Açık Mektup – H. Oğuz Bilgen (alibabadanmasallar.blogspot.com)

27 Mart 2022 Pazar

1972 yılının otuz mart şafağı. Niksar’ın Kızıldere’sine yağan bombaların eseri olan insan kıyımı Guernica’nın ülkeme özgün görünümüdür. Yaşanan ağır günlerin yat borusu haline getirilmiş boyalı basını, kırımı sekiz sütuna manşetle verir. Kapkara ‚Şakilerin Sonu‘ puntolarının altında, günahları kadar sevmedikleri halkın gözüne sokarcasına verilen haber tam bir teşhir ahlaksızlığıdır.

Tam da o günün sıcağında…

O gazetelerden biri, yeni yetmenin ceketinin iç cebinde katlanarak gizlenmiştir. Güllerin budandığı, gül çeliklerinin cemrenin düştüğü, uyanan toprakla buluştuğu günlerdi. Marttı. Renk cümbüşü ile açılıp saçılacak güllerin mevsimiydi.

Niksar ilk güllerinin o güne dek adı anılmayan bir köyde açacağından habersiz, kırmızı tomurcukların sabırsızlığındaydı. 30 Mart’tı… „İbret-i alem için“ iletisinin katliamın resmi ile birlikte, uğruna can verilen insanların yüzlerine vurulduğu bir gündü; Maraş’tan, Madımak’tan, Roboski’den çok önceydi. Dersim’den, Kırklar Dağı’ndan, Babi Yar’dan çok sonra…

Ne ki, yeni yetmenin belleği kadar taze ve ikirciksizdi:

„Lise yolunda beş arkadaş bir an göz göze geldik. Cebimden çıkardığım gazetenin merakla, alelacele elden ele geçtiği, sonrasında hüzün/öfke karışımı duygularla oracıkta çakılıp dona kaldığımız bir garip andı. Okul zili, o sabah ders saatinin değil beklenmedik saldırının habercisiydi; nam-ı diğer boksör Nedim’in ele başılığında, sayıca bizden çok fazla bir ülkücü sürüsünün saldırısının… O an yaşadığımız şiddet, hiçbir yerlerde sürüme, tekmelenme, günün o saatinde yüreğimize oturmuş acı haberden daha korkunç ve can yakıcı olamazdı.

Sınavımız olduğu halde, o gün dersi boykot etmemizin gerekçesi olarak yediğimiz dayağı göstersek de, biz kendi dünyamızda, bilincimizin, aklımızın yettiğince, duygu sellerimizle Kızıldere’yi yaşıyorduk.“

.  .  .

Delikanlının elli yıl sonrasının yetişkin yaşında da, belleği o kadar aydınlık, o kadar açık ve duru… Bilinci de hiçbir kuşkuya ve duraksamaya yer bırakmayacak biçimde bir o kadar kesin:

II. Emperyalist pazar paylaşım yangınının fiilen sönmesi sonrası ABD Emperyalizmi, SSCB’nin halkçı/ düşünsel kazanımlarının farklı coğrafyalarda yaşam bulmasını önlemek için, baskı, kuşatma, komplo, hükmetme faaliyetlerini sürdürdü. Mali alanlarda çok uluslu sermaye, siyaset ve diplomaside ise CİA devredeydi. 1970’lere gelinceye dek, yerkürede Pentagon güdümlü sayısız darbe, komplo, provokasyon, türünden emperyalist müdahale vardır. Vietnam’ın zorbaca işgali ile birlikte artan Vietkong direnişi, her ülkede emek ve özgürlük eksenli bağımsızlık eylemlerini de güçlendirdi. Yayılmacı hegemonyaya karşı barışçı, antiempertalist muhalif duruş tüm dünyada, Avrupa’da ayağa kalktı.

Bu kalkışmadan ülkemizin de etkilememesi olanaksızdı; gençliğin en ilerici, özverili kesimi boykotlarla yetinmeyip, grevlerde işçi sınıfı, toprak işgallerinde köylülükle bütünleşerek devrimci örgütlenmelerin ilk adımlarını attı.

Geleneksel solun edilgenliğine, teorik bulanıklığa, siyasal öngörü belirsizliğine son veren örgütler böyle doğdu. İşçi sınıfının, köylülüğün çektiklerine, çekeceklerine ve geleceklerine ortak olmakla kalmayıp, yükselen enternasyonalist tavrı selamlayan eylemlerle, onlara kurtuluşun asıl yolunu göstermişlerdir. Parti-Cephe anlayışı ve mücadelesi bu sürecin en teorik ve en siyasal örneğidir. Mahir ve yoldaşları, bu günün dahi politik ilişki çelişkilerine ışık tutan THKP-C’nin mimarları, ameleleri, öncü erleridir.

