Metin Çulhaoğlu ile polemik: Tereciye tere satmak – Mehmet Güneş (Komün Dergi)

M. Çulhaoğlu’nun son makalesi hem çok tahrik edici, hem de eleştiriyi zorunlu kılıyor. Türkiye’de Marksist teoriyi en çok dillendiren ve siyasala teorik bir arka plana yaslanarak bakmaya çalışan ender kişilerden biri Çulhaoğlu. Daha önce yazdığı “Sol ve parantez kapatıcılar” (İleri Haber 9 Ekim 2016)* makalesi ve son günlerdeki yazısı “Saplantı” (İleri Haber 30 Temmuz 2019)** onun aynası sayılabilir. Her iki yazıda da Çulhaoğlu bizi Kemalizm’in ilericiliğine ve mukadderatımız olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu makaleler doğru ve yanlışlığının yanında, bir görüşün, kuramsal temele dayandırılarak, nasıl herkesin anlayabileceği bir sadelikte yazılacağının örneği olarak alınabilir. Benim böyle bir yeteneğim olmadığından eminim ama bir kere girdik, “pilavdan dönenin kaşığı kırılsın”.

Çulhaoğlu “sol ve parantez kapatıcılar” yazısına “liberaller” “gerici ve liberal olmadıkları halde benzer bir düşünceyle umutsuzluğa kapılıp köşesine çekilenler” ve “mücadeleye devam edenler” dâhil geniş bir sol kesimin “gericiliğin kurucu söylemine” kapıldıklarını söylüyor.

Kurucu söylem şöyle özetlenebilir: Türkiye toplumunun bir mayası, özü, doğası vardır; laiklik başta, Cumhuriyet’in modernleştirici girişimleri dışsal dayatmalar olarak kalmış, sonuçta toplum kendi doğası gereği bunları reddetmiş, hep aslını aramış, ona dönmek istemiştir.” Bu görüşünü, şu soruyla pekiştiriyor: “Cumhuriyet’in hamleleri sahiden “dışsal”, “dayatmacı”, bu toplumda hiç karşılığı olmayan çabalardan mı ibaretti?”

Bu “söylem”, dinci kesimler dışına taşırılırsa yanlıştır. Tersine “Cumhuriyetin modernleştirici girişimleri”, laiklik başta olmak üzere, ekonomik ve siyasal olarak azgın sermaye birikim programlarının uzantısı olarak sunulduğu için, toplum “modernleştirici girişimleri”, modernlik olduğu için değil, en başta onun yaşamına ağır baskı ve sömürü olarak dayatmalar içerdiği reddetmiştir. Bu “modernleştirici girişimciler”, kitlelere en küçük bir nefes alma olanağı bırakmadığı için; dinsel gelenek ve alışkanlıkları, karşı direniş eğilimleri veya arayışı olarak benimsemiştir. Bu gerçekler görülmediğinde, toplumun modernleştirici girişimlere karşıtlığı özsel olarak taşıdığı kabul edilmek durumundadır. Yani iddia tersine dönüyor. Bu mantıkla, bu toplumun “özsel” olarak “modernleşme” karşıtı olduğu söyleniyor.

Cumhuriyet’in hamleleri sahiden “dışsal”, “dayatmacı”, bu toplumda hiç karşılığı olmayan çabalardan mı ibaretti?” diyor ve ekliyor; “Soru önemlidir.” Evet, soru, doğru ve önemli! Bugüne gelen sonuçları nerede aramalıyız? Tam Çulhaoğlu’nun sorduğu soruyu sorarak devam edelim. Günümüz gerici faşist kabarış ve iktidarlaşması, bu toplumun özünden mi geliyor, yoksa tamamen toplumsal ve siyasal maddi yaşanmışlıklarla mı ilgili? Bugünkü faşizan hortlama bu toplumun özünden geliyor, demiyorsanız; bunu yaratan tam da, “Cumhuriyet’in hamleleri” diye sahiplendiğiniz süreç ve bu dönemin siyasal ve toplumsal pratikleridir. Yani Türkiye’yi kuşatan dini ve milli faşizan yükseliş, tümüyle cumhuriyetin hamleleri ve üstelik bilinçli hamleleriyledir. Cumhuriyet bütün bu gerici yaratıkları, kendisini devrim ve sosyalizm güçlerinden korumak için, bu haşaratı yaratmıştır. “Cumhuriyet’in hamleleri”, sizin dediğiniz gibi “dışsal” ve “dayatmacı” değil; bir politika olarak, bu toplumun devrimci damarını keserek, bu günkü en gerici ve kanlı birikimini hortlatmıştır.

