Halk İradesi İnşa Etmek- N. Kımran (sendika.org)

Halk iradesini inşa etmek

Nabi Kımran

Sosyalist soldaki yapılarımız tek tek ya da birleşerek, gayet isabetli talep ve şiarlarla gidişata etki etmeye çalışıyorlar. Buna rağmen yeterince etkili oldukları söylenemez. Belki de başka şeyler denemek ve yeni denemeleri halihazırda yapılanların karşıtı olarak sunmayan çoklu olasılıklara açık olmak gerekiyor. Kim bilebilir sokakları kuşatacak halk hareketinin hangi sorun ya da olay üzerinden ne zaman patlak vereceğini?

“Efendim, Vatikan (Papalık) da bize savaş ilan etti.” Bu cümleyi duyduğunda Stalin’in, “Vatikan’ın kaç tankı var?” diye sorduğu rivayet olunur. Dinsel bir otorite merkezi olan Vatikan’ın insanların fikirlerini etkileme kapasitesini ıskalar gibi görünen “tank hesabı”, II. Dünya Savaşı’nın askeri dengeleri bağlamında nefis bir ironi ve gayet isabetli bir yanıttır.

Devletin ve rejimin kumanda tepelerinin birbirine girdiği bugünün Türkiye’sinde, karanlık bir odada, “efendim sosyalistler bize savaş ilan etti” cümlesi duyulsa, oradaki ensesi kalınlar nasıl cevap verirdi acaba?

Değerli sosyolog Besim Dellaloğlu Gazete Duvar’daki köşesinde birden çok yazıda, 12 Eylül’ün ardında “savaşa eşdeğer” bir yıkım bıraktığını yazdı. Özellikle nitelikli insan-gençlik kategorisinin 12 Eylül’de kırılmasının Türkiye’nin büyük talihsizliği olduğunu vurguladı. Diğer tüm kritik süreçlerde olduğu gibi “Peker kamyonuna” çarpan düzen gerçekliği de gösteriyor ki, sol-kırımdan geçen bir ülke iflah olmuyor; vasatlık, çürüme, çöküş ve kokuşma paçadan akıyor. (Bu vesileyle geçerken belirtelim ki, toplum temiz falan değildir; savaşım içinde arınmasının imkân ve dayanakları vardır.)

Evet, mecaz olarak ele alınması gereken “tanklarımız”, yani gücümüz yok, ama bizi kırımdan geçiren bir “düzen” de iflah olmuyor; ne Türkiye’de ne de dünyada. Ve bu çöküş ve çürümeye etkili bir sosyalist-devrimci müdahale ile son vermek dışında çözüm ufku da görünmüyor ortalıkta.

Bu defaki en ağırı ve diğerlerinden oldukça farklı boyutları var, kabul. Ama öncekiler bir yana, 1980’den bu yana benzer eşiklerden geçti Türkiye ve her defasında ya toplumsal muhalefeti yedekleyen ya da taleplerini küllendirip müesses nizamı tahkim eden bilançolarla sonuçlandı gidişat.

*1991-92 kavşağında, cunta idaresi ve devamı hükümetlerden kurtulma sancısı içindeki halkın özlemlerini şatafatlı bir demagoji ile sömüren Demirel, “Konuşan Türkiye”, “camdan karakollar” vaat etti, Diyarbakır’da “Kürt realitesini tanıdığını” söyledi, SHP ile koalisyon hükümeti kurdu vb. Sonuç? “Gazı alınan” toplum daha ne olduğunu anlayamadan, “tanıdığı” Kürt realitesini yok etmeye koyuldu rejim. Binlerce köy yakıldı, üç milyon insan şehirlere sürüldü, binlerce faili meçhul cinayet Kürt coğrafyasından Türkiye metropollerine yayıldı.

*1996 Kasım’ında Susurluk’ta patlayan kontrgerilla foseptiği, birkaç milyon insanın barışçıl anti-faşist protestolara katıldığı eylemleri tetikledi. Buna mukabil aynı günlerde sahnelenen Fadime’li, Müslüm Gündüz’lü psikolojik harp operasyonuyla gidişata ustaca müdahale eden düzen kliği, süreci anti-faşist eksenden laiklik-şeriat eksenine kaydırmayı başardı. Sonuç? 28 Şubat 1997 müdahalesi, Öcalan’ın yakalanmasıyla tetiklenen ırkçı-şoven histeri, linçler, 19 Aralık hapishane katliamı, ekonomik kriz ve AKP’nin önünü açan vasatın hazırlanması oldu.

