Hikmet Acun: Gelecek kahve falında mı çıkar ya da emek özgürleştirir mi? – Komün Röportaj (Komün Dergi)

Komün Dergi: Öyle görünüyor ki, insan veya insanlığın varoluşunu devam ettirmesi bir sorun ama ondan önce, sanki dünyanın hep varılması ya da ulaşılması gereken bir amacı varmış gibi ortaklaşılmış bir hedefi kim kuruyor?

Hikmet Acun: Burjuvazi! O, bize ne söylüyorsa, elimize ne veriyorsa, neyle nasıl ilişkileneceğimizi tembih ediyorsa, öyle yaşıyor insanlık. Ama aslında bu meseleyi şöyle anlamak daha tutarlı olur; bakın bizi tarihten ne getirdiyse, o neyse, bizi o götürüyor. “Amaç şu” demiyor, ama bir “gitme” var. Bu, ‘tarihten gelen’in gitmesidir.  Bunun için burjuvaziyi bir gerçekliğin içinde anlayabilmek için, ‘tarihten gelen’i iyi anlamak zorundayız.

Şöyle bir soralım; kapitalizmi bu kadar dinamik kılan şey nedir diye! Kapitalizmi üretim araçları ve üretim ilişkisi meselesinin dışında, insanda şayan eden şey nedir diye? Kapitalizmi, öncekilerden ayıran kurucu saiklerden biri, durmadan haz üretiyor olması. Ve bu haz üretimi öyle bir şey ki, insanın ruhsal, duygusal, fiziksel ve sosyal olarak dokunduğu her şeyin içinden; yeniden yeniden çıkıyor. Diyeceksiniz ki, bu yeni mi? Yeni değil. Bu, insanın öyküsünden gelen bir “olma biçimi”nin en gelişmiş hali. Beslenme zincirinin en tepe noktasına çıktığımızdan beri artık, yalnızca yaşamak için yemiyoruz; haz almak için yiyoruz. Üremek için cinselliğimizi gerçekleştirmiyoruz, haz almak için sevişiyoruz. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmek için çırpınıyoruz. Nesnelere, mülkiyete, entelektüel meşgalemizle, hayatımıza kattığımız her şeyle haz ilişkisi kuruyoruz. İşte kapitalizm, tarihin hazzı”nın bitmez, tükenmez arzusunu bir forma büründürme becerilerine sahip olması nedeniyle, ona cevap olabilme becerilerine sahip olması nedeniyle, insanı dünyanın her yerinde aynılaştırmış olması nedeniyle, dinamik bir tüketiciye sahip olmuştur. Kendinden önceki hiçbir toplumun sahip olmadığı dinamik tüketici güçlere! Bakın kapitalist işletme, basit bir çikolata ya da içecek tasarlarken bile, bunların içinde insan beyninde hazzı artıran serotonin, dopamin vb. hormonlarını tetikleyecek molekül yapısında kimyasallar kullanması ticaretin şanından olmasa gerek. Bir ürünün renk tasarımından, ergonomisine kadar tüketici davranışlarının baz alınarak yapılması spontane bir şey olmamalı. İşletme her ürettiği üründe tüketici deneyimine başvurması gırgırına olmasa gerek. İşletme yeni bir telefonunu tanıtırken, söze onun bir fikir sahibi olduğuyla başlaması, salt pazarlama hilesi olmasa gerek. Piyasada dolaşımda olan meta -emtia- nın bir “fikir” taşıması, bir “kimlik” taşıması ve bir anlam üretmesi, tüketiciye bir anlam katması ve bunun toplumsal ilişkiler sisteminin düzenleyici olağanına dönüşmüş olması; kapitalizmin mümkünlüğünü anlamak bakımından anahtar göstergelerdir. Kapitalizmi kendinden öncekilerden ayıran karakteristik; mümkünlüğünü ve muazzam üretim zincirini, haz üretimi üzerine kurmuş olmasıdır.

Öyle ki faşizmin huşu halindeki kitle ruhu, dinsel cemaatler, sosyal hareketler, savaşlar, şiddet, gazetelerin üçüncü sayfalarındaki cinayetler hemen hepsi bu haz toplumunun kendisini gerçekleştirme biçimlerinden başka bir şey değil.