Buradan tartışalım. Bugünkü Türkiye, ya sizin reddettiğiniz şey bu toplumun özünde var, gökten ilahi bir güçle topluma zerk edildi ya da tamamen nesnel toplumsal gerçekliklerimizin, “Cumhuriyet’in hamleleri” sonucunda -yani Türk burjuva cumhuriyetinin ekonomik ve politik tercihleriyle- buraya varılmıştır. Şimdi birileri, bunlara sahip çıkalım, buradan yürüyelim; bunlarda, biz ölümlülerin göremediği “ilerici” kerametler var diyorlarsa; bu yolu biz istemeyiz, buyrun sizin olsun diyoruz.

Sınıflı hiçbir toplumun, tarih dışı; tarihsel süreçlerden, belirli üretim biçimlerine özgü sınıf dinamiklerinden ve mücadelelerinden bağımsız, bunları önceleyen kendi mayası, hamuru, aslı, özü, doğası ya da başka bir haltı olamaz…” Tam tamına tarihsel materyalist bir tespit. Yalnız devamı, yazarımızı yalanlıyor. Cumhuriyet mistisizmi, bu materyalizmi tersyüz ediyor. Aynı öncellerden kalkarak, tam tersi sonuçlar elde etmek ilginç bir durum. Biz, cumhuriyet koduyla sahiplenilen dönemde, laisizm dâhil “Cumhuriyet’in hamleleri”inden önce ve asıl ağır ekonomik ve siyasal dayatmalarla birlikte, bugünkü gerici faşizan İslam’ın hortlatıldığını söylüyoruz. Laisizm ve “Cumhuriyet’in hamleleri”nin “elma” değil, “elma fikri” olduğunu ve laisizm olarak yenilemeyeceğini söylüyoruz. Kitleler bunların elma olmadığını net, yaşayarak gördüler; ama bazı Marksistlerimiz, bunları, maddi elmayla aynı sanıyor ve kitlelere bir tattırırsak tadından doyamayarak çok sevecekler diye düşünüyorlar. Sonra da Marksizm bahsinde, Engels’ten “elma fikrinin yenilmeyeceğini” herkese öğretmeye kalkıyorlar. Ama kendileri yıllardır “elma fikrinin”, elmanın kendisinden daha lezzetli olduğunu ileri sürmeye devam ediyorlar.

Çulhaoğlu, kendi teziyle çelişkiye düşmeyecek kadar konulara hakim bir birikime sahip olduğu için, Türkiye toplumunun gerici bir öze sahip olduğu anlamına gelen çelişkilerini düzeltiyor. “Gericiliğin özellikle 1940’ların ikinci yarısıyla birlikte yükselişe geçmesi, emperyalizmin “yeşil kuşak” projeleri, 12 Eylül’ün en başta dine müracaatı, bu toplumu aslına ya da özüne döndürmeye yönelik işler midir?” Bu sorular doğrudur, ama tam da M. Çulhaoğlu’nun es geçtiği 1940’ların öncesinde yaşanılanlarla tamamlanırsa. M. Çulhaoğlu, Mihri Belli büyüğümüzün “dağ teorisini” bize anlatıyor. Mihri Abi, açık konuşuyordu; M. Çulhaoğlu, 1940’ların öncesini sis perdesi altında bırakıyor. Demokrat Parti (DP), bu “toplumun özü”nün canlanışı değilse, nereden çıktı? DP’yi kuranlar, Mustafa Kemal’in en yakın çalışma arkadaşları, gözdeleridir ve antikomünizm konusunda Mustafa Kemal’le aynı çizgidedirler. 12 Mart, 12 Eylül generalleri, Kemalistlikte, kimden geri kalırlar? Toplumsal terör ve baskı, sömürü, hangi dönemlerde bu toplumun ensesinden eksik olmuş?