*AKP’nin Kasım 2002 seçim zaferi üzerine, o zamanlar yazarları arasında olduğum Atılım Gazetesi, “Doğru tepki, yanlış adres!” manşetiyle çıktı. Halkın haklı tepkisi 1990’ların mafyöz ve kanlı iktidarlar dönemini “sandığa gömdü”, bu tepkinin iktidara taşıdığı AKP ise baştan itibaren yanlış adresti. Bu adresin kanatları altında o günlerde “yenildiği” düşünülen mafyöz kontrgerilla yapılarının “devlette süreklilik” icabı nasıl yeniden palazlandığı Peker videolarından sonra -daha- açık olmalı…

Şimdi yeni ve hepsinden daha çetrefilli bir “değişimin” arifesindeyiz.

Devlette süreklilik meselesi ve abalının kısıtları

Önceki örneklerde iki olgu öne çıkıyor. 1) Gidişata müdahale düzeylerinde farklılıklar olmakla birlikte sosyalist sol, hiçbir süreçte yeterince etkili bir siyasi varlık değildi, olamadı, 2) değişim vaat eden hiçbir politik aktör “devlet politikası” denebilecek herhangi bir başlıkta, bırakalım eyleme geçmeyi, burjuva demokratik anlamda bir vaatte dahi bulunmadı. Yani Kürt ve Alevi kimliğinin hak eşitliği temelinde tanınması, dış politikanın adeta “politika üstü” devletlu eksende tanımlanması, kontrgerilla üssüne dönüşen Kuzey Kıbrıs ve Kıbrıs sorununun halkların iradesi ve bağımsız, demokratik Kıbrıs Cumhuriyeti temelinde çözümü, öncesi bir yana 1970’lerden itibaren 40-50 yıl boyunca gerçekleştirilen faili meçhul cinayetler ve kitle katliamlarının bağımsız kurullarca araştırılma ve adil yargılamaya konu olması “değişimci partilerin” de gündeminde olmadı. Ne demektir bu mevzulara girilmemesi? Bildiğiniz devlet, rejim, düzen her ne derseniz deyin, işte onun allanıp pullanarak sürdürülmesi: Devlette süreklilik esastır! At ve nöbet değişimi eşiklerindeki boşluklardan “demokrasi fırsatları” doğacağı, “sola alan açılacağı”, buradan ileriye atılabileceğimiz hayalleri bugüne dek gerçekleşmedi, gerçekleşeceği de yok. “Hepsi aynı” diyen bir kestirmecilik, toptancılık, genel doğrucu apolitiklik değil bunları söylemekteki muradımız. Sadece şu: Düzen içi çelişkilerden yararlanılır, hatta geçici ittifaklar bile mümkündür; mümkün olmayan tek şey hiçbir burjuva düzen aktörünün ipiyle kuyuya inilemeyeceği, inenlerin o kuyuda boğulacağıdır. Ezcümle, hesaba katılır ve muhataplarımız üzerinde yaptırım kudretine sahip bir gücünüz yoksa, kimse sizin gül hatırınıza demokrasi vs. getirmez memlekete.

Yani dönüp dolaşıp baştaki “kaç tankınız var” meselesine geliyoruz.

Elbette sıfırı tüketmedik, sosyalist solun, emek ve özgürlük güçlerinin, eğer realize edilebilirse gidişata esaslı şekilde etki edebilecek imkân ve potansiyelleri var. Göz önündeki örnek Kürt özgürlük güçleri ile Türkiyeli sosyalist ve demokratların ittifak adresi olan HDP’dir. HDP parlamenter eksende gidişata etki edebilecek kilit aktördür hala. Fakat zayıftır ve kapsama alanındaki kuvvet ve imkânlar bambaşka bir görüş açısıyla yeniden ele alınmadıkça zayıflığı sürecektir. “Parlamenter eksende” kilittir; fakat bu eksen ne kadar sürdürülebilecektir Türkiye’de ya da 2015 7 Haziran – 1 Kasım’ı arasında olduğu türden “faullü” müdahalelerden azade midir bu alan?

Hangi meseleyi ne yönden ele alırsak alalım “bütün yollar Roma’ya çıkıyor”.