Dolayısıyla gelecek kehanetlerine bakmak, kahve falına bakmak gibi olmuyor. Bugün artık bir gelecek tartışması yapabilmemiz için; sadece üretici güçlerin seyrine bakmak yetmez. Esas büyük çıkmazı oluşturan; tüketici güçlerin seyridir. Bugünün solunda ‘tüketici güçler’ diye bir merak ve tartışma var mı, yok! Bırakalım tartışmayı, bundan haberi bile yok. Yani şöyle bir fantazya değil gelecek; doygunluğuna ulaşmış bir topluma doğru gitmiyor. Kısa geleceğin kapitalist toplumu, esnek toplum olacak. Bugünün toplumu meydana getiren ilişkileri belirleyen sınırlar esneyecek, çoğu yerde iç içe geçecek. Bunun şimdiden emarelerini görmek mümkün. Emek sorunu, kapitalizm için oldukça tolere edilebilir biçimler alacak. Sömürü anlam değiştirecek. Ama tüketimde devam edecek. Tüketici güçlerin seyri artarak devam edecek. Dolayısıyla üretim saikleri, tüketici güçler tarafından daha çok belirlenecek. Bu da muazzam bir meta mübadelesi demektir. Hiç görülmediği kadar muazzam bir mübadele. Ve muazzam bir sermaye birikimi… Bu biriken sermaye ile de başka gezegenleri fethe çıkacak. Yani kapitalizm, evrenselleşmesinin bir aşamasında uzaysallaşacak. Eğer durum buysa; kapitalizmin alacağı yeni biçimleri düşünürken, mevcut solculuğumuzla da ciddi biçimde cebelleşmemiz gerekiyor demektir.

Komün Dergi: Biz bu gelecek kurgusunun neresindeyiz? Pratik olarak çok uzaklara savrulsak da, teorik olarak geleceğin kuruluşunda nasıl rol alabiliriz?

Hikmet Acun: Mecazi olanı saymazsak, seyir defterinde gelecek için tasarlanan dünyanın hiçbir yerinde yokuz. Dur, “büyük devrimcileriz, bedel ödemişiz, dünyaya kafa tutuyoruz” diye hayıflanır gibisin! Siyaseten var olmayı, siyasi literatür ile dünyayı zikretmeyi, hayatta olmak olarak anlama!  Biz, burjuvazinin trendlerinin ve her trendinin yaratacağı yıkıcı sonuçları yaşamaktan başka, hiçbir yerinde olmayacağız. İstesek de olamayız, çünkü biz onun bir hamle sonra terk edeceği eskinin içinde kalacağız ve yaşarsak, sadece hayretle seyredeceğiz. Ama bizim olmamamız, yeni nesil devrimcilerin olmayacağı anlamına gelmez! Bu bakımdan kendimize bir deneyim olarak bakmak, gelecek nesil devrimcilere çok şeyler katabilir.

Bunun için aklımızı başımıza alıp, yeni kuşaklara “yatırım” yapacağız. Burjuvaziyle, onun trendleri içinde cebelleşebilecek nitelikte yeni nesil devrimcilere “yatırım” yapacağız. Dünyaya sahiden değiştirmek için bakabilen, maharetleri ve yaratıcılıkları gelişkin nesillere…

Bugün artık dünyayı nerdeyse algoritmalar yürütüyor ve işlevsel olarak da algoritmalar yönetiyor. Bankacılığı, borsayı, otonom çalışan araçları, uçakları, interneti, sosyal medyayı, televizyonunu, telefonunu, uzaya giden araçları, füzeleri, silahları algoritmalar yönetiyor! Polis, seni algoritmalar sayesinde takip ediyor, dinliyor. Birçok sektörde; makine üretiminde, otomobil üretiminde, gıda üretiminde hatta tarım üretiminde algoritmalar üretim sürecini yürütüyor. Algoritma dediğin; matematiksel bir mantık üzerinden “işlevsel kompozisyon” oluşturmaktır. Ama matematiktir. Bütün saydıklarım elektroniğin maharetinden çok, yazılım tarafının maharetidir. Düşünün; soyut rakamlar doğada yoktur. 1 diye bir rakam, doğada yoktur. Rakamın insan icadı olması ve soyut olması, onun gerçek olmadığı ya da gerçekliği kurmadığı anlamına gelmiyor. Soyut; 0-1 ilişkisi bir robotun somutuna dönüşebiliyor. Robot, bedensiz bir emek olarak, değer üretebiliyor. Dünya öyle bir yere gidiyor ki, artık soyutlama becerilerine sahip olanlar (insan, nesne, yazılım, yeni kuşak mekanik sistemler vb.) dünyayı şekillendirecek. Gelecek, sanıldığının aksine, akıllı işlemciler, yeni yazılım teknolojileri, akıllı metaller sayesinde büyük atılımı mekanik alanında gerçekleştirecek. Çünkü akıllı bir makine yapabilmen için, akıllı bir mekaniğe sahip olmak zorundasın. Makine yoksa yüksek üretim de yoktur.  Yani yeni nesil mekanik sistemler, anahtar rol oynayacak. Soyut emek, somut emek kavramsal olarak bir ilişki sorunu olmaktan çıkacak. Bu ikisinden türemiş, yeni türevsel emek kavramı konuşulacak. Yaratıcılık, insandan makineye, makinden tekrar insana geçecek. Üretim ha keza. Yeni nesil proleterlerin kavramsal envanteri başka olacak, biz, istesek de onların dilinden anlamayacağız. Anlamlar, algılardan gelir. Algı oldukça değişken bir uzaya sahiptir. O uzay, bizim zamanımızı belirleyen uzay değil. Bunu bir bilelim. Bunun için geleceği tercüme etmek,  devrimci olarak da “hayatta kalma”nın anahtarı durumundadır. Bir de daha yakıcı olanı hatırlatalım; yeni nesil bir devrimci kuşak bizim gibi “tüketici güçler”in içinden gelmeyecek. Gelse de bir işe yaramaz zaten. Yeni nesil, üretici güçlerin içinden gelmek zorunda.  Bu demektir ki, ‘dünyanın durmadan oluştuğu yer”den gelmek zorunda. Onun bilgisinden gelmek zorunda.

