaya çıkarmalı ve onu politik olarak donatmalıdır.
Kollektif özne olma bilincine sahip, kendini devrimin
salt neferi değil aynı zamanda kurmayı olarak gören
bu inisiyatifli devrimci insan, bütün bu özelliklerinin
yanısıra yaptığı işin bedellerini çok net bilen ve devrimciliği
fedakârlık olarak değil bir yaşam tarzı olarak algılayan
bir yapıya sahip olmalıdır. Böylece o, en dar alanlarda
ve en zor koşullarda bile kendi ayakları üzerinde durabilecek,
yakınıcı söylemlerden uzakta işini yapacaktır.
Kısacası, Türkiye devrimci hareketi, uzun yıllar süren
bir krizi aşma yolunda adımlar atmaya başlarken çok
cepheli ve çok yönlü bir hesaplaşmadan geçmek ve kendisini
hayatın bütün alanlarında yeniden üretmek zorundadır.
Bunun kolay olduğunu söyleyemeyiz tabii, ama artık çok
fazla zor da değildir. Özellikle son yılların öğretici
deneyimleri yeni bir devrimci ufukla ele alındığında
doğru kriterlerin yakalanması mümkündür.
Tarih, insanın önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz çünkü.
Yalnızca bazen, çözüm yolları basit ve düz olmayabilir,
hepsi o kadar.
—————————————————
(1) Biraz geçmişi anımsayanlar bilecektir; bu ülkede
70’li yıllarda yalnızca kurşunla vurulmuş insanlar “yaralı”
sayılır, geriye kalan ezik ve çürükler, deyim bağışlansın,
hesaba katılmazdı. Oysa ilginçtir, 2000’li yılların
sosyalist basınında (ve tabii günlük sol-yurtsever medyada
da) örneğin “polisin müdahalesi sırasında 9 kişinin
yarala ndığı” haberini okuduğumuzda biliriz ki, söz
konusu olan şey, cop ve kalas darbeleridir. Hatta bazı
hallerde özellikle günlük sol-yurtsever medya, “yaralı”
miktarını biraz daha çoğaltır, işin içine “kafasını
parçaladılar” gibi tıp bilimine aykırı tanımlamalar
katar. Böylece ‹kitelli medyasının “kıskıvrak yakalandılar”
klişesinin sol karşılıkları üretilirken, polisin şiddetini
teşhir etmeyi hedefleyen iyi niyetli çaba, aslında karşıtına
dönüşmüş olur. Sözkonusu kitle eyleminin görkemini,
içeriğini ve direngenliğini vurgulaması halinde daha
yararlı olacak olan bir haber, böylece yeni kuşakların
gözünü korkutan bir içerik kazanır.
|