*HDP’nin toplumsal tabanının 6 milyon oy pusulası olarak buruşturulup atılamayak kadar dirençli ve işçi-emekçilerin canının yandığı tüm mücadele alanlarında etkili bir halk örgütlülükleri ağına dönüşmesi,

*Rejimin aktüel krizini gerçek demokratik, devrimci ve özgürlükçü dönüşümün imkânı olarak değerlendirebilmek,

*”Değişim” vaat eden muhalif burjuva parti ve aktörleri, asgari burjuva demokratik dönüşüme zorlayacak bir siyasi güç/odak olabilmek ya da krizi devrimci eksende derinleştirebilmek;

Kilitlenmenin yaşandığı hangi başlıktan yola çıkılırsa çıkılsın varılan sonuç değişmiyor: İşçi, emekçi ve ezilenlerin, emek ve özgürlük güçlerinin bağımsız siyasi bir varlık olarak sahneye çıkması. Özgürlükçü ve dirençli bir halk iradesi. Dönemsel olarak ortaklaşılabilecek emek ve özgürlük eksenli bir talepler manzumesi ve ısrarla, inatla, bedeli ne olursa olsun bu taleplerin peşinin bırakılmaması.

HDP parlamento-oy eksenini aşan, sıkı ve sağlam bir taban örgütlülükleri ağına dönüşemeyebilir ve bu saatten sonra “neden böyle olamadın, olamıyorsun” tartışmalarıyla yıpratılmamalıdır. HDP bu haliyle de kendi mecrasında ezilenlerin temsiliyet kanallarından biri olmayı sürdürecektir. Sorun şu ki, “abalıya vuranların” başka seçenekleri yok mudur? Vardır ve “abalı” diğer alanın alternatifi değil, iyi değerlendirilebilirse tamamlayıcısıdır.

Çoban ateşleri ve kısır döngü

Herhangi bir sosyalist yayın organına şöyle bir göz attığımızda ne görüyoruz? İkizdere’de direnen köylüler, irili ufaklı pek çok işçi eylemi, Boğaziçi Üniversitesi’nde süren nöbet, kadın cinayetlerine karşı her gün süren eylemler, pandemi yasakları adı altındaki adaletsizlikleri protestolar, Şenyaşar ailesinin adalet nöbeti, sağlık emekçilerinin eylemleri, Cumartesi Annelerinin inadı, yoksulluktan intihar edenler, ürününü çöpe döken üreticiler, çay üreticilerinin eylemleri: Asıl dokunulacak, örgütlenecek, hemhal olunup birleştirilecek bütün dinamikler, hiç olmazsa öncü kolların şahsında çığlıklar atarak sokağa dökülmüş halde aslında. Maharet odur ki tüm bu dinamikler ve tek tek çoban ateşleri emek, özgürlük, adalet ekseninde birleştirilebilsin; ki böylesi bir odak belirginleştiği oranda rejimin ağır krizini özgürlük imkanına dönüştürmek, saray rejimini yıkarken müesses nizamın restorasyonuna dolgu malzemesi olmamak mümkün hale gelecektir. Keza böylesi bir özgürlükçü-halkçı odak, etkili bir sokakta politika sahası açmakla kalmayacak, HDP gibi parlamenter kollarımızın ayağını sağlam zemine basmasını, daha dirençli ve güçlü hale gelmesini de sağlayacaktır.

Sosyalist soldaki yapılarımız tek tek ya da birleşerek, gayet isabetli talep ve şiarlarla gidişata etki etmeye çalışıyorlar. Buna rağmen yeterince etkili oldukları söylenemez. Belki de başka şeyler denemek ve yeni denemeleri halihazırda yapılanların karşıtı olarak sunmayan çoklu olasılıklara açık olmak gerekiyor. Kim bilebilir sokakları kuşatacak halk hareketinin hangi sorun ya da olay üzerinden ne zaman patlak vereceğini? Birçok olasılık, yol, yöntem ve mecrayı denemek ya da hareket umulmayan bir alandan patlak verdiğinde gidişatı şah damarından kavrayabilen bir esneklik ve ataklığa sahip olabilmek tam da öncülük diye tariflenen şeyin kapsama alanındadır.