Komün Dergi: Dünyanın geleceğine müdahale etme gücü?

Hikmet Acun: Geleceğin ele geçirilmesi ya da burjuvazinin gidişatına müdahale etmekten söz etmek için, geleceğe müdahale edebilecek güçlerin birikip birikmediğine bakmak durumundayız. Bu yetmez, bu güçlerin hangi biçimler altında biriktiğine bakmak zorundayız. Yoksa tarihte ortaya çıkan her “birikim”, kapitalizmi yeniden üretmekten kaçamayacaktır. Yakın tarih bu derslerle doludur. Dolayısıyla bu gelecek sorunu, gelecekle kurulan ilişki meselesi hamasi bir mesele değil.

Marks; “gelişmenin belli bir aşamasında, üretici güçlerle, üretim ilişkileri arasındaki çelişki nihai bir yere gelir ve devrimler tarihe girer” diyordu. Aynı Marks; “burjuvazi üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal ilişkileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz.” diyordu. Bu veciz söz, bir çeviri hatası olsaydı, çeviri sorunu olarak bakardık, ama öyle değil. Marks, aslında bir ikilem içindedir. Bu ikilem, Marks’ın yaşadığı dönemin, kapitalizmin henüz belirsizlik anı olması nedeniyledir. Marks, kendi varoluş koşullarını, yaniüretim ilişkilerini durmaksızın devrimcileştiren burjuvaziyi önceki sanayi sınıfından farklı olarak koyuyor aynı zamanda. Ve Marks’ın burjuvaziyi böyle ele alış biçimi, hem ona bir özne rolü atfetmesidir, hem de kapitalist dinamiğin oluşma koşulunun durmaksızın altüst oluşa mahal vermek zorunda olması nedeniyledir. Marks’tan sonraki kapitalizm tarihi, tam da budur.  Marks’ın dediğidir. Yani üretici güçlerle, üretim ilişkisi arasındaki gerilim meselesini olumsuzlamasa bile “kazın ayağı”nın öyle gitmediği bir durum… Bu, kapitalizmin pratikleri bakımından deneyimlenen bir durumdur.

Burjuvazi, üretim saiklerini geliştirirken, yani üretici güçleri geliştirirken bunu bir ilişki altında geliştiriyor: Üretim ilişkisi. Dolayısıyla üretici güçlerin canlı emek tarafını teşkil eden güçleri de bu gelişmeye dâhil ediyor. Onun üretim karşısında nasıl biçimler alacağını da beliriyor. Salt somut emek olarak değil, özne olarak da belirliyor. Bu durum bize “dünyayı başka türlü oku” diyor.

Dolayısıyla bugünün dünyasının hakikati neyse, o burjuvazinin hakikatidir. Bugünün en yaratıcı ve nitelikli insan emeği, tasarımcılığı, aklı burjuvaziye mass oluyor. O insan, üretim araçlarını geliştiriyor ve bundan üretici güçler meydana geliyor. Ve artık işçi sınıfı giderek bunlardan oluşuyor.  Dolayısıyla bizim geleceği burjuvazinin elinden alabilmemiz için, burjuvazinin kendi varoluş koşullarını durmaksızın devrimcileştiren güçlere ulaşmamız gerekiyor. Onları harekete geçirebilecek yetilere sahip, parti ve örgütlere varmamız gerekiyor.

Komün Dergi: Kapitalizm altında burjuvazi hayatın her alanında bizden ileride! Üretimde, bilimde, teknolojide bütün gericiliğine ve yıkıcılığına rağmen senden ilerde kuruyorsa hayatı, sen sadece eleştirel ve muhalif olarak kalıyorsun; o ise yapan olarak, yapan ve yaptıklarını bütün toplumlara kabul ettiren olarak. Üretici güçlerin içinde olmak derken herhalde, bilim ve teknolojide onunla yarışa girerek mücadele edeceğimizi düşünmüyorsun. Proletarya diktatörlüğü olduğunu iddia eden devrimler başka şeylerin yanında kapitalizmle üretimde yarışma ve geçme rekabetine girdiklerinde kaybettiler.