Bugünkü gerici faşizan dalgayı, 1940’lar öncesini sis perdesi içinde bırakıp aklayarak, M. Çulhaoğlu, bunların “üretim tarzı” ve “sınıf mücadeleleri” sonucunda ortaya çıktığını söylüyor. Ve ekliyor; onlar “yapmış”, onlar “oldurmuş”tur. Yarın biz yaparız, başka bir şey “olur”, diyor.

Çok doğru; bu iki tespite de katılıyoruz, ama bu tespitlerin sahibi olarak siz ters yöndesiniz. Onlar “yapmış”, “oldurmuş”tur diyorsunuz; onlar, soyut bilinmez birileri değil, onlar sizin savunduğunuz “cumhuriyet hamleleri”ni yapanlarla aynı sınıflardır; tam da bu yüzden, onların yaptıklarını değil kendi işimizi yapalım. “Cumhuriyetin hamleleri”ni devam ettirmek, onların işidir. Biz “cumhuriyetin hamlelerin”in izinden gidersek, aynı yere çıkarız. Kendi işimizi yaparsak, ancak o zaman başka bir şey yapmış oluruz.

Çulhaoğlu, eleştirdiğimiz ilk yazısında sis perdesi arkasına sakladığı görüşlerini, son günlerdeki “Saplantı” yazısında açıklıyor. Yazı, bir tarih dersiyle başlıyor. “Bir dönem gizli tutulmuş”, “resmi tarihin hiç bulaşmadığı, bulaşamayacağı yalın gerçekler”i, bize açıklıyor. Gerçi biz, “gizli tutulmuş yalın gerçekler”i, orta veya lise mektebindeki tarih derslerinden hatırlıyoruz. Zara kazasının orta mektebinin müdürü, Boz Ahmet lakaplı tarih öğretmenimiz, hep Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz Muhipleri, Amerikan Mandacıları ve Mustafa Kemalcileri anlatırdı. Ek olarak Çulhaoğlu’nun hiç dokunmadığı, Anadolu’yu sarmış “Bolşevik Cerayanlar”ın hepsinin ezildiğini eklerdi, ama geçelim.

Çulhaoğlu da bize, Boz Ahmet’in, ezilen “Bolşevik Cereyanlar”ı dediklerini çıkararak, aynı şeyleri anlatıyor: “Amerikan mandası, İngiliz himayesi, Sevr anlaşmasından “ne koparsak kârdır” zihniyeti ve nihayet Anadolu’da başlayan, kimi taktik ve manevralara rağmen hepsini reddeden bir başka hareket…” Mandacılık ve muhipliği reddeden, Sevr’e karşı mücadele eden bir subay çıkıyor. “Bu subay, 1919 yılında bir yola çıkmış, Konstantinopl ve Sykes-Picot Anlaşmalarının sonuçsuz kalması için mücadele başlatmıştır.” Ve soruyor: “Mustafa Kemal, yaptığı işi yapmayıp da başka ne yapsaydı?” Burada, cevabı içinde olan bir soru soruyor ve cevap veriyor. Devamında, aslında “Mustafa Kemal”den başka tercihiniz yok, diyor:“Ama 1919-1922 dönemindeki dört eğilimden dördüncüsü hariç diğer herhangi birinin neden ve nasıl Türkiye’nin “yararına” olacağına ilişkin hiçbir açıklamada bulunmadan dördüncüsüne özel bir hınç beslenmesi akıl ve mantıkla açıklanabilecek bir durum değildir.” Bize dört şık sunuyor; mandacılık, muhiplik, Sevr sevicilik, Kemalizm… Ve meşum ‘ehven-i şer’ tercihine zorluyor; niçin bu dört kötünün iyisini seçip, seçtiğimizi eleştirinin dışında tutacağız veya ‘olmuş olanı’, olabilecek tek gerçek olarak kabul edeceğiz? Bu, siyasal tahlilden çok, el çabukluğuna, göze kül serpmeye benziyor. Soru böyle sorulunca, yanıt da haliyle bellidir: Kim İngiliz mandasını, kim ABD muhipliğini, kim Sevr’de kırıntı koparmayı savunabilir ki?! Kemalizm biricik gerçek oluverir!