Durumu kabaca şöyle tarifleyebiliriz: Sosyalistler olarak, tek tek örgütler ya da çeşitli ittifak öbekleri halinde, çeşitli sorunlardan hareketle harekete geçerek halkı saflarımıza katılmaya, diktatörlüğü yıkmaya vb. davet ediyoruz. Ve günün -ya da dönemin- sonunda saflarımız kalabalıklaşmadan eylem alanlarını terk ediyoruz genellikle; rutin ya da kısır döngü bu.

Peki başka bir şey deneyemez miyiz?

Halk iradesi inşa edilmeden…

Tarihin her döneminde ve her yerde felakete uğrayan topluluklar, asgari bir iradeye sahiplerse eğer toplanırlar. İstişare eder, kararlar alırlar ve sonunda kararlarını hayata geçirmek için harekete geçerler vb. “Bayrak açtık, gelin altına toplanın” demek yerine -ki bunun da etkili olduğu durumlar olabilir, yani kategorik olarak reddedilebilecek bir şey değildir- bazen de; “toplanalım ve durumumuzu istişare edelim” diyerek işe başlamak çok daha etkili olabilir. Böylesi bir halk meclisine, kongre-konferansına, forumuna hiç kimse diğerinden üstün bir söz, oy ve karar hakkıyla, babadan kalma mirasla, kitaptan devşirilen öncülük “iddiasıyla” gelemez. Mahşeri bir eşitlik arenasıdır burası ve herkes hem birbirinden öğrenmek hem de topluluğun ortak çıkarı için en iyi fikre kimden geldiğine bakmadan sahiplenmek durumundadır. Bayrak açanlarımız ise eğer yetenekleri varsa topluluğu ikna edip, zorlu mücadeleler içinde akıl ve bileklerinin hakkıyla ürettikleri rıza sayesinde harekete öncülük mevzisine ilerlemek durumundadırlar. Başka bir ifadeyle kitaptan devşirilen ya da tarihten miras kaldığı varsayılan “hakla” kolay yoldan “öncülük” olmaz. Bayrak açmak ya da ittifaklar kurmak -ki her ikisi de değerlidir- kendi başına büyük politik problemleri çözmeye yetmeyebilir. Ve yeni yollar denemek, daha önce denenen ve halihazırda denenmekte olan şeyleri geçersiz kılmaz. Farklı olasılıklara açık olmak ve yeni yollar denemek de kimseye bir şey kaybettirmez.

Örgütlerimiz, örgütsüzlerimiz, canı yanan halklarımız; herkes bulunduğu her yerde toplanarak, farklılık ve kimliklerini silikleştirmeyen mahşeri bir eşitlik içinde “ne yapmalıyız” sorusunu tartışmak, devamla sözü eyleme dökmekle yükümlüdürler. Herkesin herkese karşı bu yükümlülüğünün “alternatifi”, salhanede kesim sırasını mızıldanıp sızıldanarak ve fakat düzen tertip içinde beklemektir bugün.

Adı, unvanı, irade ve kimliği halk meclis/kongre/konferans/forumları olan; sürecin başında da sonunda da bağımsız ve özgürlükçü halk iradesini açığa çıkarmaya yönelen yapıların inşasına girişmek günün acil devrimci görevidir. Gelgitler, parçalılıklar, parlayıp sönmeler, alanlar arasında uyumsuzluklar, demokratizm hastalıkları ya da sekterlikler, birleşme ve süreklileşme zorlukları, sağlamlaşma ya da zayıflık belirtileri vb; belirli bir süreç boyunca bunların hepsi mücadelenin doğasına içkindir. Fakat böylesi -isterseniz sovyetik deyin- bir işçi-emekçi-ezilenler iradesi ve örgütlülüğü inşa edilmeden hiçbir demokratik ve sosyalist dönüşüm mümkün değildir. Ve her kriz böylesi bir atılım için kaldıraçtır aynı zamanda.

Sonra ne olacak?

Hele bir mücadeleye -kafa açıklığı ve eyleme iradesiyle- atılalım, sonrasını o zaman görürüz.

Ki sonrasında halkın özsavunmasının örgütlenmesinden tutun da (ne sonrası, gayet güncel ve yakıcı bir sorundur bu), politik savaşımın olanca karmaşıklığı içinde ustalıkla icra edilmesi gereken kolektif politik liderlik meselelerine kadar bir dizi sorun özgürlük güçlerini bekler.

Bugünün yakıcı sorunu ise politika-altı sahadan politika arenasına çıkabilmektir; ötesi Allah kerim.

Kaynak: sendika.org