Yaşam Enerjisi ve
Üretkenlikle Doluydu
Alp
Ata Akçayöz
|
Geçen
hafta bir dostum, gönderdiği mektupta “Güler hepimizden
mektup bekliyor” diye yazmıştı Kendimi birden hazırlıksız
sözlüye kaldırılmış bir öğrenci gibi hissettim. Oysa,
bir gün, bir yerde karşılaştığımızda söyleyebileceğimiz
sözler, pekala bu mektuplarla da gönderilebilirdi.
Az önce yazdığım bir yazı, üzerimdeki tüm “hazırlıksızlık”
psikolojisini aldı götürdü. Yazdığım şey ise yemek tarifiydi.
Ölüm orucundaki arkadaşlar özel olarak istemiş; biz
birbirimize anlata anlata bütün bildiklerimizi tükettik,
bize yeni birşeyler gönderin diye istekte bulunmuşlar.
Ben de onlara Ata’nın bizim için icad ettiği “Beşamel
soslu döşeme” diye de isim taktığı yemeği yazıp gönderdim.
Bu yemeği, açlık grevine başlayacağımız gün hemen pratiğin
içinde “icad edip”, hazırlayıvermişti.
Evet, bu mektupta bol bol Ata’dan bahsedeceğim. Sadece
paylaşabileceğimiz yegane şey o olduğu için değil. Bunları
paylaşmak istediğim için, bunları yazdıkça yüzüme ister
istemez bir gülümseme konduğu için... Bazı devrim şehitleri
aklımıza geldiğinde kaşlarımız çatılır, içimiz hırsla,
kinle, intikam duygusuyla dolar. Oysa Ata ve onun gibi
ilişkilerimin olduğu arkadaşlar aklıma geldiğinde, dudağıma
da bir gülümseme konuverir. Çünkü herşeyden önce sevgiyi
uyandırırlar içimde. Sadece çok sevdiğimiz için değil,
aynı zamanda hep sevgiyi ürettiğimiz için. Onunla beraber
geçen her dakika, bu sevgiyi daha da güçlendirdiği için.
Bazı insanlar vardır, tanıştıktan kısa bir süre sonra
kaynaşıverirsiniz. Ata ile de öyleydik. Ama bu salt
ideolojik motiflerle sınırlı bir kaynaşma değildi. Onun
ötesinde, sanki yıllardır aradığım bir dostumdu. Politika
ise bu dostluğu daraltmak ne kelime, aksine sınırsızca
genişleten bir olguydu.
Yaşadıklarımızı anımsarken bir yandan da düşünüyorum;
şu dünyada başka kaç kişinin hiç teklifsizce boynuna
kolumu atabiliyorum, kafamı göbeğine rahatça yaslayabiliyorum?
Duygusallığın bir zayıflık değil, bir erdem olduğunu
her haliyle, paylaştıklarımızla bana anımsatan kaç kişi
var?
Bize, seninle evlenmeden önce, Küçükyalı tren istasyonunda
saatlerce soğukta sizi beklediği günleri anlatırdı.
O zaman derdim kendi kendime: İşte saatlerce bir kız
yurdunun telefonunu düşürmek için uğraşmamı, yine saatlerce
elimde bir demet karanfille Topkapı’da bir kahvede oturup,
Otogara giren her otobüsün peşine koşturmamı anlattığımda
gülmeyecek, benimle kafa bulmayacak biri. Aşık olmaktan,
bunu yaşamaktan, paylaşmaktan korkmayan biri.
Çok duygusaldı. Zaten bu duygusallığından dolayı bir
türlü bizim koğuşa geçememişti. 19 Aralık’ta ortalık
karıştığında gelip, iki kişiye haber bıraktığını, ölürsem
buranın şehidiyim diye bilgilendirdiğini anlatmıştı
bana.
Yine gülümseyerek dinlemiştim onu. Sanki gereksiz bir
iş yapmış gibi geliyordu bana. Çünkü kendimce ölüm ve
Ata, en son yanyana gelebilecek şeylerdi.
O, ölmemeliydi. Sırada bizler vardık, onun ölmesi çok
mantıksızdı, akıldışıydı, olmayacak şeydi, ihtimal bile
verilemezdi.. Savaşın tüm kurallarını unutmuştum Ata
sözkonusu oluğunda. O ise daha gerçekçi bakıyordu hayata.
Yaşama daha yakın olmanın verdiği bir gerçekçilik vardı
onda. Sadece af yasası konusunda anlaşamazdık; bu konuda
-biraz da kaldığı ortamın etkisiyle - bizden çok daha
iyimserdi. Bu anlamıyla biz ‘biraz daha gerçekçi” olabiliyorduk.
Onu en son halay çekerken gördüm. Yine ağzı kulaklarındaydı.
Ümraniye’deki son günümüzdü. Aklımda en son, bu güleç
yüzlü haliyle kalması bile bazen bir şans gibi geliyor
bana. Gerçi onun hiç somurttuğunu, hatta “normal” durabildiği
bir anı da anımsamıyorum ya. En azından sürekli gülümserdi.
Çevresine her zaman yoğun ve olumlu bir enerji yayıyordu.
Her “enerjik” insan bunu başaramaz; Adam çok enerjiktir
ama çevresindekiler bundan pek nasibini alamaz. Oysa
Ata, bulunduğu her yere enerjisini, coşkusunu, sevincini
yaşam sevgisini taşımayı bilirdi. Bunların hiçbiri soyut
da değildi.
Yani sadece sohbetiyle ortalığı şenlendiren bir insan
değildi. Buz gibi bir nöbet yeri, Ata’nın gelişiyle
bir elektirik ocağına kavuşur, bir süre sonra da çaylar
demlenmeye başlanırdı. Yaratıcılık, üretkenlik gibi
kavramlar, onun üzerinde bir “sıfat” gibi değil de,
onun “doğal bütünleyenleri” olarak dururdu. Bazen kıskanırdım
gizlice onun bu yeteneklerini.
Hep kitaplardan okuduğum birşey vardı. Marx, yabancılaşmanın
işbölümüyle başladığını anlatırken, komünist toplumda
yabancılaşma aşılırken, herkesin her tür işi yapabildiği
bir topluma evrileceğini anlatırdı. Bu, bana biraz ütopik
gelirdi. Oysa Ata ile tanıştıktan sonra, bir insanın
her konuda, her işi yapabilecek kapasitede olabileceğini
gözlerimle görmüş oldum. Yabacılaşmanın aşılabilirliğine
canlı bir örnekti adeta.
Sevgili Güler, mektubu burada bitiriyorum. Belki yaraları
kanatmaktan korktuğumdan, belki hiçbirşeyin hiçbir kelimenin
yetmeyeceğinden. Ama şundan eminim. Onunla yaşadığımız
tüm güzellikler, zamanın bir yerlerinde donmadı; anılarda
değil, yaşadığımız tüm güzelliklerde yaşamaya devam
ediyor.
Ve sen de, Berfin’de bu güzelliklerden birisiniz. Sizi
çok seviyoruz. Kendine iyi bak. Berfin’i de benim için
öp. Tüm dostlara çok selam. Sevgilerimle...
.........../ Tekirdağ
|