Hikmet Acun: Ben başından beri tarih treninin raylarından çıkarılmasını zikretmeye çalıştım. Aklım yettiğince bunu mümkün kılacak arayışları konuşmaya çalışıyorum. Kafanızı yormayın, kimse burjuvaziyle yarışa giremez. Burjuvazi, üç “para babası/anası” olmaktan ibaret değil. Burjuvazi ile ilişkimiz de bir rekabet sorunu değil, onu bu dünyadan kovalama sorunu. Bu yetmez, onu var eden insanın hikâyesiyle de yüzleşecek bir yetkinliğe varmamız sorunu.

Komün Dergi: O zaman şu soru gündeme geliyor, o soruya ne diyorsun, hemen hemen bütün dünyada ve bizim ülkemizde de sorunlar şunun üzerine oturuyor: Kapitalizmin gelişmesi, küreselleşmesi, sermayenin uluslararasılaşması, meta üretiminin bütün dünyaya hâkim hale gelmesi ve üretimin inanılmaz boyutlarda toplumsallaşması, teknolojinin gelişmesi, bütün bu süreçlerin kendiliğinden komünizmin alt yapısını oluşturduğu, dolayısıyla komünizme geçiş için bütün nesnel koşulların oluştuğu… Bütün Marksist Leninist iddiadaki örgütlerin programları, bu değerlendirmedeki tespitler üzerine kuruluyor. Bu senin söylediğin üretici güçlerle bu ilişkiyi nasıl tarif edebiliriz.

Hikmet Acun: Kapitalist gelişme, komünizme koşul hazırlıyor, iyiymiş! Geleceğin toplumu, artık endüstriyel doygunluğa ulaşmış, bunu da kapitalist ilerlemenin maharetiyle mümkün kılmış bir komünizmle malul olacak! İşte ilerlemeci tarih anlatısının mantıksal sonucu buraya götürüyor. Ben boşuna demiyorum, solcular modernliğin çocukları diye…

Onlar kapitalizmi dinamiklerinden yoksun, determinist bir “olay” anladıkları için ve bağlamını “gelişmenin zorunluluğu” olarak gördükleri için, bir mantıksal sonuç oluşturuyorlar. İyi de, komünist topluma varma, mantıksal bir sonuç meselesi değil ki. Böyle bir idealizm, dini cemaatlerde bile yok!

‘Geleceğe giden yol’un kapitalizmin sokaklarından geçeceği kesin. Ama o yol başlarını tutan burjuvazi de bir tarih yapmak üzere, kendi yolundan harekete geçmiş durumda. Hem de neredeyse üç yüz yıl evvel. Tarihin nihai bir ‘meydan savaşı’na varacağı ise, kehanetlerle konuşulacak bir mesele değil, burjuvazinin kendi varoluş koşullarını durmaksızın devrimcileştirmesini, savaşlar dâhil hangi nispi ve trendsel biçimler altında mümkün kılacağı meselesi. Ondan öte, teknolojideki dizginsiz gelişme, genetiğin, elektroniğin, akıllı nesnelerin, zeki makinelerin, yeni kuşak bilgisayarların, uzay çalışmalarının, insanlığın sonunu getirmeyeceğinin de bir garantisi yok. Dahası insanda giderek uçlaşan yabancılaşmaya, eskiden olmayan yeni nesnelerin eşlik etmesi gibi bir durum söz konusu. Mesela şirketlerin bütçelerinden büyük paralar ayırarak, AR-GE yaptığı “sanal gerçeklik”.  Mesela hologram ürünler… İnsan beyninde hayal ile gerçeğin bütün sınırlarının kalktığı ve insana “gerçeklik nedir” sorusunu sordurtan ürünler… Bunlar, yabancılaşmanın akıl almaz boyutlara tırmanacağının işaretçileri… Bu bakımdan komünizm sorunu, kapitalizmin yeterlilik olarak bahşedeceği bir sorun değil, teknik/teknolojik bir sorun değil. Çünkü komünist toplum sorunu, tekniğe indirgenecek kadar Kartezyen bir sorun değil, insan sorunu… Her şeyden önce tarih treninin raydan çıkartılması sorunu. Henüz vaktimiz varken tarih trenini nasıl deviririz ve bu gidişatı burjuvazinin elinden nasıl alabiliriz, buraya bakalım… Kapitalizmden fantastik beklentiler kurmaya gerek yok.

Komün Dergi: Emek, solun kutsalıdır. Hatta çıkış noktasıdır. Neredeyse bütün söylemler, mesela sömürü ile ilişkilenme, emek dolayımıyladır. Yani emeksiz bir sol, olmuyor. İdeolojik olarak önemli oranda oradan oluşuyor çünkü. Sen ise emek eleştirisi yapılmadan devrimcilik yapılamaz diyorsun.

Hikmet Acun: Önce sizin manidar olduğunuz yerden başlayayım. Engels’de; insan nasıl insan oldu, sorusunun cevabı emektir. İnsan, emekle insan olmuştur. Tarihte emeğin rolü konusu, bizim külliyatta oldukça yekûn tutar.