THKP-C’nin Kızıldere’ye uzanan teorik ve pratik çizgisi, Türkiye Devrimci Hareketi’nin başlangıcından 1970’li yıllara gelinceye dek, kendisini salt ekonomik, demokratik ve kitlevi mücadele biçimlerine, çalışma tarzı içine hapsetmiş geleneksel sol anlayışları aşan tarihsel bir yüzleşmedir. Bu tavır, parlamenter yöntemleri esas alan ve sol cuntacı eğilimlerdeki aydın askerden medet uman görüşü, kendi dışındaki güçlere bel bağlama, başka deyişle kendi özgücüne güvenmeme anlayışını reddeder.

O gün orada, hiçbir kişisel gelecek kaygısı taşımadan girilen çatışmanın başlama anı, tıpkı Marks‘ ın „Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi“ alçak gönüllü ve bilgece söylemine denk düşecektir. Bu söylem, tarih önünde çarpışmanın aslında kimin kazanan ilan edileceğine işaret eden bir ön sözdür. Hal böyle olunca da Kızıldere, on yıllardır „Kerim Devlet“, „Baba devlet“ olarak lanse edilen mevcut devlet cihazının, aslında şiddet-gözdağı-zulüm timsali yüzünü ve uzlaşmaz karşıtlığının ceberutluğunu açığa çıkaran bir yüzleşme ve de hakikatli bir hesaplaşma arenası olmuştur.

THKP-C’nin „Kuruluş Bildirisi“nden Kızıldere’ye varan mücadelesi, Marksizmin olayları ve dünyayı yorumlamada (yer ve zaman kavramlarının birlikteliği ve birbirini tamamladığı) ilkesinin vazgeçilmez, yadsınamaz oluşunu gözler önüne koyar.

Mahir Çayan’ın sıcak savaşın ağır/ amansız koşullarında yazı diline döktüğü „Kesintisiz Devrim 2-3“ broşüründe, başta nükleer güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu düzey, değişen güç/ denetim dengeleri ve ilişkileri nedeniyle, çağımızda emperyalistler arası dünya savaşlarının çıkmayacağı, çıkamayacağı somut çözümlemesi, yukarıda özellikle vurgu yaptığımız Marksist dünya görüşünün temel ilkesi ile birebir örtüşür.

Şimdi. Türkiye aydınlanmasına, devrim sürecine sunulan bu katkıyı görmeden ve dahi dillendirmeden Kızıldere’deki oligarşik devlet yapılanması ile girişilen çatışmayı destanlaştırarak, edebi güzellemelerle oradaki ideolojik ve politik yüzleşmeyi bir cesaret ve kahramanlık düzeyine indirgemek, düşen halkın devrimci öncülerini de, salt semada „Yıldızlaşan“, „On“ lar olarak anmak, ciddi bir siyasal zafiyet ve eksikliktir. Her eksik, arızalı ve sorunlu olan, başka bir deyişle her etik olmayan şey gibi yanlıştır. Ne Parti-Cephe savaşçıları ne de diğer devrimci örgütlerin öncüleri ya da sıra neferleri, olası sonuçlarını bilerek girdikleri savaşın mağduru değil bizzat tarafıdırlar.

1945 sonrası, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın bitimini izleyen yıllar, sistemin yukarıdan aşağıya kurumsallaştırılıp işbirlikçi tekelci sermayenin kilit, çıkar taşlarının üzerine oturtulan yeni sömürgecilik evresidir. Ülkelerin artık çok uluslu şirketlerce -gizli- işgal edildiği bu evrenin yeni tip sömürge ülkelerinde, iş gücünü satmak zorunda olan yoksulların iyice etkisiz kılınması adına, gözdağı, tehdit gibi devletin tüm siyasal zor araçları kullanılmıştır. Yeni sömürgecilik döneminde, emekçilerin sisteme yedeklenmesinin sosyoekonomik köklerine gizlenmiş siyasal gerçek, „Kesintisiz Devrim 2-3“ broşüründe çözümlemesi yapılan „Suni Denge“ kavramı ile gerçek anlatımına kavuşur.

Günün en sıcak saçmalığı „Manda Yoğurdu“ önermesiyle, halka yaşatılan krizin ne denli derinleştiği gözler önüne serilmiş durumda. Gelinen ekonomik iflasa, yönetenlerin yönetememesi, yönetilenlerin de artık yönetilmek istememesi gerçeğine karşın, egemen dinci devlet mekanizması ile halk katmanları arasında kurulmuş ve kurumsallaştırılmış denge esprisinin sürmekte oluşu, böylesi bir pasifikasyondur. Adı geçen belgede yapay denge olarak açıklanan kurulu düzenin kilit taşı, halen „Beştepe Sarayı’nın güvencesi, varlık nedeniyim“ demektedir.

Mahir’in deyişiyle „ceberut devlet“in soluğunun, emperyalist haydutların düzenine karşı kelle koltukta savaşan devrimcilerin ensesinde olduğu ağır günlerde, üzerinde kafa yorulan, ülke gerçeklerine ilişkin ekonomik-politik-ideolojik yorumlar içeren teorik analizlerini görmezden gelip, onları kitlelerden ve de ülke gerçeklerinden kopuk olmakla, goşistlikle, fokoculukla ve de romantik devrimcilikle tanımlamanın, onların politik amaçlarını ve hedeflerini çarpıtıp düşüncelerini revize etmek, sınıfsal duruşlarının içlerini boşaltmak anlamına gelir.