Çulhaoğlu, önceki yazısındaki boşlukları “Saplantı” yazısında dolduruyor, ama burada da başka gerçekleri sis perdesi arkasına saklayarak devam ediyor. Bu perdeyi kaldıralım. Birinci Dünya Savaşı sonunda, Osmanlı Devleti yıkıldı, Anadolu’da büyük bir iktidar boşluğu oluştu. Bu boşluğu doldurmak için, dağınık, yöresel, çok farklı sınıf ve zümre çıkarları temelinde mücadele eden gruplar ortaya çıktı. Çulhaoğlu’nun dediği üç eğilim değil, sayıları yüzleri bulan bu gruplaşmalar aslında iki kutupta toplanır: Birincisinde, Çulhaoğlu’nun üç eğilimi dâhil hepsi Osmanlı artığı bürokratik kastın ve Ermeni, Rum mülklerini gasp eden komprador burjuvalar ile toprak ağası ve “tefeci bezirganlar”ın, çıkarlarını koruma ve egemenliğini pekiştirmek isteyen egemen klikler yer alır. İkincisinde, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (THİF), Anadolu’daki TKP grupları, Çerkez Ethem kuvvetleri, Yeşil Ordu vd. Anadolu’daki çeteler ve öz savunma biçiminde halk örgütlenme ve direnişleri yer alır. Biri, yoksul kitlelerin tarihsel inisiyatif alarak örgütlenmeleridir. İkincisi ise bunların dağıtılması, devletleşme, mülkiyet düzenin korunmasını hedefleyenlerdir. Ve bu ikisi arasındaki mücadeleler döneme ve tarihsel kişiliklere damgasını vurur.

Çulhaoğlu’nun Kurtuluş savaşı dediği olayın, bir yüzü Türkiye’yi işgal eden batılı emperyalistlerle anlaşma ve Yunan işgalinin kırılmasıdır. İkinci yüzü, iç savaştır ve 1915’teki Ermeni, Süryani, Rum katliam ve tehcirleriyle başlamış, 1920’de meclisteki THİF kapatılıp üyeleri hapsedilmiş, Çerkez Ethem kuvvetleri dağıtılmış, TKP önderliğinin Karadeniz’de boğulması ile içerdeki tüm muhalefetin ezilmesi ve sindirilmesi hedeflenmiştir. İşgal döneminin bu acımasız iç savaş boyutunu görmeden ve gizleyerek yapılan tüm Kurtuluş Savaşı güzellemeleri, Kemalizm övgüsü değilse, nedir? Hemen sonrasında, halen de devam eden Kürtlere karşı kanlı saldırılar, katliamlar gelir.

Çulhaoğlu, gerçeklerin bir bölümünü yok sayarak kurduğu ‘ehven-i şer” mantığı üzerinden son neşteri vuruyor. “Üzerinden yüz yıl geçmiş bir dönemin bugün “başka türlü” okunmasıyla ülkeye demokrasi geleceğine ya da solun bu yolla ihya olacağına inananları, kimse kusura bakmasın, bir türlü anlayamıyoruz.” Çulhaoğlu, “bir türlü anlayamıyoruz” diyor, bu konuda anlaşıyoruz; anlamadığınız açık, gerçekten anlamıyorsunuz! Anlamadığınız; bütün Kemalizm tartışmalarının özü. Ve devrimci güçler, Kemalizm’le gerçek bir hesaplaşma yaşamadan ihya olmaz.

Dipnotlar:

* Sol ve parantez kapatıcılar (https://ilerihaber.org/icerik/sol-ve-parantez-kapaticilar-61163.html)

** Saplantı (https://ilerihaber.org/yazar/saplanti-101265.html)

(06.08.2019 Komün Dergi, http://komundergi2.com/metin-culhaoglu-ile-polemik-tereciye-tere-satmak-mehmet-gunes/)