Eğer insan, emek dolayımı ile insan olmuşsa, bu işte ters giden bir durumun olduğunu sormamız gerekmez mi? Eğer böyleyse -ki böyledir- insanın tarihsel hikâyesindeki her bir uğrakta meydana gelen durumlar, emeğin mahareti değil mi? Mülkiyetin ortaya çıkışı bir emek sorunu değil midir? İlksel ticaretin ortaya çıkışı, devletin ortaya çıkışı, egemenlik savaşları, kölelik, sınıflar bizatihi bu emeğin mahareti değil midir? Ve elbette dinlerin tarihe girişi bir emek sorunu değil midir? Emek sorunudur!

Peki, üretim dediğimiz şey, bir emek, toprak, araç ilişkisi değil midir? -kaldı ki araç da bir emek sorunudur-. Ve sermayenin bir birikme şekli olarak meydana gelmesi de emek dolayımı ile değil midir, emek dolayımı iledir. Servet, sermeye, iktidar ne dolayımı ile mümkün olmuştur, emek dolayımı ile… Eğer tarihte yıkıcı bir güç arıyorsak, bu emekten başka bir şey değildir. İnsanın yerleşik düzeninden önce emek diye bir mefhum var mıydı, yoktu. Emek, ne zaman hasıl oldu? Yerleşik düzene geçince. Yani üretmenin keşfiyle. Emek üretir çünkü… Çünkü insanda üretmeye muktedir tek vasıf, emektir. Peki, insan üretmekle, aynı zamanda kendini de yeniden üretir mi, üretir. Gelişme dediğimiz şey bundan başka bir şey değil. Peki, insan “dışındaki dünya”yı üretmekle, kendini de yeniden üretmişse; bu üretme-emek ilişkisi ne menem bir şey ki, bizim karşımıza böyle bir insanlık tarihi çıkardı? Bu ne menem bir emek-üretme ilişkisidir ki, tarihte yabancılaşmayı da başlattı. Buna bir cevabınız var mı?

Peki, ilkel komünal toplumdan, sınıflı topluma nasıl geçildi, emek birikimi ile geçildi. Peki, niye geçildi? Çünkü emek, daha sonra farklı biçimler alacak bütün dalaverelerin, ‘kök hücresi’ olduğu için! Çünkü kendisine yetenden fazlasını üretecek maharete sahip olduğu için. Çünkü yaratıcı olduğu için. Durun daha bitmedi; emek, bizi beslenme zincirinin en tepe noktasına taşımadı mı, taşıdı. İnsandan geriye ne varsa, insana amade etmedi mi, etti. Doğanın talanı neyle başladı, emekle başladı. İnsanın tarihi, doğanın tarihinden nasıl ayrıldı, emekle ayrıldı! Bu bakımdan tarihin en büyük keşfi nedir sorusunun cevabı, emeğin keşfidir! Bizi elli bin yıldır debelendiren emeğin keşfi!

Ama daha okkalı soru şudur; insan neden emeği böyle kullanmayı tercih etti, neden kendini emeği üzerinden yabancılaştırdı? Neden tarihte bütün yıkıcılığın kurucusu emektir? Neden emek, en büyük kötülüktür? Bir cevabı olan var mı? Bunlar benim sorularım değil, materyalizmin tarihe sorduğu sorulardır.

Ama durun, mesele keşke bu kadar naif olsa, fazlası var; kapitalizm! Çoğumuzun yakından bildiği Kafka’nın ‘Dönüşüm’ romanı vardır. Bir sabah, Gregor Samsa yatağından kalkar ve böceğe dönüşmüş olduğunu fark eder. Samsa’nın yaptığı ilk şey, duvardaki saate bakmak olur ve işe gidemeyeceği korkusuyla hayıflanır. Burada Samsa’nın saat dolayımı ile kurduğu ilişki, bedeninin olağan yapısının, böcek hali gibi başka anatomiye dönüşmüş olması değil, bütün bedeninin/hayatının, saat göstergesinde ifadesini bulan toplumsal bir güç tarafından kontrol altına alınmış olmasıdır. Dolayısıyla saat göstergesi, bedeninin kontrol altına alınması ve emeğin iş olarak disiplinize edilmesine dair kurucu bir rol üstlenir. Buradaki esas gösterge; insan hayatının, altmışar dakika ve onun katlayanlarından oluşmuş zaman çizelgesini oluşturan rakam dizilişleri içinde mümkün olabilmesi. Saat, kapitalizmin bir icadıdır. Kapitalizmin ilk ayak sesleri; bir zamanlar kent meydanlarındaki kulelerde duran saatin, insan koluna kelepçe gibi takılmasıyla duyuldu. Ve öyle ki, bundan böyle emek, ancak saat dolayımı ile tanımlanabilen bir “iş” üretme biçimine dönüştü; saat/iş/ücret ilişkisine… İnsanın toplamını meydana getiren ne varsa, onlarda öyle… Bunu şöyle tercüme etmek mümkün; her bir insanın birbirine üretim zinciri olarak bağlandığı bir toplumda hiç kimse kendine ait değil, “kolektif” emeğe aittir. Kolektifin saatinde tanımlanmış göstergeye… Öyle ki emek, tarihte hiç görülmediği kadar, politiktir de artık. Ve böylece insan, ancak bu “kolektif”in saikleri tarafından tanımlanabilir bir toplum nesnesinden ibarettir. Hukukun kuruculuğu tam da bunun dile gelişinden başka bir şey değildir.