Oligarşik dikta güçleri ile süren sıcak çatışmaların ortasında, onca kitap, belge, kaynak yokluğunda yirmi dört yaşındaki bir devrimcinin, ülke gerçeğini bir siyaset, bir toplum bilimcisi yeterliliğinde ele alıp, yazıya döküp belgelemesini görmek gerek.

Elli yıl önce, şimdilerin edilgen ve durağan günlerinde düşünülemeyecek, düşlerinin bile kurulamayacağı denli mücadele koşullarında yazılan, bu günkü koşulların da doğruladığı, emperyalizmin pazar paylaşım sorunlarını geniş ölçekte savaş alanları yaratarak çözememeleri ve çok uluslu şirketlerce ekonomik entegrasyona gitmeleri realitesi kayda değerdir. Emperyalistlerin tekel karı çelişkilerinin salt bölgesel sürtüşmeler, gövde gösterileri, diplomatik blöfler, kimi zaman lokal dalaşmalarla sınırlı kalmak üzere pazarların, yeni sömürge statülerinin ortak çıkarlar doğrultusunda yeniden düzenlenmesi, yerkürede birinci ve ikinci paylaşım savaşları gibi, yeni bir paylaşım savaşı çıkma olasılığını yok etmektedir. Burada akla gelecek Irak ve Ukrayna örneklerinden; ilki ABD’nin sızma ve güç alanı yaratma, ikincisi NATO’nun çevirme/ kuşatma operasyonunu durdurma amaçlı bölgesel ölçekli müdahalelerdir.

Görüleceği üzere Kesintisiz Devrim 2-3“ belgesinde, ülke özeline ilişkin ayrıntılar neden-sonuç ilişkisi içinde dillendirilmiş, tartışılmış, yazıya dökülmüştür. Genel anlamda emperyalistler, özelde oligarşik diktatörlüklerin heterojen yapılanmaları içindeki antagonizmaya ışık tutan görüşler hiç de akademisyen/ entelektüel yeterliliği göstermek/ kanıtlamak kaygısıyla ya da gelgeç duygu durumlarıyla yapılmamıştır. Tam tersine Marksizmin bir doğma olmadığını vurgulayan „Kesintisiz Devrim 2-3“ belgesi bilimin toplumu/ doğayı anlama ve analiz etme yöntemlerinin ülke coğrafyasının tüm sınıf ve katmanlarını etkileyen koşullara uygulanmasından ibarettir.

Uzun uzadıya, oldukça kırıcı yıpratıcı tartışmaların yapıldığı „SSCB’mi? Çin’mi?“ tekdüze polemiklerinde yapıldığı gibi, belgenin, ülkenin bağımlı ekonomik/ siyasal yapısının ve „sömürge tipi faşizm“ analizlerinde izlediği yol, ne Marksizmin kabul görmüş doğrularının tabulaştırılması ne dogma olarak kabul edilmesi olmuştur. Mahir, Marksist hareket tarzının, bilimden ve diyalektik materyalizmden geçtiğine inanan, düşünsel güçle eylem gücünü tam bir ayniyet ve uygunluk içinde götüren gerçek bir teorisyen, gerçek bir entelektüeldir. Mücadelenin onca orantısızlığına, yokluk ve olanaksızlıklara karşın, politikleştirmeye, ayakları üzerinde tutmaya çalıştığı devrimci savaş sürecinin çok önemli bir beyin ve irade kaybı, geleceğe akan sınıf hareketinin uzak görüşlü en ileri, öncü kadrolarındandır.

Dinci siyasal diktatörlüğün zam-zulüm-işkence, dezenformasyon/ kara propaganda şampiyonluğunu sürdürdüğü, işçi sınıfının ve emekçi halkların çözüm bekleyen sorunlarının giderek dağ gibi yığıldığı yaşadığımız günlerde, 1971 sürecinin kilometre taşlarından biri olarak, Parti-Cephe iradesinin emekçilere, yoksullara işaret ettiği zincirlerden kurtulmanın gerçek ve asıl yolu da, „Kesintisiz Devrim“ yazıları da güncelliğini korumaktadır.

O nedenledir ki, yer-zaman-koşullar itibari ile geçerliliğini, gerçekliğini duyuran tarihsel belgeyi Tek Yol Devrim ve Kurtuluşa Kadar Savaş şiarı, Kızıldere’yi de sürekli ve kesintisiz devrim olarak okumalıdır.

. . .

Kızıldere’nin on kırmızı gülüne, Mahir Çayan, Sinan Kazım Özüdoğru, Hüdai Arıkan, Ertan Saruhan, Saffet Alp, Sabahattin Kurt, Nihat Yılmaz, Ahmet Atasoy, Cihan Alptekin, Ömer Ayna’ya ağla, sevgili ey yurdum…

Hasan Oğuz Bilgen, 30 Mart 1972, Manisa Lisesi