Birkenau Toplama Kampı’nın girişinde “Arbeit macht frei” yazar. Yani emek/çalışma özgürleştirir, yazar! Burada Almanca telaffuzda “macht” kelimesindeki “m” büyük harfle yazıldığında “eder, yapar” anlamından çıkar, “Macht” güç/iktidar olur. Faşistlerin toplama kampının girişinde emeğin/çalışmanın özgürleştireceğini yazması ilginç değil mi?

Sahi, emek özgürleştirir mi? Bu, oldukça tutarlı bir soru! Eğer soldan gelen “emek kutsaldır” sözü -ki bu söz, solun kurucu suflesidir-, tutarlıysa, emeğin kutsallığı sadece “üretim”le malul olmasının ötesinde, insanı özgürleştiren bir saike de sahip olması demektir. Emek “yüce değer” ise, bu değer bir yerden gelmeli. Yani bunun tam da Almancada ifade edildiği biçimde bir “eden, yapan” yani kendini de aşan bir kuruculuğu çağırıyor olması gerekli. Nitekim solda emeğin kutsallığının dile gelişi de, bir oldurma kudretine çağrıdır. Yani “Macht/ iktidar”a, öyle mi, öyle!

Alman faşistlerinin Birkenau Kampının kapısına yazdıkları bu yazı ile takiye yaptıklarını iddia etmeyeceksek, emek-faşizm meselesini başka türlü okumak zorundayız demektir. İyi de, burada soldan gelen emek-özgürlük önermesiyle, faşistlerden gelen emek-özgürlük önermesini bir benzeme alanı olarak kuran şey nedir sorusunu sormak zorundayız. İkisi için de emek “özgürleştirici” ise, en azından bu kudreti de üreten bir tahayyülden gelmeli. Topluma bir önerme olmalı. Nitekim de öyledir. Bu benzemenin bir referansı var; çünkü emek, her birinde “olan” değil, kurulan şeydir. Bu referansın ilk oluştuğu yeri, bir yerden hatırlıyor olmalıyız; tarihten! Tarihte emeğin kurulduğu yerden. Dolayısıyla faşistlerle, soldan gelen “kurucu emek” aynı zamanda tarihi bir hatırlatmadır.

Tarihi yeniden çağırmadır. Ama daha ağdalı olan yönü ise, emeğin her ikisinin zihninde ve ideolojide de bir “üst yapı” olarak yerleşmiş olmasıdır… Solcuların emeği “Macht/ iktidar”a çağırmaları boşa değil. Ve bu çağrının siyasette dile gelişi, bizatihi onları da kuran emeğin yanıltıcı toplumsal sürecinden gelir. Şimdi geldik asıl soruya; işçi sınıfını “Macht/iktidar”a çağırmakla, emeği “Macht/iktidar”a çağırmak aynı şey midir? Soru oldukça önemli! Yoksa tarihte işçi sınıfı bizatihi o emek dolayımı ile zorla işçileştirildikleri için,- Sözde İlksel Birikim- bizatihi o emek, tarihte işçi sınıfını kuran olduğu için; işçi sınıfının burjuvaziyle kurduğu gerilimin aslında tam da emekle kurduğu gerilim olmasın!  Tam da işçi sınıfını kendisini de ortadan kaldırarak tarihin dışına çıkmaya zorlayan gerçeklik, emeğin tarihten gelen bütün zamanlar için kuruculuğuna son vermek olmasın?

Bu mesele üzerinde oldukça uzun konuşmak isterim. Hiç değilse dünyayı anlama konusu yapan çevrelerde gerilimli bir tartışma açmasını çok isterim. Çünkü buna oldukça çok ihtiyacımız var. Emek meselesinde konuşmamız gereken başka şeyler de var. Biraz da onlara değinelim.

Eğer kapitalist toplumu tanımlayan işaretçilerden biri ‘yabancılaşma” sorunuysa; literatürde “emeğe yabancılaşma” ise, yani yabancılaşmanın oluşmasını gerekli kılan saik, salt mübadele ve tüketim sorunu değilse, yabancılaşma meselesine ayık kafa ile bir kez daha bakmak zorundayız. Yabancılaşmanın meydana gelebilmesi için işin içinde bir “emek süreci”nin olması gerekli. Ki, tüketim ve mübadele saiklerini belirlemek için bir kerteriz demektir bu. Yani yabancılaşma bir “şeye” göre gerçekleşmeli! Emeğe… Demek ki, yabancılaşmayı meydana getiren, emeğin sonuçlarının aldığı biçimler değil; emeğin bizatihi kendi doğasıdır. Bu, üretimin adını da koyan bir toplum açıklamasıdır. Yani demektir ki, toplumlar; ancak ve ancak emek altında tanımlanabilir bir insanlık durumudur. Köleci dediğin, feodal dediğin, kapitalist dediğin modeller bir emek tanımlamasıdır. Yani emek hem kurucudur, hem de “Macht”/ iktidardır.

Eğer durum buysa, üzerinde daha uzunca tartışmalar yürüteceğimiz gibiyse -ki öyledir-; solun kurucusu olan bu referansı tersinden ve düzünden defalarca okumak zorundayız. Elbette bir hakikat arama sorunumuz varsa![1]

Emek sorununu röportaj soruları içinde kısa pasajlar olarak zikretmek yeterli olmuyor. Emek sorununu ayrıca uzun konuşalım ya da ben makale olarak yazayım ki bir işe yarasın. Belki birilerinin arayışlarına dokunur.

Komün Dergi: Uzun değindik ama dünyanın seyr-i âlemindeki gelişmeler içinde sınıf mevzilenmesi, örgütlenme, öncülük, nasıl biçimler alacak? Biraz da bunu konuşalım.

Hikmet Acun: Sınıf mevzilenmesi sorusu önemli. Hatırlarsanız, Paris Komünü’nden sonra Vali Haussman, Paris’i boydan boya yıkıp, geniş caddeler açarak; sokakların barikatlar için elverişli olmasını ortadan kaldırmanın çaresine bakmıştı. Tarihte kent planlamalarında bütün yolların görkemli heykellerden oluşmuş olan agoralara çıkacak biçimde tasarlanmış olması rastlantı değil. Kentsel planlama ya da moda tabiriyle kentsel dönüşüm yalnızca mülkiyet dolaşımı ve rant sorunu değil, burjuvazinin sınıf mevzilenmesi sorunudur. Gecekonduların metropole dâhil edilmesi ha keza; sınıfsal dinamiklerin değişime uğratılarak, burjuvazinin kontrol edeceği mevzinin içine dâhil edilmesidir. Kontrol etmekte zorlandığı alanları ise segragasyona tabi tutar ve o alanları mümkün oldukça kent merkezlerinin uzağına atar. Bu yalnızca mekansal bir ayrıştırma değil, aynı zamanda ‘tehlikeli sınıflar’ın agoralardan uzak tutulmasıdır. Çünkü kent demek, varoluş sebebiyle ayaklanmalara açık bir mekân ve zamansallık demektir. Yüksek gökdelenlerin, iş merkezlerinin, holding binalarının, AVM’lerin kente yerleşme biçimi, tasarımı sıradan bir “zevk” meselesi değil, burjuvazinin sınıf mevzilenmesine uygun stratejik yapılanmadır. Bu aynı zamanda bir temsildir de. Holding binaları, ticaret merkezleri “yer darlığı ya da inşat maliyeti” nedeniyle bulutlara, göğe doğru yükselmez, burjuvazi hem iktidarı, hem geleceği, yani göksel olanın temsiliyetini bu göstergeler üzerinden de kurar. Yani burjuvazi durmadan bir sınıf olarak mevzilenir.

Bu mevzilenmenin yalnızca kentler düzeyinde fiziksel bir mevzilenme olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Burjuvazi gelecek için de mevzilenir. Bu, mevcut toplumu nereye, nasıl sürükleyeceğine dair bir meseledir. Bir öncülük meselesi. Yani kendi varoluş koşullarını durmaksızın devrimcileştirmesi meselesi…

Bugünün dünyasında, son tahlilde de, ilk tahlilde de sınıflar çatışır. En alakasız bir olayın altında bile mutlak sınıfsal bir neden vardır. Sınıflar, savaşını sürdürebilir kılmak için de, alt etmek için de her daim mevzilenir. Burjuva dünyaya dair başından beri zikrettiğimiz bütün mesele, burjuvazinin bu dünyanın içine yerleşme ve mevzilerini genişletme meselesidir. Bırakalım devleti, orduları, polis güçlerini, basit bir çiklet bile bu işlevi görebilir, görüyor da. Sana bir kahve satarken bile, seni ele geçiriyor. Durum buysa, bilineni tekrar edeceğiz ama işçiler -ki, yakın gelecekte en çok değişime onlar maruz kalacak- ciddi kendi öz örgütlerine ve partilerine sahip olmak zorunda. Üç siyasetçi sınıfından teşekkül, kendini onların yerine koyup, endam edenleri ellerinin tersiyle itip, kendi öz örgütlerine sahip olmak zorunda. Buna eklenecek daha başka bir mucizevi keramet yok. Yani sahiden bir sınıf örgütüne gerek var. Bu, her şeyden önce işçi sınıfının burjuvaziye hazırlıksız yakalanmaması için önemli. Yakın gelecekte “üretim süreci”nin alacağı biçimler artık emeğin düzenlenme biçimini değiştirecek. Üretim sürecinin karakterini yeni türevsel ve esnek emek belirleyecek. Bu “esnek”lik, şimdiki esnek çalışma değil, hibrit becerilere sahip bir “emek” olacak.  Üretim sürecindeki hiyerarşi de değişecek. Kimin işçi, kimin mühendis, kimin doktor, kimin öğretmen, tekniker, mimar olduğunu belirleyen beceri sınırları esneyecek. Yani bugünün doğrusal emeğinin yerini, doğrusal olmayan emek alacak. Bu bakımdan henüz az da olsa vakit varken, işçi sınıfının kendisini hatırlaması gerekiyor. Yoksa nasıl ki burjuvazi, feodalizmin çöküş dönemindeki boşluğu; yoksulları, dilencileri, boşta gezenleri, serserileri zorla işçileştirerek ilksel birikime varmışsa; kısa gelecekte, bundan daha yıkıcı bir ilksel birikime teşebbüs edecek. Mesela emeklilik olmayacak. Mesela ev kadınları, ev kadını olmayacak, evden üretime katılanlar olacak. Okula giden çocuklar derste aynı zamanda üretimin parçası olacak. Tramvay, otobüs, cafe, park “işyeri” olacak. Yani yeni nesil üretim araçları hayatın her alanını işyerine çevirecek. Nesneler birbirleriyle konuşacak ve iş bölümü yapabilecek. Bu demektir ki, işçi sendikası da gerçekte değil, semantik bir web sisteminden ibaret olacak. Bugünden başlayan ve önüne “e” gelen online yönetişim prototipleri buna örnektir. Dolayısıyla öyle görünüyor ki, yakın gelecekte “işçi”leşme azalmayacak, ancak işçi olmanın tanımı değişip, “bulut üretim toplumuna gidiş olacak. Bu durum, burjuvazinin tarihinde hiç olmadığı kadar muazzam sermaye birikimine sahip olması demek.  Dahası var; bu gelişme tam da panoptikon bir toplumu yaratacak -zaten hızla oraya gidiyor-. Yani işler soldan birilerinin gelecek üzerine atıp tutuğu gibi olmayacak.

Dolayısıyla gelecek, bir bakıma daha/henüz bizim “şimdiki zaman”ımızda bir öngörüdür. Ama o geleceğin içinde meydana gelecek kuşaklar içinse gerçekliktir. Bu farkı anlamak durumundayız. Kısa gelecekte, devrimci bir toplumun kapılarını zorlayacak olan yeni nesil isyancılar, yeni nesil öncüler kendi gerçeklerini değiştirmek üzere, ihtiyaç duydukları modellere, mücadele araçlarına, mücadele biçimlerine bakacak. Onlar olmayacakmış gibi, zaman bizimle donacakmış gibi; dünya bizden, ‘şimdiki an’ımızdan ve hatıralarımızdan ibaretmiş gibi tutarsızca zamana direnmekten vaz geçmeliyiz. Dünya, durmadan gerçekliğin meydana geldiği bir yer ve biz, bu dünyaya şartlanmışlıklarımızla değil, ayık kafayla bakmak zorundayız. Bunun için de dünyayı nasıl okuyacağımızın; mevcut  “şimdiki biz”i oluşturan zikrimizden-fikrimizden nasıl radikal kopuş gerçekleştireceğimizin yolarını aramak durumundayız. Çünkü ezberimizdeki “kalıplar ve şeyler” ve atfettiğimiz “değer”ler yanıltıcı olabilir. Tıpkı emeğin yanıltıcı olduğu gibi…

Komün Dergi: Bu röportaj dizisi için teşekkür ederiz.

[1]             Buraya anlaşılır ve tartıştırır olması bakımından bir not düşelim; emek, gelişmesinin belli bir aşamasında, bir üretim biçimi altında, biçim almaz. Tersine üretimin biçimi, emeğin seyri içinde ortaya çıkar ve sonuçlarına varır. Üretim biçimine, biçim veren kurucu; emektir… Bu, materyalizm ve tarih sorunudur.

(Bitti)

Röportajın diğer bölümleri:

1- Hikmet Acun: “Vasatın makulü; devrimciliğin imkânsızlığı” – Komün Röportaj (http://komundergi2.com/hikmet-acun-vasatin-makulu-devrimciligin-imkansizligi-komun-roportaj/)

2- Hikmet Acun: Bewusst sein’dan dasein’a; devrimcilik “kendinde şey” midir? – Komün Röportaj (http://komundergi2.com/hikmet-acun-bewusst-seindan-daseina-devrimcilik-kendinde-sey-midir-komun-roportaj/)

3- Hikmet Acun: “İlerleme trenine doluşup gitmek mi, treni raydan çıkartmak mı?” – Komün Röportaj (http://komundergi2.com/hikmet-acun-ilerleme-trenine-dolusup-gitmek-mi-treni-raydan-cikartmak-mi-komun-roportaj/)